30 Mayıs 2024 Perşembe

Dans Dans Dans

Dans Dans Dans, Yanlış Anlama, Gereksiz Uğraşlar ve İyi Yazmanın Formülü

En son ne zaman bir dörtleme bitirdiğimi hatırlamıyorum. Bu podcast olmasaydı belki bu kitaplara başlayacak cesareti de bulamazdım. O yüzden bu vesileyle hepinize çok teşekkür ediyorum.




Haruki Murakami’nin ilk üç kitabını peş peşe okuduktan sonra sıra geldi Fare Dörtlemesi’nin son kitabı olan Dans Dans Dans’a. Ben tabii ki Yaban Koyunun İzinde’yi bitirdikten sonra hiç ara vermeden hemen bu kitaba başladım büyük bir merakla. Her ne kadar 525 sayfalık bir kitapla karşı karşı olsam da en fazla üç-dört günde bitirebileceğimden emindim. Bu kitap Doğan Kitap tarafından 2020 yılında basılmış ama bu sefer Japonca aslından çeviren Ali Volkan Erdemir’di. Kendisi Murakami’yle de tanışma şansına sahip olmuş bir akedemisyenmiş aynı zamanda. O kadar iyi çevirmiş ki yine okumakta hiç sıkıntı çekmedim ve geçen hafta bu kitabın da etkisiyle uzun bir yazı yazdım kitapla ilgili. Başına da Murakami gibi şarkıları kullanarak bir giriş yapsam nasıl olur acaba diye bir deneme yaptım. Okurken ya da dinlerken siz neler hissettiniz bilemiyorum. Ama ben en azından Murakami’nin neden işi gücü bırakıp tam zamanlı bir yazar olmaya başladığını az da olsa anladım sanırım. Çünkü öyle yazmak o kadar keyifliydi ki anlatamam. Yıllardır dinlediğim şarkılar hakkında araştırma yapmak zorunda kaldım ve daha önce hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Şimdi o şarkıların her birinin ayrı bir hikâyesi olmuş oldu benim için.

Medium’da bazı yazarlar arada yazılarının başına bir şarkı ekleyip “Bu yazıyı bu şarkı eşliğinde okumanızı öneririm” diyerek paylaşıyorlar bazen. Belli ki onlar da yazarken aynı şarkıyı dinlemişler ve okurla benzer bir şekilde bağ kurmak istiyorlar. Eskiden bunu yadırgardım ama şimdi onları daha iyi anlıyorum. Murakami bunu profesyonel bir şekilde yıllardır yapıyor ve onun sayesinde belki de normal şartlar altında onun paylaştığı şarkılarla asla yolu kesişmeyecek olan yüzbinlerce okur o ezgilere hayran kalıyor. Belki abartıyorum zannedeceksiniz ama platformlar yazarın şarkı listeleriyle dolu. Kitap kitap ayırmışlar. Aslında bunun önceden de farkındaydım. Sahilde Kafka’yı okuyup oradaki şarkıları arayıp bulmuştum hemen ve yazarken hâlâ arada dinlerim. Ama kendim kalkıp böyle bir şey yazmaya çalışana kadar bunun ne kadar büyüleyici bir güç olduğunu anlayamamıştım.

Doğrudan sonuca bakınca insanın nasıl içi gidiyor, her şey ne kadar güzel ve kolaymış gibi geliyor. Halbuki bir şeyi iyi yapabilmek o kadar zor ki. Hele onu kolaymış gibi gösterebilmek. En karmaşık duyguları en yalın haliyle anlatabilmek gibi mesela. Sanki çok basitmiş gibi gelir bunu daha önce hiç yapmamış birine. Murakami’yi okudukça onun ne kadar yetenekli ama daha da önemlisi ne kadar disiplinli olduğunu tekrar tekrar görüyorum.

Hani bazı insanlar vardır, ne işi yaparsa yapsın çok başarılı olabilecekmiş gibi bir his bırakır üzerinizde. Örnek vermem gerekirse İbrahimoviç ve Federer gelir aklıma hemen. Zlatan mesela istese dünya çapında bir tekvandocu olabilecekken futbolcu olmayı seçmiştir. Federer de dünya çapında bir futbolcu olabilmek için çok iyi bir takım oyuncu da olması gerektiğini, bu yüzden tenisin kendisi için daha uygun olduğunu söylemişti. Murakami’de istese dünya çapınca bir atlet olabilirdi bence ya da eski mesleği olan bir caz barı işletmecisi olarak da kesinlikle emsallerinden çok daha iyi olmalıydı. Neyse ki yazar olmayı seçmiş yoksa şöyle bir tespiti bu kadar açık şekilde başka kim söyleyebilirdi:

“Bu adamın görüntüsünden, hangi işi yaparsa yapsın o işi beceremeyecek türde biri olduğu anlaşılıyordu. Beceriksiz insanların canlı bir örneği gibiydi. Sanki soluk mavi mürekkep çözeltisinde bir gün boyunca tutulduktan sonra oradan çekilip alınmış gibi varlığı bir uçtan diğerine başarısızlık, yenilgi ve hayal kırıklığının gölgesiyle boyanmıştı. Camdan bir kutuya koyup okulda fen dersinde göstermek isteyeceğiniz türde bir adamdı. ‘El attığı hiçbir işi beceremeyen adam’ diye üzerine bir etiket yapıştırarak. Ona acımak için şöyle göz ucuyla bakmak bile yeterdi. Azımsanmayacak sayıda kişi de ona öfkelenirdi. Bu kadar acınası bir insanı görmek bile insanın durduk yere sinirlenmesine neden olurdu. (s.15)”

Bir de böyle insanlar var maalesef. Ben onlara değil de yaptığı işi silah zoruyla yapıyormuş gibi davranan insanlara sinir olurdum eskiden. Ama artık onları da suçlamıyorum. Özellikle hayatımda bir daha görmeyeceğim insanlardan hiçbir şey beklememem gerektiği gibi bir düşünceye sahibim bu aralar. Çünkü en ufak bir beklentiye girince hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Artık kimseye sıraya girmeyi öğretmek ya da yürüyen merdivenin sol tarafında dikilmemek gerektiğini anlatmaya çalışmak pek bir işe yaramıyor. Bu sefer de sanki umudumu kaybetmiş gibi görünüyorum. Kendimi bildim bileli bu insanlardan daha çok sinir olduğum asıl tehlikeli grup geliyor aklıma: Haksızlığa karşı sessiz kalan ve inandığı şeyi söyleyecek cesareti olmayanlar. Dışarıdan bakınca ya ben de onlardan biriymiş gibi algılanırsam ne olacak diyorum önce. Sonra da ya onlar da şu an benim gibi zamanın deneyip de bir işe yaramadıklarını görünce yorgun düşen güçsüz insanlarsa diye geçiyor içimden. Önemli olan niyettir derler ya, onu da hiç anlamazdım eskiden. Görünürde aynı olan iki eylem birbirinden tamamen farklı bir amaç için yapılmış olabilir ve önemli olan niyettir aslında. Biraz karışık oldu galiba ama ben de yazarımız gibi bunlar benim düşüncelerim deyip sıyrılmak istiyorum bu konudan:

“Onlar için ben gerçekten aptal olabilirim, çıkarcı da olabilirim. Bunun benim için bir önemi yok. Umurumda değil. Bu dünyada yanlış anlama diye bir şey yoktur. Farklı düşünce tarzları vardır. Bu da benim düşünce tarzım. (s.24)”

Söze “Yanlış anlama” diyerek başlayanlara da sinir olurum. Ancak fark ettim ki bazen bunu dolaylı yoldan da olsa ben de yapıyorum. Onu da bu podcast sayesinde anladım. Aslında ilk başlarda hayalim yazdıklarımı daha sonra hiç okuma ihtiyacı duymadan, olduğu gibi paylaşmaktı. Bu hem çok tehlikeli çünkü fazlasıyla hatalı ya da anlaşılmaz olabiliyor ilk yazılanlar. Hem de bir hocamın dediği gibi: Siz kendi yazınızı okumazsanız başkası neden sizin yazdıklarınızı okusun. Şimdi böyle kuru kuru söyleyince pek etkili olmamıştır sanıyorum ama koca bir sınıfın karşısında bir otoritenin kendinden emin bir şekilde bu cümleyi kurunca kesinlikle çok daha doğruymuş gibi geliyor kulağa.




Ben anlaşılmanın lüks olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla anlaşılamamaktan korkmuyorum ama yanlış anlaşılmak başka bir şey. Kalkıp da benim anlatmak istediğimin tam tersinin anlaşılmasını istemem. O yüzden ironi yapmaya da çekiniyorum bazen. Öte yandan podcastlerimin hoparlörden dinlenmesini de istemem mesela. Hele bir de toplum içindeyken elinize telefonu alıp yabancıların yanında son ses beni açmayın sakın! Dinleyecekseniz kulaklık takın isterim. Öyle tek kulaklıkla dinlemeyin ama eğer tek kulaktan dinleyecekseniz de sağ kulağınızı tercih ederim. Çünkü öyle bir açıklama okumuştum. Sağ kulağımızdan duyduklarını daha olumlu algılarmış insan. Bu da kulağınıza küpe olsun. Sanki bu giriş ve çıkış metaforunu ilk kitapta da kullanmıştı yazarımız ama o zaman not aldım mı şimdi hatırlamıyorum. Dönüp kendi kayıtlarımı da dinleyesim hiç gelmiyor kurguyu kendim yaptığım için. Defalarca aynı şeyleri söylemiş ve dinlemiş oluyorum zaten. Yoksa kalkıp bana hocam gibi “Sen kendini dinlemiyorsan başkası neden seni dinlesin!” demeyin lütfen.

“Odamın iki kapısı vardır. Biri giriş, diğeri çıkış kapısı. Bu iki kapı birbirinin yerine geçmez. Girişten çıkılmayacağı gibi, çıkıştan da girilmez. Bu kesindir. İnsanlar girişten girerler, çıkıştan çıkarlar. Pek çok giriş biçimi olduğu gibi pek çok çıkış tarzı da vardır. Ama her koşulda herkes çıkıp gider. Biri yeni olasılıkları denemek için çıkıp gitmişti, bir diğeri zamandan tasarruf etmek için. Biri ölmüştü. Geriye tek bir kişi bile kalmadı. Odada kimse yok. Sadece ben varım. (s.24)”

Yazar “Sadece ben varım.” deyince de Yüzyüzeyken Konuşuruz’un “Sen varsın diye” şarkısı geldi şimdi aklıma. Grubun ismi mi daha güzel yoksa bu şarkı mı onu da siz söyleyin. Yorumlarda yazabilirsiniz ya da eski günlerdeki gibi mail atın. Sayılı takipçim olunca onları da okuyorum rahat rahat. Eğer zaten tanışıyorsak ve yüz yüzeyken konuşuruz derseniz, onu da anlarım. Bu arada dikkatli takipçilerimin gözünden kaçmamıştır, artık alıntılarımın kaçınca sayfadan olduğunu da yazmaya çalışıyorum. Bir de reels yapmayı öğrendim ya geçenlerde, bu alıntıların kısa videolarını yapıyorum hemen ses kaydının montajını bitirdikten sonra. Yoksa instagramda paylaşacak fotoğrafı düzenlemek daha zor benim için. Sonra aynı videoyu youtube’da koyuyorum. Hatta tiktok hesabı bile açtım geçenlerde. Oraya da atıyorum hemen. Medium zaten ana mekanımız ama orada da eskisi kadar okuyamıyorum bu angaryalar yüzünden. Sonuç olarak podcast onlarca dinleniyor şu an. Youtube görüntülenmesi rakamları bile geçmiyor ve tiktok uzun bir süre hep sıfırda kaldı. Ama geçen yeni video yüklerken gördüm onlarca farklı ülkeden görüntülenmiş. İran’dan, Mısır’dan, Suriye’den falan tıklamışlar ama ne anladılar acaba? Sonuçta müzik falan da yok. Artık nasıl bir algoritması varsa bunların anlamadım. Güya hesap kitap yaptım o kadar podcast için ama uğraştığım gereksiz şeylere bakar mısınız? Kitaptaki kahramanımızın da yazmakla arası iyi ama o da gereksiz işler konusunda benimle benzer şeyleri hissediyor:

“Kuşkusuz daha erken bitiren meslektaşlarım da vardır. Ama onlar hiç araştırma yapmaz. Gelişigüzel şekilde ünlü restoranları seçerler sadece. İçlerinde yemeklerin tadına bakmadan yazanları bile vardır. Yazmak istersen yazarsın. Tam olarak böyle. Açıkçası benim gibi özenli şekilde röportaj yapanların sayıca pek fazla olduğunu sanmıyorum. Özenerek yapılınca gerçekten çok yorucu bir iştir, gelişigüzel yapayım diye düşünürsen yapabilirsin de. Ve özenerek yapılsa da, gelişigüzel yapılsa da ortaya çıkan makaleler arasında pek fark olmaz. Yüzeysel okunursa aynıdır. Ancak dikkat edildiğinde farkları anlaşılır.
Bu açıklamayı kendimi övmek için yapmıyorum.
Sadece işin ana hatlarını anlayın istiyorum. Ne kadar gereksiz şeylerle uğraştığımı görün diye. (s.41)”

Ne iş yaptığından çok onu nasıl sunduğun önemli aslında. “Herkes aslında satış işindedir.” derken bunu anlatıyor bence. Benim de bu konuda bir hikâyem var. Bugünlerde eski işyerimin olduğu plazanın neredeyse yarısını satın almış olan adamı ilk gördüğüm günü hâlâ hatırlarım. Kırmızı renkli spor arabasını park edip beklediğim asansöre yanında arkadaşıyla yaklaşırken arkadaşı sormuştu adama, “Sen tam olarak ne satıyorsun?” diye. Nereden geliyor bu değirmenin suyu, der gibi. Sanki büyük bir sır veriyormuş gibi neşeyle “Lüks hırdavat” demişti adam. Aynı bu adam gibi hiç üretim yapmayıp Çin’den ikinci el araba parçaları alıp satan bir arkadaşım da kendinden emin bir şekilde “Bana getir istediğin arabayı, sana bütün parçalarını gözüm kapalı söküp takayım!” demişti mesela yaptığı işten bahsederken. İnsana en çok özgüven veren şey çok para kazanmak galiba. Ya da özgüvenli insanlar daha çok para kazanır mı demek lazım bilemiyorum. Ben de daha bu işlerden para kazanamadan kalkıp mikrofon almak zorunda kaldım kendime yoksa hayatımdan “p” harfini çıkartmak zorunda kalacaktım. Telefondan kayıt alınca o kadar çok patlıyordu ki ses, bununla uğraşmaktansa günü kurtaracak bir mikrofon almak daha mantıklı geldi. Yoksa ben almışken en iyisi alırım böyle şeylerin ama bu işte de bir sınır yokmuş, onu anladım. Binlerce dolara kadar çıkabiliyor fiyatlar. Aslında mesele sadece para da değil. Öyle bir şey alırsam burada size “Bana getir istediğin kitabı, sana bütün parçalarını gözüm kapalı okuyayım!” derim diye korkuyorum.

Böyle insanlarla karşılaşmak için illa aynı yerde çalışmanız ya da arkadaşınız olması gerekmiyor. Maalesef yolculuklar da bunun için çok uygun. Kahramanımızın da yanına Japon Savunma Kuvvetleri’nde uçak bakım servisinde çalışan biri oturup hava kuvvetlerinde yapılan israftan ve Japonya’nın kendi uçak fabrikasını kurması gerektiğinden uzun uzun bahsediyor. Haliyle kahramanımız dayanamıyor ve onu susturmak istercesine kendi görüşlerini anlatmaya başlıyor ve bize de şu şekilde özet geçiyor:

“Ben de ona, israf denen şeyin gelişmiş kapitalist toplumlarda en büyük bilgelik olduğunu söyledim. Japonya, Amerika’dan Fantom jeti satın alıp her uçuşta yakıt israfı yaparak dünya ekonomisini bir ölçüde döndürüyordu, bu döndürmeyle de kapitalist sistem daha da gelişiyordu. Eğer herkes israf denen şeyi ortadan kaldırırsa, büyük bir panik ortamı doğar ve dünya ekonomisi mahvolurdu. İsrafın çelişkinin yakıtı olduğunu, çelişkinin ekonomiyi canlandırdığını ve canlanmanın da yine israfı doğurduğunu söyledim ona. (s.44)”

Bu görüşler bana Jack London’ın Demir Ökçe’sini hatırlatmıştı okurken. Daha geçen de onun Oyun’unu okuduğum için bu benim için normaldi belki ama hemen bir sayfa sonra kahramanımızın tren istasyonundaki kitapçıdan Jack London’ın biyografisini alması çok güzel bir sürpriz oldu benim için:

“Jack London’ın fırtınalı yaşamıyla karşılaştırıldığında benim yaşamım, baharda ağaç tepesinde oturup cevizin olgunlaşmasını bekleyen sincabınki kadar sakindi. En azından bir süredir öyleydi. Biyografi böyle bir şeydir zaten. Sakin bir yaşam sürerek yaşamını tamamlamış Kavasaki belediye kütüphanesi görevlisinin biyografisini kim, neden okusun ki? Diğer bir deyişle, herkes katlanabileceği kadarının bedelini ister. (s.45)”



 

Bu satırları okurken ben de en son okuduğum Oyun kitabında geçen Jack London’ın hayatı hakkındaki yazıyı hatırladım. Renkli bir hayat kesinlikle bir yazarın elini güçlendiren bir şeydir ama iyi bir yazar olmak için bunun şart olmadığını düşünüyorum ben. Mourinho’ya da mesela bir basın toplantısında üstü kapalı sorarlar, parlak bir futbolculuk kariyeri olmadığından dem vururlar ve O da her zamanki gibi ikonik bir cevap verir: “İyi bir jokey olmak için önce at olmaya gerek yok.” der. Gerçi bu sözü ilk olarak o söylememiş galiba ama artık onunla özdeşleşti gibi bir şey. En azından benim için. Mourinho’nun da iki biyografi kitabını okumuştum daha önce. Biri Manchester United’ın başına geçtiğinde yazılmıştı. Diğeri ilk Chelsea döneminde basılmıştı. Bugünlerde de Aziz Yıldırım seçim vaadi olarak onunla anlaştığını söylüyor. Gönül ister ki gelsin ama bu haberi ilk duyunca aklıma Ali Koç’un Cristiano Ronaldo transfer söylentisi için söylediği “Siz hiç hesap kitap bilmiyor musunuz?” serzenişi geldi. Bir Fenerbahçe taraftarı olarak başkanın bu çıkışını da daha yeni gördüm, “hesap kitap” yazınca reels olarak çıkıyor hemen. Maalesef bir de şarkı varmış bu isimle tam da benim podcaste başladığım zamana denk geliyor çıkışı. İlk görünce sinir olmuştum ama reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. O yüzden kızmıyorum artık. Böyle anlatınca da çok boş hissettim kendimi ama bu siteler çok acayip gerçekten. Ben premier lig özetlerini seyrederdim eskiden. 15 dakikalık geniş özetleri vardı ve ona alıştıktan sonra 90 dakikalık maçları seyredemez olmuştum. En güzel maçlar bile acayip sıkıcı geliyordu. Şimdilerde bu reelslerde mesela 15 saniyede bir maçtaki bütün golleri gösterebiliyorlar. Bu zamana kadar bu kısa videolara karşı hep direndim, o girdabın içine girmemeye çalıştım ama bu sandığımdan daha zormuş. En azından özellikle boş zamanı olanların neden sürekli reels seyrettiğini anlayabiliyorum. Bu kadar basit bir çıkarımı yapmak için ne kadar uzattım değil mi? Galiba benim de çok fazla boş vaktim var.

“Sonra anacaddede gezindim, vitrinlere baktım, sıkılınca bir kafeye girip kahve içerek Jack London’ın biyografisini okumaya devam ettim. Öyle böyle derken nihayet akşam oldu. Uzun ve sıkıcı bir film izler gibi geçen bir gündü. Zamanı boşa harcamak da oldukça gayret gerektiren bir şeydir. (s.65)”

Zaten kolay diye bir şey yok gibi geliyor bana artık. Çünkü neye heves edip “Bu kolaymış, ben de yaparım” desem işler o kadar karmaşıklaşıyor ki anlatamam. Daha önce bahsetmemiştim kimseye şimdi bu kadar uzun yazdıktan sonra adeta kitabın adı gibi kendimi kelimelerle dans ediyormuş gibi hissediyorum. Hazır akışa kapılmışken söyleyeyim yoksa unutup gideceğim belki yazık olacak. Dördüncü yıla yaklaşıyor Medium’da her hafta bir yazı yazıyorum ya hani. Bunu da elli kere söylemişimdir herhalde, sırf zinciri kırmamak için kendime hatırlatmaya çalışıyorum bunu aslında. Yoksa bu öyle övündüğüm bir şey değil. Bence herkesin rahatlıkla yapabileceği hatta yapması gereken bir şey. Haftada bir birkaç satır yazmak o kadar zor olmasa gerek, değil mi? Neyse ne diyecektim, aslında ben bu kitaplar hakkında yazma işine çok daha önceden başlamıştım. Yaklaşık onbeş sene önce falandı yanlış hatırlamıyorsam. Hâlâ öğrenciyim o zamanlar. Yine ne bulursam okuyorum. Son iki senemde üniversitenin kütüphanesindeki tüm klasikleri okumuştum mesela. Ama hiçbiri hakkında tek bir satır bile yazmıyorum. Dümdüz okuyup geçiyorum. Okurken her şey çok güzel. Derslere bile elimde kitapla giriyorum. Dümdüz slaytı okuyup geçen hocalara denk geldikçe ben de arka sıralarda açıp kitaba devam ediyorum. Günler böyle geçerken bir gün gördüm ki bütün kitaplar birbirine girmiş. Şu kitap ne anlatıyor diye soran bir arkadaşıma kalkıp başka bir kitabı anlattığımı fark ediyorum. O zaman karar veriyorum bir sayfa bile olsa bir şeyler yazmam lazım okuduğum kitap hakkında diye. Hatta kendimce kısa bir özeti gibi bir şey ama işte bunu nereye yazacağım? Burada hemen bir parantez açıp el yazımın pek okunaklı olmadığını, hatta bazen kendi yazımı bile okuyamadığımı belirtmek istiyorum. Bu yüzden en mantıklısı dijital olarak yazmak diyorum. Hatta yazdıklarımı internete yüklemeye böylece yedek alma derdinden de kurtulmaya karar veriyorum. Dedim ya işin içine girince her şey karmaşıklaşıyor diye. Aylarca yabancı kaynaklara bakıyorum internetten. O zamanlar youtube’da bugünkü gibi her şey yok. Blog nasıl açılır, domain nasıl alınır, sitenin adı nasıl olmalı gibi içine girdikçe yeni sorunlar çıkartan bir dünyaya adım atıyorum. Sonunda karar verip “Karakuşaklı Yazılar” diye bir blog açıyorum. Aslında “aklımdaki yazılar” gibi bir teması olacak sitenin yani oldukça geniş, istediğim konudan bahsedebileceğim bir site. Yine klasik çok sevdiğim kelime oyunları işte. Günlerce uğraşıp siteyi kuruyorum, büyük “K” harfine benzeyen bir logo da tasarlıyorum karatecilerin karakuşağına benzeyen. Ama o zamanlar hesap kitap konusunda bu kadar iyi değilim ve küçük bir hata yapıyorum! O dönem çok fazla okuduğum ve bir günde rahatlıkla bir kitap bitirebildiğim için diyorum ki her gün bir kitap hakkında bir yazı yazarım. Zaten okuyorum her gün. “Ne kadar zor olabilir ki?” diyorum. Ve sadece üç gün yazıp dördüncü gün tüm siteyi kapatıyorum. Çünkü her kitap için fazladan o kadar çok şey okumam gerekiyor, o kadar çok fotoğraf ekleme, etiket, sayfa düzeni gibi ıvır zıvır işlerle uğraşmam gerikiyor ki dayanamıyorum. O günden beri bloglara gıcık olurum. Böyle hatırladıkça acaba o siteyi açtığım gün “haftada bir kitap” olarak belirleseydim hedefimi diyorum, bugüne kadar devam edebilir miydim merak ediyorum. Yedi yüzden fazla kitap hakkında yazım olurdu o zaman şimdiye kadar. Bu da içimde kalan büyük bir yaradır benim için. Ama artık burada sizlerle paylaştığıma göre o kadar da büyük değilmiş gibi hissediyorum. Bütün bunları anlatma sebebim de şu satırlardı aslında:

“Ama yine de o oradadır. Yara dediğin böyle bir şeydir. İşte budur diye çıkarıp gösterilecek bir şey değildir. Gösterilebiliyorsan, o kadar da büyük bir yara değil demektir. (s.82)”

Bu güzel alıntıyla birlikte Fare Dörtlemesi’nin son kitabına dönecek olursak karşımıza kim çıkabilir sizce? Ufak bir ipucu vermem gerekirse üçüncü kitapta kimin peşindeydik biz diye sorarım sizlere. Evet, tabii ki Koyun Adam! Ve onu görünce “Yeniden başlamak istiyorum” diyerek yardım isteyen kahramanımızın karşılaştığı manzarayı öyle güzel betimliyor ki yazar, kendimizi adeta o odada gibi hissediyoruz:

“Koyun Adam susuyordu. Diyecek bir şeyim kalmamıştı. Sessizlik çok ağırdı, derin bir kuyunun dibinde olmak gibi bir duygu veriyordu. Sessizlik omuzlarıma baskı yapıyordu. Düşüncelerim de o baskının etkisi altındaydı. Düşüncelerim nemli baskının altında, denizin derinliklerinde yaşayan bir balık gibiydi, sanki sevimsiz, kalın bir giysi giymişti. Mum alevi arada bir pıt pıt diye bir ses çıkarıp titriyordu. Koyun Adam gözünü o aleve dikmişti. Sessizlik çok uzun bir süre devam etti. Sonra Koyun Adam başını yavaşça kaldırıp bana baktı.
‘Seninle bağlantı kurmak isteyen o şeyle bağlantı kurmanı sağlamalıyım’ dedi Koyun Adam. ‘Sonuçta bir bağlantı kurulur mu emin değilim. Biz biraz yaşlandık. Eski gücüm kalmamış olabilir. Sana ne kadar yardım edebilirim, biz de bilmiyoruz. Elimden geleni yapayım da bir bakalım. Sonuç olumlu olsa bile bu senin mutlu olacağın anlamına gelmez. Bunu garanti edemem. Oradaki dünyada belki de artık senin gidebileceğin bir yer kalmamıştır. Kesin bir şey diyemem. Ama dediğin gibi sen çok katılaşmışsın. Bir kere katılaşınca geriye dönülemez. Sen de eskisi kadar genç değilsin.’
‘Peki ne yapmalıyım?’
‘Bugüne dek pek çok şey yitirdin. Pek çok önemli şeyi yitirdin. Bu birilerinin suçlu olup olmaması sorunu değil. Konu, senin onlara ilişik kalmış olman. Her bir şeyi yitirdiğinde ona başka bir parçan ilişik kaldı. Sanki bir iz gibi. Ama bunu yapmamalıydın. Kendin için elinde tutman gereken şeyleri orada bırakmamalıydın. Böyle yapınca sen de biraz biraz eksildin. Neden acaba? Neden böyle bir şey yaptın ki?’. (s.124)”

Hepimizin böyle bir Koyun Adam’a ihtiyacı var sanki değil mi? Ya da profesyonel bir yardıma. Tam buraya bir reklam almışım gibi hissedebilirsiniz ama kitaptaki Yuki isimli küçük kızdan bahsedecektim aslında. Birçok insanın en sevdiği filmlerden biri olan Leon filminin adı da Profesyonel’di galiba, bizde de “Sevginin Gücü” olarak çevrilmişti yanlış hatırlamıyorsam. Seyretmediysen yoktur aramızda diye tahmin ediyorum ama varsa mutlaka ilk fırsatta seyredin. Özellikle o filmin bir sahnesi muhteşemdir: Küçük kızı oynayan Natalie Portman, korkudan kendi evine dönemez ve komşusu Leon’un kapısını çalmak zorunda kalır. Leon o kapıyı açarsa başının belaya gireceğini bilmektedir o yüzden tereddüt eder ama sonunda dayanamaz. Sırf o sahne için tekrar izleyesim geldi şimdi filmi. Bu kitapta adı kar anlamına gelen Yuki de bana o küçük kızı hatırlattı sürekli. Ve kahramanımız da onun Leon’u oldu adeta.

Japonya’da genelde “Ne iş yapıyorsun?” diye sormazlarmış da “Gününü nasıl geçiriyorsun?” diye sorarlarmış. Bu bilgiyi az önce seyrettiğim Mehmet Demirkol’un “Karşı Karşıya” programından öğrendim. Okuduğun bir kitap hakkında bu kadar çok yazacak şeyi nereden buluyorsun diye soranlar oluyor bazen, o yüzden örneklerle açıklamak istedim. Denk mi geliyor artık ne oluyor bende bilmiyorum. Yoksa ne işi var bir futbol programında böyle bir bilginin. Zaten bu bilginin doğruluğundan da şüpheliyim çünkü kahramanımız bu kitapta sürekli yaptığı işten bahsetmek zorunda kalıyor. Bir bölümde Yuki, “İşini sevmiyor musun?” diye sorunca ona şöyle cevap veriyor:

“‘Hayır. Bir türlü sevemiyorum. Hiçbir anlamı olmayan bir iş. Lezzetli restoranlar bulurum. Onlar hakkında dergilere makale yazıp tanıtımını yaparım. Buraya gidiniz. Bunları yiyiniz. Ama bunu neden yapmak zorundayım ki? Herkes kendince istediği şeyleri yese ne olur sanki? Öyle değil mi? Neden birileri diğerlerine lezzetli yemekler yapan restoranları öğretmek zorunda olsun? Neden mönüde neyi seçeceklerine varıncaya kadar onlara söylenmesini beklerler? Ve tanıttığım yer ünlenince artık yemeklerinin tadı da gitgide bozulur, hizmet kalitesi düşer. Onda dokuzu ya da sekizinde olur bu. Arz-talep dengesi bozulduğundan. İşte biz bunu yapmış oluruz. Bir şeyi keşfettik mi onun kalitesinin giderek düşeceğini garanti etmiş oluruz. Bembeyaz bir şey bulunca onu kirletiriz. İnsanlar buna bilgi diyor. Yaşam alanının bir ucundan ötekine, hiç boşluk bırakmadan bu kirliliğin yayılmasınaysa bilginin damıtılması diyoruz. İşte buna çok sinirleniyorum. Bunu kendimin yapıyor oluşuna da.’ (s.161)”

Acaba ben de burada bir kitaptan bahsedince onun daha çok okunmasını sağlıyor muyumdur diye düşünüyorum bazen. Tam da geçen hafta Yaban Koyunun İzinde için böyle bir yorum almıştım. Bazen tam tersi de olabilir. Burada bahsettiklerim hoşuna gitmez birinin ve kitaptan da soğuyabilir. O daha korkutucu bir şey elbette ama birine bir şey önermek ciddi risk barındırıyormuş gibi hissediyorum. Halbuki az önce Leon’u mutlaka seyredin falan dedim ama diyelim ki seyrettiniz ve hiç beğenmediniz, hatta “Bu ne biçim film!” falan dediniz. Bu durumda bana karşı da kötü hisseder misiniz diye merak ediyorum. İster istemez bakışınız değişecektir çünkü. Ya bundan sonra söylediklerimi kaale almazsınız eskisi gibi ya da ne bileyim, bir soğukluk girer araya sanki. Belki takipten çıkarsınız. Kötü bir yorum yaparsınız. İşte insanlar bu korkular yüzünden bazen sevdiği şeyleri paylaşmaktan çekiniyor. Ya da sadece kendilerine saklamak istiyorlar. “Çocuk muyuz biz böyle şeyler yapalım?” demeyin hiç, bunlar gayet anlaşılır tepkiler bence.

Ayrıca çok basit bir test var yaşlılıkla ilgili. Yaşlanmak yerine “yaş almak” tabirini kullanmaya başladıysanız artık yaşlısınız demektir. Ancak unutmayın ki “yaşlanmak” kötü bir şey değil. Yeter ki sağlık olsun. Hem ben de yazarımıza katılıyorum. Bence de insan bir anda yaşlanıyor:

“‘Artık otuz dört yaşındayız. İstemesek de büyüdük’ dedim.
‘Kesinlikle. Öyle. Aynen dediğin gibi. Ama insan dediğin tuhaf bir varlık. Bir anda yaş alıyor. Ne fena! Eskiden insanların her yıl bir yaş aldığını düşünürdüm’ dedi Gotanda, bakışlarını yüzümde sabitleyerek. ‘Ama öyle değilmiş. İnsan bir anda yaşlanıveriyormuş.’ (s.184)”

Gotanda kim diyenler için kısaca açıklayayım: Kahramanımızın okuldan çocukluk arkadaşı ve öğreniyoruz ki artık ünlü bir aktör olmuş. Oldukça yakışıklı ve yetenekli olmasına rağmen özellikle doktor rolü üzerine yapışmış. Okurken nedense benim aklıma Kutsi gelmişti hiç “Doktorlar”ı seyretmememe rağmen. Biraz zorlama bir karakter gibi geldi bana ve hiç ısınamamıştım kendisine.

Kahramanımız onunla takılırken başına olmayacak işler geliyor ama buna rağmen onu zor durumda bırakmamak için ismini vermiyor polislere. Onun yüzünden sorguya çekilirken karşımıza bir başka büyük yazarın eseri daha çıkıyor: Dava. Yine benim çok sevdiğim bir kitap ama onu okuyalı uzun zaman olmuştu. Okurken benim de Kafka krizim geldi resmen. Bir yandan da Murakami’nin şu satırları yazarken ki motivasyonunu merak ediyorum. Kim bilir bunları yazmak onu ne kadar eğlendirmiştir:

“Sonu gelmeyen anlamsız bir soru bombardımanı. Dava’yı hangi sayfadan hangi sayfaya kadar okumuşum, pijamamı saat kaçta giymişim; bunun gibi saçma sapan sorular. Dava’nın özetini Balıkçı’ya anlattım ama pek ilgisini çekmedi. Anlattıklarım onun için günlük, sıradan şeylerdi çünkü. Franz Kafka’nın romanları 21. yüzyılda da hâlâ okunuyor olacak mı acaba, diye endişelendim. Dava’nın özetini de kayda geçtiler. Neden bunları böyle tek tek sorup belgelediklerine dair en ufak bir fikrim yoktu. Her şey fazlasıyla Kafkaeskti. (s.235)”

Bunları okurken siz de bir ergene dönüşüp Yuki’nin klasik tepkisi olan “Ne aptalca!” derken buluyorsanız kendinizi, kitaba biraz ara verip dinlenmek isteyebilirsiniz. Ben öyle yaptım bir süre ama sonra bunu aptalca bulup başka bir odada okumaya devam ettim. Bu arada bu kitaba sabah oturma odasında başlayıp hava ısınınca balkonda devam ettim. Sonra güneşin hareketleriyle akşama doğru kendi odama kadar evin her yerinde elimde bu kitapla dolanıp durmuştum resmen.

“Yuki, ‘Ne aptalca!’ demek üzereydi ki kendini tuttu. Demek ki o da karşısındakine göre konuşuyordu. (s.262)”

Murakami’nin çoğu kitabında bir yazar karakter de oluyor. Ya da bu kitaptaki kahramanımız gibi dolaylı yoldan yazarlıkla uğraşan veya çevirmenlik yapan birileri oluyor ve ben onların hep yazarı temsil ettiğini düşünürdüm eskiden. Bu kitapta yer almıyor galiba ama serinin ilk kitaplarında çokça adı geçen J gibi bir restoran ya da bar işleten gizemli bir karakter de oluyor ki o da yazarımızdan başkası değil bence. Aynı şekilde koşmayı ya da yüzmeyi çok seven karakterler de oluyor sık sık ki tabii ki onlar da bize yabancı değil. Bizzat Murakami’nin en sevdiği sporlar bunlar. Elbette bir de müzikle uğraşan, en azından sürekli müzik dinleyen bir karakter mutlaka oluyor. Tolstoy da Anna Karenina kitabında Levin adında bir karakteri anlatırken adeta kendini betimler ya, onun gibi Murakami de aslında bu karakterlere kendinden parçalar ekleyerek kendisini anlatıyor gibi gelirdi bana hep. Ama bu kitabın sonlarına yaklaşırken Yuki’nin babasıyla da karşılaşıyoruz ve bilin bakalım onun adı ne:

“‘Sen de yazarmışsın’ dedi Hiraku Makimura.
‘Gerçek bir yazar sayılmam’ dedim. ‘Sipariş üzerine yazıyorum. Herhangi bir konuda olabiliyor. Bunu da birisinin yapması gerekiyor. İşte ben de o işi yapıyorum. Tıpkı kar küremek gibi. Kültürel kar küreme.’ (s.265)”

Bu kar küreme benzetmesi benim de çok hoşuma gitti ama Hiraku Makimura nedir ya? Okuyamadım da ilk görünce. Youtube’da da “Kitap Dediğin” diye bir kanal keşfettim Murakami ile ilgili videoları aratırken. Videoda öyle yazıyordu ama kanal adını sonradan “Zeynep ile Zülfikar” olarak değiştirmişler. “İki insan, üç tane de kedi” diye gülümseten bir açıklama yazmışlar ve kitaplar hakkında harika videoları var. Henüz çoğunu seyredemedim ama fırsat buldukça bakmayı düşünüyorum. Size de tavsiye ederim. Murakami hakkında çok güzel bir bölüm yapmışlar yarım saati geçen ve onun başında da uyarıyorlar “Haruki Muriki” değil deyip. Ona da çok gülmüştüm. Ve bakın kahramanımızla tanıştıktan sonra ona teklifi ne oluyor:

“‘Acaba diyorum, Yuki’ye sen bakar mısın?’ dedi. ‘Ona bak derken büyük bir şey istemiyorum. Arada onunla görüşüp onunla sohbet etmen yeter. Günde iki üç saat kadar. Sohbet eder, birlikte yemek yersiniz. Hepsi bu. Bunu bir iş gibi düşün, karşılığında ücretini de alacaksın. Demek istediğim, kendini evde ders veren bir öğretmenmiş gibi düşünebilirsin. Şu anki kazancını bilmiyorum ama ona yakın bir ödemeyi sana garanti ederim. Geri kalan vaktini de istediğin gibi geçirirsin. Sadece her gün birkaç saat Yuki’yle vakit geçirmeni istiyorum. Kötü bir teklif değil ama değil mi? Bu konuyu telefonda Ame’yle de konuştuk. O şimdi Hawaii’de. Hawaii’de fotoğraf çekiminde. Durumu ona açıklayınca, Ame de senden bu istekte bulunmamı onayladı. O da kendince Yuki’yi düşünüyor. Sadece biraz değişik biridir. Sinirleri pek sağlam değildir. Ama çok yeteneklidir. Ara sıra aklı uçup gider. Sigortaların atışı gibi. O zaman da her şeyi unutuverir. Gerçeklikten tümüyle kopar. Hesap kitap bile yapamaz olur. (s.268)”

Nasıl teklif? Sizce kahramanımızın yanıtı ne olmuştur buna? Ya da onu boş verin biri size böyle bir teklif yapsa sizin cevabınız ne olur? Onu da yazabilirsiniz bana. Zira ben biliyorum onun cevabını. Fark ettiyseniz Makimura da “Hesap kitap yapamamak”tan söz ediyor. Yani hesap kitap önemli arkadaşlar, ben boşuna demiyorum burada.

Bu bölümden sonra kitap yokuş aşağı koşarmışçasına ilerliyor. Zamanın nasıl geçip gittiğini anlamıyorsunuz okurken. Sonuçta bu yazarın ilk kitaplarından biri değil, artık profesyonel bir yazar olan Murakami’yle karşı karşıyayız. Tansiyonu zaman zaman yükseltip bizi korkutmaya çalışsa da yüzlerce sayfalık bir maceranın sonlarına yaklaştığımız için olayların bir şekilde birbirine bağlanacağını ve bazı düğümlerin çözüleceğini anlayabiliyoruz.

Kitabın sonlarına doğru Yuki’nin annesiyle yalnız kaldığında zamanın geçmediğinden şikayet etmesi beni mutlu ediyor çünkü çok güzel bir cevap alıyor:

“‘İkimiz kendi başımıza öylece oturuyoruz. Buradayken sanki zaman durmuş gibi. Zaman geçiyor mu gerçekten?’
‘Ne yazık ki geçiyor. Zaman hızlıca geçip gidiyor. Geçmiş çoğalırken gelecek azalıyor. İmkânlar azalırken pişmanlıklar artıyor.’ (s.446)”

Şaka maka ben de bugün en uzun bölümümü yaptım galiba. Artık kim okur bu kadar uzun yazıyı hiç bilmiyorum ama zaman geçiyor işte bir şekilde. Ben de ona güveniyorum. Bir başlarsanız okumaya, bir bakmışsınız buraya kadar gelmişsiniz. Merak etmeyin en güzel alıntımı sona sakladım. Yazar iyi yazmanın formülünü vermiş resmen:

“Ne desem iyi olur acaba diye üç dört dakika düşündüm. Türlü türlü söyleme tarzı vardır. Pek çok ifade tarzı vardır. Sesim düzgün çıkacak mıydı acaba? Mesajım iyi bir şekilde gerçeklikte yankılanacak mıydı? Ağzımın içinde birkaç söz geveledim. Sonra bunların içinden en basit olanını seçtim.
‘Yumiyoşi, sabah oldu’ diye fısıldadım. (s.525)”



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder