25 Nisan 2024 Perşembe

Paris Sıkıntısı

Paris Sıkıntısı, Beyaz Kalabalık, Acıda Cimri Davranmak ve Göç Sorunu

Charles Baudelaire ile birlikte düzyazı şiir türüyle de ilk defa bu kitap sayesinde karşılaşıyorum. Paris Sıkıntısı, zor ve sıkıntılı bir kitap. Özellikle okuyup sevenlerin yorumlarını merak ediyorum.




Charles Baudelaire’in Paris Sıkıntısı, düzyazı şiirin dünya edebiyatındaki en önemli örneklerinden biriymiş. İtiraf etmem gerekirse ben bu kitapla karşılaşana kadar düzyazı şiir diye bir türün varlığından bile haberdar değildim. Zaten hiç şiir de okuyamam ama bu kitap elime geçince meraktan bir gecede okudum. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan ve Fransızca aslından Tahsin Yücel’in çevirdiği 117 sayfalık bu kitabın içinde sayamayacağım kadar çok fazla başlık var. Tek tek hepsini saymaktansa bu sefer bir değişiklik yapıp sadece alıntılarımın bulunduğu bölümlerin adını söylemek istiyorum.

Yaşlı Kadının Umutsuzluğu’nda yer alan şu cümle bana ne kadar farklı bir kitaba başladığımı hissettirdi:

İhtiyarcık durasız yalnızlığına çekildi o zaman, bir köşede ağlıyor, kendi kendine söyleniyordu: ‘Ah bizler, biz zavallı kocamış dişiler için beğenilme zamanı geçti, arı yaratıklar bile beğenmiyor artık bizi; sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz! (s.2)”

Çocuklarda yaşatacağı travmalardan dolayı aksi ihtiyar tanımına uyan yaşlılara karşı hep çocuklardan yana bir tavır sergilerim. Zaten birine sırf daha uzun süre yaşadı diye saygı gösterilmesi bana biraz yanlışmış gibi geliyor. Saygı duyulmasın demiyorum kesinlikle. Aksine insana insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini savunurum hep. Tabii bu saygı karşılıklı olmalı ve bunun bir derecesi varsa eğer buradaki en önemli kriter yaş olmamalı. Öte yandan yaşım itibariyle yavaş yavaş kendimi diğer tarafa yaklaşmış gibi de hissediyorum. Bu zamana kadar hep diğer taraftan baktım ve daha önce hiç bir çocuğun bir yaşlıya travma yaşatabileceğini düşünmemiştim. “Sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz” demiş ya yazar, bunun başınıza geldiğini bir düşünsenize. O saaten sonra sizi suratsız bir ihtiyar olmaktan alıkoyacak ne olabilir ki? Eskiden hep anlatılırdı, büyüklerin kendi çocuklarını sevmesi bile ayıplanırmış. Belki de o ihtiyarlardan bazılarının başına böyle bir olay gelmiştir, ne dersiniz?

Kalabalıklar başlığı altında yer alan şu cümlelerin neyin tanımı olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum:

Kalabalık, yalnızlık: etkin ve verimli ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığı kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilemez. (s.22)”

Yalnızlığı kalabalıkla doldurmak ne demek ben de bildiğimden emin değilim. Zaten bırakın telaşlı kalabalıkları, herhangi bir kalabalığa hiç gelemem. Yalnız şu an aklıma geldi bir gün birinden şey duymuştum, ders çalışmak için “kafe sesleri” dinlediğini söylemişti. YouTube’da falan böyle videolar varmış. Arkaplanda insanların konuşmaları, çay kahve içmelerinin sesleri onu derse odaklanmasını sağlıyormuş. Yıllarca kantinde ders çalışmaktan kaynaklandı galiba demişti. Hani beyaz gürültü diyorlar ya, onu biliyordum aslında. Hatta ben de bazen kullanıyorum; yağmur sesleri, kuş ve doğa sesleri gibi şeyleri ama kalabalıkların sesi beni rahatsız eder açıkçası. Kimbilir belki beyaz kalabalık diye de bir şey vardır.

Dullar’da yer alan şu satırlar da inanılmaz:

“Bu ıssız kanepeler üzerinde dul kadınlar, yoksul dul kadınlar gördünüz mü bazı bazı? Yasta olsunlar, olmasınlar, tanımak kolaydır onları. Ayrıca, yoksulun yasında bir eksiklik, onu daha da üzücü kılan bir uyum yokluğu vardır her zaman. Acısında cimri davranmak zorundadır. Zengin ise tam bir yas kılığına girer.”

Acıda cimri davranmak zorunda kalmak, iyi bir şey mi kötü mü insan onu bile idrak edemiyor ilk başta. Hatta kararsız kalıyor ve bu kararsızlığı daha da artırmak istercesine yazar şöyle devam ediyor:

“En kederli ve en kederlendirici dul hangisidir, elinde düşünü paylaşamayacağı bir çocuk sürükleyen mi, yoksa tümden yalnız olan mı? Bilmem… (s.25)”

Şu an hiç buna kafa yormak istemiyorum, iyice içim daraldı. Ben böyle karamsar şeyler okumayı sevmem ama başlamış bulunduk bir kere. En azından kitabın adı neden Paris Sıkıntısı onu anladık sanırım.

Yok mu hiç şöyle güzel bir bölüm diyecek olanlar için Yoksulun Oyuncağı şöyle başlıyor:

“Zararsız bir oyalanma düşüncesi vermek istiyorum. Suçtan uzak eğlenceler öyle az ki!
Sabahları yollarda başıboş dolaşmak amacıyla evden çıktığınız zaman, birer kuruşluk ufak oyuncaklarla doldurun ceplerinizi -bir tek iple oynayan yavan mı yavan soytarı, örsünü döven demirci, atı düdük kuyruklu binici gibi- meyhanelerde, ağaç diplerinde karşılaştığınız, bilinmedik, yoksul çocuklara armağan edin bunları. Gözlerinin alabildiğine büyüdüğünü göreceksiniz. Almaya cesaret edemeyeceklerdir ilkin, mutluluklarından kuşku duyacaklardır. Sonra elleri armağanı çabucak kapıverecek, sonra da kaçacaklardır, insandan sakınmasını öğrenmiş olan, verdiğiniz şeyi götürüp uzakta yiyen kediler gibi. (s.40)”

Hemen onun ardından gelen Perilerin Armağanları’nı da mümkünse tamamını okuyun. Beğenilmeyi en çok hak eden öykü o bence. Bir de iki çocuğun kavga ettiği küçürek öykü tadında bir yazı var, bir dilim ekmek ya da pasta için. Hangisiydi söylemek zor, ekmek bulamayanlar için her ekmek bir pasta sonuçta. İçerik olarak rahatsız edici daha birçok bölüm var o yüzden son alıntıma geçmeden ufak bir uyarı da yapayım. Zaten yazarın en ünlü kitabı da Kötülük Çiçekleri adında bir şiir kitabı. Ayrıca kendisi yaptığı çevirileriyle Avrupa’ya Edgar Allen Poe’yu tanıtan modern şiirin ustalarından biri olarak kabul ediliyormuş.

Poe ile birlikte onu bu karanlık düşüncelere sürükleyen şey nedir diye düşünüyorsanız benim gibi sanki bunun cevabını da yine bu kitapta, Dünyanın Dışında Olsun da Neresi Olursa Olsun başlığı altında yazmış kendisi:

Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.
Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu. (s.108)”




18 Nisan 2024 Perşembe

Moby Dick

Moby Dick, Bulaşıcı Duygular, İçimizdeki Madenci ve Kötü Yorumlar

Herman Melville öyle bir roman yazmış ki, daha kitabın ilk sayfalarında içimi bir sevinç kapladı. İnsan ilk on sayfada bile çok iyi bir kitaba başladığını anlıyor.



Hangi kitabın içinde görmüştüm şimdi hatırlamıyorum ama Moby Dick’in yazıldığı dönem çok beğenilmediğini ve ancak yıllar sonra değerinin anlaşıldığını okumuştum. O zamandan beri aklımdaydı. Sonunda fırsatını buldum ve günümüzde Amerikan Edebiyatı’nın en önemli romanlarından biri olarak gösterilen Herman Melville’in bu eserini bitirdim. Benim okuduğum kitap Selin Satar’ın çevirdiği Oda Yayınları’nın 570 sayfalık 1. baskısıydı.

Bunca zaman bu kitabın ne kısa bir versiyonunu ne de bir filmini seyretmemiştim. Ama bu demek değildi ki Moby Dick’i bilmiyorum. Onu defalarca duymuştum. Tıpkı Jack London’ın Beyaz Diş’i gibi bu kitabı da çok geç okuyabildim. Okurken yazarın yıllarının denizlerde geçtiğinden o kadar emindim ki, bitirince de haklı çıkmak beni ayrıca mutlu etti. Herman Melville de tıpkı Jack Londan gibi macera dolu bir hayat yaşamış. Küçük yaşta Shakespeare külliyatı bitirmiş ama ailesinin maddi durumu yüzünden 15 yaşında çalışmak zorunda kalmış. 18 yaşına girer girmez de bir gemide miço olarak çalışmaya başlamış. İngiltere ve Amerika arasında gidip gelirken de şiirler ve öyküler yazmaya başlamış. Balina avcılığı yapan bir gemiden kaçmak zorunda kalıp yamyam kabilesine esir düşmüş. Bütün bu yaşadığı zorluklar normal bir insan için travma olabilecekken ona bu muhteşem kitabı yazdırmış.

Yazarın hayatından biraz daha bahsedecek olursam kitaba giriş yapamayacağımdan korkuyorum. O yüzden hemen beni derin bir kitaba başladığıma ikna eden şu paragrafı paylaşmak istiyorum:

“Dünyanın en dalgın adamını, en derin hayallere dalmışken alın; ayaklandırıp yürütün; bu adam, hiç bocalamaksızın, nerede su bulunuyorsa oraya ulaştıracaktır sizi. Amerika’nın geniş çöllerinde suyunuz kalmazsa, kervanınızda da fiziköteleriyle ilgilenen bir profesör varsa, bu dediğimi tecrübe edin. Doğrudur, derin düşünce ile su sürekli el eledir, herkes bunu bilir. (s.6)”

Ben bu sözlerin doğruluğunu İstanbul’dayken değil de şehir dışına çıktığımda hissetmiştim. Özellikle denize kıyısı olmayan bir şehirde insan gördüğü ilk su birikintisinin önünde kalakalıyor. Küçük bir dere ya da göl, baraj fark etmez. Vücudumuzun dörtte üçünün su olmasıyla ya da dünyanın dörtte üçünün denizlerden oluşmasıyla bunun bir ilgisi var mı bilmiyorum. Ama bu konuyu daha fazla düşünmek istemiyorum yoksa beynim sulanacak!

“Adım Ishmael benim. Bir-iki yıl önce -ne kadar yıl önce olduğunu boş verin; paramın suyunu çeker gibi olduğu, neredeyse kuruşumun kalmadığı bir sırada, ayrıca beni karaya bağlayacak hiçbir şey bulunmadığından, enginlere biraz açılayım, dünya denizlerini şöyle bir gezeyim dedim.”

Bu cümleyle başlıyor kitap. Anlatıcımız Ishmael ama hikâyesi anlatılan tek bacağını Beyaz Balina Moby Dick’e kaptırmış olan, hırstan ve intikam duygusundan gözleri kör olan Kaptan Ahab. Hani Sherlock’u da Doktor Watson anlatır ya, öyle olunca Sherlock da gözümüzde büyüdükçe büyür. Aynı onun gibi Ishmael’in düşüncelerini okudukça Kaptan Ahab da, balinacılık da gözümüzde büyüyor. Adeta kutsal bir işmiş gibi anlatılıyor bütün bu kanlı iş. Unutmadan kitabın yazıldığı dönemde bırakın interneti, elektriğin bile olmadığını, insanların gece karanlığı aydınlatmak için balina yağından kandilleri kullandığını bilmekte fayda var. Balinacılık gerçekten çok önemli bir iş o günlerde. Tabii balinacılıkta bir tek bunlar yok. Başka neler olduğunu yazarımız şöyle anlatıyor:

“Evet, bu balinacılıkta ölüm vardır. İnsan, çarçabuk, ne oluyor, diyemeden tahtalıköye yollanabilir. Fakat ne olur bundan? Bana kalırsa, biz bu yaşam ve ölüm sorununda çok hatalı düşünüyoruz. Bence bendeki gerçek cevher, dünyadaki gölgem diye adlandırılan şeydir. Bence biz ruh işleriyle meşgulken, güneşe denizin içinden bakan istirdyeleri andırıyoruz; üzerlerindeki ağır suyu en hafif hava sanan istiridyeler gibi. Bence vücudum, gerçek varlığımın çökeltisidir yalnızca. İsteyen alsın vücudumu, evet alsın; çünkü ben o değilim. Eh, durum buysa haydi Nantuket! İsterse gemi batsın, bedenim de batsın istediğinde. Ruhumsa, Jüpiter’in bile gücü yetmez onu batırmaya. (s.40)”

Şimdi bu satırları hatırlayınca ana kahramanımız Ishmael’e de haksızlık etmiş gibi hissettim. Çok belli ki o aslında yazarımızı temsil ediyor ve kesinlikle çok derin bir karakter. Zaten bütün karakterlerin isimleri özenle seçilmiş, hiçbiri rastlantı değil. Kutsal kitaplardan da sürekli alıntılar yapıyor yazar. Yeri geldikçe mitolojik hikâyeler de anlatıyor. Sonra yeri geliyor sayfalarca bir balık türünden bahsedebiliyor. Balinanın türlerinden, dişlerinin büyüklüğünden tutun da kuyruklarının şekillerine kadar akla gelebilecek her ayrıntıdan uzun uzun bahsediyor. İnternetin olmadığı bir dünyada sen bunları nasıl yazdın Melville diye sorası geliyor insanın. Diğer akla gelen soru da bu kitabın nasıl zamanında beğenilmediği? Bence çevirdiğiniz her sayfada hayatın içinden gerçek bir şeyler okuduğunuzu hissediyorsunuz.

“Gerçek bir ayağın tekmesi farklı, protez bir ayağınki farklı. Canlı ayağın tekmesiyle, ölü ayağınki arasında çok fark var. İşte bu nedenle, Flask, bir tokat yemek, bir sopa yemekten on kat daha ağır gelir insana. Vuran nesne diriyse, hakareti de diridir, değil mi oğlum? (s.130)”

Ben burada size her zamanki gibi kitabın sonundan bilgi vermemeye çalışacağım ama aslında bu kitabın tamamı Ishmael’in bize yazdığı notlardan oluşuyor. Böyle bir üst kurmaca söz konusu ve bu aslında yapması çok tehlikeli bir şeydir çünkü iyi yapılmazsa okuru akıştan kopartır. Ama elimizde eser o kadar usta işi ki yazarın tabiriyle taslağın taslağını okuduğunuzu bilmenize rağmen kesinlikle kitabı elinizden bırakamıyorsunuz:

“Küçük yapıları mimarlar kendileri sağken tamamyabilir; fakat büyük yapıların, sahici yapıların tamamlanması, sürekli gelecek kuşaklara devredilir. Herhangi bir şeyi bitirmekten esirgesin Tanrı beni! Bütün bu kitap da bir taslaktır zaten: bir taslak da değil, taslağının taslağı. (s.145)”



 

Esnemenin bulaşıcı olduğu söylenir. Sanki diğer duygular bulaşıcı değilmiş gibi. En çok da öfke bulaşıcıdır ve bir virüs kadar tehlikelidir. O yüzden kızgın kalabalıklar en büyük balıklardan daha tehlikelidir. Youtube’da “Neden Moby Dick’i okumalısınız?” başlığıyla bir TED eğitim videosu var. Merak edip onu da seyrettim. Sonra yabancı birkaç youtuber’a da baktım. Bana göre de kesinlikle çok katmanlı bir kitap ama ilginç bir şekilde Beyaz Balina’yı kötülüğün temsilcisi olarak görenler olmuş. Açıkçası ben onlara katılmıyorum.

“Bu adamlar kendilerini nasıl kaptırmışlardı yaşlı kaptanın öfkesine? Hangi büyüye kapılmışlardı da, kaptanlarının kinini sahiplenmiş, onun düşmanına onlar da düşman kesilmişti? Neden? Nasıl? Beyaz Balina’nın anlamı neydi onlar için? Yaşam denizlerinde yüzen koca bir iftit mi? Belki de ansızın, kendilerinin de çözemedikleri nedenler yüzünden Moby Dick o halde görünmüştü düşüncesiz beyinlerine. Tüm bunları çözebilmek için epeyce derinlere inmeli. Ben, Ishmael, o kadar derinlere inemem. İçimizin derinlerinde bir madenci var. Kazmasının her yerimizde çıkardığı boşluk sesleri duyuyoruz. Nereden bilelim kazdığı kuyunun nereye çıkacağını? Kim önleyebilir içimizi kazmalayan kolunu onun? (s.188,189)”

Kim ne derse desin, Ahab büyük bir kaptan. İnsanları nasıl motive edeceğini çok iyi biliyor. Çünkü kendisini çok iyi tanıyor. Zaaflarının farkında. Önce büyük bir para ödülüyle tüm tayfayı ikna ediyor ama bununla da yetinmiyor. Ayrıca ben de insanların doğdukları şehirden çok yaşadıkları iklimden etkilendiğini düşünüyorum. Bu konuda da yazarımıza katılıyorum:

“Gemiciler, sürekli değişen havalarda yaşadıkları için, kendileri de değişkendir. Bir hedefe hırsla bağlansalar bile, bu hedef uzaklarda ise, arada başka çıkarlar ve işlerde vakit geçirmeleri gerekir ki, son atağa kadar gevşemesinler.
Ahab’ın gözardı etmediği bir husus daha vardı. Aşırı coşku anlarında, insan bütün adi hesapları küçümser. Fakat bu anları geçicidir. ‘İnsanın en kesintisiz davranışı, çıkarını düşünmektir.’ diyordu Ahab. ‘Asılında Beyaz Balina, yabani tayfalarımın içlerini sardı; vahşi yanlarını okşadı; içlerine bir yiğitlik tohumu serpti; fakat zevk için avlayacakları Moby Dick’in yanında, onların sıradan iştahlarını besleyecek şeyler de olmalı. Ortaçağın Haçlı Seferleri’ndeki büyük kahramanlar bile, Kudüs’ü almak için düştükleri fersah fersah yolları aşarken, boş durmuyorlardı; bir taraftan da çalıyor çırpıyor, kapkaççılık ediyor, din yolunda çeşitli talanlara girişiyorlardı. Mesele salt Kudüs’ü almaya kalsaydı, birçokları asıl hedefleri olan bu duygusal idealden usanıp vazgeçerlerdi. (s.212,213)”

Şimdilerde de kişisel gelişimciler beyaz yaka yöneticilere insanları sadece maaşla motive edemezsiniz diye anlatıyorlar ya uzun uzun, pek işe yaramıyor maalesef. Hepsinin bir kulağından girip ötekinden çıkıyor. O toplantıların sonunda konuşulan tek şey de o eğitimcilere ödenen paralar oluyor. Acıklı ve komik şirket törenleri bunlar. Halbuki Kaptan Ahab’ın hikâyesini okumuş olsalardı çok daha iyi bir yönetici olabilirlerdi. Tabii bunlar benim kişisel görüşüm. Kesinlikle kişisel gelişimcileri, beyaz yakalıları ya da siyahlar giyinenleri karşıma almak istemem. Lütfen başıma üşüşmeyin.

“Acıklı ve komik bir cenaze töreni bu! Deniz akbabaları -o uçan köpekbalıkları- cenaze törenine gidecek gibi, özenerek siyahlar giymişler. Balina yaşıyorken, bu hayvanların hiçbiri, balina onlardan yardım isteyecek olsa, gelmezlerdi ama şimdi ölüm sofrasına ne kadar sofuca üşüşüyorlar! (s.308)”

Hangi düşünceyle şu cümleyi not aldım şu an hiçbir fikrim yok ama geçen hafta bir ebelik yapmış biriyle tanıştım. Daha doğrusu kendisinin 2000'li yıllarda ebelik yaptığını öğrendim. “Çok zor bir meslekti ama şu an 24 yaşında benim adımı taşıyan birçok kız var.” diye anlatmıştı heyecanla. Maalesef bizde şuursuzca kötü de anılsa çok değerli bir meslek, hatta yazarımızın dediği gibi bir sanattır belki de:

“Ebelik sanatı; eskrim, boks, ata binme ve kürek çekmeyle birlikte belletilmeli herkese. (s.341)”

Hiç kürek çekmedim ve ata binmedim daha önce. Ringe de çıkmadım ve bir Cenk Erdem esprisindeki gibi eskirim korkusuyla hiç eskrim de yapmadım. Resmen beşte sıfırım o yüzden şaşırdım bu cümleyi neden not almışım diye. Yoksa bir çılgınlık yapıp bunlara başlamayı mı planlamışım okurken. Hiç sanmıyorum ama yazmışken silesim gelmedi. Bence herkese okumayı, yazmayı ve okuduğunu anlamayı öğretmeliyiz önce. Sonra okumayı sevdirmeliyiz. Ondan sonra da öğrendiklerini yazmalarını istemeliyiz. Çünkü bu sayede şunun gibi bilgileri hiç tecrübe etme şansımız olmasa bile öğrenebiliriz:

“Bu lekesiz, bu hoş kokulu amberin, bu kadar bir pisliğin içinde bulunmasına ne demeli? Bir anlamı yok mu bunun? Paulus, Korintos’lulara temiz ahlak ile yoz ahlaka dair ne demişti? İnsanlar ayıplarla ekilip, şanlarla biçilir dememiş miydi? Paracelsus de, en kaliteli misk’in, en fena şeyden çıktığını söylemez mi? Tuhaf bir şey daha var: Unutmamalı ki, kolonya imalinde ilk çıkan koku, bütün kötü kokuların en dayanılmazıdır. (s.405)”

Ben de çok severim böyle öğrendiğim değişik bilgileri hemen paylaşmayı. Kimisi de hiç haz etmiyor bundan. En ufak bir didaktikliğe şiddetle karşı çıkanlar da var. Geçenlerde de birisi yazdığım karakteri eleştirmişti acımasızca. Ben sessizce dinledikçe de abartmıştı iyice, yerden yere vurmuştu. Halbuki yazımı eleştirmesi gerekiyordu sadece. İmla hatası var mı, yazım yanlışı ya da mantık hatası var mı gibi şeyleri konuşuyorduk çünkü ama o nedense hiç onlara değinmeyip karakterimi eleştirmişti. Başta tabii kötü hissettim ama sonra hoşuma gitti bu yaptığı. Demek ki başka bir hata bulamadı diye düşündüm. Bu podcastler otomatik olarak Youtube’a yükleniyor ya şimdi, o kadar bölüm oldu ama hâlâ tedirginim gelebilecek kötü yorumlardan ötürü. Oysa en fena yorumlardan bile kaliteli bir şeyler çıkarılabilir.


Yazarımız muhteşem bir ormanı bir dokuma tezgâhına benzetip uzun uzun anlatıyor ve sonunda dayanamayıp bize ders vermeden edemiyor. İnanın onu çok iyi anlıyorum:

“Dünyadaki bütün fabrikalar da böyledir. Süratle çalışan mekikler arasında duyulmayan sözler, duvarların dışına çıktık mı, tek tek duyulur açık pencerelerden. Nice alçaklık böyle duyulmuştur. Ey ademoğlu! Gözünü iyice aç o halde. Çünkü şu koca evren tezgâhının olanca gürültüsü arasında, senin en saklı düşüncen bile, ta ötelerden duyulabilir… (s.446)”

Bir balinanın iskeletini betimlerken omurgalarını bağlayan bilardo topuna benzeyen çıkıntıların hep kaybolduğundan, sonunda çocukların elinde misket oynamak için çalındığından bahsettikten sonra da şöyle diyor:

“Görüyorsunuz ya, yaşayan canlıların en irisi bile, çocukların maskarası oluyor nihayet. (s.450)”

Kendisinden her isteneni tıpkı bir İsviçre Çakısı gibi yerine getiren ama bunu yaparken de kendisine yakıştıramadığı bir iş verildiğinde kendi kendine sürekli söylenip duran marangozdan şu şekilde bahsediyor yazar ki eminim sizler de bu karakteri başka başka mesleklerden tanıyorsunuz:

“Herkes gibi bir ruhu olmasa da, ruh yerini tutan, ne olduğu anlaşılmaz bir şeye sahipti. Neydi bu; biraz cıva mı, yoksa birkaç damla nişadırruhu mu, Tanrı bilir. Fakat vardı bir şeyi. Ve altmış senedir de marangozun içinde kalmıştı bu. İşte bu şey, bu tarifsiz, bu tuhaf yaşam kıvılcımı; marangozu sıklıkla kendi başına konuştururdu. Fakat bu konuşma, öylesine dönen bir çarkın sesi gibiydi. Daha doğrusu, marangozun gövdesi bir nöbetçi barakasıydı; ve orada kendi başına konuşan varlık, uyumamak için habire bir şeyler söylenen bir nöbetçiydi. (s.463,464)”

Neredeyse kitap bitecek ve Beyaz Balina’mızdan hiç bahsetmedin diye kızmayın bana. Çünkü son yetmiş sayfaya kadar Moby Dick’le karşılaşmıyoruz bile. Acaba onun hakkında anlatılanlar bir efsaneden mi ibaret diye düşündüğünüz, onun gerçekliğini sorguladığınız bile oluyor. Onu gördüğünüz andan itibaren ise kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Bırakın herhangi bir not almayı, tek solukta okudum derler ya onun gibi bir anda bitiriyorsunuz ve kitabın arka kapağına bakakalıyorsunuz bir süre. Tabii bu esnada efsane bir karakter nasıl anlatılır bunu da öğrenmiş oluyorsunuz. Niye bu kadar uzun anlatılıyor dediğiniz ve gereksiz sandığınız bir ayrıntının nasıl kitabın sonunda karşınıza çıktığını ve ne kadar hayati bir işlevi olduğunu görüyorsunuz. Darısı başımıza diyelim.



11 Nisan 2024 Perşembe

Bilinmeyen Adanın Öyküsü

Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Doğrudan İletişim, Beğenmek, Sahip Olmak ve Rüyanın Tanımı

Jose Saramago’dan okuduğum ilk kitap bu oldu: Bilinmeyen Adanın Öyküsü. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin 58 sayfalık 2. Baskısını Emrah İmre çevirmiş. Biliyorum geç tanıştım yazarla ama doğru kitapla başlamış gibi hissediyorum. En azından doğru kapıyı çalmışım gibime geliyor.




“Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, Bana bir tekne ver.”

Öykümüz bu cümleyle başlıyor. Bu masalsı hikâyede çalınan kapının da bir adı var: Dilek Kapısı. Normalde bu kapıya gelenler, ünvan, rütbe veya para isterlermiş ve bu isteklerinin bin türlü makamdan geçip krala ulaşmasını beklermiş. Sonra ne mi olurmuş, onu yazarımız o kadar güzel anlatıyor ki aynen aktarıyorum:

“Kral ise daima armağanlar meşgul olduğundan cevap vermekte gecikirmiş, ama eninde sonunda halkının refahı ve mutluluğu uğrana bir şeyler yapması gerektiğine karar verir ve birinci kâtibe resmi bir yanıt yazmasını emredermiş, birinci kâtip de, söylemeye gerek yok ama, emri ikinci kâtibe iletir, o da üçüncüye haber verirmiş, böylece emir yine bir türlü makamdan geçerek temizlikçi kadına ulaşır, kadıncağız da o anki keyfine göre evet veya hayır diye cevap verirmiş. (s.9)”

Bu kısır döngüyü bozmak isteyen kahramanımız, isteğini bizzat krala kendi söylemekte diretince bizim hikâyemiz de başlamış oluyor böylece. Tabii ki kralla görüşmesi kolay olmuyor. Üç gün boyunca kapının önünde yatmak zorunda kalıyor ama sonunda kral dayanamayıp geliyor ve onun tekneyi niçin istediğini soruyor, bütün bu diyalog sadece bir cümlede anlatılıyor:

“Bilinmeyen adayı bulmak için, diye cevaplamış adam, Ne bilinmeyen adası, diye sormuş kral, kahkahasını bastırarak, karşısındakinin denize açılmayı kafaya takmış bir zırdeli olduğunu düşündüğünden konuşmanın daha başında adamın tersine gitmek istememiş, Bilinmeyen ada, diye tekrarlamış adam, Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık, Bilinmeyen ada kalmadığını nereden biliyorsun, kral efendi, Haritalarda bütün adalar var, Haritalarda sadece bilinen adalar var, Peki bulmak istediğin bu bilinmeyen ada neyin nesi, Bunun cevabını bilseydim ada zaten bilinmeyen olmaktan çıkardı, Bu adayı kimden duydun, diye sormuş kral biraz ciddileşerek, Kimseden, Öyleyse niçin var diye tutturuyorsun, Çok basit, bilinmeyen bir adanın var olmaması imkânsız olduğu için, Buraya benden bir tekne istemeye geldin demek, Evet, buraya senden bir tekne istemeye geldim, Sen kim oluyorsun ki sana bir tekne vereyim, Sen kim oluyorsun ki bana bir tekne vermeyeceksin, Ben bu krallığın kralıyım ve krallıktaki tüm tekneler bana aittir, Bu gidişle onlar sana değil sen onlara ait olacaksın, Ne demek istiyorsun, diye sormuş kral, huzursuzca, Tekneler olmasa sen bir hiçsin, oysa tekneler sen olmasan da rahatlıkla denize açılabilirler, Benim emrimde, benim kaptanlarım ve benim denizcilerim sayesinde, Ben senden ne denizci istiyorum ne de kaptan, tek istediğim bir tekne, Peki şu bilinmeyen ada, oldu da bulursan benim olacak mı, Kral efendi, seni sadece bilinen adalar ilgilendirir, Bilinmez olmaktan çıktı mı her ada beni ilgilendirir, Belki bu ada bilinmeye yanaşmayan türdendir, O zaman ben de sana tekne mekne vermiyorum, Vereceksin. (s.15–18)”

Ne kadar güzel anlaşıyorlar değil mi? Bunlar ancak masallarda olur dememek lazım. Önemli olan derdini böyle açık açık anlatabilmek olsa gerek. Doğrudan iletişim diye buna mı deniyordu bilmiyorum ama biz bırakın çözümü düşünmeyi bazen neden şikayet ettiğimizi bile bilmiyoruz. Neredeyse her hikâyede karşımıza çıktığı gibi aslolan yola çıkmaktır çünkü bakın yazar ne diyor:

“Henüz tayfasını bile toplamaya başlamamış olan adam ise teknesini yıkayıp temizleyecek kişinin daha o zamandan peşine takıldığının farkında değilmiş, işte kader hep böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır, omzumuza dokunmak için elini çoktan ileri doğru uzatmıştır, bizlerse hâlâ, Geçti gitti, gösteri bitti, yine aynı hikâye, diye homurdanıp dururuz. (s.22,23)”

 

Ben bağırarak konuşamazdım eskiden. Ama askerde de kısık sesle konuşmak yasaktı. Ağzında bir şeyler gevelemek, homurdanmak, şikayet etmek… Bunlar asla kabul edilemezdi. Ne diyeceksen gür bir sesle, bağırarak, net bir şekilde söylemen gerekir ki bunun ne kadar mantıklı bir şey olduğunu o zaman gözlerimle görmüştüm. Hep derler ya askerde mantık yoktur diye, aslında günlük hayatta kendi kendine söylenen, her şeyden şikayet eden ama derdini sorduğunda “Bir şey yok” diyen insanlardır mantıksız davranan. Herkesin homurdanmayı kesip düzgün bir şekilde iletişime geçtiği bir dünyada yaşamak çok daha kolay olmaz mıydı? Böyle bir dünyaya sahip olmak isterdim çünkü daha az kafa karıştırıcı olurdu yaşamak. Ya da böyle bir dünyayı daha çok beğenirdim mi demeliyim? Beğenmek ve sahip olmak arasındaki bu garip ilişkiyi bu kitapta geçen şu cümleye kadar fark etmemiştim:

“Beğenmek, sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek. (s.29)”

Eskiden benim de bazı şeylere sahip olma takıntım vardı. Hâlâ çok sevdiğim kitaplara sahip olmak isterim ama eskisi gibi okuduğum kitapları kimseye vermem kafasından uzaklaştım artık. Okunacaklar arasından isteyen olursa rahatça verirdim mesela, hiç geri gelir mi diye düşünmeden. Ama okuduğum kitapların, özellikle de altı çizilmiş, üzerine notlar alınmış bir kitabımın başkasının eline geçmesine dayanamazdım. Şimdiyse bütün dünyayla okuduğum kitapları, aldığım notları paylaşabilecek bir hale geldim. Tabii ki bunu bir meslek olarak yapmıyorum ama arada kendime dışarıdan bakmaya çalışıyorum. Yazdığımı unuttuğum bir yazıyı sanki başkası yazmış gibi alıp eleştirel bir gözle okumak, çok değişik bir his. İnsan kendisine karşı çok acımasız olabiliyor ama bunu hiç tanımadığım biri yazmış olsa diye baktığımda iğneyi de çuvaldızı da elimden bırakıyorum. Kötü olmuşsa bile gerekirse yeniden yazarım diyebiliyorum mesela ve bunu diyebilmek kitaptaki şu satırlar kadar güzel hissettiriyor:

“Burada kalıp bir yaşam kurabiliriz, ben limana gelen gemileri temizlerim, sen de, Ben de ne, Yok mu bir işin, zanaatın veya şimdilerde dendiği gibi bir mesleğin, Var, önceden de vardı ve gerekirse yine olacaktır, ama ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum, Bilmiyor musun ki, Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin… (s.35,36)”

 



 

Gelelim en beğendiğim bölüme çünkü daha fazla bilinmeyen ada hakkında bilgi vermek istemiyorum yoksa kitabın bütün bilinmezliği sulara gömülecek. Size sadece şunu sormak istiyorum: Daha önce bu kadar güzel bir rüya tanımı okudunuz mu?

“…rüya hünerli bir sihirbazdır, varlıkların boyutlarını ve birbirlerine olan uzaklıklarını değiştirir, yan yana uyuyan kişileri ayırır, birbirine uzaktaki kişileri kavuşturur…(s.46)”

Bu kadar az sayfada bu kadar çok şey anlatmak büyük bir ustalık. Aranızda Saramago hayranları varsa, kesinlikle okumalısın dediğiniz kitaplarını yazarsanız sevinirim. Aklımda şu an sadece Körlük var ama ona henüz hazır değilim gibi hissediyorum.




4 Nisan 2024 Perşembe

Zamanı Durdurmanın Yolları

Zamanı Durdurmanın Yolları, Bir Silah Olarak Zaman ve Herkesin Özel Bir Yeteneği Olması

Matt Haig’in bu kitabının film haklarını Benedict Cumberbatch’in yapım şirketi satın almış ve “How to Stop Time” adıyla dizisi yapılacakmış. Gece Yarısı Kütüphanesi’ni sevince okumak için onu bekleyemedim.




Matt Haig’in ilk dikkatimi çeken kitabı bu olmuştu. Zamanı Durdurmanın Yolları, bana çok ilgi çekici bir kitap ismi gibi gelmişti. Bir yandan da içinde zamanı durdurmanın on etkili yolunun yazdığı birçok satan kitap çıkacak diye korkmuştum. Sonra nedenini şimdi hatırlamıyorum ama hiç alıp incelememiştim bile. Hangi kütüphanenin hangi rafında olduğunu kazımıştım zihnime. Sanırım o dönem için bana uygun bir kitap değildi. Bir de böyle daha önce hiçbir kitabını okumadığım yazarlara çekimser yaklaşırım ben. Mümkünse en iyi kitabını ya da ilk yazdığı kitabı okumak isterim. Veyahut bana o an için uygun olanı hangisiyse onu. Bunu da daha önce okumadığım bir yazarda yapabilmek hiç kolay değil. Ya böyle düz mantıkla isminden, kapak resminden falan gideceksin ya da örümcek hislerine güveneceksin. Varsa sizin başka yöntemleriniz onu da öğrenmek isterim, yazarsanız memnuniyetle onları da okumaya çalışırım.



Bu arada ben bu kitabın ismini bu kadar sevmeme rağmen önce Gece Yarısı Kütüphanesi’ni okudum. Önce onun hakkında çok güzel bir inceleme okumuştum Medium’da. O zaman listeme almıştım ama sonra bir arkadaşım kitabı beğenmediğini söylemişti. “Fazlasıyla tahmin edilebilir” gibi bir yorum yapmıştı. Kendisi okurken çok sıkılmış, dolayısıyla benim de hevesimi kırmıştı. Neyseki birkaç ay sonra başka bir arkadaşımın elinde gördüm ve hemen sordum beğenip beğenmediğini. O da çok övdü. Ben de ondan aldığım yetkiye dayanarak buldum ve okudum kitabı. Bana o kadar tahmin edilebilir gelmedi açıkçası. Sevdim ben ve yazarı Matt Haig hakkında öğrendiklerimle beni çok daha fazla etkiledi diyebilirim. Şimdi net bir şekilde diyebilirim ki bu kitap bence daha güzel. Ama bu kitapta da geçtiği gibi önemli olan size uygun olan kitabı bulmak:

“Mutluluğun anahtarı kendin olmak değil. Ne demek o zaten? Herkesin birçok kendisi var. Hayır. Mutluluğun anahtarı, size en uygun yalanı bulmak.”

Pardon, en uygun yalan diyormuş orada. Daha ilk alıntıdan belli oldu kitaptaki mizahı dil. Ben böyle kitapların içindeki ukala, kendini beğenmiş karakterleri okumayı seviyorum. Zaten futbolda da maçtan çok basın toplantılarını severim ben mesela. Yine bakın en sevdiğim teknik direktör Jose Mourinho’dan bir söz geldi aklıma bununla ilgili. Şöyle diyor kendisi:

“Bir futbol maçı benim o maç öncesi yaptığım ilk açıklamayla başlar ve maç sonundaki basın toplantısı bitene kadar devam eder.”

Bir keresinde de takımının performansını beğenmeyince “İlk on bir de on bir hata yapmışım.” demişti. Neyse ben şimdi futbola girersem hiç çıkamam. Hemen zamanı durdurup kitaba dönüyorum. Nereden gelmiştim buraya onu da unuttum. Heh, cool karakterler diyordum. Bu kitapta da var öyle bir karakterimiz diyecektim. Her şeyi en çok o bilir zanneden. Çok şey biliyor gerçekten. İyisi mi onun da tecrübelerinden faydalanalım. Bakın bu sefer bir anısından bahsediyor:

“‘Bir zamanlar bir ip cambazı tanımıştım. Mayıs sineğiydi. Adı Cedar’dı. Sedir ağacı yani. Tuhaf isim. Tuhaf adamdı. Coney Island’daki lunaparkta çalışırdı. Çok iyi bir ip cambazıydı. Bir ip cambazının iy olduğu nasıl anlaşılır, biliyor musun?’
‘Nasıl?’
‘Hâlâ hayatta olmasından.’
Kendi esprisine kendi güldükten sonra devam ediyor. ‘Her neyse, bana ipi kontrol altında tutmanın sırrını anlatmıştı. İşin sırrının gevşeyip aşağıdaki boşluğu unutmakta olduğunu söyleyenlerin fena halde yanıldıklarını söylemişti. İşin sırrı bunun tam aksi. İşin sırrı asla gevşememekte. İyi olduğuna hiçbir zaman inanmamakta.’”

Asla gevşememek ve iyi olduğuna hiçbir zaman inanmamak… Bu cümleler çok garip gelmişti bana. Çoğu kitapta bunların tam tersi yazar. Bu kitabı okurken buna benim hayatımdan verebileceğim bir örnek yoktu ama üzerinden biraz zaman geçince başıma şöyle bir şey geldi. Hepi topu beş dakikalık bir hikâye anlatmam gerekiyordu bir topluluğun karşısında. Yaklaşık bir buçuk sayfalık bir şey anlatacağım, hatta adını da söyleyeyim siz yabancı değilsiniz. “Onyomani” diye bir kısa hikâye yazmıştım üç sayfayı aşıyordu ilk başta. Dört dakikaya insin diye kırpa kırpa o kadar kaldı. Diğer bütün arkadaşlarım kendi hikâyelerini çok güzel ezberlemişti ama ben bir türlü ezberleyemiyordum. Her seferinde farklı farklı anlatıyorum. En sonunda ezberlediğimi sandım, yani başlamadan önce hiç takılmadan üç kere falan tekrar yaptım kendi kendime. Dedim ki tamam, ezberledim herhalde. Ama çıkıp anlatınca daha ilk paragrafta baktım ezberden gidemiyorum, olduğu gibi doğaçlama anlatmaya karar verdim. Ve gayet güzel sonuna kadar geldim. En sonunda da hikâyenin en iyi bildiğim yeri olan ülkeleri saydığım bir bölüm var. Oraya kadar sorunsuzca gelince içimden dedim ki “Vay be, hiç takılmadan buraya kadar geldim.” Tabii bir yandan da anlatıyorum ama o da ne!

Birden ülkeleri hangi sırayla söyleyeceğimi unuttum. Halbuki ilk ezberlediğim, elimle tek tek sanki haritada gösteriyormuş gibi yaptığım yani en hakim olduğum yer orasıydı. Ne zaman gevşedim, o zaman hata yaptım hemen. Hikâyelerin hikâyesi olunca böyle hoşuma gidiyor benim. Bu da dünyaya bıraktığım bir miras olarak kaldı işte. İnsanın arada bir arkasında bırakacağı mirası düşünmesi gerekiyor bence. Bunun için zengin olmayı beklemenize de gerek yok. Bakın çok bilmiş o karakterimiz yine ne diyor:

“Zenginler böyle yapar. Hem kendilerinin hem de çocuklarının ömür boyu rahat edeceğini anladıktan sonra dünyaya miras bırakmak için uğraşırlar.”

Çocukken herkesin özel bir yeteneği olduğuna inanırdım. Çünkü bütün arkadaşlarımın bir şeyde çok iyi olduğunu görmüştüm. Biri çok güzel resim yapardı mesela. Biri çok güzel şarkı söylerdi. Matematiğe hiç kafası basmayan bir arkadaşım, içinde yer almış gibi anlatırdı savaşları. İstanbul çapında ödüller alacak kadar güzel şiir okuyan bir sınıf arkadaşım da vardı. Mahalledekiler de farksızdı: Kimisi çok iyi dövüşürdü, kimi Messi gibi futbol oynardı. Onları gördükçe insanları buna ikna etmeye çalışırken buldum kendimi. Herkesin bir şeyde çok iyi olabileceğini savundum yıllarca. Hiç kendi özel yeteneğim ne acaba diye durup düşünmedim. Bunu da şu an ilk defa fark ediyorum. Belki de yanlış şeylere harcadım enerjimi kim bilir? Ya da benim özel yeteneğim de başkalarının özel yeteneklerini keşfetmektir. İlk defa hikâyeler yazmaya başladığımda da herkesin yazabileceğini düşünüyordum ben. Şimdi iki saat de onu anlatmayayım şimdi ama şunu diyecektim aslında. Zaten canlı canlı şahit de oldunuz, az önce yazarken bir aydınlanma yaşadım resmen. İnsan böyle düşüncelerini dökerken daha önce hiç aklına gelmeyen şeyler geliyor aklına. İlham diye buna mı diyorlar bilmiyorum ama bir keresinde “Dünyanın en uzun yaşamış olan kadını” temalı bir hikâye yazacaktım. O zaman sanki kendi başıma gelmiş gibi anlamıştım çok uzun yaşamanın ne kadar tehlikeli bir şey olabileceğini. Şimdi bununla ilgili filmler, diziler seyretmiş olanlar hemen diyebilir bunu ilk defa mı fark ettin diye ama o mecralar sizin tükettikleriniz üzerinde düşünmenize pek olanak tanımıyor. Yazmak ve okumak öyle değil. Onlarda aktif bir düşünme var. Her şeyi tüm ayrıntılarıyla, uzun uzun düşünebiliyorsunuz ve ilham da işte o en çok düşündüğünüz zaman geliyor. Yine çok uzattım ama uzun yaşamanın aslında bir lütuf olduğu kadar bir lanet de olabileceğini en güzel anlatan romanlardan biri de bu bence. En azından son yıllarda yazılmış olan diyeyim.



Kalan alıntılarım kitabımızın kahramanından ve daha çok kitabı okumuş olanların tat alabileceği cümlelerden oluşuyor. Yine hepsi benim için çok şey ifade ediyor ama en çok da şu bana dokundu diyebilirim:

“Bana söylediği ilk sözcük buydu.
Düzgün dur.
Ama duramadım.
Babam öldükten sonra annemin neden duvara dayanıp durduğunu artık daha iyi anlayabiliyordum. Acı insanın dengesini bozuyor.”

Bunu hepimiz içgüdüsel olarak biliyoruz belki de. Hepimiz birine kötü bir haber vermeden önce bir yere oturmasını isteriz mesela. Bir de bize söylenenleri yapamayız öyle hemen. Hatta eskiden kolayca yapabildiğimiz şeyleri yavaş yavaş yapamaz oluruz. Acı zamanla küçülür mü bilmiyorum ama zamanla hafifliyor diyebilirim. Ya da bir kilo demir mi bir kilo pamuk mu sorusundaki gibi belki hafiflemiyordur hatta kapladığı alan artıyordur ama ağırlaşmıyor da merak etmeyin.

“Bugünlerde zamanın bir silah olduğunu fark ediyorum. İnsanları beklemek zorunda kalmaktan daha çok güçsüzleştiren bir şey yok. Sokakta. Ellerinde bir bıçakla.
‘Küçükmüş,’ derken bıçaktan söz ediyorum.
‘Ne?’
‘Zamanla her şey küçülüyor. Bilgisayarlar, telefonlar, elmalar, bıçaklar, ruhlar.’”

Bu kitapta alıntıların sayısını biraz abartmış olabilirim ama bunun sebebini yine bu kitaptan bir alıntıyla paylaşmak istiyorum. Biliyorum kitaptan hiçbir şey anlamadınız ama şu diyaloğu okumak kadar iyi hissettirmişti ki bana anlatamam. Kitapların içinde özellikle daha önce okuyup sevdiğim başka kitaplara atıflar olunca, hele bir de böyle anlamlı bir şekilde kurguya bağlanınca ne kadar usta bir yazarla karşı karşıya olduğumu daha iyi anlıyorum. Hiç sevmem keşke demeyi ama o zaman diyorum işte keşke benim de böyle denemelerim olsa diye:

“‘Montaigne’den değil mi?’
Başını sallıyordu. ‘Başkalarından alıntı yapmanın sebebi, kendimi daha iyi ifade edebilmektir,’ dediğinde, bunun da bir alıntı olduğunu seziyordum.”

İşte ben böyle kitapları, böyle ilham veren yazarları seviyorum. Ezberimin pek iyi olmadığını biliyorsunuz artık ve şu an hatırlamıyorum karakterimizin sörfçü arkadaşının adını. Not da almamışım ama onun zaman hakkındaki sözlerini, o kararlılığını çok iyi hatırlıyorum. Çünkü kalbime dokundu onun o söyledikleri. Zamanın ruhu deniyor ya hani, o da bana zamanın duygusunu öğretti resmen. Zamana bakış açımı genişletti. Çok duygusal bir insan değilim aslında o yüzden yanlış anlaşılmamak adına daha fazla uzatmadan son alıntıma geliyorum:

“Çoğumuz ihtiyacımız olan bütün maddi şeylere sahibiz ve bu yüzden pazarlamacıların işi artık ekonomiyi duygularımızla ilişkilendirmek, şimdiye kadar ihtiyaç duymadığımız şeyleri istememizi sağlayarak daha fazlasına ihtiyacımız varmış gibi hissetmemizi sağlamak. Yılda otuz bin sterlin kazanan kendini yoksul hissediyor. Yalnızca on ülke görmüşsek, kendimizi yeteri kadar seyahat etmemiş gibi hissediyoruz. Tek bir kırışığımız olduğunda, yaşlı hissediyoruz kendimizi. Resmimiz fotoşoplanmamış ya da filtrelenmemişse çirkin hissediyoruz.”

Filtrelerle, fotoğraflara pek bir işim yok benim ama ben de yazdıklarımı hiç beğenmiyorum okurken. O yüzden okuyasım gelmiyor bazen. Daha önce yazmış olmam lazım ama yeri gelmişken yine söyleyeyim. Her hafta yeni bir şeyler yazmak için de en büyük motivasyonum: “Son yazım çok kötü oldu, yeni bir şeyler yazayım da o arada kaynasın.” düşüncesidir. Belki hastalıklı bir düşünce olabilir ama sonuç benim işime geliyor açıkçası. Haftaya görüşmek dileğiyle, zamanınıza sahip çıkın.