9 Mayıs 2024 Perşembe

Oyun

Oyun, Hayal Kurmayı Unutturmak ve Hayallerin Gerçek Olmasının Kuralı: 3 D

Jack London benim okumayı en sevdiğim yazarlardan biridir. Sık sık belirttiğim gibi Martin Eden de en sevdiğim kitabıdır. O kitabın bende ayrıca şöyle de bir anısı var daha önce de yazmıştım bir kere. İlk kez küçük bir çocukken görmüştüm o kitabı ve hani demiştim ya daha önce ben iki şık arasında kalınca hep yanlışı seçerim diye. Kapakta kocaman harflerle bu iki ismi görünce yazarı Martin Eden sanmıştım. Bence gayet mantıklıydı o an için. Gerçi bugün bile hangisi daha büyük kahraman diye sorsanız, yine Jack London derim. Öyle büyük bir yazardır kendisi.




Jack London; suyu, ateşi, insanı, hayvanı, ölümü ve yaşama mücadelesi en iyi anlatan yazarlardan biridir. Maalesef hâlâ onun bütün kitaplarını okuyamadım. Hesaplarıma göre bir aksilik olmazsa iki sene içerisinde kalan kitaplarını bitirip sonra Martin Eden’i yeniden okuyacağım. Umarım o güne kadar bu podcaste devam ederim ve onun bölümünü de yaparım. Ya da en azından hâlâ bu yazıları yazıyor olurum. İnanın o bile yeterli şu an benim için. Çünkü bazen devam edemeyecek gibi hissediyorum. Neyse ki sonra bir vesileyle Oyun gibi bir kitap çıkıyor karşıma. Adeta yaşam enerjisiyle dolup taşıyorum.

Geçen hafta sonu yine bir sınavım vardı. Belki okuyanlar vardır aranızda, “Kısa Vadeli Yabancı Kaynaklar” diye bir hikâye yazmıştım birkaç ay önce. Sekiz tane klasik sınavdan çıkıp bir oturuşta yazmıştım o yazıyı. Neyse şimdi onu da anlatırsam bu bölüm bitmez, işte o sınavların altısını geçmiştim ama ikisi kalmıştı. Dört ayda bir sınav olduğu için ve iki ay boyunca da sonuçlar açıklanmadığı için özellikle sınav tarihinin yaklaştığı günlerde ister istemez kitap okuyamıyorum. O zaman da moralim bozuluyor, daha çok stres oluyorum. Böylece ders de çalışamıyorum. Haliyle o iki sınavın da ancak birini geçebildim ve öteki yine kaldı. Hiç beklemediğim soruları sormuşlardı. Yoksa ben mevzuatın yarısına hakimdim, kalan yarısını da madde madde sayılacak şeyler haricinde biliyor sayılırdım. Soruyu görünce hatırlarım diye umuyordum çünkü genelde böyle olurdu. Zaten elli alsam yetecekti. Ben de buna güvenerek pek çalışmamıştım ama o kadar değişik dört soru sormuşlardı ki ikisinin cevabını bilmeme rağmen neyi sorduklarını anlayamamıştım. Hayatla adeta bir kumar oynamıştım ve iki ay boyunca bu kumarın sonucunu bekledim ama ancak otuz beş alabilmiştim. Neyseki Vergi Mevzuatı’ndan geçmiştim ama sonuç olarak kağıt üzerinde en kolay ders olan Meslek Hukuku’ndan bir kere daha kalmıştım. Bütün bunlar nasıl olabilirdi? Aklım almıyordu. Bunun hayal kırıklığıyla tabii bu sınava da son haftaya kadar çalışamadım. Sorumlu olduğum kanunlardan, yönetmeliklerden tek bir satır bile okuyasım gelmiyordu ama tabii günlük düzenli kitap okumalarıma devam ediyordum. Ve son haftaya girdiğimde sırf kısa diye bu kitabı okudum ve bana ders çalışmak için gerekli motivasyonu verdi. Sonunda OYUNu kazanabilecek motivasyona kavuşmuştum. Ne kadar iyi olursan ol, insan en kolay kaybedince öğreniyordu.

Kitaba daha başlamadan, önsözünde Yeşim Dinçer’in kaleminden “Yazar, Serüvenci, Sosyalist” başlığıyla bir Jack London yazısı yer alıyor. Tabii ben onu kitabı bitirince okudum ama Oyun’la ilgili herhangi bir spoiler içermiyor. Yordam Edebiyat’ın yayınladığı bu kitabı gönül rahatlığıyla baştan sona okuyabilirsiniz. Biraz kitabın sonunun da etkisi var elbette ama yazar hakkında yazılan şu satırları okurken boğazım düğümlendi:

“Jack London 1893 yılında, on yedi yaşını bitirir bitirmez Japonya’ya kadar uzanacak olan bir gemiye kaydolur. Japonya’nın kuzey kıyılarından Bering Denizine kadar uzanan bölgede, Kanada ve Birleşik Amerike avcı filoları ayıbalığı sürülerini yağmalamaktadır. Dönüşte, artık bir baltaya sap olmanın vakti geldiğini söyleyen annesini dinleyerek günde on saatten, saat başına on sent ücretle bir kenevir fabrikasında işe girer. Söz verilen ücret zammı yapılmayınca istifa eder ve elektrikçi olma ümidiyle Oaklan tramvay işletmesine başvurur. Ancak kendisine verilen görev, ateşçiye kömür taşımak gibi fiziksel dayanıklılık gerektiren vasıfsız bir iştir; üstelik, her biri ayda kırk dolar alan iki adamın işini tek başına ve ayda sadece otuz dolara yapmaktadır. ‘Kaç sefer kömürlerin üstüne, kimsenin beni göremeyeceği bir yere oturup öfkemden, hırsımdan, yorgunluktan ve umutsuzluktan ağladım’ diye anlatır o günlerini. Neredeyse sakatlanacakken birlikte çalıştığı ateşçinin, gerçeği, yani nasıl bir sömürüye maruz kaldığını fısıldamasıyla bu işten de ayrılır.”

Adalet o kadar önemli bir şey ki, hiç onu anlatmaya kalkmadan aklıma gelen bir deneyden bahsetmek istiyorum. Bunun videosu da vardı hatta ufak bir aramayla bulabilirsiniz belki. İki maymunu yan yana iki kafese koyuyorlar ve ikisine de aynı anda aynı meyveden veriyorlar. Tabii ikisi de alıp yiyor hemen. Belli aralıklarla buna devam ediyorlar ve maymunlar benimsiyor artık bu durumu ama bir yerden sonra deneyi yapanlar maymunun birine daha lezzetli olan, maymunların daha çok sevdiği bir başka meyveyi veriyor ve ötekine o eski meyveyi uzatıyorlar. Veriyorlar demedim farkındaysanız. Çünkü haksızlığa uğrayan maymun o meyveyi almayı reddediyor önce, sonra alıp fırlatıyor “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” der gibi. Maymunlarda bile adalet duygusu gelişmiş, bizdeyse durumu özetleyen yine bir fotoğraf var. Mutlaka görmüşsünüzdür, bir işçi bir çukur kazıyor başında elli tane adam dikilmiş takım elbiseleriyle seyrediyorlar.

Jack London kitaplarının etkisi böyledir işte bende. Kitaptan başka her şeyden konuşabilirim böyle saatlerce. Baktım bu kitaptan da sadece iki alıntım varmış aslında ama önsözden tam üç bölümü not almışım, mutlaka bahsetmem lazım diye. Şimdi o kadar anlattım kitaplarını şöyle çok seviyorum, yazıları şöyle iyi diye ki anlatmama gerek yok bu kadar büyük bir yazarı, onu da biliyorum ama yazarımızı tanıma şansına sahip olsaydım da onla pek anlaşamazdım diye tahmin ediyorum. Özellikle parayı bulduktan sonra. Çünkü daha önce yazarın ayrıntılı biyografisini okumuştum. Belki biraz bencilce gelecek ama bence bir insan böyle yazma yeteneğine sahipse kendine de iyi bakmak zorunda diye düşünüyorum ben. Murakami’nin koşmasını, kendine iyi bakmasını o yüzden çok seviyorum. Keşke Jack London da sağlığına biraz dikkat etseymiş diye geçiyor içimden şunları okurken:

“Yazarın alkol alışkanlığını büyük bir içtenlikle dile getirdiği John Barleycorn, ölümünden üç yıl önce yayımlanır. Bu kitapta şunu itiraf etmektedir Jack London: ‘Ben yaşlandıkça, başarım büyüdükçe, daha çok para kazandıkça, dünyaya sesimi duyurma olanaklarım arttıkça, alkolün yaşantımda tuttuğu yer aynı oranda büyüdü. Uğrunda savaştığım başarı ya da para gibi şeylerin savaşmaya değmez olduğu ortaya çıktı. Geriye kala kala, beni bir kelepçe gibi yaşama bağlayan HALK kaldı.’
Böbrek yetmezliği çeken ve acısını dindirmek için bir süredir morfin kullanan Jack London, 22 Kasım 1916 sabahı odasında baygın halde bulunur; aynı akşam hayatını kaybeder.”

Daha önce Sait Faik hakkında da benzer bir alıntı yapmıştım. Yanlış hatırlamıyorsam Ara Güler’in yazısıydı, Sait Faik’in ölüm tarihini de içeriyordu yazdıkları. Tabii ki kimseyi üzmek gibi bir niyetim yoktu, tıpkı şimdi olduğu gibi ama ne diyeceğimi bilemediğim üzücü bir yorum almıştım bir okurdan. Kendisinin doğum gününde Sait Faik’in öldüğünü öğrendiği için üzüldüğünü söylemişti. Şimdi o geldi aklıma, belki 22 Kasım’da doğan birileri de vardır aramızda. Böbrek yetmezliği deyince de zaten babam geldi aklıma. Kedilerin de yaşadığı sağlık sorunlarının çoğu böbrekten kaynaklanıyormuş. Hayatta sevdiğim şeylerin imtihanı hep böbrekten oluyor o yüzden lütfen böbreklerinize iyi bakın. “Ne yerseniz o’sunuz” gibi büyük büyük sözler dolanıyor ya şimdi ortalarda. Bunun farklı versiyonları da var, ne okursanız ya da ne seyrediyorsanız gibisinden. Hepsinin doğruluk payı vardır elbette ama ben vücudumuzu sahip olduğumuz kadar sorumlu da olduğumuz bir şey olarak düşünüyorum. Yine çok uzattım farkındayım ama diyeceğim o ki yediğiniz içtiğiniz şeylere dikkat edin. Ve ardınızda zamana direnecek şeyler bırakmaya çalışın. Çünkü bakın Yeşim Dinçer’in yazısı nasıl bitiyor:

“Kırk yıl süren kısacık hayatına sığdırdığı elliyi aşkın kitap, zamanın acımasız akışına taptaze bir ruhla direnmeyi sürdürmektedir.”

İşte o direnen kitaplardan biri de kesinlikle oyun. Oyun dediği de tahmin edebileceğiniz gibi boks. “Boks sporsa savaş olimpiyattır” gibi bir söylem geldi şimdi aklıma, nerede görmüştüm hatırlamıyorum ve bilmiyorum siz ne düşünürsünüz bu konuda. Amerikan Futbolu için çekilmiş bir belgesel vardı ve kısaca emekli olan sporcuların çoğunun ciddi beyin hasarı yaşadığını ve o sporun da çok zararlı olduğunu savunuyordu. İskoçya’da da futbol kulüplerinin alt yapılarında yaşı küçük olan çocukların topa kafayla vurmaları yasaklanmış diye bir haber okumuştum yıllar önce. Yani sporların geleceği ciddi anlamda tartışılıyor aslında ama tüm bunların arkaplanında dönen çok büyük paralar olduğu için yakın gelecekte bunlar hep halının altına süpürülecek gerçekler gibi geliyor bana.

İlginçtir, yazarların da boksa ilgisi oluyor genelde. Geçen Herman Melville’in kitabında da geçmişti, “Herkesin boksu öğrenmesi gerekiyor” gibi bir şey söylüyordu kendisi. Hemingway de çok severmiş boksu. Jack London’ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Bakın kitabın arka kapağında neler yazıyor:

“Jack London, hem bir spor muhabiri hem de amatör bir dövüşçü olarak boksla yakından ilgilenmişti. Oyun, için içine para girdiğinde boks sporunun nasıl acımasız bir hal alabileceğini işleyen kısa ve etkileyici bir roman.”

Yabancı dizilerde görürüz sürekli, özellikle erkeklerin yaptığı anlamsız bir aktivite vardır. Her sene belli günlerde Star Wars’un bütün bölümlerini ya da Lord of the Rings’in tüm filmlerini bir oturuşta seyretmek gibi bir şey yaparlar. Bu bana hep çok büyük zaman israfı gibi gelir. Özellikle de her sene bunu tekrarlıyorsan. Bu serilerin fanları zaten dünya çapında çılgınlıklara imza attığı için hiç onları karşıma almadan kıyısından köşesinden de olsa onları anladığımı söylemek istiyorum. Ben de lise yıllarımdayken neredeyse belli aralıklarla Rocky serisini baştan sona seyrederdim. En azından ilk dördünü. Bakmayın böyle atıp tutuyorum ama bugün bile televizyonda denk gelsem Rocky 3'teki o Eye of the Tiger şarkısına ya da 4'teki Ivan Drago sahnelerine, kesinlikle kanalı değiştiremem. Bakmayın bunlar daha popüler ama ilk film tam anlamıyla efsanedir. Zaten daha sonra çekilen Creed filmleri de dahil olmak üzere hepsinin tohumunu ilk filmdeki o güçlü hikâye atmıştır. O filmde nasıl Rocky’nin Adrien’i varsa, bu kitapta da kahramanımızın Genevieve’i vardır. Aralarındaki aşk biraz bana onları anımsattı.

“‘Sevgilim’ ya da ‘canım’ gibi sözcüklerin ağza alınmasını neredeyse terbiyesizliğe varan bir laubalilik saydıkları için bu sözcükleri kolay kolay benimseyemediler; böylelikle, o sözcükleri çok sık kullanarak müptezelleştiren pek çok sevdalı çiftle aynı hataya düşmekten kaçınmış oldular. Uzunca bir süre sadece akşamları yan yana yürümekle ya da parkta yan yana oturmakla yetindiler; bir banka oturur, birbirlerinin gözünün içine bakar dururlardı. Akşam karanlığında birbirlerinin gözünü iyice görememeleri dolayısıyla utanıp sıkılma dertleri de ortadan kalktığı için bir saat tek kelime etmeden bakıştıkları olurdu. (s.35)”

Böyle bir aşkı bulduktan sonra ne olur sizce? Tabii ki bir şeyler ters gitmeye başlayacak. Her zamanki gibi burada size kitabın sonu hakkında tat kaçıracak bilgileri vermemeye çalışacağım ama yine ben lise yıllarındayken çekilmiş olan bir film geldi aklıma. Million Dollar Baby, Milyonluk Bebek diye çevirilmişti galiba. Sevdiğim bir arkadaşım çok övmüştü, mutlaka seyret demişti de ben de sonradan cdsi çıkınca evde seyretmiştim. Vcd’nin ilk çıktığı zamanlar zaten çok popülerdi. Bugünkü platformlar neyse o zaman da herkes evde film seyrederdi. Neyse ben taktım ilk cdyi seyrediyorum, ağır ağır ilerliyor konu. Rocky’nin kadın versiyonunu yapmışlar, iyi fikir diyorum. Sonra o dönem oyun bağımlısı olduğum için Football Manager’e dönüp, ikinci cdyi yarın seyrederim diye bırakıyorum. Filmin konusunu da hiç bilmiyordum öncesinde, özellikle sormamıştım seyrederim belki diye. Öbür gün öyle bir ters köşe olmuştum ki pişman olmuştum aynı gün devam etmediğime. Seyretmediyseniz mutlaka izleyin, çok güzel bir filmdir o da.

O filmde de olduğu gibi, siz istediğiniz kadar iyi yapın hamlenizi yapın, istediğiniz kadar güçlü olun, istediğiniz kadar çalışın sıra hayata geldiğinde o da oyununu oynayacaktır. İşte o zaman kartlar yeniden dağıtılır. Beş benzemez bir araya gelir ve sizin elinizde buluşur. Karşınızdaki suratlardan niyetler okunamaz. Burada kırk yıllık pokerciymiş gibi yazdığıma bakmayın, Dostoyevski’yi biraz fazla kaçırmaktan kaynaklanıyor. Yoksa hiç anlamam kumardan, hiç de haz etmem. Oynayanı da oynatanı da sevmem. Sadece oynatan kazanır derler ama bence oynatan bile kazanmaz bu illette. Herkes kaybeder. Uzun vadede herkes zarar görür ve yıpranır. Yuvalar yıkılır, küçücük çocuklar öksüz, yetim kalır. Amma abarttın demeyin, oyun adı altında gazozuna tavla oynamak bile o kadar tehlikelidir ki anlatamam. Hiç anlamazsınız, kazansanız da kaybetseniz de bir bakmışsınız bağımlı olmuşsunuz. Aristo’nun dediği gibi ben burada sizin kaybettiğiniz paralardan bahsetmiyorum. Önemli olan kaybedilen zamandır. Asla geri gelmeyecek olan zaman. Oynanan oyunun da sporun da hatta sizin bile ruhunuzu yavaş yavaş öldürür bu bahis belası.

Maalesef bizde de adettir. Her adetimiz de güzel olacak değil ya, biraz da kendimizi eleştirelim. Milli adı altında satılan, insanların her sene kuyruklara girip aslında hayallerinden vazgeçtikleri o piyango biletleri aslında toplumu içten içe yıkar. “İnsanlar o biletlerle hayal satın alır.” demişti lisedeki çok sevdiğim Alp Hocam. Buradan ona da selam olsun, o zaman tabii yaşımız da küçük, inanmıştım hemen ona. Bu tabir hoşuma gitmişti, hemen aklıma yazmıştım. Tabii o zamanlar şimdiki imkanlar yok. Geçen bir Ted konuşmasında denk geldim, adam bu piyango saçmalığını o kadar güzel anlatıyordu ki hemen özet geçeyim. 20 dolarınızı alıp rulette 20 kere üst üste kırmızı rengine koyarsanız ve sürekli kırmızı gelirse, piyangodaki büyük ikramiyeyi kazanabilirsiniz diyordu. Üstelik bunun olma ihtimali size piyango çıkmasından çok daha fazlaymış. Ama bu çılgınlığı yapacak bir kişiyi bile bulamazsınız ama nedense insanlar piyango alır, diyordu. Hadi bunlar yine mat 1 konuları, basit dört işlem. Peki piyango almanın zihninize yaptığı kötülükleri hiç düşündünüz mü daha önce? Paralarınızı cebinizden alıp size “Kazanırsam ne olur?” düşüncesini sattılar ve daha da kötüsü bunu insanlara hayal kurmak olarak yutturdular. Oysa bunun hayalle uzaktan yakından alakası yok! Çünkü kazanmak için sizin yapabileceğiniz hiçbir şey yok.

Bir şeyin hayal olabilmesi için önce “3 D” olması gerekir diye açıklıyor orada. “Dream, Direction, Disipline.” Zaten anladınız ama ille de Türkçe olsun diyenler için 3 D’yi “Düş, Doğru yönde atılan adım ve Disiplin” olarak çevirebilirim unutmamanız için. Neydi bunlar unutmayalım: Bir şeyin hayal olabilmesi için gerekli olan üç şey. Önce hayal kuracağız, sonra o hayali gerçekleştirmek için bir şey yapacağız ve o yaptığımız şeyi disiplinli bir şekilde yapmaya devam edeceğiz. Bu üç adımı çocukluğumuzdan beri hepimiz içgüdüsel olarak bilirmişiz aslında ve büyüyene kadar başardığımız her şeyde bunu uygularmışız. Ama büyüyünce bize piyango alarak hayal aldığımızı yutturdular. Herkese “büyük ikramiye çıkarsa ne alırım” diye düşündürdüler. Ama ondan sonra yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığı için bu döngüyü bozmayı başardılar. Disipline daha geçemedik bile farkındaysanız. Daha ilk d’de kaldık. Ve bu öğrenilmiş döngü hayatımıza da sirayet etti. Sadece bir şeyleri isteyip onlar için hiç uğraşmaz, hiç çalışmaz olduk. Böylece bütün hayallerimizden olmuş olduk. Çünkü hayal kurmayı unuttuk.

“Demek ki, yaşamındaki her şeyin üstüne -halıların da, mobilyaların da, yeni kiralanan minicik evin de; buluşmaların, gezmelerin de; yıldızların altında geçirilen haz dolu saatlerin de; kendini sevgilinin kollarına bırakmanın verdiği doyulmaz heyecanın da; sevmenin ve sevilmenin de- her şeyin üstüne böylece, bir anda sünger çekilmiş oluyordu. Hiçbir zaman anlayamadığı ‘oyun’un ona ettiği oyundu bu. ‘Oyun’un fendi karşısında ağzı açık kalakalmıştı Genevieve: Erkeklerin ruhunu pençesine alan; pençesine aldığı erkekle oynaşıp sonra ona ihanet ediveren; pençesine aldığı erkekle oynaşıp sonra ona ihanet ediveren; onun uğrunda canlarını tehlikeye atan erkeklerin kanını tutuşturarak tehlikeden tehlikeye atılmalarına neden olan; kadınların erkeklerini ellerinden alıp dilediği gibi gönül eğlendirdikten sonra, erkekten kalan artıkları alay edercesine kadınlarının önüne fırlatan; kadınların kısmetine sadece, erkekleri için saçlarını süpürge etmek, erkekleri için didinmek, erkeklerine çocuk doğurmak, erkeklerinin huysuzluklarına katlanmak düşerken, erkeklerin el emeklerinin ve alın terlerinin ürünlerini acımasızca sömüren; erkeklerin yüreklerine taht kurmuş şu müthiş ‘oyun’un fendi karşısında afallamış kalmıştı. (s.79)”

Böyle bitiyor bir kitap daha, bir oyun daha. Yazarımız hayatın gerçeklerini böyle suratımıza vuruyor. Ben de bu kitabı okuduktan sonra acayip gaza geldim ve kalan beş günde, hiç alışkın olmadığım şekilde saatlerce ders çalıştım. Sınavda sorumlu olduğumuz on yönetmeliğin hepsini okudum. Kanunu burada size 3 D’yi anlattığım gibi anlatmaya çalıştım. Ve sorulan dört soruyu yarım saatte yazıp yüzlük kağıdı gözlemcilere teslim ettim. Bu soruları geçen sınavda sormuş olsalardı en az elli alır ve yine geçerdim aslında. Zaten o zaman da çalışmamamın nedeni bu tarz sorular sorulur diye hayal etmemdi. Hayal değil pardon, beklenti diyeyim ona ben. Çünkü hayal kurmanın peşinden harekete geçmenin gelmesi gerekir.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder