Sevincini Bulmak, Metin Yazarlığı ve Yalnız Yaşamak
Mustafa Kutlu bu kitabıyla yine unutmak istemeyeceğim bir esere imza atmış. Kimse de önermedi bu sefer, resmen kendim buldum bu kitabı. Zaten sevincini bulmak biraz da böyle bir şey. Tavsiyelerle, reçetelerle bulunabilecek bir şey değil gibime geliyor.

Mustafa Kutlu’nun tüm kitaplarını okumaya karar verdikten sonra bunu biraz zamana yaymam gerektiğini anlamıştım. Öyle bir anda bir yazarın bütün kitaplarını okumak mümkün değil benim için. Hem belki zamanla bazı kitapları karşıma çıkar, biri bir kitabını önerir ya da başka bir şey vesile olur. Çünkü böyle karşılaşmaların kitaba farklı bir anlam kattığına inanıyorum. Hani şunu mutlaka oku da sonra üzerine konuşalım diyen arkadaşlarınız vardır ya, işte o zaman o kitap bir başka okunur. Şimdi benim de Mustafa Kutlu’nun adı geçince özellikle okudunuz mu diye soracağım bir kitabı daha çıktı karşıma. Özellikle böyle bir şey aramıyordum ama buldum bir şekilde.
Ben yine İstanbul’un kıyısında köşesinde kalmış, kalabalıktan ziyade tenha diyebileceğimiz bir kütüphaneye girdiğimde raflara göz atarken mutlaka arada bazı kitapları alıp kapağını açıyorum. Çünkü bazılarında hemen kapağın arkasında ödünç alma çizelgesi gibi bir şey var ve daha önce hangi yıllarda kaç kere kitap alınmış görebiliyorsunuz. Bazılarında bu çizelge bomboş oluyor ve bunu sanki hüzünlü bir tablo gibi seyre dalıyorum. Bunu hisseden sadece ben olamam derken bu kitapta yazarımızın şöyle bir tespitini buldum ve tabii ki paylaşmazsam olmaz:
“Kapağı açılmayan bir kitap bana hep dokunmuştur. Diri diri mezara konulmuş sanki.”
Yazılmış ama okunmamış bir sayfa, söylenmiş ama duyulmamış bir sözcük, süslenmiş ama fark edilmemiş bir kadın. Bunlar başlı başına hüzünlü şeyler olmakla birlikte işin içine okunmamak girince keder bir kat daha artıyor sanki. Halbuki yazmak kendi başına ne kadar rahatlatıcı bir eylem. İnsan okunmak için mi yazar sorusuna hiç düşünmeden “evet” diyemiyorum ben mesela. Şu an zaten biraz kafam karışık ama yazmakla ilgili de kafam hep karışık olmuştur zaten. Kendimi hiçbir zaman yazar olarak tanımlamadım ama çok iyi yazan arkadaşlarım sayesinde yazar gibi hissettiğim zamanlar oldu.
Yazar olmak için kitap çıkartmış olmak yeterli mi yoksa o kitabın çok satması mı gerekiyor? Ya da çok okunmak mı? Metin yazarlığı diye bir meslek var mesela ki benim için kâbus gibi bir şey bu. Gerçi bu işi yapan bir arkadaşım da olmuştu. İşi fazla ciddiye almayıp sırf para kazanmak için yapınca eğlenceli bile olabiliyordu. Sen ne yapıyorsun burada sanki, bu da bir metin yazarlığı diyecek olursanız o konuda size katılamayacağım. Ben kendimi daha çok yazın insanı olarak görüyorum. Bunu da geçen gün bir yerde duydum da hoşuma gitti. İlk fırsatta konuyu buraya getirip kendime yakıştırmak istedim. Zaten ben yazı da çok severim, kelimenin her anlamıyla yazın insanıyım diyebilirim.
Unutmadan bu metin yazarlarının hemen hemen bütün talk showlarda çalıştığı, bizim orada ne kadar hazır cevap diye hayran olduğumuz bir sunucunun arkasında dört-beş kişilik yazar ekibinin olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. İşin büyüsü bozulmuştu benim için. Benzer şekilde bugün de televizyona çıkan spikerlerden tutun da siyasilere kadar hepsinin konuşma metinleri arka planda profesyoneller tarafından yazılıyor. İnsanlar da “Ne güzel konuşuyor!” diye dinliyor. Kitapların kapağı açılmayınca ne yapsın o yazarlar, nasıl ödesinler faturalarını, kiralarını? Ya size bir şeyler satacaklar ya da sizi kandıracaklar. Ben de seçim arafesinde hiç sevmediğim konulara girmiş oldum ama inanın kitabımızla alâkalı. Beyaz Show vardı eskiden, konu o değil ama olsun, o da bizim bir kardeşimizdir:
“Efendim bir vakitler rahmetli bir sanatçımız, ‘Beyaz Show’a katılmıştı. Beyaz ona şimdi hatırlamıyorum bir soru sordu. Rahmetli hemen cevap vermezdi, biraz düşünürdü. Sessizlik. Beyaz düşünüyorsun Baba dedi. Sanatçı ona ‘evet’ deyince; Beyaz espriyi patlattı: ‘Düşünüyorum öyleyse varım; değil mi hocam’ deyince, sanatçı ‘elbette’ cevabını verdi. Beyaz bunun üzerine; ‘Ama Babacım bu söz ünlü filozof Descartes’a aittir değil mi’ diye güya taşı gediğine koyduğunda Baba o koyun bakışlı güzel gülüşü ile ‘Zararı yok Beyaz, adam lafı benden almış, alsın, o da bizim bir kardeşimizdir.’ demesin mi? Yıkıldık yani. O gün bu gündür bizim takım arasında, ‘Olsun, o da bizim bir kardeşimizdir’ lafı söylenir.”
Yazarımız hayatın içinden örnekleri bulmak konusunda her zaman çok başarılı. Bu kitap da fazlasıyla hayatın içinden. Dergah Yayınları tarafından 2018 yılında yayınlanmış ve kitapta da belirtildiği gibi yazarımız eserinin adını Prof. Dr. Ayhan Yücel’in aynı adlı deneme kitabından almış. Hayallerindeki insanı bulmak, ona âşık olmak hatta evlenmek. Bütün bunlar bu dünyada sevincini bulmak için yeterli değil çünkü bulduğunu sandığın anda her şey anlamını yitirir sanki. Sahip olduktan sonra hepsi değerini kaybeder, günden güne uyumsuzluklar daha çok rahatsız eder ama ben onu değiştiririm gibi bir sanrıya kapılır insan.
En son neyi iyi yönde değiştirebildik acaba? Değiştirmek derken başkasından da bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın. Ben o kadar hayalperest değilim merak etmeyin. Kendi hayatımızda bile bir şeyleri değiştirmek bu kadar zorken nasıl oluyor da insan bir başkasını değiştirebileceğini düşünebiliyor? Yalnız yaşamanın da gereksiz abartıldığını düşünüyorum bazen ama insan bu kadar çok yanılınca da alıp başını gitmek istiyor gerçekten. O konuda hak veriyorum kitabımızın kahramanı Suna öğretmenimize. İnsan işte o zaman yalnız, yaşamak istiyor çünkü elinizden daha fazlası gelmiyor.
“Birlikte yaşamayı reddedip ferdî hayatı seçenler özgür olduklarını sanıyorlardı. Böylece zokayı yuttular, sermayenin ve tüketim ekonomisine esir düştüler.”
Kitabı okudukça yer yer heyecanlanıyorsunuz, yer yer seviniyorsunuz ama hep bu işin sonu nereye varacak diye düşünüyorsunuz. Çünkü her ne kadar kabul etmek istemesem de farklı dünyaların insanı diye bir şey var galiba. Ya da bazı çiçekler bazı topraklarda yetişmiyor mu desem ne desem bilemiyorum ama şunu çok iyi biliyorum: Görüntüye aldanmamak lazım. Çünkü hayatımın en mutlu anını düşündüğümde gözyaşlarımı nasıl tutamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Dışarıdan görenler kötü bir haber aldığımı bile zannetmiş olabilirlerdi ama o gün anlamıştım, gerçek mutluluk gözyaşlarıyla geliyordu. Tıpkı yazarımızın dediği gibi:
“Mutluluk gözyaşları, sevincini bulmanın alâmeti.”
O yüzden mutlu olmak için yüzünüze gülenlerle değil, beraber ağlayabildiklerinizle daha fazla vakit geçirin derim ben. Ayrıca yıllar önce bir yazı yazmıştım: İnsanın alıp başını uzaylara gidesi geliyor, diye. Ama gitmek çözüm değil ki bunun da farkında olmak lazım. 24 saat çok uzun bir süre ve insanlardan uzaklaştıkça bu süre daha da artıyor sanki. Uzay zaman bükülüyor mu artık ne oluyor bilmiyorum ama hayat tek başına yaşanamayacak kadar zor. Bilerek mi yapıyorlar emin değilim ama hiçbir şeyi tek kişilik üretmediklerini özellikle yemek konusunda ispatlayabilirim. Özellikle benim gibi fazla ekmek yemeyen biriyseniz bir ekmek bile ikinci günden sonra küflenmeye başlıyor.
Semt pazarına zaten ancak kapanmaya yakın yetişebilirsiniz ve hiçbir şeyi bir kilodan fazla alamazsınız yoksa onlar da bozulmaya başlar. Bir yerden sonra kendiniz için çay bile demlemez olursunuz. Sallama çaylar daha mantıklı gelmeye başlar. Sonra evde sürekli bir tadilat işi çıkar. Bir şeyler bozulup durur ve evde başka kimse olmadığı için mecburen siz halletmek zorunda kalırsınız. Halletmek derken, iyi bir usta bulmak, saatlerce onu beklemek, geldiğinde onu dinlemek de ciddi bir iştir. Bunlar hep küçük ama biriktikçe insana ağır gelen yüklerdir. Ama hayat bu, insan öyleleriyle karşılaşıyor ki bunlar bile solda sıfır kalıyor.
Yazarımızın en sevdiğim yönlerinden biri de orijinal sonları, kapanışları. Özellikle Mavi Kuş’tan sonra bu sonlara daha fazla dikkat eder oldum. Her kitabında acaba bu sefer ne yapacak diye okuyorum. Böyle bir beklentiyle doğal olarak şaşırmamam lazım bu sonlara ama hayır, çoğunda zihnimde yeni bir pencere daha açmayı başarıyor yazar. Bu kitabın sonunda olaya biz okurlar da dahil oluyoruz hatta. Onu da paylaşmak istiyorum çünkü çok beğendim ben bu sonu, umarım kitabı okumamış olanlar için tat kaçırıcı olmaz.
“Yazar: Artık bu kitaba devam etmenin bir anlamı kalmadı.
Okur: Olur mu efendim? Biz merakla, zevkle okuyor, sonu nereye varacak acaba diyorduk.
Yazar: Ama Suna Hoca istemiyor, yeter dedi.
Okur: Kahraman yazara baş kaldırdı diyorsun, saçmalık bu.
Yazar: Hayır. Bana nerede durmam gerektiğini ihtar ediyor. Uydur, uydur yaz. Bir yere kadar.
Suna: Arkadaşlar lütfen, daha önce de söyledim, tartışmayalım.
Yazar okura dönerek:
— Ayrılma zamanı geldi. Her işin olduğu gibi her kitabın bir sonu var.
— Hayır macera yarım kaldı. Olmaz.
— Gösteri devam etmeli diyorsun. Okur kardeş şunu bil ki okuduğun macera göz boyamak için kaleme alınmadı. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Sen, ben, Suna Hoca.
— Açıklama beni kesmedi. Galiba bu yüzden bir kitap ötekini doğuruyor. Yazarımız bir sonraki eserinde belki derine iner, işin sırrını açıklar.
Yazar: Bu sırrı ancak yaşayan bilir. Ben fukara-yı ümmetten biriyim. Nasıl böyle bir kitap yazabilirim?
Ayrılırken Suna Hoca:
— Benim için dua edin.
Yazar: Dua müşterek.
Okur: Dua müşterek, evet, çünkü dert müşterek.”
İşte böylece bitiyor bir hikâye daha. Şu an fark ettim, hiç Suna Hoca’nın Tanpınar okumalarından bahsetmemişim. Okurken o tespitlerden çok etkilenmiştim ama onları not almamışım demek ki. Zaten çok beğendim bu kitabı. Yazarımızın tüm kitaplarını bitirdikten sonra ikinciye okumayı düşündüğüm kitapları vardı, bu da onlardan biri oldu. Böyle bir sürü şey düşünüp kendimce hesap kitap yapıyorum ama bakalım ömrüm yetecek mi bunları okumaya. Bir de kendime yazın insanı dedim sanki çok bir şey yazmışım gibi ama benim işim daha çok düşünmek galiba. Düşün insanı mı deseydim acaba. Bak o da güzelmiş! O da çok anlamlı. İnsanları düşün der gibi de oluyor. Yazarlık kesmedi görüyor musunuz? Kendimi podcaster gibi de hissetmiyorum şu an ama ona da kalkıştım bir şekilde. İnsan ne çok şey istiyor. Ama insanlardan kolay kolay bir şey istemem ben. Soranlara bile “canının sağlığı” derdim eskiden. Uzun zamandır ben de dua istiyorum. Ve sadece bir kişi “dualar müşterek” diye yanıtlamıştı. Anlamamıştım o zaman. Şimdi anlıyorum. Sevincini bulmak, birinin duasında kendine yer bulmak mıdır, ne dersiniz?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder