Zaman Makinesi, 5 Saniyede Her İşi Kolayca Yapıvermek ve Einstein
H. G. Wells’ten okuduğum ilk kitap bu oldu. Diğer eserlerini de çok merak ediyorum hâlâ ama doğru bir başlangıç yaptığımı hissettim bitirince. Lost’un 4 8 15 16 23 42 si gibi 802.701 sayısı da artık beni başka diyarlara götürecek.

Herbert George Wells Zaman Makinesi’ni 1895'te henüz 30 yaşındayken yazmış. Yetmemiş bir sene sonra da Doktor Moreau’nun Adası’nı yazmış ki bu iki kitabı bilmek için okumanıza gerek yok. O kadar popüler kitaplar. Yine birer sene arayla önce Görünmez Adam’ı sonra da benim filmini hatırladığım Dünyalar Savaşı’nı kaleme almış. Bunlar sadece bilimkurgu alanında yazdığı romanlar. Başka eserleri de var yazarın ama onları da saymaya kalkarsam yazma serüvenimi sonlandırıp zaman makinesi peşinde koşacağımdan korkuyorum.
Oldukça verimli bir yazar H.G. Wells, zaten Jules Verne ile birlikte bilimkurgunun da babası sayılıyorlar. Daha önce çocukken çocuk kitapları okumadım demiştim ama Jules Verne’i onlardan ayrı tutuyorum. En sevdiğim yazarlardan biriydi kendisi ve ileride bütün eserlerini tekrar okumak istiyorum.
Bu arada bu isimleri doğru telaffuz edip etmediğimden emin değilim. Eskiden olsa Arnold Schwarzenegger bile yazardım hiç korkmadan ama şimdi bir de bunu insan okuyacak diye düşünerek özellikle yabancı isimleri yazmamaya çalışıyorum. Bir de eskiden beridir kullandığım bir yöntem vardır yazarın ismini sürekli tekrarlamamak için. En başta bir kere söyleyip sonrasında hep yazar, yazarımız diye bahsedirim. Umarım bu kafanızı karıştırmaz.
Ben öyle çok fazla film seyreden birisi değilim Dünyalar Savaşı’nı çokça görmeme rağmen izlememiştim. Ama merak ediyordum. Şimdi onun yazarımızın kitabından uyarlandığını öğrenince hiç seyretmemeye karar verdim. Unutmadan bu kitap da daha önce üç kere beyaz perdeye taşınmış ama ben tabii ki onları da seyretmedim. Eskiden olsa bu kitabı bitirir bitirmez en azından son çekileni izlemeye çalışırdım ama açıkçası bunun pek bir faydasını görmedim. Harcadığım o süreyi daha iyi değerlendirebilirmişim gibi geliyor bana o yüzden hiç artık o film işlerine girmiyorum. Ama kitabı elimde gören bir arkadaşım ilk çekilmiş siyah beyaz versiyonunun daha iyi olduğu söyledi.
Bu kadar kısa bir kitabı bile evde bitiremeyip, yanında mı taşıyorsun diye düşünenler varsa ona da açıklık getireyim. Yine birçok kitapta olduğu gibi kütüphaneden ödünç almıştım. Son güne kadar da başlayamadım bir türlü. Biraz da kısalığına güvendiğim için nasılsa okurum diye düşünüyordum. Öyle de oldu gayet akıcı bir kitap zaten. İş Bankası Kültür Yayınlarının 15. baskısıydı benim okuduğum. Celâl Üster çevirmiş ama burada hemen bir uyarıda bulunayım kitabın konusu hakkında bilgisi olmayanlar için. Bu baskıda çevirmenin bir önsözü var. Bayağı da uzun ben okumasam mı acaba diye tereddüt ettim belki spoiler içerir diye. Başta da bilimkurgu tarihi falan diye giriyor diye başlamışken okuyayım dedim ama keşke en son okusaymışım. Bunu daha önce de bazı kitaplarda yaşamıştım. Önsöz diye başlık atıyorlar ama sonsözde bile yazılmayacak kadar ayrıntıyı veriyorlar kitapla ilgili. Burada da kitabın sonu dahil her tür bilgi veriliyor önsözde. Bazı önsözlerde de başka kitapların içeriğinden çok fazla bilgi verildiğine de denk gelmiştim. Dolayısıyla bu kitapla birlikte artık hiçbir şekilde önsözleri kitabı bitirmeden okumamaya karar verdim. Özellikle Zaman Makinesi için bence sizde öyle yapın yoksa kitabın bütün heyecanı kaçıyor. Kırk yılda bir çok önemli bir önsöze denk gelip keşke kitabı okumadan önce okusaymışım diyeceğiniz bir kitap çıkarsa da önsözden sonra kitabı tekrar okursunuz olur biter. Ben her zaman pratik ve kolay olan yolu tercih ederim ama bazen bu büyük bir hata olabiliyor. Kitapta benim de ilk aldığım not buna ilişkin olmuş. Bakın yazarımız “Her işi kolayca yapıvermek hatadır” derken bunu nasıl açıklıyor:
“Makinenin maketini gösteren ve konuyu Zaman Gezgini’nin sözleriyle açıklayan Filby olsa, ondan bu kadar kuşkulanmayabilirdik. Onun ortaya attığı gerekçeleri kavrayabilirdik: Çünkü Filby’yi bir domuz kasabı bile anlayabilir. Oysa Zaman Gezgini aklına eseni yapan biriydi, o nedenle ona güvenmiyorduk. Onun kadar zeki olmayan birine şan şöhret getirecek işler onun elinde birer hile gibi görünüyordu. Her işi kolayca yapıvermek hatadır.”
Yeni mezun arkadaşlar iş hayatına atıldıklarında bunu öğrenecekler ama illa öğrenmek için başınıza gelmesi gerekmez. Çoğu sektörde işin onda dokuzu reklam ve gösteriştir maalesef. Maalesef diyerek reklamcıları da karşıma almak istemem ama bu böyle. Bilmem anlatabildim mi? Geçen de şöyle bir şey duymuştum da hoşuma gitmişti. Hani bazen “Biliyorum ama anlatamıyorum.” deriz ya, kelimelere dökemeyiz düşüncelerimizi. Belki biraz sert olacak ama işte buna dair diyordu ki “Eğer anlatamıyorsan, bilmiyorsundur.” Bu kadar basit yani. Bazı şeyleri bildiğimizi zannediyoruz ya da öyle hissediyoruz ama bilmiyoruz aslında. En azından çoğu zaman sağlam bir temeli yok bildiğimizi sandığımız şeylerin. Einstein demişti galiba. “Bir şeyi beş yaşındaki bir çocuğun anlayabileceği şekilde anlatamıyorsan, o şeyi bilmiyorsundur” gibi bir meşhur bir söz vardı.
Einstein demişken, kitapta zamanın dördüncü boyut olduğundan söz ediyor kahramanımız Zaman Gezgini. Dikkatinizi çekmem gereken şey de bu kitabın yazıldığında Einstein’ın henüz bir çocuk olduğu. Yani fizik alanında onun teorileri, kuramları henüz yok ortada. Zaman Gezgini deyince de spoiler gibi hissetmeyin sakın. Adı en baştan beri bu şekilde geçiyor kitapta. Diğer karakterler de genelde meslekleriyle anılıyor. Bunu da çok sevdim ben. Rus romanlarındaki gibi bir karakterin üç-dört tane adı olunca kafam karışıyor benim. Basit ve net. Oldukça inandırıcı da demek isterdim ama şöyle bir tespiti var kahramanımızın ki katılmamak elde değil:
“Açıklamam çok basit ve bir o kadar da inandırıcıydı — bütün yanlış görüşler gibi!”
Sizin de hiç böyle düşündüğünüz oldu mu? Bir şey kusursuz gibi görünüyorsa, her şey mükemmelse muhtemelen orada size hiç söylenilmeyen ya da gözünüzden kaçan bir şey vardır. İçten içe “Bu kadar iyi olamaz” diye düşünürsünüz ve sonunda haklı çıkarsınız. Biraz önyargılardan da kurtulmak gerekiyor. Zaman Gezgini bir akşam yemeğinde bütün arkadaşlarını topluyor ve onlara önce icat ettiği makinenin maketi gösterip onların gözünün önünde onu yok ediyor. Tıpkı bir sihirbaz gibi. Olan biten misafirlerin bakış açısından bu şekilde ama o bu maketi geleceğe gönderdiğini söylüyor. Geleceğe gitmeyi oldukça basit bir şekilde bir noktadan başka bir noktaya hızla gitmek gibi düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Nasıl bir kurşun namludan çıktığında gözle görünmezse kendisinin de bu makineyi çalıştırıp geleceğe gittiğinde bu zamanda birden gözden kaybolacağını ama makineyi durdurduğunda yine aynı mekanda gelecekte makineyle birlikte belireceğini anlatmaya çalışıyor. Tabii ki kimseyi inandıramıyor ama sonra olaylar gelişiyor. Kısaca işi biraz abartıyor diyebilirim. Yani insan önce biraz deneme yapar, birkaç yıl falan gider en fazla değil mi? Ama yok, Zaman Gezgini ünvanını haketmek için yüzbinlerce yıl geleceğe gidiyor.

Peki bu kadar geleceğe gidince sizce nasıl bir dünyayla karşılaşır insan? Dünya hâlâ yerinde olur mu diye düşünesi geliyor insanın önce. Hadi önermeyi bozmayalım ve biraz beyin jimnastıği yapalım. Teknoloji ne durumda olur sizce? Artık ışınlanmayı falan bulmuş oluruz herhalde değil mi? En azından uçan arabalar vardır etrafta. Çevre gezegenlerde koloniler de kurulmuştur belki de. Ya da biz belki metrobüsle falan aya gideriz. Meşhur Geleceğe Dönüş filmi geldi aklıma, onu seyrettim merak etmeyin ama onda gidilen geleceği biz çoktan geride bıraktık ve sanki teknoloji o kadar da ilerlemedi gibi geliyor bana. Tamam şu an yapay zeka film falan çekiyor kendi kendine ama daha birkaç yıl önce bütün dünya ellerimizi nasıl yıkamamız gerektiğini seyrediyordu televizyonlarda. Maske takmayanların taş ve sopalarla dövüldüğü ülkeler vardı. Ben pek haber seyretmem ama görmüştüm böyle görüntüler. Siz de hatırlıyor musunuz? Yine çok uzattım ama demek istiyorum ki teknolojinin sürekli olarak ileriye doğru ilerleye gideceğini düşünmek büyük bir hata olabilir. Diyeceğim o ki, kahramanımız da bir yerden sonra öyle bir hale geliyor ki artık bütün umudunu yitirmek üzere. Hiç bilmediği bir dünyada sıkışmış kalmış vaziyette ama bakın ne diyor:
“İnsanın kafasını karıştıran bir sürü bilinmeyenin ortasında oturup durmak bir işe yaramaz. Sonunda bunu takıntı haline getirirsin.”
Oturup durmak deyince de şöyle bir fotoğraf görmüştüm. Artık bir markanın reklam panosu mu afişi mi yoksa internet ortamında oluşturulmuş caps gibi bir şey mi bilmiyorum ama şöyle bir şeydi: Büyük bir başlık ve altında dört farklı fotoğraf: Köpek balığı, aslan, timsah ve bir koltuk. Başlık da “Sizce hangisi daha tehlikeli?” gibi bir şeydi. Ben iki şık arasında kalınca genelde yanlışı seçerim ama böyle acayip sorularda iyiyimdir ve doğru cevap tabii ki koltuk. Çünkü insanın en büyük düşmanı hareketsizliktir. İnandırıcı gelmediyse size hemen kısa bir aramayla çeşitli kaynaklara ulaşabilir ve ihtiyacınız olan o ateşleyici güce hızlıca kavuşabilirsiniz. Ya da belki de şimdiden gaza geldiniz. O halde fazla zaman kaybetmeyin. Çünkü bunun da bir limiti var. Zaman Gezgini dostumuz da bunun farkında ve bize bu konuda da yol gösteriyor:
“İtiraf edeyim ki, cesaretimin kırılmasından korktuğum için elimi çabuk tutuyordum!”
Bu konuda saatlerce konuşabilirim fakat hiç etkili olmaz. O yüzden 5 saniye de size bir podcast önerebilirim. Mel Robbins, dünyaca ünlü kişisel gelişimci, yazar, gazeteci ve daha birçok şey. Ben biraz da İngilizce pratiği olsun diye dinliyorum onu ama kendisi bu 5 saniye konusunda uzman hatta kariyerini bunun üzerine inşa etmiş bile diyebilirim. Kitabını okumadım ama Ted konuşmasını seyretmiştim. Bu hafta da böyle İngilizce bir podcast önermiş olayım ve gelelim kitabın sonuna.
Ne ara sonuna geldik diye şaşırmazsınız umarım çünkü ben burada kitap özeti yapmıyorum. Kitabı hiç okumamış olanlarla yeni okumuş olanların farklı tatlar alabileceği ama kimsenin tadının kaçmayacağı bir sunum yapmaya çalışıyorum her seferinde. En büyük amacım da zamansız olabilmek. Yani bu bölümü yüzlerce yıl sonra da birisi kalkıp dinlese hiç yabancılık çekmesin istiyorum. Bunu ne kadar başarabiliyorum orası ayrı bir konu. En azından motivasyonum bu diyeyim şimdilik. Belki gelecekte başka bir hale de gelebilir bütün bu maceramız. Oturduğum yerden ahkam kesiyorum işte.
İşte demişken, eski iş yerim geldi aklıma. Her sabah hava henüz aydınlanmadan yüksekçe bir plazanın bodrum katına inerdik arabayla ve asansörle 5 kat çıkar, kötü bir ışıklandırmayla aydınlanan, penceresiz odama geçerdim çayımı aldıktan sonra. En son dönemimde böyleydi önceden yol manzaralı yerim de olmuştu. Açık ofis gibi arkadaşlarla iç içe çalıştığım da olmuştu ama bu son dönem gerçekten tam çok kötüydü. Güya gökyüzündeydik ama ışığı söndürsen karanlıktasın aslında. Sigara da içmiyorum ya, hava almaya da çıkamıyorum sürekli. Bir bahanem yok yani. Zaten iki dakika kaybolsan telefonlar çalmaya başlıyor. Tepende kameralar 7/24 izliyor. Böyle bir ortam, hiç haberin olmuyor dışarda güneş mi var, yağmur mu, kar mı? Bazen öğlen çıktığımda havayı görünce çok şaşırırdım. Kaç saat yağmur yağmış mesela ya da acayip güzel bir güneş var. O an çıkmasam hiç haberim bile olmayacak yani günün o halinden. O zamanlar düşünürdüm bu hayat böyle sürer mi diye. Sürmez demek, diyebilmek o kadar zor ki. Aksi gibi herkesin dilinde de bir sürdürülebilirlik var bu günlerde. Gerçi onlar akıllı-uslu insanlar. Güzel bir gelecek için diyorlar onu ama insan yine de emin olamıyor. Akla da fazla güvenmemek lazım bence. Çünkü yazarımızın şu cümleleri gerçek olmaya müsait gibi geliyor bana:
“İnsan zekâsı düşünün ne kadar kısa sürmüş olduğunu düşününce kederlendim. İnsanoğlu intihar etmişti. Kendine hedef olarak kararlılıkla rahatı ve kolayı, düstur olarak da güvenli ve istikrarlı dengeli bir toplumu seçmiş ve muradına ermişti — ama sonunda gele gele bu duruma gelmişti işte. “
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder