25 Nisan 2024 Perşembe

Paris Sıkıntısı

Paris Sıkıntısı, Beyaz Kalabalık, Acıda Cimri Davranmak ve Göç Sorunu

Charles Baudelaire ile birlikte düzyazı şiir türüyle de ilk defa bu kitap sayesinde karşılaşıyorum. Paris Sıkıntısı, zor ve sıkıntılı bir kitap. Özellikle okuyup sevenlerin yorumlarını merak ediyorum.




Charles Baudelaire’in Paris Sıkıntısı, düzyazı şiirin dünya edebiyatındaki en önemli örneklerinden biriymiş. İtiraf etmem gerekirse ben bu kitapla karşılaşana kadar düzyazı şiir diye bir türün varlığından bile haberdar değildim. Zaten hiç şiir de okuyamam ama bu kitap elime geçince meraktan bir gecede okudum. İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılan ve Fransızca aslından Tahsin Yücel’in çevirdiği 117 sayfalık bu kitabın içinde sayamayacağım kadar çok fazla başlık var. Tek tek hepsini saymaktansa bu sefer bir değişiklik yapıp sadece alıntılarımın bulunduğu bölümlerin adını söylemek istiyorum.

Yaşlı Kadının Umutsuzluğu’nda yer alan şu cümle bana ne kadar farklı bir kitaba başladığımı hissettirdi:

İhtiyarcık durasız yalnızlığına çekildi o zaman, bir köşede ağlıyor, kendi kendine söyleniyordu: ‘Ah bizler, biz zavallı kocamış dişiler için beğenilme zamanı geçti, arı yaratıklar bile beğenmiyor artık bizi; sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz! (s.2)”

Çocuklarda yaşatacağı travmalardan dolayı aksi ihtiyar tanımına uyan yaşlılara karşı hep çocuklardan yana bir tavır sergilerim. Zaten birine sırf daha uzun süre yaşadı diye saygı gösterilmesi bana biraz yanlışmış gibi geliyor. Saygı duyulmasın demiyorum kesinlikle. Aksine insana insan olduğu için saygı duyulması gerektiğini savunurum hep. Tabii bu saygı karşılıklı olmalı ve bunun bir derecesi varsa eğer buradaki en önemli kriter yaş olmamalı. Öte yandan yaşım itibariyle yavaş yavaş kendimi diğer tarafa yaklaşmış gibi de hissediyorum. Bu zamana kadar hep diğer taraftan baktım ve daha önce hiç bir çocuğun bir yaşlıya travma yaşatabileceğini düşünmemiştim. “Sevmek istediğimiz küçük çocukları korkutuyoruz” demiş ya yazar, bunun başınıza geldiğini bir düşünsenize. O saaten sonra sizi suratsız bir ihtiyar olmaktan alıkoyacak ne olabilir ki? Eskiden hep anlatılırdı, büyüklerin kendi çocuklarını sevmesi bile ayıplanırmış. Belki de o ihtiyarlardan bazılarının başına böyle bir olay gelmiştir, ne dersiniz?

Kalabalıklar başlığı altında yer alan şu cümlelerin neyin tanımı olduğunu söylememe gerek yok diye düşünüyorum:

Kalabalık, yalnızlık: etkin ve verimli ozanın birbirleriyle kolayca değiştirebileceği eşit deyimler. Yalnızlığı kalabalıkla doldurmasını bilmeyen kişi telaşlı bir kalabalık içinde yalnız olmasını da bilemez. (s.22)”

Yalnızlığı kalabalıkla doldurmak ne demek ben de bildiğimden emin değilim. Zaten bırakın telaşlı kalabalıkları, herhangi bir kalabalığa hiç gelemem. Yalnız şu an aklıma geldi bir gün birinden şey duymuştum, ders çalışmak için “kafe sesleri” dinlediğini söylemişti. YouTube’da falan böyle videolar varmış. Arkaplanda insanların konuşmaları, çay kahve içmelerinin sesleri onu derse odaklanmasını sağlıyormuş. Yıllarca kantinde ders çalışmaktan kaynaklandı galiba demişti. Hani beyaz gürültü diyorlar ya, onu biliyordum aslında. Hatta ben de bazen kullanıyorum; yağmur sesleri, kuş ve doğa sesleri gibi şeyleri ama kalabalıkların sesi beni rahatsız eder açıkçası. Kimbilir belki beyaz kalabalık diye de bir şey vardır.

Dullar’da yer alan şu satırlar da inanılmaz:

“Bu ıssız kanepeler üzerinde dul kadınlar, yoksul dul kadınlar gördünüz mü bazı bazı? Yasta olsunlar, olmasınlar, tanımak kolaydır onları. Ayrıca, yoksulun yasında bir eksiklik, onu daha da üzücü kılan bir uyum yokluğu vardır her zaman. Acısında cimri davranmak zorundadır. Zengin ise tam bir yas kılığına girer.”

Acıda cimri davranmak zorunda kalmak, iyi bir şey mi kötü mü insan onu bile idrak edemiyor ilk başta. Hatta kararsız kalıyor ve bu kararsızlığı daha da artırmak istercesine yazar şöyle devam ediyor:

“En kederli ve en kederlendirici dul hangisidir, elinde düşünü paylaşamayacağı bir çocuk sürükleyen mi, yoksa tümden yalnız olan mı? Bilmem… (s.25)”

Şu an hiç buna kafa yormak istemiyorum, iyice içim daraldı. Ben böyle karamsar şeyler okumayı sevmem ama başlamış bulunduk bir kere. En azından kitabın adı neden Paris Sıkıntısı onu anladık sanırım.

Yok mu hiç şöyle güzel bir bölüm diyecek olanlar için Yoksulun Oyuncağı şöyle başlıyor:

“Zararsız bir oyalanma düşüncesi vermek istiyorum. Suçtan uzak eğlenceler öyle az ki!
Sabahları yollarda başıboş dolaşmak amacıyla evden çıktığınız zaman, birer kuruşluk ufak oyuncaklarla doldurun ceplerinizi -bir tek iple oynayan yavan mı yavan soytarı, örsünü döven demirci, atı düdük kuyruklu binici gibi- meyhanelerde, ağaç diplerinde karşılaştığınız, bilinmedik, yoksul çocuklara armağan edin bunları. Gözlerinin alabildiğine büyüdüğünü göreceksiniz. Almaya cesaret edemeyeceklerdir ilkin, mutluluklarından kuşku duyacaklardır. Sonra elleri armağanı çabucak kapıverecek, sonra da kaçacaklardır, insandan sakınmasını öğrenmiş olan, verdiğiniz şeyi götürüp uzakta yiyen kediler gibi. (s.40)”

Hemen onun ardından gelen Perilerin Armağanları’nı da mümkünse tamamını okuyun. Beğenilmeyi en çok hak eden öykü o bence. Bir de iki çocuğun kavga ettiği küçürek öykü tadında bir yazı var, bir dilim ekmek ya da pasta için. Hangisiydi söylemek zor, ekmek bulamayanlar için her ekmek bir pasta sonuçta. İçerik olarak rahatsız edici daha birçok bölüm var o yüzden son alıntıma geçmeden ufak bir uyarı da yapayım. Zaten yazarın en ünlü kitabı da Kötülük Çiçekleri adında bir şiir kitabı. Ayrıca kendisi yaptığı çevirileriyle Avrupa’ya Edgar Allen Poe’yu tanıtan modern şiirin ustalarından biri olarak kabul ediliyormuş.

Poe ile birlikte onu bu karanlık düşüncelere sürükleyen şey nedir diye düşünüyorsanız benim gibi sanki bunun cevabını da yine bu kitapta, Dünyanın Dışında Olsun da Neresi Olursa Olsun başlığı altında yazmış kendisi:

Bu yaşam her hastası yatak değiştirme saplantısına kapılmış bir hastanedir. Kimi soba karşısında çekmek ister acısını, kimi pencere yanında iyileşeceğine inanır.
Bana da hep bulunmadığım yerde rahat ederim gibi gelir, ruhumla durmadan tartıştığım bir sorundur bu göç sorunu. (s.108)”




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder