Bilinmeyen Adanın Öyküsü, Doğrudan İletişim, Beğenmek, Sahip Olmak ve Rüyanın Tanımı
Jose Saramago’dan okuduğum ilk kitap bu oldu: Bilinmeyen Adanın Öyküsü. Kırmızı Kedi Yayınevi’nin 58 sayfalık 2. Baskısını Emrah İmre çevirmiş. Biliyorum geç tanıştım yazarla ama doğru kitapla başlamış gibi hissediyorum. En azından doğru kapıyı çalmışım gibime geliyor.
“Bir adam kralın kapısını çalmış ve ona demiş ki, Bana bir tekne ver.”
Öykümüz bu cümleyle başlıyor. Bu masalsı hikâyede çalınan kapının da bir adı var: Dilek Kapısı. Normalde bu kapıya gelenler, ünvan, rütbe veya para isterlermiş ve bu isteklerinin bin türlü makamdan geçip krala ulaşmasını beklermiş. Sonra ne mi olurmuş, onu yazarımız o kadar güzel anlatıyor ki aynen aktarıyorum:
“Kral ise daima armağanlar meşgul olduğundan cevap vermekte gecikirmiş, ama eninde sonunda halkının refahı ve mutluluğu uğrana bir şeyler yapması gerektiğine karar verir ve birinci kâtibe resmi bir yanıt yazmasını emredermiş, birinci kâtip de, söylemeye gerek yok ama, emri ikinci kâtibe iletir, o da üçüncüye haber verirmiş, böylece emir yine bir türlü makamdan geçerek temizlikçi kadına ulaşır, kadıncağız da o anki keyfine göre evet veya hayır diye cevap verirmiş. (s.9)”
Bu kısır döngüyü bozmak isteyen kahramanımız, isteğini bizzat krala kendi söylemekte diretince bizim hikâyemiz de başlamış oluyor böylece. Tabii ki kralla görüşmesi kolay olmuyor. Üç gün boyunca kapının önünde yatmak zorunda kalıyor ama sonunda kral dayanamayıp geliyor ve onun tekneyi niçin istediğini soruyor, bütün bu diyalog sadece bir cümlede anlatılıyor:
“Bilinmeyen adayı bulmak için, diye cevaplamış adam, Ne bilinmeyen adası, diye sormuş kral, kahkahasını bastırarak, karşısındakinin denize açılmayı kafaya takmış bir zırdeli olduğunu düşündüğünden konuşmanın daha başında adamın tersine gitmek istememiş, Bilinmeyen ada, diye tekrarlamış adam, Saçma, bilinmeyen ada kalmadı artık, Bilinmeyen ada kalmadığını nereden biliyorsun, kral efendi, Haritalarda bütün adalar var, Haritalarda sadece bilinen adalar var, Peki bulmak istediğin bu bilinmeyen ada neyin nesi, Bunun cevabını bilseydim ada zaten bilinmeyen olmaktan çıkardı, Bu adayı kimden duydun, diye sormuş kral biraz ciddileşerek, Kimseden, Öyleyse niçin var diye tutturuyorsun, Çok basit, bilinmeyen bir adanın var olmaması imkânsız olduğu için, Buraya benden bir tekne istemeye geldin demek, Evet, buraya senden bir tekne istemeye geldim, Sen kim oluyorsun ki sana bir tekne vereyim, Sen kim oluyorsun ki bana bir tekne vermeyeceksin, Ben bu krallığın kralıyım ve krallıktaki tüm tekneler bana aittir, Bu gidişle onlar sana değil sen onlara ait olacaksın, Ne demek istiyorsun, diye sormuş kral, huzursuzca, Tekneler olmasa sen bir hiçsin, oysa tekneler sen olmasan da rahatlıkla denize açılabilirler, Benim emrimde, benim kaptanlarım ve benim denizcilerim sayesinde, Ben senden ne denizci istiyorum ne de kaptan, tek istediğim bir tekne, Peki şu bilinmeyen ada, oldu da bulursan benim olacak mı, Kral efendi, seni sadece bilinen adalar ilgilendirir, Bilinmez olmaktan çıktı mı her ada beni ilgilendirir, Belki bu ada bilinmeye yanaşmayan türdendir, O zaman ben de sana tekne mekne vermiyorum, Vereceksin. (s.15–18)”
Ne kadar güzel anlaşıyorlar değil mi? Bunlar ancak masallarda olur dememek lazım. Önemli olan derdini böyle açık açık anlatabilmek olsa gerek. Doğrudan iletişim diye buna mı deniyordu bilmiyorum ama biz bırakın çözümü düşünmeyi bazen neden şikayet ettiğimizi bile bilmiyoruz. Neredeyse her hikâyede karşımıza çıktığı gibi aslolan yola çıkmaktır çünkü bakın yazar ne diyor:
“Henüz tayfasını bile toplamaya başlamamış olan adam ise teknesini yıkayıp temizleyecek kişinin daha o zamandan peşine takıldığının farkında değilmiş, işte kader hep böyle davranır bizlere, hemen arkamızdadır, omzumuza dokunmak için elini çoktan ileri doğru uzatmıştır, bizlerse hâlâ, Geçti gitti, gösteri bitti, yine aynı hikâye, diye homurdanıp dururuz. (s.22,23)”

Ben bağırarak konuşamazdım eskiden. Ama askerde de kısık sesle konuşmak yasaktı. Ağzında bir şeyler gevelemek, homurdanmak, şikayet etmek… Bunlar asla kabul edilemezdi. Ne diyeceksen gür bir sesle, bağırarak, net bir şekilde söylemen gerekir ki bunun ne kadar mantıklı bir şey olduğunu o zaman gözlerimle görmüştüm. Hep derler ya askerde mantık yoktur diye, aslında günlük hayatta kendi kendine söylenen, her şeyden şikayet eden ama derdini sorduğunda “Bir şey yok” diyen insanlardır mantıksız davranan. Herkesin homurdanmayı kesip düzgün bir şekilde iletişime geçtiği bir dünyada yaşamak çok daha kolay olmaz mıydı? Böyle bir dünyaya sahip olmak isterdim çünkü daha az kafa karıştırıcı olurdu yaşamak. Ya da böyle bir dünyayı daha çok beğenirdim mi demeliyim? Beğenmek ve sahip olmak arasındaki bu garip ilişkiyi bu kitapta geçen şu cümleye kadar fark etmemiştim:
“Beğenmek, sahip olmanın en iyi şekli, sahip olmaksa beğenmenin en kötü şekli olsa gerek. (s.29)”
Eskiden benim de bazı şeylere sahip olma takıntım vardı. Hâlâ çok sevdiğim kitaplara sahip olmak isterim ama eskisi gibi okuduğum kitapları kimseye vermem kafasından uzaklaştım artık. Okunacaklar arasından isteyen olursa rahatça verirdim mesela, hiç geri gelir mi diye düşünmeden. Ama okuduğum kitapların, özellikle de altı çizilmiş, üzerine notlar alınmış bir kitabımın başkasının eline geçmesine dayanamazdım. Şimdiyse bütün dünyayla okuduğum kitapları, aldığım notları paylaşabilecek bir hale geldim. Tabii ki bunu bir meslek olarak yapmıyorum ama arada kendime dışarıdan bakmaya çalışıyorum. Yazdığımı unuttuğum bir yazıyı sanki başkası yazmış gibi alıp eleştirel bir gözle okumak, çok değişik bir his. İnsan kendisine karşı çok acımasız olabiliyor ama bunu hiç tanımadığım biri yazmış olsa diye baktığımda iğneyi de çuvaldızı da elimden bırakıyorum. Kötü olmuşsa bile gerekirse yeniden yazarım diyebiliyorum mesela ve bunu diyebilmek kitaptaki şu satırlar kadar güzel hissettiriyor:
“Burada kalıp bir yaşam kurabiliriz, ben limana gelen gemileri temizlerim, sen de, Ben de ne, Yok mu bir işin, zanaatın veya şimdilerde dendiği gibi bir mesleğin, Var, önceden de vardı ve gerekirse yine olacaktır, ama ben bilinmeyen adayı bulmak istiyorum, o adaya ayak bastığımda kim olduğumu öğrenmek istiyorum, Bilmiyor musun ki, Kendinden dışarı çıkıp kendine bakmadıkça kim olduğunu asla bilemezsin… (s.35,36)”
Gelelim en beğendiğim bölüme çünkü daha fazla bilinmeyen ada hakkında bilgi vermek istemiyorum yoksa kitabın bütün bilinmezliği sulara gömülecek. Size sadece şunu sormak istiyorum: Daha önce bu kadar güzel bir rüya tanımı okudunuz mu?
“…rüya hünerli bir sihirbazdır, varlıkların boyutlarını ve birbirlerine olan uzaklıklarını değiştirir, yan yana uyuyan kişileri ayırır, birbirine uzaktaki kişileri kavuşturur…(s.46)”
Bu kadar az sayfada bu kadar çok şey anlatmak büyük bir ustalık. Aranızda Saramago hayranları varsa, kesinlikle okumalısın dediğiniz kitaplarını yazarsanız sevinirim. Aklımda şu an sadece Körlük var ama ona henüz hazır değilim gibi hissediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder