Rüzgârın Şarkısını Dinle, Gece Üçte Uyananlar ve Tavsiye Edilen Tüketim Tarihi
Uzun zamandır merak ettiğim Murakami’nin ilk kitabını bitirir bitirmez bir dörtlemenin başlangıcı olduğunu öğrendim. Sadece bu bile çok güzel bir sürpriz oldu benim için. Ufukta yeni bir “Murakami Maratonu” var gibi görünüyor.
Haruki Murakami’nin ilk romanını geç de olsa sonunda okudum ve korktuğum gibi bütün okuma listem değişti. Bazen böyle bir kitabı bitirince hemen o yazarın diğer kitapları da okumak istiyorum. Hatta abartıp bütün kitaplarını okumam lazım dediğim de oluyor. Bu duyulduğu kadar iyi bir şey değil çünkü bazen yazarın en iyi kitabıyla başlamış oluyorum ve ondan sonra diğer kitapları biraz hayal kırıklığı oluyor.
Eski bir hocam bir yazarın bütün kitaplarını okumaktansa çok fazla yazarın en iyi kitaplarını okumanın daha iyi olacağını söylemişti ve o zaman ikna olmuştum aslında. Ama Murakami’nin insan üzerinde böyle bir etkisi var. Bitirince eliniz başka bir Murakami kitabına gidiyor. Yoksa ben sırf adından dolayı çok merak ettiğim Sahilde Kafka’yı okumuştum ve o zaman da bütün hesap kitabım şaştı diyebilirim. Kısa sürede Sputnik Sevgilim ve İmkânsızın Şarkısı gibi yazarın en çok okunan kitaplarını bitirdim. Bu kitapları okurken insan sevip sevmediğini de hemen anlayamıyor. Bazı yerlerde mesela rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Arada konu geçişlerine hayran olduğum da olmuştu ama genel olarak olayları sonuca bağlamıyor yazar, çok fazla şeyi okura bırakıyor.
Bu kitabın çevrilmesine yıllar sonra izin vermiş yazar. Başka kitaplarında da içine çok sinmediğini söylüyor. Kitabın sonunda Murakami’nin 2014 yılında kaleme aldığı “Mutfak masası kurmacamın doğuşu” başlığıyla benim için kitabın tamamından daha anlamlı olan bir sunuşu yer alıyor. Benim okuduğum Doğan Kitap tarafından 2018'de basılan 163 sayfalık bu kitabı Japonca aslından çeviren ise Ali Volkan Erdemir olmuş. Eskinden bunlara çok dikkat etmezdim ama Murakami çevirmenlik de yaptığı için özellikle baktım. Zaten çok değişik bir yazma tarzı var yazarın. Bu sade ve akıcı üsluba kavuşmak için çeşitli yöntemler denemiş ve sonunda önce İngilizce yazıp sonra o metin üzerinden ana dili olan Japoncaya birebir çeviri gibi değil de daha çok yeniden yazmak gibi bir tarz geliştirmiş. Dışarıdan bakınca hiç olmayacak bir şey gibi geliyor insana ama sonuç ortada.
Değişik bir düşünce tarzı var yazarın. Ben en çok bundan etkilenmiştim zaten. Koşmasaydım Yazamazdım’da da mesela yazar olmaya karar verdikten önce ne yapması gerektiğini düşünüyor. Yıllar boyunca her gün saatlerce oturup yazması gerektiğini anlayınca vücudunun bu kondisyona sahip olmadığını en azından yıllarca bunu sürdürecek kadar dinç olmadığını fark ediyor ve düzenli olarak koşmaya başlıyor. Bu kapsamlı ve farklı bakış açısı çok önemli. Ben de geçen ay Anna Karenina’yı okurken bunu daha iyi anladım. Bin yüz küsur sayfalık tek ciltlik baskısıydı ve bitireyim diye kas yaptım resmen. Okumak için bile sağlığın ne kadar önemli olduğunu bizzat görünce yazmak için çok daha fazlası gerektiğini ben de Murakami sayesinde anladım. Tabii ki onun gibi koşabileceğimi sanmıyorum ama en azından yürüyüşlere başladım. Bu sesli okumalar da bir nevi antrenman oluyor benim için. Çünkü sesimi istediğim gibi kullanamıyorum hâlâ. Bu da çok acayip çünkü bu yaşa kadar bunu da fark etmemiştim. Hani Matrix’te “Gözlerim yanıyor.” dediğinde Morpheus’un Neo’ya ikonik cevabı vardı ya, onun gibi bir şey sanki bu.
Rüzgârın Şarkısını Dinle’ye dönmemiz gerekirse, nereden başlayabileceğimi bilmiyorum açıkçası. Ondan böyle uzattım galiba. Beni bu kitabın yazılma hikâyesi daha çok etkiledi diyebilirim. En iyisi Murakami’nin kendi sözlerinden yola çıkalım. Kendisi yazar olmaya karar verdikten sonra her gece işten eve gelip mutfak masasında yazdığı bir tür “cüretkârlık eylemi” olarak tanımlıyor bu kitabı. Gunzo Edebiyat Dergisi tarafından “Yeni Yazarlar Ödülü” için finale çıkmasa, daha doğrusu onu seçmeseler sonsuza kadar yok olacaktı diyor çünkü elindeki tek kopyayı göndermiş ve reddedilen taslaklar geri gönderilmiyormuş. Ben de çok büyük olasılıkla başka bir roman yazmayacaktım, diyor. Peki hani o her yazara sorulan meşhur soru vardır ya, bütün bu hikâyeler nereden geliyor diye. İşte onun cevabını da bu kitapta veriyor:
“…insanın her tecrübesinden bir şeyler öğrendiği yönünden bakarsak, yaşlanmak o kadar da acı veren bir şey olamaz. Nihayetinde bu sadece bir genelleme tabii.
Yirmi yaşımdan itibaren bunu bir yaşam felsefesi olarak kabul ettim. Bu yüzden, defalarca sert darbeler aldım, defalarca kandırıldım, defalarca yanlış anlaşıldım, bununla birlikte bir sürü garip deneyim de yaşadım. Çeşit çeşit insan gelip bana hikâyesini anlattı, sanki anlata anlata üzerinden geçtikleri bir köprüydüm ben; sonra da çekip gittiler ve bir daha da geri dönmediler. (s.10)”
Az önce de bu kitap için bir tür cüretkârlık eylemi demişti ya orada çok fazla irdelemedim yoksa o konuda da çok doluyum. Bıraksalar saatlerce anlatırım. Ama gece yarısı üç-dört gibi uyanıp bir şeyler yemem lazım. Dolayısıyla özellikle bugünlerde yazarın şu cümlelerine birebir katılıyorum diyemem ama ne demek istediğini anlayabiliyorum:
“Eğer sanat ve edebiyat arıyorsanız, antik Yunanların yazdıklarını okuyabilirsiniz. Gerçek sanatı doğurmak için, kölelik sistemi olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Antik Yunanlar da böyle düşünüyorlardı; köleleri tarlalarını ekip biçerken, yemeklerini hazırlayıp gemilerinde kürek çekerken şehirliler Akdeniz güneşinin altında kendilerini şiire verip matematikle uğraşıyorlardı. Onlar için sanat, böyle bir şeydi.
Gece yarısı saat üçte uyanıp buzdolaplarını karıştıran türde insanlar, ancak bu kadarını yazabilirler.
Ve ben de onlardan biriyim. (s.13)”
Buradan sonra artık kendinizi kitabın akışına kaptırıyorsunuz. Yazarın müzikle olan bağını diğer kitaplarında çok daha fazla görüyorsunuz ama burada da bunların sinyallerini vermiş. Bir bölüm mesela bir radyo programının açılışıyla başlıyor. Okurken anlayamamıştım başta ne oluyor diye. Sonra niye böyle bir şey yazdı acaba diye düşünmeye başladım. Çünkü yazarın bazı kapıları özellikle açık bırakma huyunu biliyorum ya diğer kitaplarından. Kitabın sonunu merak ederken hikâyeden kopuyordum neredeyse ama neyse ki şu cümleye denk geldim:
“Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildi; sürekli sağa sola kayıp görüntüyü bozan şeffaf kopya kâğıdıyla çoğaltılmış gibiydi her şey ve öncekinden geri dönülmeyecek biçimde farklıydı. (s.133)”
Bilmiyorum siz beğendiniz mi ama beni çok etkilemişti bu benzetme. Kuşkusuz o sayfaya kadar okuduklarımın etkisi de vardır ama ben de böyle hissediyorum bazen. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Her şeyin üzerinde görünmeyen bir son kullanma tarihi var sanki. Son kullanma deyince de antipatik geldi şimdi. Tavsiye edilen tüketim tarihi mi desek acaba. İngilizcede “best before” diyorlar mesela. Kulağa iyi bir şeymiş gibi geliyor içinde best geçince. Bu da biraz bakış açısıyla ilgili gibi geldi bana. Aynı kavramı söylemek için ne kadar farklı kelimeler seçiyoruz. Eskiden şifahane derlermiş hastanelere. Talebe de öğrenciden daha çok şey anlatıyor bence. Ya da talep ediyor diyeyim de çıkayım şu konudan hızlıca.
Gelelim kitabın sonuna, özellikle radyoya gönderilen bir mektup var ki sizi alıp bambaşka yerlere götürüyor. Mektuplara zaafı olan benim gibi insanlar için kitabın neresinde olursa olsun bir mektup çıkarsa ortaya, bütün hikâyenin değişme potansiyeli vardır. İşte o mektup da bence bu kadar önemliydi bu kitap için. Böyle bir mektubu kaleme alabilmek, bir hastanın psikolojisini bu kadar iyi aktarabilmek, hem de bunu otuz yaşında, daha ilk romanında yapabilmek benim için bu kitabı özel bir yere koymak için yeter de artar bile.
O tarz bir radyo programı böyle bir mektubu canlı yayında okur mu? O mektubu kimin kız kardeşi gönderdi? Murakami böyle güzel sonlar yazmayı nereden öğrendi? Bu soruların cevabı duymak için belki de sadece dinlemelisiniz. Rüzgârın Şarkısını Dinle, bence bunun için kaleme alınmış. Bu sayede tüm dünyayı yeni bir yazarla tanıştırdığı için de yeri ayrıdır.
Mektubun tamamı çok uzun olur diye paylaşamıyorum ama ne zaman yataktan çıkacak gücü kendimde bulamadığım günlerin sayısı artar, işte o zaman bu kitabı alıp sırf o bölümü tekrar tekrar okumayı düşünüyorum. Özellikle şu satırları:
“Hastanemdeki odamın penceresinden liman görünüyor. Her gün yatağımdan kalkıp limana kadar yürüdüğümü, deniz kokusunu ciğerlerim dolana kadar içime çektiğimi hayal ediyorum. Bir kez olsun bunu başarabilirsem, dünyanın neden böyle olduğunun sırrına da erecekmişim gibi geliyor. Ve az da olsa olan biteni anlayabilirsem, tüm ömrümü bu yatakta geçirmeye de katlanabilirim sanıyorum. (s.140)”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder