Moby Dick, Bulaşıcı Duygular, İçimizdeki Madenci ve Kötü Yorumlar
Herman Melville öyle bir roman yazmış ki, daha kitabın ilk sayfalarında içimi bir sevinç kapladı. İnsan ilk on sayfada bile çok iyi bir kitaba başladığını anlıyor.
Hangi kitabın içinde görmüştüm şimdi hatırlamıyorum ama Moby Dick’in yazıldığı dönem çok beğenilmediğini ve ancak yıllar sonra değerinin anlaşıldığını okumuştum. O zamandan beri aklımdaydı. Sonunda fırsatını buldum ve günümüzde Amerikan Edebiyatı’nın en önemli romanlarından biri olarak gösterilen Herman Melville’in bu eserini bitirdim. Benim okuduğum kitap Selin Satar’ın çevirdiği Oda Yayınları’nın 570 sayfalık 1. baskısıydı.
Bunca zaman bu kitabın ne kısa bir versiyonunu ne de bir filmini seyretmemiştim. Ama bu demek değildi ki Moby Dick’i bilmiyorum. Onu defalarca duymuştum. Tıpkı Jack London’ın Beyaz Diş’i gibi bu kitabı da çok geç okuyabildim. Okurken yazarın yıllarının denizlerde geçtiğinden o kadar emindim ki, bitirince de haklı çıkmak beni ayrıca mutlu etti. Herman Melville de tıpkı Jack Londan gibi macera dolu bir hayat yaşamış. Küçük yaşta Shakespeare külliyatı bitirmiş ama ailesinin maddi durumu yüzünden 15 yaşında çalışmak zorunda kalmış. 18 yaşına girer girmez de bir gemide miço olarak çalışmaya başlamış. İngiltere ve Amerika arasında gidip gelirken de şiirler ve öyküler yazmaya başlamış. Balina avcılığı yapan bir gemiden kaçmak zorunda kalıp yamyam kabilesine esir düşmüş. Bütün bu yaşadığı zorluklar normal bir insan için travma olabilecekken ona bu muhteşem kitabı yazdırmış.
Yazarın hayatından biraz daha bahsedecek olursam kitaba giriş yapamayacağımdan korkuyorum. O yüzden hemen beni derin bir kitaba başladığıma ikna eden şu paragrafı paylaşmak istiyorum:
“Dünyanın en dalgın adamını, en derin hayallere dalmışken alın; ayaklandırıp yürütün; bu adam, hiç bocalamaksızın, nerede su bulunuyorsa oraya ulaştıracaktır sizi. Amerika’nın geniş çöllerinde suyunuz kalmazsa, kervanınızda da fiziköteleriyle ilgilenen bir profesör varsa, bu dediğimi tecrübe edin. Doğrudur, derin düşünce ile su sürekli el eledir, herkes bunu bilir. (s.6)”
Ben bu sözlerin doğruluğunu İstanbul’dayken değil de şehir dışına çıktığımda hissetmiştim. Özellikle denize kıyısı olmayan bir şehirde insan gördüğü ilk su birikintisinin önünde kalakalıyor. Küçük bir dere ya da göl, baraj fark etmez. Vücudumuzun dörtte üçünün su olmasıyla ya da dünyanın dörtte üçünün denizlerden oluşmasıyla bunun bir ilgisi var mı bilmiyorum. Ama bu konuyu daha fazla düşünmek istemiyorum yoksa beynim sulanacak!
“Adım Ishmael benim. Bir-iki yıl önce -ne kadar yıl önce olduğunu boş verin; paramın suyunu çeker gibi olduğu, neredeyse kuruşumun kalmadığı bir sırada, ayrıca beni karaya bağlayacak hiçbir şey bulunmadığından, enginlere biraz açılayım, dünya denizlerini şöyle bir gezeyim dedim.”
Bu cümleyle başlıyor kitap. Anlatıcımız Ishmael ama hikâyesi anlatılan tek bacağını Beyaz Balina Moby Dick’e kaptırmış olan, hırstan ve intikam duygusundan gözleri kör olan Kaptan Ahab. Hani Sherlock’u da Doktor Watson anlatır ya, öyle olunca Sherlock da gözümüzde büyüdükçe büyür. Aynı onun gibi Ishmael’in düşüncelerini okudukça Kaptan Ahab da, balinacılık da gözümüzde büyüyor. Adeta kutsal bir işmiş gibi anlatılıyor bütün bu kanlı iş. Unutmadan kitabın yazıldığı dönemde bırakın interneti, elektriğin bile olmadığını, insanların gece karanlığı aydınlatmak için balina yağından kandilleri kullandığını bilmekte fayda var. Balinacılık gerçekten çok önemli bir iş o günlerde. Tabii balinacılıkta bir tek bunlar yok. Başka neler olduğunu yazarımız şöyle anlatıyor:
“Evet, bu balinacılıkta ölüm vardır. İnsan, çarçabuk, ne oluyor, diyemeden tahtalıköye yollanabilir. Fakat ne olur bundan? Bana kalırsa, biz bu yaşam ve ölüm sorununda çok hatalı düşünüyoruz. Bence bendeki gerçek cevher, dünyadaki gölgem diye adlandırılan şeydir. Bence biz ruh işleriyle meşgulken, güneşe denizin içinden bakan istirdyeleri andırıyoruz; üzerlerindeki ağır suyu en hafif hava sanan istiridyeler gibi. Bence vücudum, gerçek varlığımın çökeltisidir yalnızca. İsteyen alsın vücudumu, evet alsın; çünkü ben o değilim. Eh, durum buysa haydi Nantuket! İsterse gemi batsın, bedenim de batsın istediğinde. Ruhumsa, Jüpiter’in bile gücü yetmez onu batırmaya. (s.40)”
Şimdi bu satırları hatırlayınca ana kahramanımız Ishmael’e de haksızlık etmiş gibi hissettim. Çok belli ki o aslında yazarımızı temsil ediyor ve kesinlikle çok derin bir karakter. Zaten bütün karakterlerin isimleri özenle seçilmiş, hiçbiri rastlantı değil. Kutsal kitaplardan da sürekli alıntılar yapıyor yazar. Yeri geldikçe mitolojik hikâyeler de anlatıyor. Sonra yeri geliyor sayfalarca bir balık türünden bahsedebiliyor. Balinanın türlerinden, dişlerinin büyüklüğünden tutun da kuyruklarının şekillerine kadar akla gelebilecek her ayrıntıdan uzun uzun bahsediyor. İnternetin olmadığı bir dünyada sen bunları nasıl yazdın Melville diye sorası geliyor insanın. Diğer akla gelen soru da bu kitabın nasıl zamanında beğenilmediği? Bence çevirdiğiniz her sayfada hayatın içinden gerçek bir şeyler okuduğunuzu hissediyorsunuz.
“Gerçek bir ayağın tekmesi farklı, protez bir ayağınki farklı. Canlı ayağın tekmesiyle, ölü ayağınki arasında çok fark var. İşte bu nedenle, Flask, bir tokat yemek, bir sopa yemekten on kat daha ağır gelir insana. Vuran nesne diriyse, hakareti de diridir, değil mi oğlum? (s.130)”
Ben burada size her zamanki gibi kitabın sonundan bilgi vermemeye çalışacağım ama aslında bu kitabın tamamı Ishmael’in bize yazdığı notlardan oluşuyor. Böyle bir üst kurmaca söz konusu ve bu aslında yapması çok tehlikeli bir şeydir çünkü iyi yapılmazsa okuru akıştan kopartır. Ama elimizde eser o kadar usta işi ki yazarın tabiriyle taslağın taslağını okuduğunuzu bilmenize rağmen kesinlikle kitabı elinizden bırakamıyorsunuz:
“Küçük yapıları mimarlar kendileri sağken tamamyabilir; fakat büyük yapıların, sahici yapıların tamamlanması, sürekli gelecek kuşaklara devredilir. Herhangi bir şeyi bitirmekten esirgesin Tanrı beni! Bütün bu kitap da bir taslaktır zaten: bir taslak da değil, taslağının taslağı. (s.145)”
Esnemenin bulaşıcı olduğu söylenir. Sanki diğer duygular bulaşıcı değilmiş gibi. En çok da öfke bulaşıcıdır ve bir virüs kadar tehlikelidir. O yüzden kızgın kalabalıklar en büyük balıklardan daha tehlikelidir. Youtube’da “Neden Moby Dick’i okumalısınız?” başlığıyla bir TED eğitim videosu var. Merak edip onu da seyrettim. Sonra yabancı birkaç youtuber’a da baktım. Bana göre de kesinlikle çok katmanlı bir kitap ama ilginç bir şekilde Beyaz Balina’yı kötülüğün temsilcisi olarak görenler olmuş. Açıkçası ben onlara katılmıyorum.
“Bu adamlar kendilerini nasıl kaptırmışlardı yaşlı kaptanın öfkesine? Hangi büyüye kapılmışlardı da, kaptanlarının kinini sahiplenmiş, onun düşmanına onlar da düşman kesilmişti? Neden? Nasıl? Beyaz Balina’nın anlamı neydi onlar için? Yaşam denizlerinde yüzen koca bir iftit mi? Belki de ansızın, kendilerinin de çözemedikleri nedenler yüzünden Moby Dick o halde görünmüştü düşüncesiz beyinlerine. Tüm bunları çözebilmek için epeyce derinlere inmeli. Ben, Ishmael, o kadar derinlere inemem. İçimizin derinlerinde bir madenci var. Kazmasının her yerimizde çıkardığı boşluk sesleri duyuyoruz. Nereden bilelim kazdığı kuyunun nereye çıkacağını? Kim önleyebilir içimizi kazmalayan kolunu onun? (s.188,189)”
Kim ne derse desin, Ahab büyük bir kaptan. İnsanları nasıl motive edeceğini çok iyi biliyor. Çünkü kendisini çok iyi tanıyor. Zaaflarının farkında. Önce büyük bir para ödülüyle tüm tayfayı ikna ediyor ama bununla da yetinmiyor. Ayrıca ben de insanların doğdukları şehirden çok yaşadıkları iklimden etkilendiğini düşünüyorum. Bu konuda da yazarımıza katılıyorum:
“Gemiciler, sürekli değişen havalarda yaşadıkları için, kendileri de değişkendir. Bir hedefe hırsla bağlansalar bile, bu hedef uzaklarda ise, arada başka çıkarlar ve işlerde vakit geçirmeleri gerekir ki, son atağa kadar gevşemesinler.
Ahab’ın gözardı etmediği bir husus daha vardı. Aşırı coşku anlarında, insan bütün adi hesapları küçümser. Fakat bu anları geçicidir. ‘İnsanın en kesintisiz davranışı, çıkarını düşünmektir.’ diyordu Ahab. ‘Asılında Beyaz Balina, yabani tayfalarımın içlerini sardı; vahşi yanlarını okşadı; içlerine bir yiğitlik tohumu serpti; fakat zevk için avlayacakları Moby Dick’in yanında, onların sıradan iştahlarını besleyecek şeyler de olmalı. Ortaçağın Haçlı Seferleri’ndeki büyük kahramanlar bile, Kudüs’ü almak için düştükleri fersah fersah yolları aşarken, boş durmuyorlardı; bir taraftan da çalıyor çırpıyor, kapkaççılık ediyor, din yolunda çeşitli talanlara girişiyorlardı. Mesele salt Kudüs’ü almaya kalsaydı, birçokları asıl hedefleri olan bu duygusal idealden usanıp vazgeçerlerdi. (s.212,213)”
Şimdilerde de kişisel gelişimciler beyaz yaka yöneticilere insanları sadece maaşla motive edemezsiniz diye anlatıyorlar ya uzun uzun, pek işe yaramıyor maalesef. Hepsinin bir kulağından girip ötekinden çıkıyor. O toplantıların sonunda konuşulan tek şey de o eğitimcilere ödenen paralar oluyor. Acıklı ve komik şirket törenleri bunlar. Halbuki Kaptan Ahab’ın hikâyesini okumuş olsalardı çok daha iyi bir yönetici olabilirlerdi. Tabii bunlar benim kişisel görüşüm. Kesinlikle kişisel gelişimcileri, beyaz yakalıları ya da siyahlar giyinenleri karşıma almak istemem. Lütfen başıma üşüşmeyin.
“Acıklı ve komik bir cenaze töreni bu! Deniz akbabaları -o uçan köpekbalıkları- cenaze törenine gidecek gibi, özenerek siyahlar giymişler. Balina yaşıyorken, bu hayvanların hiçbiri, balina onlardan yardım isteyecek olsa, gelmezlerdi ama şimdi ölüm sofrasına ne kadar sofuca üşüşüyorlar! (s.308)”
Hangi düşünceyle şu cümleyi not aldım şu an hiçbir fikrim yok ama geçen hafta bir ebelik yapmış biriyle tanıştım. Daha doğrusu kendisinin 2000'li yıllarda ebelik yaptığını öğrendim. “Çok zor bir meslekti ama şu an 24 yaşında benim adımı taşıyan birçok kız var.” diye anlatmıştı heyecanla. Maalesef bizde şuursuzca kötü de anılsa çok değerli bir meslek, hatta yazarımızın dediği gibi bir sanattır belki de:
“Ebelik sanatı; eskrim, boks, ata binme ve kürek çekmeyle birlikte belletilmeli herkese. (s.341)”
Hiç kürek çekmedim ve ata binmedim daha önce. Ringe de çıkmadım ve bir Cenk Erdem esprisindeki gibi eskirim korkusuyla hiç eskrim de yapmadım. Resmen beşte sıfırım o yüzden şaşırdım bu cümleyi neden not almışım diye. Yoksa bir çılgınlık yapıp bunlara başlamayı mı planlamışım okurken. Hiç sanmıyorum ama yazmışken silesim gelmedi. Bence herkese okumayı, yazmayı ve okuduğunu anlamayı öğretmeliyiz önce. Sonra okumayı sevdirmeliyiz. Ondan sonra da öğrendiklerini yazmalarını istemeliyiz. Çünkü bu sayede şunun gibi bilgileri hiç tecrübe etme şansımız olmasa bile öğrenebiliriz:
“Bu lekesiz, bu hoş kokulu amberin, bu kadar bir pisliğin içinde bulunmasına ne demeli? Bir anlamı yok mu bunun? Paulus, Korintos’lulara temiz ahlak ile yoz ahlaka dair ne demişti? İnsanlar ayıplarla ekilip, şanlarla biçilir dememiş miydi? Paracelsus de, en kaliteli misk’in, en fena şeyden çıktığını söylemez mi? Tuhaf bir şey daha var: Unutmamalı ki, kolonya imalinde ilk çıkan koku, bütün kötü kokuların en dayanılmazıdır. (s.405)”
Ben de çok severim böyle öğrendiğim değişik bilgileri hemen paylaşmayı. Kimisi de hiç haz etmiyor bundan. En ufak bir didaktikliğe şiddetle karşı çıkanlar da var. Geçenlerde de birisi yazdığım karakteri eleştirmişti acımasızca. Ben sessizce dinledikçe de abartmıştı iyice, yerden yere vurmuştu. Halbuki yazımı eleştirmesi gerekiyordu sadece. İmla hatası var mı, yazım yanlışı ya da mantık hatası var mı gibi şeyleri konuşuyorduk çünkü ama o nedense hiç onlara değinmeyip karakterimi eleştirmişti. Başta tabii kötü hissettim ama sonra hoşuma gitti bu yaptığı. Demek ki başka bir hata bulamadı diye düşündüm. Bu podcastler otomatik olarak Youtube’a yükleniyor ya şimdi, o kadar bölüm oldu ama hâlâ tedirginim gelebilecek kötü yorumlardan ötürü. Oysa en fena yorumlardan bile kaliteli bir şeyler çıkarılabilir.

Yazarımız muhteşem bir ormanı bir dokuma tezgâhına benzetip uzun uzun anlatıyor ve sonunda dayanamayıp bize ders vermeden edemiyor. İnanın onu çok iyi anlıyorum:
“Dünyadaki bütün fabrikalar da böyledir. Süratle çalışan mekikler arasında duyulmayan sözler, duvarların dışına çıktık mı, tek tek duyulur açık pencerelerden. Nice alçaklık böyle duyulmuştur. Ey ademoğlu! Gözünü iyice aç o halde. Çünkü şu koca evren tezgâhının olanca gürültüsü arasında, senin en saklı düşüncen bile, ta ötelerden duyulabilir… (s.446)”
Bir balinanın iskeletini betimlerken omurgalarını bağlayan bilardo topuna benzeyen çıkıntıların hep kaybolduğundan, sonunda çocukların elinde misket oynamak için çalındığından bahsettikten sonra da şöyle diyor:
“Görüyorsunuz ya, yaşayan canlıların en irisi bile, çocukların maskarası oluyor nihayet. (s.450)”
Kendisinden her isteneni tıpkı bir İsviçre Çakısı gibi yerine getiren ama bunu yaparken de kendisine yakıştıramadığı bir iş verildiğinde kendi kendine sürekli söylenip duran marangozdan şu şekilde bahsediyor yazar ki eminim sizler de bu karakteri başka başka mesleklerden tanıyorsunuz:
“Herkes gibi bir ruhu olmasa da, ruh yerini tutan, ne olduğu anlaşılmaz bir şeye sahipti. Neydi bu; biraz cıva mı, yoksa birkaç damla nişadırruhu mu, Tanrı bilir. Fakat vardı bir şeyi. Ve altmış senedir de marangozun içinde kalmıştı bu. İşte bu şey, bu tarifsiz, bu tuhaf yaşam kıvılcımı; marangozu sıklıkla kendi başına konuştururdu. Fakat bu konuşma, öylesine dönen bir çarkın sesi gibiydi. Daha doğrusu, marangozun gövdesi bir nöbetçi barakasıydı; ve orada kendi başına konuşan varlık, uyumamak için habire bir şeyler söylenen bir nöbetçiydi. (s.463,464)”
Neredeyse kitap bitecek ve Beyaz Balina’mızdan hiç bahsetmedin diye kızmayın bana. Çünkü son yetmiş sayfaya kadar Moby Dick’le karşılaşmıyoruz bile. Acaba onun hakkında anlatılanlar bir efsaneden mi ibaret diye düşündüğünüz, onun gerçekliğini sorguladığınız bile oluyor. Onu gördüğünüz andan itibaren ise kitabı elinizden bırakamıyorsunuz. Bırakın herhangi bir not almayı, tek solukta okudum derler ya onun gibi bir anda bitiriyorsunuz ve kitabın arka kapağına bakakalıyorsunuz bir süre. Tabii bu esnada efsane bir karakter nasıl anlatılır bunu da öğrenmiş oluyorsunuz. Niye bu kadar uzun anlatılıyor dediğiniz ve gereksiz sandığınız bir ayrıntının nasıl kitabın sonunda karşınıza çıktığını ve ne kadar hayati bir işlevi olduğunu görüyorsunuz. Darısı başımıza diyelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder