16 Mayıs 2024 Perşembe

Yaban Koyununun İzinde

Yaban Koyununun İzinde, Kitabı Bulma Hikâyem, Dürüstçe Gerçeği Saklamak, Yaşamdaki Yolunu Yitirmek ve Bahar Temizliği

Murakami’nin o kadar kitabını okudum ama peşinde adeta romanın kahramanı gibi dolanıp durduğum ilk kitabı bu oldu.




İsmi de çok garip zaten, “Yaban Koyununun İzinde” var mı diye kimseye sormak istemediğim için hiç risk almayıp daha önce gördüğümü hatırladığım bir kütüphaneye gittim. Doğruca Murakami’nin kitaplarının olduğu raflara geçtim ama kitapların yerleri değiştirilmişti. Her zamanki gibi kulaklıklarım takılı, bir yandan kitap aradığım için dikkatim dağıldığından podcast dinlemeyi bıraktım. Tüm şarkılar rastgele çalmaya başlasın talimatı vermemle Lana Del Rey’den “Summertime Sadness”ı başladı. Zaten çok fazla şarkı yoktur benim telefonumda ve bir şarkıyı sevdim mi yıllarca dinlerim. Tıpkı Murakami gibi.

Garip bir hüznü vardı bu şarkının, tıpkı adı gibi. Klibi de şarkıcının bir uçurumdan atlamasıyla başlıyordu sanki. Bizim de böyle ünlü bir şarkımız vardı eskiden. “Bu akşam ölürüm” diyordu Murat Kekilli ve olay olmuştu bu nakarat. Reha Muhtar’ın sunduğu haber programına bağlanıp onun saçma sapan sorularını yanıtlamak zorunda kalmıştı şarkıcımız. “Neden böyle bir şarkı yaptın?” diyorlardı. “Neden gençlere kötü örnek oluyorsun?” diye kızıyorlardı ona. Lana Del Rey ise bu şarkıyı 22 Haziran 2012'de yayınlamış ve milyonlarca indirilmişti. Acaba onu da kendi ülkesinde ana haber bültenine çıkartıp “Neden böyle hüzünlü bir şarkı yaptın?” diye sormuşlar mıydı? Ve bu şarkıyı Haziran’da değil de Mart’ta çıkartmış olsaydı yine böyle popüler olabilir miydi?




Ben bunları düşünürken şarkının en güzel yeri olan içinden “One, two, three, four” diye saydığı esnada, kitaplıktaki Murakami bölümünün yabancı dilde romanlar başlığıyla yeni bir bölüme çevirildiğini gördüm. Daha önce yabancı dilde kitabımız yok demişlerdi bana. Şimdi yapmak akıllarına gelmiş sonunda ama aksi gibi Murakami’nin bölümünü kullanmışlar bunun için. Neyse sonra buldum hemen ve Dans Dans Dans’ı aldım görür görmez. Çünkü o da bunun devamıydı ama bu kitap yoktu. Tekrar baktım iyice, baştan sona ama baktım yok mecbur gidip görevliye sordum “Bir kitap arıyorum, Yaban Koyununun İzinde.” dedim ve adam o kadar tuhaf baktı ki suratıma, “Haruki Murakami’nin kitabı” diye eklemek zorunda kaldım. Klavyede o kadar çok tuşa bastı ki iki dakika boyunca ne yazdı acaba diye çok merak ettim. Sonunda “Var ama ödünç alınmış” dedi. “Ne zaman geri gelir?” dedim. Adam çıkardı telefonunu, “Dört ay olmuş, şunu bir arayalım bakalım!” dedi. Uzun uzun çaldı.

O esnada da benim için yaz hüznü bitmiş çoktan yıldızları saymaya başlamıştım. Çünkü OneRepublic’ten “Counting Stars” çalmaya başlamıştı. Rastgele çalıyordu işte ama ben de şarkıda dendiği gibi karşı tarafın telefonu açması için dua ediyordum. Sonunda konuşmaya başladılar. Karşı taraf pişkin pişkin şehir dışında olduğunu söyledi. “O zaman kargoyla gönderin” dedi kütüphaneci. “Kitap İstanbul’da” dedi adam. Sanki hoparlör açıkmış gibi sesi bana kadar geliyordu.

Ben de bu ne sorumsuzluk diye düşünüyordum. Benim son günü diye kitapları bitirmek için erkenden kalkıp okumaya başladığım günler geldi aklıma. Sonuç olarak adam İstanbul’a dönünce getireceğini söyledi. Bu kadar mıydı yani, hiçbir ceza, yaptırım olmayacak mıydı? O dönene kadar belki de benim dördüncü kitapla olan sürem dolacaktı. Onu okumadan Dans Dans Dans’ı da okumaya başlayamazdım çünkü bu çok saçma olurdu. Neyse ki kütüphaneci de mahcup olmuş olacak ki kitabın bulunduğu diğer kütüphaneleri saydı sağ olsun. Teşekkür edip çıktım. Şarkıda dendiği gibi sadece bana söyleneni yapıyordum. Ve doğru şeyi yaparken sanki yanlış yapıyormuşum gibi hissediyordum.

Sonraki iki gün boyunca kitabın peşinden de adeta bir dedektif gibi dolandım durdum. Çünkü Yaban Koyununun İzinde’yi ikinci kütüphanede de bulamadım. Oradaki kütüphaneci de başka bir yeri söyledi. Oraya da gidecektim ama saat beşi geçmişti, kapanmıştır belki diye öbür günü bekledim. İnanılması güç ama orada da bulamadım. Şaka gibiydi gerçekten. Adele “Dibe doğru yuvarlanıyoruz” diye kulaklığımdan seslenirken sanki bana söylüyordu. Bu efsane şarkıyı 2010 yılının sonlarına doğru çıkartmıştı Adele ve Grammy dahil sayısız ödül kazanmıştı. Ayrıca 2021 yılında 21. yüzyılın en iyi 100 şarkısı listesinde 8. sırayı kapmıştı. Gelmiş geçmiş en iyi 500 şarkı listesinde de 82. sıradaydı. Bunların hangi daha büyük bir başarı diye düşündüm. Gelmiş geçmiş en iyi 82. mi olmak isterdim yoksa bu yüzyılın en iyi sekizincisi mi? Oradan çıkmadan belki bu kitaba sahip olabilirim diye bu kütüphaneciye de sordum ama bir yandan da belki de kitabı satın almam lazım diye düşünmeye başlamıştım.

Bir dörtlemenin sadece üçüncü kitabını almak çok saçma olacaktı. Mecburen hepsini alacaktım ama o zaman da önceden ilk ikisini okuduğum kitapları almış olacaktım. Bir dörtlemenin en iyi üçüncü kitabını mı almak isterdim yoksa bir yazarın yazdığı ilk üç kitabı mı? Kim bilir ilk iki kitabı tekrar ne zaman okuyacaktım. Neyse ki bu kütüphaneci çok daha işine hakim görünüyordu. Bu yüzden ona “Kitap Adam” diyeceğim artık. Seinfeld’in de böyle bir bölümü vardı üçüncü sezonda “kütüphane” adında. Oradaki adamın soyadı da “Bookman”di yani bunlar olmayacak şeyler değildi aslında. En azından birileri bunun hakkında bir şeyler yazmıştı. Gerçi o karakter fazlasıyla kurguydu, yirmi sene önce ödünç alınıp geri verilmeyen bir kitabın peşine düşmüştü. Hoş, benim kaç gündür yaptığım da ondan çok daha mantıklı görünmüyordu dışarıdan bakınca. Ama içeriden görebilseydiniz olanları, benim bakış açıma sahip olabilseydiniz anlardınız beni. Bu kitabı bulmak zorundaydım.

Neden sonra Kitap Adam bir kağıda yazdı kitabın numarasını. Bana verecek sandım ama kalktı raflara doğru ilerledi. Bazıları direkt kağıdı verip rafları gösterir eliyle. O Kitap Adam olduğu için sakin ama emin adımlarla ders çalışan öğrencileri hiç önemsemeden aralarından sıyrılıp ortada ayrı bir kirişin etrafına sıralanmış kitap rafının başına dikildi. O da çok iyi biliyordu bu öğrencilerin burada ders falan çalışmadıklarını. Dinledikleri şarkı kulaklıklarından taşıyordu ve müzik dinlerken ders çalışılmazdı. Belki sayısal bir dersin testi çözülebilirdi ancak bu çocuklar soru da çözmüyordu. Sahi bu gençler ne yapıyordu bütün gün kütüphanede? Onları boşverip sessizce Kitap Adamı takip ettim. Anlaşılan kitap en alt raftaydı, Kitap Adam eğilmek zorunda kaldı. Önce tek tek çıkardı kitapları, sonra baktı elindekilerin arasında yok, tüm raftaki kitapların yarısını iki eliyle kavrayıp masaya koydu. Hareketleri o kadar kararlıydı ve kulaklığımdan çalmaya başlayan Imagine Dragons şarkıyla ben de bir “İnanan”a dönmüştüm. Imagine Dragons ne tuhaf isimdi. Kim grubuna böyle bir ismi koyardı ki? Ama bu şarkı grubun en çok izlenen şarkısıydı. “En çok izlenen şarkı” diye bir kavram vardı artık. 2 milyardan fazla görüntülenmişti ve 20 milyondan fazla beğenisi bulunuyordu şarkının.

Tam bu kitabı bulacağına olan inancım zirve yapmışken Kitap Adam elime eski bir kitabı tutuşturdu, “Bu, değil mi?” diye sordu mutlu bir ses tonuyla. Doğan Kitap tarafından 2008'de basılmış birinci baskısıydı, yine Nihal Önol çevirmişti. Kitabın kapağında da koyun fotoğrafı vardı, arka kapakta yazarın genç bir vesikalık fotoğrafı. Daha önce hiç böyle bir Murakami kitabı görmemiştim. Genelde onun kitaplarının tasarımı çok farklıdır, o yüzden bu kitap bana çok garip geldi. “Evet, bu.” dedim sevinçle. Sonra masadaki kitaplara yöneldim. Kitap Adamın kitapları dizmesine yardım etmek istemiştim. Zahmet etmeyin, dedi. Ben dizerim. Çevik bir hareketle kitapları aldığı gibi yerine koydu. Bunu daha önce defalarca yaptığı çok belliydi.

Sessizce bilgisayarının olduğu bölüme doğru yürüdü. Ben de onu takip ettim ve elime kimliğimi de alıp kitapla beraber Kitap Adama uzattım. Aslında TC Kimlik numaramı söylesem de yeterli olurdu ama kendimce işleri kolaylaştırmaya çalışmıştım. Hızlıca numaraları tuşladı, adımı söyledi, evet dedim. Kulağımda Michelle Branch tarafından coverlanan “A Horse with No Name” şarkısı çalmaya başladı. Bu şarkı hiçbir zaman büyük bir hit olamamıştı ama değeri yıllar geçtikçe anlaşılmıştı. Şarkının ilginç bir yazılma hikâyesi de vardı. Dewey Bunnel rüyasında adını billmediği bir atın üzerindeydi ve tabii ki nereye gittiği hakkında da tek bir fikri yoktu. Uyandığında birkaç saat içinde bu şarkıyı kaleme almıştı. İşte ilham böyle bir şeydi. Hazır olduğunuzda uykunuzda bile peşinize düşerdi. Kitap Adam bir ay sonrasının tarihini söyledi. Tekrar evet, dedim. Kitabı ve kimliğimi bana geri verdi. Kitap Adama teşekkür ettim.

Ömrümde hiç bu kadar işini severek yapan birini görmemiştim. Kitabı çantama koyup çıktım, gidecek bir yerim varmış gibi. Gün bitti bitecekti. Ama yürümeye başladığımda şarkının en güzel yerini duydum: La la lalalala la la la…

Umarım haddimi aşmamışımdır. Bu bölüme Murakami gibi bir giriş yapmak istedim. Daha önce de kısa sürede o kadar çok Panait Istrati kitabı okumuştum ki yine böyle kendimi kaybedip Panait’in Romain Rolland’a yazdığı mektubu nasıl bir atmosferde yazmış olabileceğini kurgulamıştım. Bu kitabı hemen sınavdan sonra kendime ödül olarak okumaya başlayıp iki günde bitirdim. Sonra da hemen Dans Dans Dans dedim ve sonunda Fare Dörtlemesini bitirmiş olarak bilgisayarın başına geçtim. Şu an aşırı doz Murakami almaktan sarhoş olmuş gibi hissediyorum. Şarkılar tabii ki Murakami’nin tarzında olmadı ama sonuçta ben onun gibi altı yıl bir caz barı işletmedim. Ama anlattıklarım yaşanmış hikâyemden esinlenilmiştir.


Bazen bu okuma işini abartıyormuşum gibi hissediyorum. Bir kitaba başladığımda çok büyük bir ihtimalle tamamını okuyorum. Bir seriyse mutlaka sırasıyla hepsini okumaya çalışıyorum. Bu kitap hakkında çekilmiş videolara baktım, okuyan üç kişi de bu seriye direkt bu kitaptan başlamış. Diğer kitapları Türkçe’ye çevrilmedi diyorlar. Ben de bahsetmiştim sanırım, ilk iki kitabının diğer dillere çevrilmesine biraz zor ikna olmuş Murakami. Ama neyse ki sonunda dilimize de çevrilmiş yoksa ben bu kitabı ilk iki kitabı merak etmekten okuyamazdım. Bence kesinlikle bu kitaptan başlamayın Murakami’ye. Nolan filmi gibi bir ortadan başlayıp sonra başa dönülerek kitap okunmaz bence. Okuyacaksanız yazarın tabiriyle mısır koçanı kemirir gibi okuyun.

“O kızla dokuz yıl önce, sonbaharda, ben yirmi, o on yedi yaşındayken tanışmıştım.
Üniversitenin yakınında, arkadaşlarla takıldığım küçük bir kahve vardı. Pek bir şeye benzemezdi ama bazı değişmez özelliklerini koruyordu: hard rock müzik ve kötü kahve.
Hep aynı yerde otururdu, dirsekleri masaya sıkıca dayanmış, okuyarak. Gözlüğü -diş düzeltme aygıtını andıran- ve incecik, bir deri bir kemik elleriyle, sevimli görürümlüydü. Kahvesi hep soğuk, kül tablası izmaritlerle doluydu sürekli.
Değişen tek şey, kitaptı. Bir gün Mickey Spillane okurdu; başka bir gün Kenzaburo Oe, başka bir günse, Allen Ginsberg. Ve onları baştan sona okurdu, ön kapaktan arka kapağına kadar. Okumak demeyelim de, mısır koçanı kemirir gibi kemirirdi. (s.12)”

Murakami kendisinin ve doğal olarak Fare Dörtlemesinin üçüncü romanı olan Yaban Koyununun İzinde’yle Japonya’da Noma Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Bundan sonra caz barını kapatmış. Artık hayatına yazar olarak devam etmeye karar vermiş. Çünkü bu romanıyla birlikte artık kalıpları kırmış, aklındaki çılgınlıkların bir kısmını kağıda dökmeyi başarmış ve geriye yaslanıp ne olacağına bakmış. Bakmış ki formül tuttu, ondan sonra başlamış yürümeye. Hızını alamamış koşmuş da koşmuş. “Koşmasaydım Yazamazdım” demiş önce ki ilk okuduğum kitabıdır yazarın o yüzden yeri ayrıdır. Sonra da yazın insanlarının söylemekte en çok zorlandığı cümleyi kitabının ismi yapmış: “Mesleğim Yazarlık” demiş. O da öyle bir kitap ki hâlâ hakkındaki yazımı bitiremedim. Bir kitabı bitirince hemen oturup yazmak gerekiyor onun hakkında. Araya biraz zaman girince olmuyor. Bunu da çok iyi biliyorum aslında ama aklım başıma böyle hep sonradan geliyor işte.

“Karşısına oturup gözlerimi ovuşturdum. Kısa bir güneş ışığı masayı ikiye bölüyordu, ben aydınlıkta, o gölgede. Renksiz gölgede. Masanın üzerinde bir saksıda buruşmuş bir sardunya duruyordu. Dışarıda, birisi sokağı suluyordu. Kaldırıma dökülen suyun hışırtısı, ıslak asfaltın kokusu.
‘Kahve ister misin biraz?’
Yanıt yok.
Ben de kalkıp iki fincanlık kahve öğütmeye gittim. Kahveyi öğüttükten sonra aklıma geldi ki, canımın asıl istediği, buzlu çaydı. Hep böyle, aklım sonradan başıma gelir zaten.
Tranzistorlu radyo arka arkaya tatsız tutsuz pop şarkılar çalıyordu. Tam bir sabah programı işte. Sözcükler on yıl içinde yaklaşık olarak hiç değişmemişti. Değişen, sadece şarkıcılar ve şarkı adları. Bir de benim yaşım. (s.23)”

Geçenlerde üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşımın evleneceği haberini aldım. Çok iyi bir insan kendisi, tanısanız siz de seversiniz. Ama tanımanız lazım çünkü uzaktan biraz havalı görünür. Onunla ilk aynı yurtta kaldığımızı anlayınca mecburiyetten tanışmıştım. Çanakkale’nin o rüzgârlı havasında her zaman tişört giyerdi. Bir üşüyüp üst üste giydikçe o uzun kollu bir şey alsa bile yanına, her zaman elinde taşırdı. Sağ kolunun içindeki ejderha dövmesi görünsün diye sanki özellikle bileğini göstere göstere, ağır ağır yürürdü. Çok yavaş konuşurdu. Sanki her sözünü ölçüp biçer gibiydi. Acayip kasıntı bir hali vardı. Aynı sınıfta olduğumuzu birkaç gün sonra fark edebildik. Demiştim ya mecburiyetten tanışmıştım diye. Sonra derslere beraber gitmeye başladık. Benden bir yaş büyüktü. Konuştukça göründüğünden ne kadar farklı bir insan olduğunu anlayıp şaşırmıştım. Alanyalıydı, hayatındaki ilk kazağı Çanakkale’de almıştı. Çok iyi gitar çalardı. Hayko Cepkin gibi dakikalarca brutal atabilirdi. Sesi güzel değildi ama güçlüydü. Garip bir tınısı vardı. İki sene aynı yurtta kaldıktan sonra beraber eve çıkmıştık. Memur olmak gibi bir düşüncesi yoktu ama bizim bölümde eline geçen tek şey KPSS’ye giriş hakkı olduğu için onu kariyer memurluğu için ikna etmiştim. Sonra da çalıştı ve sınavdı, mülakattı derken o zorlu süreci atlatıp gelir uzmanı oldu. Hatta İstanbul’a atandı ilk başta. O kadar iyi bir insan olmasına rağmen doğru kişiyi bir türlü bulamamıştı. Ama sonunda geçen bayramda aradı ve bana da bayram hediyesi gibi oldu onun bu haberi. Çok sevindim onun adına.

O beni aradığında dışarıdaydım. Eve dönüyordum. Annem komşudan gelmişti, morali biraz bozuktu. Yıllardır görüşemediğim başka bir arkadaşımdan bahsetti. Boşanıyormuş dedi. O da benden bir yaş büyüktü. Ben orta birdeyken o ikiye gidiyordu. O zamandan beri arkadaşız yani. O liseye geçtiğinde biz hâlâ yürüyerek orta okula giderdik. O sitenin önünde servis beklerken çok havalı görünürdü. Beraber saatlerce konsol oyunları oynardık. Fanatik Galatasaraylıydı ama yine de iyi anlaşırdık. Mahalle maçlarına giderdik. Çok iyi kalecilik yapardı ama top tekniği de benden iyiydi. Hangi mevkiye geçse iş görürdü yani. Kavgalara giderdik, hep benden yana olurdu. Benden çok daha uzundu, kalıplıydı. O geldiğinde ortamın enerjisi hemen yükselirdi. Yüzü sürekli güler, hep bir espri yapardı. Kızlarla arası çok iyiydi. Değişik bir aurası vardı yani. Severek evlenmişti. Uzak bir semte taşınmıştı evlenince. Bir daha da görüşememiştik sonra. Telefonu bile yoktu şimdi bende. Bunu da şimdi fark ettim. Babasının telefonu bile var ama onun yok. Evlendikten sonra yollarımız ayrılmıştı işte. Bu biraz da benim iletişim beceriksizliğimden kaynaklanıyor ama bekar olanlar beni daha iyi anlar: Bir arkadaşınız evlenince ister istemez konuşulacak şeyler azalır. Farklı dünyaların insanı olursunuz. Diğer arkadaşım için olan sevincim kursağımda kaldı resmen. Daha önce de söylemiştim bunu bir kere: Evlenmek de hak, boşanmak da. Her şey insan için sonuçta. Ama ne kadar zor bu işler gerçekten. Yani dünyanın öbür ucu, Japonya’da bile ne kadar zormuş, onu da bu kitabı okurken anlıyorsunuz:

“Dört yıllık birlikteliğimizde yaptığımız tek şey, birikimlerimizi kemirmek olmuştu.
Hatanın çoğu da bende, galiba. Belki de hiç evlenmemeliydim. En azından, onunla hiç evlenmemeliydim.
Önceleri, evlilik yaşamına uygun olmayanı kendisi sanıyor ve beni toplum yaşamına alıştırmaya çabalıyordu. Karşılıklı rollerimizi, görece iyi oynuyor sayılırdık. Ama geçerli bir anlaşmaya vardığımızı düşünmeyegörelim, hemen bir şeyler yıkılıveriyordu. En ufak bir değinme bile, onarılmaz yaralar açıyordu. Uzun, çıkmaz bir sokakta öyle huzurla yürüyegelmiştik ki. Bu da sonumuz olmuştu. (s.31)”

O hayran olduğumuz oyuncular, rol yapmak için dünyanın parasını kazanıyor. Yani rol yapmak çok zor ve yorucu bir şey. Bunu dördüncü kitapta daha iyi anlıyorsunuz ama şimdi ondan da bahsetmeyeyim. Sanırım siz ne demek istediğimi anladınız. Tabii ki hepimiz zaman zaman çeşitli rolleri oynamak zorunda kalıyoruz ama bu gereğinden uzun sürerse bence bu söylediğimi hatırlayın ve bu rol yapmaya devam etmek istiyorsanız gidin bir ajansa falan yazılın. Bari bir işe yarasın yaptığınız şey.

Gelelim bu kitaptan kazanmak istediğim bir yetenek olsa ne olurdu kısmına. Normalde böyle bir kısmı olmaz kitapların ama bu kitap normal bir kitap değil:

“Adamın zamanı yakalamak gibi doğuştan bir yeteneği varmış. Ne zaman saldırıya geçmesi, ne zaman geri çekilmesi gerektiğini içgüdüsel olarak bilirmiş. Ayrıca gözleri de her zaman, bakılması gerekene bakmak üzere eğitilmiş. (s.71)”

Nasıl? Doğru zamanda doğru yerde olmayı şansı tanımlamak için kullanırlar bazen. Ama zamanı yakalamak ve bakılması gerekene bakmak… Çok iyi değil mi? Yoksa ben mi abartıyorum. Kim bu adam demeyin, elbette bir adı yok. Siyah takım elbiseli, karizmatik bir adam. Bir koyun fotoğrafının peşine düşüp kahramanımızı o koyunu bulmaya zorlayan, Japonya’da reklam işlerine çok para harcayan güçlü bir adamın sağ kolu gibi bir şey. Reklam işleri ne alaka derseniz, şöyle açıklamış yazar:

“Reklamcılığı elde tutmak, söz geçirmek demek, gazete ve televizyon yayıncılığının hemen hemen tamamına söz geçirmek demektir. Gazetecilik, televizyon, radyo yayıncılığının reklamcılığa bağımlı olmayan tek bir dalı yoktur. Reklamcılık olmasa, hepsi de susuz akvaryuma dönerdi. Sana ulaşan bilgilerin yüzde doksan beşi zaten önceden seçilmiş ve karşılığı ödenmiş bilgiler baksana. (s.74)”

Bizi sürekli komşularımızla kıyaslarlar ve çok fazla ortak yönümüz olduğunu söylerler. Biz derken Türkiye’den bahsediyorum. Kurtlar Vadisi’nde Polat Alemdar’ın Irak ve Suriye’ye gittiği bölümler vardı ve o kadar zorlama bir şekilde sürekli “Aynı bizim insanımız gibi” deyip duruyordu ki artık “Tamam, anladık” diyesiniz geliyordu. İran’la da belki benzer şeyler söylenebilir. Erkin Koray’ın bazı şarkıları İranlı bir sanatçıdan biraz fazla esinlenilmiş gibi mesela. Azerbaycan için bir millet iki devlet diye sloganımız bile var. Yunanlılarla zaten komedi unsuru oldu artık. Yemeklerimize kadar her şeyimiz aynı. Akdeniz ülkeleriyle genel olarak ortak noktamız çok fazla, bunu inkar edemeyiz ama mesela New York’un İstanbul’a benzediğini söylerler hep. Ne kadar doğru bilemiyorum ama bir yerde de Rio’nun İstanbul’a çok benzediğini okumuştum ben. Brezilya’nın yani. Arjantin zaten özellikle ekonomi olarak hep örnek verilir. Orta Asya desen oradan geldik derler hep. Rusya’nın içinde de bir sürü devlet var, Türki Cumhuriyet diyebileceğimiz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ben bu kitabı okurken sürekli Japonya ne kadar da Türkiye’ye benziyor diye düşündüm. Bakar mısınız yazarın şu sözlerine:

“Ama sonra, şakacı mimarın biri, gelmiş, özgün yapının sağ yanına aynı tarz ve renkte bir kanat eklemişti. Niyet kötü sayılmazdı da sonuç, yenir yutulur gibi değildi. Aynı gümüş tepside şerbetle brokoliyi bir arada sunmak gibi bir şey.
Bu mutsuz karışım, biri çıkıp da öteki yanına taştan bir kule ekleyinceye dek, on yıllarca böylece bırakılmıştı. Bu kulenin de ta tepesine süslü bir yıldırımsavar direği dikilmişti. Bir hata. Yıldırımın binaya çarpıp yakması bekleniyordu sanki. (s.87)”

Yanlış anlaşılmasın, biz de depremi bekliyoruz koca şehri yeniden inşa etmek için demek istemiyorum. Şakacı mimarın biri diye görünce bizdeki bazı restorasyonlar geldi de aklıma. Ama işte görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok. İnsan her yerde insan demek ki. Yoksa bütün dünyayla aynı mıyız?

İyice kafam karıştı benim de kusura bakmayın. Benzer bir beyin yanmasını kitapta şu satırları okurken de yaşamıştım:

“‘İzninizle, sizinle olabildiğince açık konuşayım’ dedi adam. Konuşmasında belirli bir metnin doğrudan çevirisinin tınısı vardı. Tümce ve sözdizimi seçimi yeterince doğruydu ama sözcüklerinde duygudan eser yoktu.
‘Açık konuşmak ile gerçeği konuşmak birbirinden tümüyle farklı iki şeydir. Dürüstlük, gerçeğe oranla, pruva geminin kıçına oranla neyse, odur. Önce dürüstlük gelir, en arkadan da gerçek. Aradaki mesafe, geminin boyutuyla doğru orantılı olarak değişir. Herhangi büyük bir şeyde gerçeğin gelmesi epey gecikir. Kimi zaman kendini ancak iş işten geçtikten sonra gösterir. Bu yüzden eğer size şu sırada gerçekten söz etmeyecek olursam, benim suçum değildir bu. Sizin de değildir.’ (s.130,131)”

Bu ne kadar güzel bir tanımlamadır böyle? Tabii ki siyah giyen karizmatik sağ kolun sözleri bunlar. Duygudan eser yok belki ama özgüven had safhada. Adam en azından dürüstçe gerçeği sakladığını söylüyor. Okuması güzel geliyor insana ama böyle birinin karşıma geçip bunları söylediğini duysam sinirlenirdim muhtemelen. Yazarın bu konudaki görüşlerine de katılıyorum:

“Sinirlenmek yaşamdaki yolumuzu yitirmek demektir. (s.155)”

Kitapların içinde kitaplar olur bazen. Başka bir kitabın adının geçmesi gibi değil de, Yalnızız’da Simeranya vardı ya hani, onun gibi kitabın içinde kurguya dahil olarak yazılmış kitaplar beni her zaman çok etkilemiştir. Bu kitapta da var böyle bir kitap. Hatta o kadar ayrıntılı ve güzel kaleme alınmış ki bir an için acaba gerçekten böyle bir kitap var mı acaba diye düşünmedim desem yalan olur. İşte o kitapta bakın neler yazıyor:

“‘Dağlar canlıdır’ diyordu yazar, kitabının önsözünde. ‘Dağlar, bakış açısına, mevsime, saate, bakanın ruh durumuna veya herhangi bir şeye göre gerçekten görünüşlerini değiştirebilirler. Bu yüzden, şunu akılımızdan çıkarmayalım ki, bir dağın bir yönünden, bir küçük yönünden fazlasını asla bilemeyiz. (s.203)”

Üstelik kahramanımız bu satırları elindeki koyun fotoğrafının arka planında yer alan dağların adını öğrenmeye çalışırken okuyor. İçine düştüğü umutsuzluğu siz tahmin edin artık. Ama bu kitapta benim için de bir sürpriz vardı sanki. Yunus Otel diye görünce ufak bir şüphelenmiştim ama Moby Dick’e bu kitapta denk gelmeyi hiç beklemiyordum. Daha geçen ay okumamış mıydım ben bu kitabı? Algıda seçicilik deyip geçecek miyiz yani şimdi buna?

“‘Bilmem. Moby Dick’e benzeyen bir şey işte.’
‘Moby Dick mi?’
‘Öyle ya. Bir şey kovalamanın heyecanı.’
‘Bir mamutu, örneğin’ dedi kız arkadaşım.
‘Öyle ya. Hepsi birbiriyle ilişkili işte.’ dedi görevli. ‘Zaten bu otele Yunus Oteli adını koymamın nedeni de Moby Dick’teki, yunuslarla ilgili bir sahnedir.’
‘Ohoo’ dedim ben. ‘Eğen öyleyse, Balina Oteli adını koymanız daha iyi olmaz mıydı?’
‘Ama balinalar o görüntüyü yaratmıyor ki’ diye güldü resepsiyon görevlisi. (s.210)”

Murakami de Herman Melville’den etkilenmiş diyebilir miyiz? En azından kitabı sevdiği aşikar bence. Yoksa ne diye kitabın reklamını yapsın kendi eserinde? Değil mi? Gerçi bu reklam sayılmaz bence. Zaten yazarımızın reklamla ilgili görüşleri bana biraz kendimi okuyormuşum gibi hissettirdi:

“Yol kıyısındaki reklam panoları, iletilerini kimseye, hiçbir yere ulaştıramıyordu. Can sıkıntısını gidermek için her bir panoya bakıyor, karşı konulmaz, kentsel çağrısını zihnime kaydediyordum. Alabildiğine güneş yanığı bir kız dudaklarını büzüp, kolasını içmeye hazırlanıyor, orta yaşlı bir karakter oyuncusu içmeye hazırlandığı viskinin bardağına kaş çatıyor, bir dalgıç saati suyun içinde göz alıcı biçimde parlıyor, yapmacık, karmaşık bir ev içinde bir manken kız tırnaklarını boyuyordu. Reklamcılığın yeni öncüleri ülkenin ta içlerine o hain kollarını uzatmaktan çekinmiyorlardı. (s.253)”

Kitapta bir koyunun izini kovalıyoruz belki ama yolumuz Fare’den geçmezse olmaz. Ne faresi diyen varsa içimizde, lütfen önce Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi ve ardından Pinball 1973'ü okuyun önce. Ya da en azından o bölümlerimi dinleyin ve ondan sonra buraya gelin. Fare Dörtlemesi diye boşuna demiyorum zırt bırt. Bu üçüncü kitap arkadaşlar. Ama sizi de anlıyorum. Şimdi bir kitabı okumak için öncesinde iki kitabı daha okuman gerekiyor deseler bana ben de hemen işi gücü bırakır ortalığı temizlemeye başlarım. Bahar geliyor, bir bahar temizliği yapmak lazım derim. Yurtta kaldığım zaman oda arkadaşlarımdan biriyle bu yüzden kavga etmişliğim vardı. Kavga derken bağırıp çağırmıştım işte. Ne demiştik az önce, “yaşamdaki yolumu yitirmiştim”. Çünkü gecenin dördünce oda arkadaşım kalkıp odayı temizlemeye başlamıştı. Hem de ben uyurken. Haliyle beni uyandırmıştı tabii. Ben de kızmıştım “Ne yapıyorsun bu saatte?” diye. “Bahar temizliği yapıyorum.” demişti beni iyice çileden çıkartmıştı. Çeko mezunuydu o da, bankalardan nefret ederdi. Bankacı oldu sonra o yüzden ona daha fazla kötü bir şey söylememe gerek yok diye düşünüyorum. İnsan özellikle boşluğa düşünce nedense bir temizlik yapası geliyor. Hatta bazıları da bu yüzden temizlik videoları seyrediyorlarmış. Psikolojik bir açıklaması vardır mutlaka. Fare de karşımıza biraz geç çıkıyor bu kitapta ve arkasında hiç iz bırakmıyor.

“Fare’nin evi neden böylesine derli toplu bıraktığını, neden fayansların arasını bile fırçaladığını, gömleklerini neden ütülediğini ve buluşacağı kimsesi kesinlikle olmadığı halde, neden tıraş olduğunu anlamaya başlıyordum. Burada, yapacak bir şeyler bulup kıpırdanmazsanız, tüm zaman kavramını yitiriyordunuz da ondan. (s.292)”

Japonya bize benziyor demiştim ama onların psikolojisini anlamak da kolay değil. Türkiye’de bir hafta boyunca haber seyretmeseniz mesela aklınıza hiç füze atılmış mı diye gelir mi? Darwin’in evrim teorisini yanlış anlayan Hitler’i durdurmak için Amerika atom bombasını yapmaya çalışıyor ama Almanya o zamana kadar yenildiği için bomba elinde kalmasın diye Japonya’ya atıyor. Bu kadar basit değil ama kuş bakışı büyük resme bakıp bir oyun oynarmış gibi neden sonuç ilişkisi kurarsan dünya tarihine böyle bir yol çıkıyor karşımıza. Bu öyle büyük bir trajedi ki sadece o iki ildeki insanlar ölmüyor, koca bir ülkenin insanları travma üstüne travma yaşıyor. Her ne kadar olmayacak şeyleri sıralamış gibi görünse de yazarımız, şu satırların covid19 öncesi yazıldığını unutmamak lazım:

“Birdenbire aklıma geldi ki, bana yıllar olmuş gibi gelen bir zamandır, ilk kez bir gazete görmüştüm ve dünyada olup bitenlerden bir hafta haber alamamış, geri kalmıştım. Ne radyo, televizyon, ne gazete, ya da dergi. Bir nükleer füze Tokyo’yu yerle bir etmiş olabilirdi; bir salgın dünyayı kasıp kavurmuş olabilirdi; Avusturalya’yı Merihliler işgal etmiş bile olabilirlerdi ve benim haberim olmayacaktı. (s.307,308)”

Yaban Koyununun İzinde, büyülü bir kitap. Murakami’nin bu kitabı bitirdikten nedense caz barının içinde uzun uzun ağladığını düşünüyorum. Öyle bir görüntü geliyor gözümün önüne. Zaten bu kitaptan sonra bir daha istese de o bara gidemeyecek çünkü artık öyle bir barı yok.

“Irmak boyunca, ırmak ağzına doğru yürüdüm. Kumsalın son elli metresinde oturup ağladım. Ömrümde hiç bu kadar çok ağlamamıştım.
Pantolonumdaki kumları silkeleyip kalktım, gidecek bir yerim varmış gibi.
Gün bitti bitecekti. Ama yürümeye başladığımda dalgaların sesini duydum. (s.353)”

Kitabın sonu yine çok etkileyici. Moby Dick’ten boşuna bahsetmemiş bence. Tıpkı Herman Melville gibi bütün heyecanı son sayfalara saklamış Murakami ve Dans Dans Dans’ı okumasanız bile burada durup beklemenize imkan sağlamış bence. Yani ben onu okuduğum için diyorum, bence onu okumanız şart değil ama bu kitaptan önce kesinlikle ilk iki kitabı okumanız gerekiyor bence. Yoksa olayları bağlayamazsınız. Eğer bu kitabı beğendiyseniz zaten devamını ve yazarın diğer kitaplarını da okuyacaksınızdır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder