Akasya ve Mandolin, Seraya Sokulan İnsan, Teslim Bayrağını Çeken Şehir ve Eskimişse At Gitsin
Mustafa Kutlu’nun bu kitabını başlığından dolayı almıştım, yine bir uzun hikâye zannettim.
Deneme olduğunu görünce önce şaşırdım, sonra içindekilere baktım hemen. Kitap ikiye ayrılıyordu:
İçe Dönük ve Derin başlığı altında “İstanbul’u Dolaşmak, İstanbul Kimliği Üzerine, İçe Dönük ve Derin, Göç, Güvenlik Alanı, Kıroyum Ama Para Bende, Hayatın Rengi, Arabeskin Zaferi, Makasın Ağzı…, İstanbul’un Orta Yeri…, Gül Bahçesi: Gülhane, İstanbul’u Kurtarmak, Seçim Yazısı, Çukurçeşme, İstanbul’un Ağaçları, Kavanozdaki Adam, Bir Tutam Yeşil-Bir Ahşap Ada, İki Dünya-Serviler ve Sükûn, Abdal Yakub ile Hekimoğlu Ali Paşa, Bahar Başlangıcı ve Sümbül Kokusu, Bitpazarı’nda Bir Mücevher, Solgun Bir Gül Oluyor Dokununca, Sultanahmet Meydanı Kalabalığa Karşı, Şişedeki Su, İstanbul Tekkeleri, Hayal Şehrin Hayalet Sahipleri, Sayın Cemil Çiçek’e Açık Mektup, Lahmacun Sarayı, Devleti Kuran İrade, İşporta, Ne Kaparsan Kâr, Kuş Sesleri, Köylüleri Ne Yapmalıyız?, Tavanarası, Kasabaya Ne oldu?, Gez Dünyayı Gör Konya’yı, Sahil Yolu, Uzun Göl, Erzurum’un Ahvali, Geçidi Bekleyen Şehir” denemeleri yer alıyordu.
Akasya ve Mandolin başlığıylaysa “İp Meselesi, Eski Günlere, Dostluğa ve Sevgiye Dair, Akasya ve Mandolin, İnce Saz, Köyün Sahibi, Tüketimin Adı: Hayatın Gerçek Tadı, Muftak Robotu, Kazın Ayağı, Kazın Ayağı-II, ‘Yaz’ı Yazmak, Yaşam Tarzı, Güç Kimde?, Madam’ın Köpeği, Sıradan Sorular, Nerelisin-Kimlerdensin?.., Ceviz ile Sincap, Zahmet ve Rahmet, Geçip Giden Günler, Mutsuzlar Koğuşu ve Çıkmaz Sokak-Geçer Akçe”. Sadece başlıklarıyla bile neden kitabı böyle ikiye bölme gereği duyduğunu anlamış gibi hissettim.
Zaten yazarımızın hikâyelerini okurken de deneme okuyormuş gibi olduğum olmuştur sık sık. Dolayısıyla bu kitabı okurken bazen o hikâyeleri de hatırladım. Arada bunlardan güzel öyküler çıkar dediklerim de oldu. Muhtemelen bunların bazılarını henüz okuyamadığım diğer kitaplarında bir kurgunun içinde göreceğim.
Tabii ki bütün işlenen konulara sadece bu bağlamda bakmak doğru olmaz. Bazen durup düşünmek, soru sormak gerekir. Bu arada Serdar Kuzuloğlu yeniden podcaste başlamış: Haddini Aşan Yaşam Rehberi. Az önce ilk bölümünü dinledim. O da eski padişahların akşam yemeği menüsünü görsek yemek istemeyeceğimizi söyledi. Hani meşhur “Fatih hiç domates, patates yemedi” gibi bir bilgimiz var ya Amerika o zamanlar keşfedilmediği için. Bugün bir yandan inanılmaz bir bolluk yaşıyoruz ama sanki bunun da sonuna geliyoruz yavaş yavaş. Bakın yazarımız ne diyor:
“İnsanlar ‘karakışta yeşil salatalık’ yeme uğruna seracılığı geliştirdi. Türlü hormonlar, teknikler ile bizlere kış ortasında domates, kabak sunmaya başladı. Tabii bunların gerçek bir domates ve kabakla ilgisi yoktu. Ne koku ne tat bakımından. Şimdi de insanoğlu kendini ‘sera’ya sokuyor. Bakalım burada yetişen nesillerde insanlıktan neler kalacak. Mesela gerçekten gülüp, gerçekten ağlayabilecekler mi? (s.56)”

Artık yapay zekanın duygularının konuşulduğu bir dönemdeyiz ama bir yandan da hayatımız trafikte geçiyor. Geçen bir komedyen “İstanbul’lular saçma bir şekilde şehirlerinin trafikleriyle övünür.” diyordu. Hakikaten var böyle bir şey. Nüfus logaritmik bir hızla sürekli artıyor. Yazarımız bu kitaptaki denemelerinin neredeyse yarısında İstanbul’dan söz ediyor ve bence hepsinin özeti şu iki-üç cümlede saklı:
“Aslında biz taşralılar İstanbul’un kalıntısı ile karşılaştık. Çünkü şehir en azından elli yıldan bu yana insafsızca delik-deşik edildi. Kaldıramayacağı kadar nüfusu taşımaya mahkûm oldu. Ve sonunda hüzünle başını öne eğerek teslim bayrağını çekti. (s.73)”
Az önce de hani inanılmaz bir bolluk yaşıyoruz dedim ya, aklım da orada kaldı. Umarım yanlış anlaşılmam. Bolluk derken ulaşılabilirlikten bahsediyorum aslında. Her yer market, restorant, hepsi tıklım tıklım dolu. Bu zenginlik değil onu da yanlış anlıyor insanlar. Sanki refah seviyesi çok yüksekmiş gibi göstermeye çalışanlar var bu örneklerle. Halbuki o insan belki haftada bir çıkabiliyor dışarı. Her şeyde olduğu gibi insan sayısında da öyle bir bolluk var ki bütün toplum böyle zannediyoruz. Oysa ülkemizde beyaz yakalı ortalama bir yöneticinin saatlik kazancı Çin’de paketleme yapan bir kargo çalışanlarından daha az. Bunu ilk duyduğumda ben de inanamamıştım ama internette kısa bir aratma ve ufak bir hesap kitap yaparak siz de bu iç karartıcı sonuçları görebilirsiniz. Ama tabii bizim zenginlerimiz de bir başka. Onlar da her anlamda dünyaya fark atıyorlar sağ olsunlar. Ben de hiç sevmem para pul konuşmayı, nereden girdim şimdi bu işlere diyecektim ki alıntımı hatırladım. Varlıklı kesimle yoksulların arası açıldı diyen yazarımız bunu benim de arada sırada duyduğum şu cümlelerle örneklendirmiş:
“Adam ‘Yok kardeşim, yok’ diyor; atacağı eski eşyayı birine vermek istemiş, lakin etrafta böylesi bir aile bulamamış. Doğrudur. Varlıklı kesimle, yoksulların arası iyicene açıldı. Artık bu iki kesim birbirinin yüzünü bile göremiyor. Diyelim içinden geçti adamın böyle bir iyilik; o kadar eşyayı bir araba bulup yükleyeceksiniz, artık nerede ihtiyaç sahibi varsa oraya götüreceksiniz, falan, filan. Uzun iş diyor adam, atıyor çöpe. Tavanarası eski evlerde kaldı. Eski evler zaten yok oldu. Ya eskimiş eşyalar?… At gitsin… (s.112)”
Neyseki o çöpleri didik didik eden kağıt toplayıcılarımız var her ne kadar görmezden gelsek de. Kiminin çöpü kiminin hazinesidir derler ya, o misal. Hatırlıyorum da salgın döneminde bile harıl harıl çalışıyordu onlar. Biz sadece sağlık çalışanlarını alkışladık o dönem ama onlar da sağlık personeli aslında. Şimdi bu konuya da girersem iki saat çıkamam. Kitap deneme olunca coştum ben de. Gelelim son alıntıma. Belki içindekileri okurken de dikkatinizi çekmiştir, “Ceviz ile Sincap” diye bir bölüm vardı. Ben daha o başlığı görünce bu kitabı okumam lazım diye düşünmüştüm. Çünkü ben öyle çok sık belgesel seyreden biri değilim:
“Neyseki şu doğa belgeselleri bir sükunet ve içtenlik adası olarak bizleri zaman zaman içimize döndürebiliyor. Ağaçlar, sular ve kuşları bırakıp mecliste bir kanun teklifinin görüşülmesine mi, rezil bir tolk-şow programına mı, kan-revan içindeki haberlere mi bakalım yani. Sağolasın sincap kardeş. (s.182)”
Yıllar önce bir tweet görüp “Açgözlü Sincaplar” diye bir kısa hikâye yazmıştım. Tabii ki öyle pek bir araştırma yapmamıştım üzerine, o an içimden nasıl geliyorsa öyle yazmıştım. Üzerinden bayağı bir zaman geçince gördüm “Açgözlü Sincap” diye bir çocuk masalı da varmış. Ben de çok orijinal bir başlık buldum zannediyordum. Zaten içerik olarak da yanlışlarla doluymuş. Keşke demeyi sevmem ama o hikâyeyi bu kitabı okuduktan sonra yazsaymışım çok daha güzel yazabilirmişim gibi geliyor şimdi. Ya da belki de hiç yazamazdım. Onun da böyle bir hikâyesi oldu işte şimdi. Kendimce yeni bir şey yazmayı denemiş oldum. Söylememe gerek var mı bilmiyorum ama Mustafa Kutlu külliyatından okumalarım devam edecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder