27 Haziran 2024 Perşembe

Doğum Günü Kızı

 

Doğum Günü Kızı, Birazcık Lüks, Kalan Yaşamın Provası, Metin 2 ve “Her Sene Değişiyor”

Murakami hayranlarının dikkatini çekmiştir mutlaka. Benim bildiğim kadarıyla yine Doğan Kitap tarafından çıkarılan ve illüstrasyonları Kat Menshick’e ait olduğu, kalın kapağıyla ve kuşe kağıdıyla tam hediye etmelik olan dört tane kısa hikâye kitabı var yazarın. Bunlardan biri de bu kitaptı ve hazır bulmuşken hemen okuyayım dedim. Bu arada “Metin 2” 2005'te çıkmış Güney Kore yapımı çok oyunculu bir çevrimiçi rol yapma oyunudur. Adında neden metin geçiyor hiçbir fikrim yok. Zaten başlarsam bırakamam diye hiç oynamadım o tarz oyunları ve kendimce espri yapmaya çalıştım orada. Hiç bilmeyenler için açıklamak istedim.




“Doğum Günü Kızı” içindeki resimlerle birlikte sadece 60 sayfadan oluşuyor ve ben bu kadar kısa bir kitap hakkında ne anlatabilirim ya da bir alıntı mı yapabilirim, hiçbir fikrim olmadan kitaba başladım. Bilin bakalım ne oldu? Kitabın son sözü beni kitaptan daha çok etkiledi.

Eylül 2017'de yazılmış bu son söz, kitabın neden kaleme alındığını anlattığı için muhtemelen çok hoşuma gitti. Bakın, bu son söz nasıl başlıyor:

“Beş yıl kadar önce, doğum günlerini konu alan öyküleri toplayacağım bir seçki oluşturmaya karar verdim; on öykü topladım Doğum Günü Öyküleri için ve onları Japoncaya çevirdim. Ama bir kitap oylumuna ulaşması için biraz eksik kalınca kendim de bir tane doğum günü temalı orijinal öykü yazmaya karar verdim. Bir yazarın seçki hazırlarken faydasını gördüğü şeylerden biridir bu. Bir tema üzerine eserleri tararken yorulursa ya da tıkanırsa, ‘Off ya, çok zahmetli bir iş bu!’ der ve kendisi de bir tane yazıverir.”

Son kelime ne kadar etkileyici değil mi? “Bir tane yazıverir” diyor, sanki çok kolay bir şeymiş gibi. Ama tabii ki bu bir yazar için, özellikle Murakami için o kadar da zor değil. Elbette, bazen bunu ben de yaşıyorum.

Başkasına iş buyurmakta mesela. Eisenhower matrisi miydi, penceresi miydi neydi? Önemli işler, acil işler ayrımı var ya hani. Bir kare bir pencere gibi düşünün, dört parçaya böldüğünüz işte bir tarafta acil işler, bir tarafta önemli işler, hemen altında da acil olmayan işler ve önemsiz işler diye parçaya bölersek ve işlerimizi buna göre sıralarsak, bütün işler aslında bu dört sınıfa giriyor. Önemsiz ve acil olmayan işlerle zamanımızı kaybediyoruz. Önemli ve acil işler dururken, ilk bizim yapmamız gereken önemli ve acil işleri halletmek. Daha sonra önemli ve acil olmayan işlere zaman ayırmak. Çünkü bunlar önemli işler. Daha sonrasında zamanımız kalırsa önemsiz ve acil işlere bakabiliriz. Ama acil olmayan ve önemsiz işlere, yani o en köşedeki işleri olabildiğince diğer insanlarla paylaşmak hatta gerekirse yapmamak gerekiyor. Çünkü bunlar önemsiz işler, adı üzerinde.


Ama yazarken tabii öyle olmuyor. Çok güzel yazılar toparlamaya çalışmak, bir yerlerden alıntılar yapmak, gelen mailleri taramak, size sunulan yazıları, yeni kitapları okumaya çalışmak. Gerçekten bazen bu kadar çok işin arasında kendin yazmaya çalışmak daha kolay gelebilir. Bu kadar uğraşana kadar ben bir hikaye yazardım dediğiniz olabilir. Son söz nasıl devam ediyor? Son sözün de bu arada hepsini aldım sanırım, çok güzeldi çünkü bence. Umarım bir problem olmaz.

“Peki doğum günlerini konu edinen bir seçki hazırlamak nereden aklıma gelmişti? Çünkü eskiden beri doğum günlerinin enterasan olduğunu düşünürüm. Bu dünyada yaşayan herkesin bir doğum günü vardır; tıpkı herkesin bir göbek deliği olduğu gibi. Hiç doğum günü olmayan olmadığı gibi iki tane doğum günü olan birisi de yoktur (muhtemelen öyledir diye düşünüyorum). Bir nedenden ötürü ‘Tam doğum günümü bilmiyorum’ diyen insanlar da olabilir, ancak bu durumda da, bir güne ‘Bugün benim doğum günüm’ diye bir kez karar verince, o gün artık o kişinin doğum günü olur. Hiç kimse de (muhtemelen) ona karşı çıkmaz. Zenginlere de fakirlere de, ünlülere de tanınmayan kişilere de, uzun boylulara da kısa boylulara da, çocuklara da yetişkinlere de, iyilere de kötülere de; herkese bu ‘özel gün’ yılda bir kez verilmiştir. Adil bir şekilde. Ve bu durumun bu kadar adil olması çok harika bir şey, öyle değil mi?”

İşte böyle bir bakış açısını görünce yazarın, ben de doğum günlerine artık farklı bir gözle bakmaya başladım. Doğum günleri gerçekten özel. Ben de çok fazla doğum günü kutlayan bir insan değilim. Yazın doğmanın bir avantajıyla bana göre okullarda hiçbir zaman kutlanmadı doğum günüm. Hep tatile denk geldiği için ve zaman zaman farklı şehirlerde olurdum, özellikle okuduğum zamanlar. Tanımadığım insanlara hiç doğum günümü paylaşmam bile. Çünkü bu hem bana özel olmasını isterim hem de bilmiyorum yani, bir yaş daha yaşlanıyoruz aslında ve yaşımı da ben açıkçası çok burada zaman zaman bahsediyorum ama genel bir cevabım vardır yaşım sorulduğunda: “Her sene değişiyor” derim. Bir yerden sonra çünkü takip etmekte zorlanıyorsunuz. O yüzden yaşlılarda özellikle dikkat ederseniz doğum tarihlerini söylerler yıl olarak, işte “70'te doğdum” gibi. Bırakın karşı taraf hesaplasın gibi bir mantık da var mıdır bilmiyorum ama insan sürekli doğum gününden sonra o yaşa, özellikle de böyle 20'lere girdiğinde mesela ya da 30'lara, 40'lara, 50'lere, o onar onar dilimlerde her seferinde daha bir artıyor. 30'lar çok başkaymış ya da 40, “Oo artık 40 oldum”, 50, “Artık 50”. Bilmiyorum, anlatabildim mi? Ama hep her seferinde o yaşın bir olgunluk getireceği düşüncesi de olabiliyor ama bir yandan da bunun öyle olmadığını, hala içimizde o çocukça hislerimizin kaldığını da görüyoruz sanırım. Bence doğum günlerinde kutlamamız gereken aslında annelerimiz. Yani ben doğum günümde hep aklıma annem gelir, daha çok onu düşünürüm, onu hatırlarım eski zamanları. Çünkü asıl iş orada, sen sadece doğuyorsun, başka hiçbir şey hatırlamıyorsun da. Asıl orada çileyi, zorlukları onlar çektiler. Bu hayata bir çocuk getirmek hiç kolay değil, bunun sadece kararını alabilmek bile. O yüzden bence zaten doğum günlerini annelerle kutlamak gerekir, anneler günü gibi dünyada ya da kadınlar günü gibi. Benim çok tasvip etmediğim bir şey sanki bir saygısızlıkmış gibi. Çünkü senede bir gün sadece onlara, onları hatırlamak. Bir erkekler günü yok mesela ama kadınlar. Gerçi ona da Emekçi Kadınlar diyorlar. Çok da bilmiyorum bizim ülkemizde bunun farkında mı insanlar ama o tarz günlerde. Evet, bence doğum günleri daha özel, daha kutlamaya müsait, daha kutlanması gereken diyeyim en azından. Ve bence bugünlerde annelerinizi hatırlayın, onları arayın, sorun, mümkünse ziyaret edin, onlarla görüşün ve umarım aranızda iyidir diye tahmin ediyorum. Hayattalardır diye düşünüyorum, diğer durumlarda zaten siz daha iyi bilirsiniz ne yapacağınızı diyerek alıntımıza, son söze, son sözümüze devam ediyorum:

“Bu anlamda ben doğum günü dostuyum. Her zaman doğum günlerinin yanındayım. Arkadaşlarımın doğum günlerini kutlamak ve onlara hediye vermek isterim, kendi doğum günümde de kendime hediye alırım. Kendime hediye seçimim genelde şöyledir: ‘Normal bir günde kendime almayacağım bir şey olmalı’ diye düşünürüm. ‘Erişemeyeceğim bir şey’ denilecek kadar pahalı bir şey değil tabii (Ferrari California gibi), normalde kolay kolay almayacağım bir şey. Yani, ‘birazcık lüks’ olarak nitelendirilecek bir şey. Mesela geçen sene paraya kıyıp kendime Bruce Springsteen’in The River Box (4 adet CD, 3 adet DVD) setini satın aldım. İçindeki müziklerin yarısına yakınına zaten sahiptim, ama birkaç tane yayımlanmamış parça ile son derece özenle hazırlanmış bir kitapçık da vardı sette; hem de müziklerini çok sevdiğim için yirmi bin yen kadar ödedim. Doğum günüm olduğundan bu kadar müsriflik yapabilirim, diye düşündüm.”

Bu konuda yazara katılıyorum. Birine hediye alma konusunda kötüyüm, ama kendime hediye almayı severim. Bazen canımın çok çektiği bir şeyi, normalde para harcamak istemeyeceğim bir şeyi, özellikle doğum günlerimde alırım. Bir ara bunu kitaplar için yapmıştım. Malum, ülkemizde kitaplar pahalı ve ne yazık ki sürekli fiyatları artıyor. Özellikle okumak istediğim, kütüphanemde bulunmasını arzuladığım bazı kitapları, “Bu kitabı doğum günümde alayım,” diyerek bir sene bekliyorum. O zamana kadar bir yerde karşıma çıkmıyor, elime geçmiyor, kütüphanelerde olmuyor ve hala okumamış oluyorum. Hala o kitabı merak ediyorsam, bunu bir fırsat bilip doğum günlerimde kendime kitap alıyorum.


Son birkaç senedir doğum günüm haricinde yeni bir kitap almamak gibi bir karar aldım. Artık bunu çok uygulamıyorum ama yine de dikkat ediyorum. Çünkü kitaplar da birikiyor ve evde koyacak yer problemi oluyor. Bir de okuyup bitirince… Daha önce bahsetmiştim sanırım, Japonca bir terim var: “tsundoku” (kitap biriktirme hastalığı). Kitapları çok fazla edinirseniz ve okuyamazsanız, onlar sürekli birikiyor. Şu an mesela bitirdiğim kitaplar hakkında yazılarım o kadar çok birikti ki, yeni kitap okumaya ara verdim diyebilirim.

Bu bayram tatilini de biraz bahane ettim aslında. Çünkü bir kitabı bitirince bir bölüm yapayım, artık bir de sadece yazması değil, bunları seslendirmeye de çalıştığım için inanılmaz bir yığılma oldu. Bilmiyorum bunun üstesinden nasıl kalkabilirim. Şu an yeni bir deneme yapıyorum, doğaçlama bir metne bağlı kalmadan, aslında elimde alıntılar var ama ikinci planda. Buna da “Metin 2” diyorum, yani ikinci planda olan metin. Artık alıntıların üzerine zihnimdekileri direkt aktarmaya çalışacağım. Ne kadar sürdürebilirim, ne kadar başarabilirim bilmiyorum. Çünkü bu konuda özellikle yakın çevremden eleştiri alıyorum. Bazı arkadaşlarım, “Okuduğun çok belli oluyor,” diyorlar. Haklılar çünkü okuyorum. Onu belli etmemek ayrı bir profesyonellik gerektiriyor. Şu an o seviyede değilim ama ilk bölümlere nazaran daha iyiyimdir herhalde diye düşünüyorum. Bundan sonra bakalım bu şekilde nasıl gidecek. Bunları da sonra yazıya çevirmek… Gerçi YouTube’da falan otomatik altyazı çıkıyor ama onu alabilir miyim, kullanabilir miyim bilmiyorum. Belki yazarımızın dediği gibi en baştan yazmaya da çalışabilirim veya yazıları paylaşmamak gibi bir durum olabilir. Bu da bir seçenek. Ya da sadece alıntıları paylaşmak gibi. Bilmiyorum, zaman gösterecek bazı şeyleri.

Diyerek devam edeyim yazarımızın son sözüne. Son sözden başladığım ilk kitap oldu bu sanırım. Tabii ki okumaya son sözden başlamadım, ama anladınız siz. Ayrıca bu soruyu size de sormuş olayım. Çünkü yazarımız bize soruyor:

“Peki ya siz, yirminci doğum gününüzde ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Ben çok iyi hatırlıyor musunuz? Ben çok iyi hatırlıyorum. 12 Ocak 1969; buz gibi soğuk, hafif bulutlu bir kış günüydü, bir kafede yarı zamanlı garsonluk yapıyordum. O gün izin kullanmak istesem de vardiyamı değişecek birini bulamamıştım. O gün neticede son ana dek eğlenceli tek bir şey bile yapamadığım gibi, o günün kalan yaşamımın bir provası olduğunu da hissetmiştim.
Bu öyküdeki kız yalnız başına, tıpkı o zaman benim olduğum gibi hiç de ilginç olmayan bir şekilde geçiriyor yirminci doğum gününü. Gün batıyor, üstüne bir de yağmur yağıyor. Kız o gece son ana dek büyük bir değişim olmasını beklemiş miydi acaba?”

Evet, yavaş yavaş yazar kendi kitabından spoiler veriyor. Ben de kitaba giriş yapayım bu vesileyle ve önce yazarın sorduğu soruya kendim cevap vereyim. Açıkçası ben 20. doğum günümü hatırlamıyorum. 20'ye çok takılmış yazarımız burada. Bilmiyorum, belki Japon kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bizde 18 belki daha hatırlanıyor birçok şeye izin çıkması bakımından; ehliyettir. Bizdeki nasıl 18 yaşı önemliyse belki Japonya’da da bu 20'dir. Çok emin değilim, bu konuda bilgim yok. Ama 20. yaş günümü hatırlamıyorum mesela. 21'i, 22'yi, hiçbirini hatırlamıyorum. Geçen seneyi acaba hatırlıyor muyum, onu bile düşünmem lazım. Ama insan, özellikle kötü hissettiği bir doğum gününde hayatını da sorgular, sorgulayabilir. Bundan sonraki hayatım böyle mi geçecek? Ben bunun için mi yaşıyorum?

Kalan yaşamımın bir provası,” diyor mesela. Burası çok etkileyici bir cümle. Aslında her günün aynı geçmesi büyük bir sıkıntıdır, zaten bir problemdir. Bir düzeltilmesi gereken… Her gün aynı güne uyanan bir adamı konu alan çok güzel bir film vardı. Groundhog Day miydi? Her gün aynı güne uyanıyordu adam. Bunu da bir arkadaşıma önermiştim ve beğenmemişti. “Ne biçim bir film bu?” demişti. Ama ben yine yeri gelmişken önereyim size. Bence güzel bir filmdi. Kitabımızda da ana bir kahramanımız var: doğum günü kızı. Adı üzerinde, kız doğum gününde, 20. yaş gününde, aynı yazarımız gibi çalışmak zorunda kalıyor. İzin alamıyor, çalıştığı restorandan. Ve restoranda gizemli bir karakter var. O karakterle ilk defa karşılaşıyor. Restoranın sahibi, kendi patronu genelde ilgileniyor onunla. Ama kendi patronunun işi çıkıyor ve restoranın sahibine kendisi hizmet vermek zorunda kalıyor. Aynı binada ve onunla karşılaştığında bu gizemli adam da onun doğum günü olduğunu öğrendiğinde şöyle diyor:

“‘Ne var ki, tek bir dilek hakkın var, iyice düşünesin’ dedi yaşlı adam bir parmağını havaya kaldırıp. ‘Tek bir dilek. Sonra kararını değiştirip vazgeçemezsin.’” (s.60)

Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan bir cin gibi aslında bir şey dilemesini istiyor. Ne olursa, ama şartı bu. Değiştiremezsin. İşte böyle bir dilek hakkınız olsaydı, ne dilerdiniz? Aslında kitap bunu soruyor size. Bu açıdan çok güzel. Bu açıdan Murakami yine yazmış diyeceksiniz. Yani bu soruyu kendinize sorduğunuzda ayrı bir farkındalık geliştiriyorsunuz. İşin güzel yanı da burada. Size spoiler vermem de mümkün değil kızın ne seçtiği, ne dilediği ile ilgili çünkü onu da vermiyor, onu da paylaşmıyor bizimle. Sadece yaşlı adamın cevabını öğreniyoruz. O cevabı da paylaşmak istiyorum hemen:

"'Yoo yoo' dedi yaşlı adam iki elini kaldırıp bayrak gibi havada sallarken. 'Hiç de uygunsuz değil. Şaşırdım yalnızca, küçükhanım. Yani, başka dileyecek bir şeyin yok mu ki? Mesela, öyle ya, çok daha güzel olayım, daha zeki olayım, zengin olayım gibi; normal bir kızın dileyeceği türden bir şey dilemek istemiyorsun, öyle mi?'" (s.46)

diye soruyor bu yaşlı kahramanımız. Güzel olayım dememiş, yani zeki olayım da dememiş, zengin olayım da dememiş. Geriye ne kalıyor acaba? Yani ne dilemiş olabilir kahramanımız burada? Hakikaten bunu size de sormuş olayım bu vesileyle. Bence kitabı da okuyun, daha etkili olur. Belki ben gözden kaçırmışımdır, belki bahsetmiştir yazar, daha fazla ipuçları vermiştir. Son bir tınım daha var aslında, orada biraz ipucu verir gibi oluyor ama yine net değil konu. Ama bunları içermeyen bir şey dilesen ne dilerdiniz? Ya da önce bunları mı dilerdiniz? Önce bir zengin olayım, önce bir çok akıllı olayım, çok zeki olayım ya da güzel olayım… Bunların hepsi zaten bir şekilde sizi mutluluğa eriştirir mi? Mutlu olayım mı demiştir acaba? Mutluluğun bir formülü…

Kız ondan sonra mutlu da değil işin garibi. Neyse, ben son alıntımı geçeyim, daha fazla beyin yakmadan. Son alıntımı geçmeden de şunu söyleyeyim: Bunu aslında bir arkadaşına da söylüyor. Arkadaşı da şaşırıyor. “Ama merak etme, sana sormayacağım bunu,” diyor. Sadece bunu açıkladığı arkadaşı ona yine başka bir şey soruyor. Bu sefer bu soru da aslında çok düşündürücü geliyor. Şu şekilde:

“‘Benim bilmek istediğim, o dileğinin her neyse, daha sonra onu seçmiş olmaktan pişmanlık duyup duymadığını merak ediyorum. Diğer bir deyişle, keşke başka bir şey dileseydin diye düşündün mü hiç?’
‘İlk sorunun yanıtı, hem evet hem de hayır. Daha önümde uzun bir yaşam var, gelecekte neler olacak neler olmayacak emin olamam.’
‘Zaman alan bir dilekmiş desene.’
‘Öyle’ dedi. ‘Zamanın önemli bir işlevi var dileğimde.’” (s.54)

Yani arkadaşı burada aslında soruyor: “Pişmanlık duydun mu, pişman oldun mu bu dilekten?” Çünkü nasıl olmazsın ki? Düşünsenize, bir şey dileyeceksiniz ve o olacak. “Keşke onu dilemeseydim,” diyeceğiniz çok fazla senaryo olabilir. Bir de böyle şeyleri aniden pat diye sorarsa birisi, cevap veremezsiniz yani muhtemelen. Çünkü bunun üzerine daha önce düşünmemişsiniz. Böyle şeylere direkt cevap verebilmek için onun üzerine kafa yormak gerekir. İşte bu kitap da bence size en azından bunları sormanızı, sorgulamanızı, hayattan ne istediğinizi, yaşama amacı derler ya, işte belki onu bulmanızı sağlayabilir. Çok mu şey atfetmiş oldum “Doğum Günü Kızı” kitabına bilmiyorum. Ama özellikle doğum günü olan bir arkadaşınıza hediye edilebilecek çok güzel bir kitap, çok güzel bir öykü ve muhteşem bir son söz barındırıyor.

Tamamını da okudum neredeyse son sözün. Buradan Murakami’ye de teşekkür edeyim. Her bölüm birilerine teşekkür etmek gibi bir bağımlılık oluştu bende de bu arada. Bugün doğum günü olanların da doğum günleri kutlu olsun, mutlu, huzurlu, sağlıklı nice yıllara!

NOTBu yazı, ilk olarak 27 Haziran 2024'te aşağıdaki videoda yayınlanmış podcast bölümümün otomatik olarak oluşturulan altyazısının ChatGPT yardımıyla metne çevrilmiş halini içerir. Tabii çokça düzenleme yaptım ama yine de gözümden kaçan hatalar olabilir. Eğer bir mahsuru yoksa yaşadığım zaman darlığından ötürü bundan sonra kitaplarla ilgili olan yazılarımı bu şekilde metne bağlı kalmadan doğaçlama konuşmalarımdan uyarlamayı düşünüyorum. Dolayısıyla yazılar biraz gecikebilir ama bölümleri yine zamanında, her Perşembe saat 19'da yayınlamaya çalışacağım. Hatta bu konuda kendimi biraz geliştirebilirsem haftada iki gün yapmaya da başlayabilirim. Ancak eğer yazılar okunacak gibi değilse ya da sizi rahatsız ettiyse, hiç çekinmeden yazabilirsiniz. Çünkü benim de içime sinmedi aslında. Yol yakınken vazgeçebilirim bu sevdadan.

20 Haziran 2024 Perşembe

Berci Kristin Çöp Masalları

Berci Kristin Çöp Masalları, Kendine Yoksul Diyememek ve Rafine Zevkim: Podcast

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünü okumuştum daha önce. Bu kitap da yazarımızın hemen ondan bir yıl sonra yazdığı ikinci kitabıymış ve benim okuduğum İletişim yayınlarının 2017'de basılmış olan 6. baskısıydı. Kitapsa 1984 yılında yazılmış. 143 sayfalık bir oturuşta bitirilebilecek bir masal niteliğinde.



Yazarımız da bir romandan çok masal yazdığını söylemiş ve kitabın isminde belki de bu yüzden masal kelimesini kullanmıştır. Çünkü bu kitap bir roman mı yoksa masal mı diye ciddi ciddi tartışılmış zamanında. Sanki roman olmazsa yazılan şey değersizleşiyormuş ya da yazarlar illa roman yazmak zorundalarmış gibi. Yazmak en özgür olabildiğimiz alan zannediyoruz ama işte ona da karışanlar çıkıyor mutlaka bir yerlerde.

Sevgili Arsız Ölüm bana özellikle önerilmiş, mutlaka oku, denilmiş bir kitaptı. Onu okumaya başladığımda çok şaşırmıştım. Bütün kitap bu şekilde yazılmış olamaz, diye düşünmüştüm ama tabii ki yanılmıştım. Daha önce bana defalarca kurduğum uzun cümleleri kısaltmam gerektiğini söyleyen hocam sonunda dayanamamış ve bana o kitabı önermişti galiba. Bunu da şimdi fark ettim. Şimdi de böyle bir cümle kurunca pek işe yaramamış gibi gelebilir size ama etkilenmiştim gerçekten. Bir de masalların o özgür dünyasını çok seviyorum. Yazması o kadar eğlenceli ki mutlaka herkesin denemesi gerekiyor bence. En azından çocuklarınıza kendi uydurduğunuz masalları anlatmayı deneyebilirsiniz. Yalnız bu kitap için masal deyince çocuklar için yazılmış gibi düşünmeyin. Bu kitap büyükler için yazılmış bir kitap. Ben bile okurken zorlandım bazı yerlerde.

Yazarımız zaten büyülü gerçekçilik deyince bizim edebiyatımızda akla gelen ilk isimlerden biri. Ben kitap hakkında yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım açıkçası. Okuma grubumun ben katılmadan önce konuştuğu son kitap buydu ve Sevgili Arsız Ölüm’de aklımdan çıkmayan “Şiirlerimi yaktılar” bölümünün hatrına bu kitabı alayım dedim görür görmez. Ki ben şiir okumayı pek sevmem, şiir de yazamam hiç. Sevmeme sebebim de güzel okuyamamaktan kaynaklanıyor aslında. Sanki ziyan ediyormuşum gibi geliyor okurken. Bu kitapta da korktuğum başıma geldi, yarısından sonra koptum resmen. Böyle bir kitaptan nasıl bahsedebilirim, ben ne anladım ki ne anlatayım diye kara kara düşündüm. Tabii öncesinde kitap hakkında yazılanlara, söylenenlere de baktım. Yazarın bulduğun röportajlarını da dinlemeye çalıştım. En azından iki alıntım var onları okurum diye bir karar verdim en sonunda. Bir de ilk cümlemiz var. Zaten ben kitap özetleri çıkarmıyorum biliyorsunuz ama bu kitabın da özetini kolay kolay çıkaramaz kimse. Nedenini büyülü masalımızın başladığı şu cümleyi paylaştıktan sonra kendimce açıklamaya çalışayım:

“Bir kış gecesinde, gündüzleri kocaman tenekelerin şehrin çöpünü getirip boşalttıkları bir tepenin üstüne, çöp yığınlarından az uzağa, fener ışığında, sekiz kondu kuruldu.”

Hani ben sürekli kahramanımız şöyle diyor, böyle yapıyor gibi bir kalıp kullanıyorum ya sürekli işte onu bu kitap için yapamayacağım. Çünkü bu kitabın kahramanı bir insan değil de bir mekan: Çiçektepe. Gerçi asıl bu değil başta, sonradan bu ismi alıyor ona da girersem hiç çıkamam ama dediğim gibi kitapta 21 bölüm boyunca anlatılan bütün hikâyelerin başrolünde aslında bir gecekondu mahallesi var. Gel de anlat bakalım kolaysa. Her şeyi de devletten beklememek lazım derler ya o misal benim de bu kitap için elimden gelen sadece birazcık giriş yapmak olacak muhtemelen. Hemen beni en çok etkileyen ve bu mahallenin bir anlamda nasıl ve ne zorluklarla kurulduğunu anlatan bölümle başlayalım:

“Rüzgâr vurdukça çın çın öten tabakların sesini dinleye dinleye uykuya geçtiler.
Çatıların üstündeki tabaklar tek tek uçup gitti. Naylonlar, kilimler savrulup yere serildi. Briket aralıklarından konduların içine su doldu. Orta yerde göllendi. Çatı deliklerinden beşiklerin üstüne bir karış kar yağdı. Bebekler ağlaşana kadar hiç kimse uyanmadı.
Kadınlar neden sonra kalkıp kırık fenerleri yaktılar. Konduların ortasına ark yapıp göllenen suları dışarı akıttılar. Şiltelerin üstündeki karı çırptılar. Konduların üstüne kilimleri, savanları örttüler.
Kondulardan biri rüzgâra dayanamayıp sabaha karşı çöktü. Çatıyla birlikte ampul fabrikasının bahçesine uçan bebek, taşların altında sıkışıp öldü. Sabah bebeği eski bir şilteye sardılar. Üç erkek şilteye sarılı bebeği yanlarına alıp uzak bir mezarlığa vardılar. Mezarlığın duvarından gizlice içeri atladılar. Bebek, şilteyi usulca toprağa bırakıp kanatlandı. Annesi arkasından saçlarını yoldu. Entarisinin döşünü yırttı. Eteğine taş doldurup tepenin burnuna çıktı. Söve saya rüzgârı taşa tuttu. Kadını çeke çeke burundan aşağı indirdiler. O günden sonra bu buruna ‘Kovma Burnu’ dediler.” (s.11)



 

Daha kitabın başlarındayken bu cümlelerle karşılaşmak benim için yıkıcı oldu. Bu kadar büyük travmaları sanki hergün yaşanan sıradan bir olaymış gibi anlatıyor yazar ve garip bir şekilde böyle yaptığında çok daha çarpıcı oluyor bütün olaylar. Böyle kitapları okudukça daha kat edilecek çok uzun yolum varmış gibi hissediyorum. Belki tam olarak anlayamıyorum ama en azından okuyorum ve yazmaya çalışıyorum diye de kendimi avutuyorum. Yazarın en son youtube’da “yayınağacı” kanalındaki on dakikalık videoya sığdurdığı güzel sözlerini not aldım ve yine benim en çok etkileyen bölümü istiyorum. Yazarımız diyor ki:

“Yoksulların arasında büyüdüm ve kalbim hep onlarda kaldı. Tabii ki yazı yazan biri artık kendine yoksul diyemez ama yoksulluk duygumu koruyarak yazmak istiyorum.”

Belki yine yanlış anlamışımdır ama “yazan biri kendine yoksul diyemez” dedi ya orada durdurdum ben videoyu. Yanlış mı duydum diye tekrar dinledim. Sonra düşünmeye başladım. Bence burada yazarlar çok para kazanır gibi bir şey demek istemiyor. Çünkü en azından bizde durum hiç de öyle değil. Ama yazmak da lüks gibi bir şey aslında. Ben her yerde yazıyorum, herkes yazabilir ve yazmalı diye ama içten içe de biliyorum ki bu mümkün değil maalesef. Çünkü insanlar hayatlarını devam ettirebilme mücadelesinde bir yandan. Çok ağır şartlarda çalışmak zorunda birçok insan. Bırakın yazmayı, okuyacak vakti yok kimilerinin.

Podcast bile mesela, bizim ülkemizde hâlâ tam anlamıyla anlaşılabilmiş bir şey değil. Bana göre biz podcast dinleyebilenler olarak şanslı bir azınlığız. Burası diğer platformlara kıyasla spordaki golf gibi. Tıpkı golfteki gibi gençlik, fiziksel kondisyon ya da fit bir vücut gerektirmiyor. Yeter ki paranız ve zamanınız olsun. Rafine zevk derler ya, onun gibi bir şey. Podcast yapmak için güzel bir sese ya da büyük bir bilgi birikimine gerek yok bence. Hatta paraya bile gerek yok, basit bir internet bağlantısı ve ses kaydı alan sıradan bir telefonla bile ücretsiz şekilde yapabiliyorsunuz. Ama dinlemek için de yapmak için de hatırı sayılır bir zaman gerekiyor. Ve bu zamana sahip olan insanlar kendine yoksul diyemez. Çünkü bu en büyük zenginliktir bana göre. Bu kitaptan bahsederken de golften örnek veren benden başka bir manyak yoktur herhalde, neyse gelelim yine kitabın başlarında geçmesine rağmen benim son alıntım olan şu paragrafa:

“Sırma’yı okuyup iyileştirmesi için mahallenin en yaşlığı Güllü Baba’yı çağırdılar. Güllü Baba bastonuyla yeri yoklaya yoklaya geldi. Sırma’nın başına çömeldi. Elleriyle arayıp Sırma’nın seğiren bedenini buldu. Yüzünü elinin altında sıçrayan küçücük kıza verdi. Sonra bastonunu dayayıp uzun uzun okuyup üfledi. Sırma’nın titremelerini eliyle dinleye dinleye içi birden doldu. O da Sırma gibi bir ağıda tutuldu. Sırma ipleri gere gere sarsıldıkça o da sarsıldı. Sırma, Güllü Baba’nın büzülmüş gözlerinden akan yaşa baka baka duruldu. Titremez oldu. Güllü Baba da gözlerini silip sustu. Soluğunu onun çamura bulanmış yüzünde gezdirdi, ‘Sırma bıldırcın, ağlama, çözsünler seni, teneke topla,’ dedi. Sırma’nın ellerini çözdüler. Sırma usulca başına toplanan kalabalığı yardı. Teneke toplamaya başladı.” (s.13)

Burayı okurken benim aklıma bir teyzem gelmişti. O da o kadar duygusal bir insandır ki karşısında ağlayan birini görünce oturur yanına ve başlar ağlamaya. Hiç neden ağlıyor, derdi nedir falan bilmesine bile gerek yok. Ben de onu ilk bu halde görünce tabii dayanamamıştım, sormuştum hemen neden ağlıyorsunuz diye. Sonra annem anlatmıştı. Çocukluğundan beri böyleymiş, anneannem ağlayınca yanına kıvrılırmış kedi gibi. Annem de onları teselli etmeye çalışırmış. Ben yazarımız gibi yoksulların arasında büyüdüm diyemem ama duyguların böyle yoğun yaşandığı ortamlara yabancı değilim.




Son olarak bana da çok ilginç gelen kitabın ismine gelelim. Köyde koyun sağan küçük kızlara “berci kız” denirmiş. Şehre göç edildiğindeyse bu sefer çöp toplayan kızlara bu isim konulur olmuş. Sırma gibi mesela, iyileşince o da berci olmuş oluyor yani. Kristin ise bambaşka bir hikâye. Çiçektepe’de Deli Gönül’e takılan ad aslında. Deli Gönül kim diyecek olursanız hiç onu da anlatıp tat kaçırmak istemiyorum. Yalnız şu kadarını söylesem yeterli olur bence. Berci, masumiyeti ve köyü, Kristin ise günahkârlığı ve yanlış şehirleşmeyi temsil ediyormuş. Bunu kitabı okurken anlamamıştım ben ama bir yerde böyle bir yorumda bulunulmuş. Katılır mısınız bilemiyorum ama kahramanı mekân olan bir büyülü gerçekçilik romanı okumak isterseniz, aradığınız kitap burada.



13 Haziran 2024 Perşembe

Günler Aylar Yıllar

Günler Aylar Yıllar, Haftalar, İnsanın En İyi Dostu ve Mısır Gevrekleri

Yan Lianke, Çin’in yaşayan en güçlü yazarlarından biriymiş ve ben kendisinin kalemiyle bu kitapla tanıştım. Bu kitapla ise yeni katıldığım okuma grubu sayesinde yollarımız kesişti. Böyle ciddi bir okuma grubunun içinde yer almayalı yıllar olmuştu. Birkaç tane okuma atölyesine katılmıştım daha önce ama onlar ne yazık ki hayatın akışına yenik düştü ve süreklilik sağlayamadık. Bu podcast maceramın benim için başarısızlığa uğrama gibi bir seçeneği yoktu zaten ve daha şimdiden böyle bir topluluğun parçası olmama vesile olduğu için Sezgin Bey’e buradan tekrar teşekkür ediyorum.




Benim okuduğum Jaguar Kitap tarafından Eyül 2022'de basılmış 14. baskıydı. Çince aslından çeviren Erdem Kurtuldu, bu kitapla 2020 Talât Sait Halman çeviri ödülü almış. 1958 doğumlu Yan Lianke ise 2014 yılında Franz Kafka Ödülü’nü kazanmış.

Büyük kuraklığın olduğu o yıl, zaman kavrula kavrula küle döndü; gün, yakalamaya çalıştığınızda kor gibi elinize yapışıyordu.”

Bu cümleyle başlıyor hikâyemiz. Kitabın anlatıldığı dönem “Üç acı yıl” olarak tanımlanan 1959–1961 yıllarında yaşanan kuraklık dönemiymiş. 102 sayfalık bu kitapta biraz fazla alıntım var çünkü birkaç tanesini okuma grubundaki arkadaşlardan not aldım. Paylaştığım bazı bilgileri de yine onlardan edindim.

Yine okuma grubum aklıma gelince, ilk bölümünden beri takip ettiğim “Genel Sesler” podcastini hatırladım. Biraz geç keşfettim onu ama sevdiğim diğer podcastlerde olduğu gibi ilk bölümünden itibaren dinlemeye başladım. Neredeyse üç yıldır düzenli içerik üretttiği için hâlâ güncele gelemedim, üç bölüm gerideyim ama özellikle kişisel gelişim ve psikolojiyle ilgiliyseniz takip etmenizi öneririm. Kendisinin de yönettiği bir okuma grubu vardı hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum ama ben tabii geriden geldiğim için çok özenmiştim onun yaptığı işe. Hiç de tanımıyorum kendisini ama adı Bilge ve adı gibi çok bilgili birisi. Bir de programının kapak fotoğrafında omuzunda bir papağan var, benim hemen dikkatimi çekmişti görünce. Çocukken bizim de evde muhabbet kuşumuz vardı ve annem onu yazları balkonda yıkardı. Bir gün balkondan uçup gitmişti, çok üzülmüştüm. Bilge’nin de eski bölümlerinde bazen o papağanın sesi gelirdi ama sonradan bir bölümde öğrendim ki o da papağanını kaybetmişti. Dinlerken çok kötü olmuştum. Şimdi burada sizi de üzmek istemem ama insanın evcil hayvanıyla kurduğu bir bağ var kesinlikle. Kedi, köpek ya da kuş, balık fark etmez. Hepsinin yeri ayrı ve biraz neşelenmek adına yine eskilerden bir örnek vereyim. Şahan’ın eski komedi programında “İnsanın en iyi dostu köpek değil, fildir!” tezine bile katılabilirim yani. Eğer filiniz varsa sizin için bu hayvan fil bile olabilir.




Son zamanlarda beni en çok mutlu eden şey nedir diye sorarsanız, sabah yürüyüşüne çıktığım günlerde eve dönerken ağaçlara bağlanan su şişelerini dolduran insanlar diyebilirim. Bir de parkların belli noktalarına kedi maması koyan, kuşlara ekmek parçaları bırakan yüce gönüllü insanlarımız var çok şükür. Hani hep anlatılır, Osmanlı döneminde de göç edemeyen yaralı leylekler için bile vakıflar kurulmuş ve o dönemde de insanımız bu hayvanları dert edinmiş kendilerine. Yetenek yarışmasında da köpek birinci olunca dalga geçmişler hep ama ben bunu duyunca sevinmiştim o zaman da. Hachiko da zaten en sevdiğim filmlerden biridir. Seyretmediyseniz mutlaka seyredin deyip kitaba dönmek istiyorum çünkü konu nasıl buraya geldi inanın bilmiyorum.

Okumak yalnız başına yapılan bir eylem çoğu zaman ama benim eskiden beri bir kitabı bitirince hemen o kitabı okumuş olanlarla oturup konuşasım gelirdi. Ama çok fazla kitap okuyan arkadaşım yoktu. Ya da benim okuduklarım onların ilgisini çekmezdi. Zamanla bu huyumdan kurtulmaya çalıştım. Ortamların tadını kaçıran, sürekli şunu okudun mu diye sorup duran biri olmak istemiyordum. Üstelik çok sevdiğim bir kitabı yakın bir arkadaşım beğenmese ya da ağır eleştirse sanki o kitabı ben yazmışım gibi kötü hissederdim. Belki abarttığımı düşünebilirsiniz ama bunun biraz daha evrensel versiyonunu eminim siz de yaşamışsınızdır. Hani çok güldüğünüz bir videoyu bir arkadaşınıza göstermek için telefonu uzatırsınız ve o da hiç gülmez ya işte onun gibi bir şey. En kötüsü de videonun bitsmesine kaç saniye var diye çaktırmadan ekrana tıklamasıdır. Ben kimseyi darlamam böyle ama bana birkaç defa yapılmıştı. Kalabalıkların içindeki yalnızlık daha zordur denir. Sanki bu bana biraz şehir insanının kendini şımartması gibi geliyor bazen. Çünkü gerçek yalnızlık, koskoca bir boşluğun içinde başka hiçbir insanın olmaması gerçekten insanın fıtratına aykırı bir durumdur. İşte kitabımızın kahramanı 72 yaşındaki ihtiyar kuraklık dolayısıyla göçen köylülerin peşinden gitmeyi reddediyor ve ölümcül bir yalnızlığın içinde tek başına kalıyor:

“İhtiyar, tarlasının ucunda durmuş, onların gözden kaybolmasını izlerken yalnızlık lök gibi içine oturdu. O anda tüm vücudu titremeye başladı, koskoca köyde, hatta belki de o dağ silsilesinde, yetmiş iki yaşında ihtiyar bir adam olarak geriye kalan tek kişi olduğunun farkına varmıştı birden. Kalbinde yerden göğe kadar uzanan bir boşluk oluştu, ölümcül bir sessizlik ile perişanlık birdenbire tüm vücuduna kök saldı. (s.11)”

Yazarın o kadar güzel betimlemeleri var ki, benim gibi yazı ve güneşi seven insanlar bile bir okurken o sıcaktan bunalabilirler. Galiba biz doğru bir zamanda okumuşuz bu kitabı. Gerçi Temmuz, Ağustos gibi okusak daha çok etkileyebilirdi. Unutmadan bu kitabın türü için bazı kaynaklarda “mitorealizm” diyenler olmuş ve en basit ifadeyle “Tanıdık bir tuhaflık” olarak tanımlanıyormış bu kavram. Mitolojik öğe olarak ne var diye merak edenler için Çin mitolojisine göre köpek güneşi yiyen bir canavar mıymış neymiş. Ben de pek anlamam mitolojiden, hele Çin mitolojisini hiç bilmiyorum ama köpek ve güneş arasında bir kavga ya da güç dengesi varmış Çinlilerin kültüründe. Bunu aklınızın bir kenarında tutmakta fayda var.

“Güneşin parlak ışınları köyün içinde altın bir nehir gibi akıyordu, o ölüm sessizliğinin içinde saçaklardan damlayan güneş ışınlarının sesini duyabilirdiniz. (s.20)”

Bu nasıl bir benzetmedir böyle? Yan Lianke toprağı en iyi anlatan yazarlardan biri olarak nitelendiriliyormuş. Okurken bunun ne kadar doğru olduğunu anlıyorsunuz. Kitabı okumamış olanlar için de az önce ipucunu vermiştim, kahramanımız aslında tamamen yalnız değil. Yanında köpeği de var ama maalesef güneşten en çok zarar gören de o olmuş ve güneşe bakmaktan kör olmuş. Artık nasıl bir sıcak var siz düşünün.

“İhtiyarın elinde bir tuzluk vardı. Tuzluğun içinde yarım avuç dolusu tuz vardı. Önce kendi ağzına, sonra da köpeğin ağzına bir tutam tuz koydu.
Köpek kör gözleriyle ona, tahıl bulamadın değil mi dercesine baktı.
İhtiyar ona cevap veremedi, yerdeki kırbacı birden eline aldı, sokağın ortasında durup güneşi kırbaçlamaya başladı. İnce ve sert meşin kırbaç havada yılan gibi kıvrılırken kırbacın ucu şak şak şaklıyordu; ihtiyar, güneşi, ışınları paramparça olup armut çiçeği yaprakları gibi dökülene kadar bir güzel kırbaçladı, toprağın üzeri kırık parıltılarla kaplandı, bütün köy Çin yeni yılında patlatılan havai fişek sesleriyle doldu. İhtiyar yorulmuştu, üzerinden patır patır ter damlıyordu, sonunda kırbacı sallamayı bıraktı.
Kör köpek, hayal kırıklığına uğramış bir halde ihtiyarın önünde duruyordu, köpeğin gözleri yaşarmıştı.
Kör, diye seslendi ihtiyar, korkmana gerek yok, bundan sonra ne zaman bir kâse tahılım olsa, yarısı da senin olacak, senin açlıktan ölmene izin vereceğime kendim açlıktan ölürüm daha iyi. (s.30)”

Sizin de aklınıza hemen güneşe ateş eden Adanalılar geldi mi? Kesinlikle yalnız değilsiniz, merak etmeyin. Benim de aklıma gelince orijinal bir şey yakalamışım zannettim ve bahsederim dedim ama hemen hemen her videoda, bundan bahsedilmiş. Aklınıza gelen ilk şey muhtemelen başkalarının da aklıma gelen ilk şeydir, denir ama başıma gelmemişti daha önce. Bir de hesap kitap yapmak bütün insanların ortak noktası olabilir mi yoksa benim başıma güneş mi geçti?

“Fidenin boyu, ihtiyarın saçlarını bile geçiyordu şimdi. İki haftaya kalmaz, diye düşündü ihtiyar, koçan bile verir, bir aya kalmaz, püskül bile çıkarır. Mısır, üç ay sonra olgunlaşacaktı. İhtiyar, bu ıssız ve çorak dağ silsilesinde püskül bile verecek bir mısır fidesi yetiştirmeyi nasıl başardığını ve her bir tanesi inci gibi değerli olacak o mısır tanelerini bir kâseye nasıl toplayacağını düşündü, sonunda yine yağmur yağacak, köylülerin hepsi de artık dünyanın neresine gitmişlerse oradan geri dönecek, ihtiyarın o kâseye topladığı mısır tanelerini tohum olarak kullanacak, mevsimler birbirini kovalayacak, bu dağ silsilesi bir kez daha uçsuz bucaksız uzanan, yemyeşil mısır tarlalarıyla kaplanacaktı; ben öldüğümde, diye düşündü ihtiyar, mezarımın önüne, üzerinde Sınır Tanımayan Hayırsever yazan ibir anıt bile dikerler artık.
Gerçekten de sınır tanımayan bir hayırseverim ben, dedi ihtiyar kendi kendine.(s.34)”

Bu son cümle beni biraz rahatsız etti aslında. Elbette bu da son derece doğal bir tepki. Belki de yazar burada da bir mesaj vermeye çalışıyordur bize. Ayrıca hesap kitap yapmak o kadar kolay değildir. Sadece rakamlar yeterli değildir. Değişkenler kadar sabitler de önemlidir ama hepsinden daha mühim olan zamandır. Neyse ki kahramanımız bunu erkenden fark ediyor:

“İhtiyarın bir takvime ihtiyacı vardı, kör köpeği şöyle bir süzdükten sonra takvim olmadan tarihin de olmayacağını, tarih olmadan da mısırın ne zaman olgunlaşacağını bilemeyeceğini düşündü. (s.42)”

Her ne kadar kitabımızın adı Günler, Aylar, Yıllar olsa da ben hayatın haftalardan oluştuğunu düşünürüm hep. Günümüz şartlarında ortalama 4.000 haftamız vardır ve vakit nakittir diyenler çok büyük yanılırlar çünkü dünyadaki hiçbir parayla geçen haftayı yeniden yaşayamaz veya geri getiremezsiniz. Nedense bize bunlardan hiç söz etmezler. Bu hafta yapmadın bir işi diyelim, sorun yok, gelecek hafta yaparsın denir mesela. Her haftamızın eşsiz ve geri dönülmez olduğunu unuturuz çoğu zaman. Hafta yılın en önemli birimidir aslında. Her haftamızın belirli bir planı, belli bir amacı olmalıdır. Ben bunu otuz yaşından sonra öğrendim maalesef. Ertelemeyle ilgili bir Ted konuşmasında geçiyordu.




Bize bu hayati bilginin yerine “günün en önemli öğünü kahvaltıdır” sloganını ezberlettiler. Filmlerde, dizilerde o kadar çok gördük ki sanki çok sağlıklıymış gibi çocukluğumuzdan itibaren aslında işlenmiş gıdalardan hiçbir farkı olmayan mısır gevrekleriyle bir kâse karbonhidratı ve içeriği nedeniyle yaklaşık yarısı kadar şekeri uyanır uyanmaz yedik. Vücudumuz bunları yağa çevirdi. Onları yakabilmek için saatlerce spor yaptık. Kimilerimiz salonlara yazıldı bunun için. Evine koşu bandı alanlar bile oldu. Hatta bunlardan biri bizim eski üst komşumuzdu maalesef. Aldığı ürünün besin değerleri tablosuna bakan azınlık da ne yazık ki neye dikkat etmesi gerektiğini bilmiyor. İçindekilerin oradaki sayılardan daha önemli olduğunu, düşük yağ oranına odaklanmaktansa zararlı yağları içerip içermediğine bakmak gerektiğini öğrenebilmemiz için de ayrı bir okuryazarlık gerekiyor bence. Finansal okuryazarlık sonunda okullara seçmeli ders olarak eklenecekmiş galiba. Beslenmeyle ilgili de bence böyle bir adım atılmalı. En azından hiçbir aburcuburun üstünde çizgi film karakterleri olmamalı. Ben bunları tüketmektense aç kalmanın daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Bu arada ben mısırı da çok severim aslında. Bizim köyde de yetişir hatta ve çok lezzetlidir. Bardakta satılan GDO’lu mısırlar gibi değildir. Onları yiyecekseniz afiyet olsun. Hele bu kitabı okuduktan sonra o koçanlardaki tek bir mısır tanesini bile ziyan etmeyeceğinize eminim. Bir de su meselesi var ki ona da girersem hiç çıkamam. Sadece plastik şişelerde bekleyen suyu içmenin ne kadar zararlı olduğunu bilseniz bir daha içmezdiniz demek istiyorum. Tabii kahramanımız gibi susuz kalırsanız o zaman içebilirsiniz.

“İhtiyar bu hüzünlü sesle ayağının altından çıkan toprak rengindeki yalnızlığının sesini dinlerken kalbindeki boşluğun bu kurak dünyadan çok daha uçsuz bucaksız olduğunu hissetti. Arka arkaya üç köyü dolaştı ama o kuru kuyuların içinde ot ve samandan başka bir şey bulamadı, ne bir küf ne de bir çürük kokusu vardı. Su bulmak için başka köylere gitmemeye kadar verdi, eğer diğer köylerde su olsaydı köylüler neden köylerini bırakıp kaçsınlardı ki? Bunun üzerine bir parça rutubet ya da çamur izi bulma umuduyla henden hendek gezmeye koyuldu. Birkaç dağ sırtını ardında bıraktıktan sonra, dar bir hendekte bir taşın gölgesinde büyümüş olan birkaç tutam ayrık otuna denk gelince, hay sokayım dedi, bir çıkar yolu yok mu bunun! Sonra, taşın üzerine oturup biraz soluklandı, biraz ayrık otu koparıp ağzına attı, otu iyice çiğneyip suyunu içtikten sonra geri kalanını midesine indirdi, eğer bu vadide de su yoksa, dedi kendi kendine, kafamı duvarlara vuracağım artık. (s.53)”

Ben de sonradan kafamı duvarlara vurmamak için bir daha vermek istiyorum. Ben doktor, diyetisyen ya da sağlıkla ilgili bir eğitim almış birisi değilim. Sadece bu konularda denk geldikçe okumayı seviyorum. Yani az önce gıdalarla ilgili söylediklerimin hiçbiri bir diyet ya da yemek tavsiyesi değildir. Belki yatırım gibi bununla ilgili de bir düzenleme vardır. Sonradan başımız ağrımasın. Siz her koşulda önce doktorunuza danışın. Bu kitaptaki kahramanlardan biri de bir mısır koçanı aslında. Başrolü o kadar çok çalıyor ki ben de bu inanılmaz besini günümüzde nasıl kötüye kullandık ve sağlığımızı en çok tehdit eden şey haline getirdik ona inanamadığım için biraz bahsetmek istedim.

Daha önce söyledim mi podcastlerde bilmiyorum ama ben aslen Zonguldak’lıyım ve bizim oralarda kurta canavar derler. Köye indiğinde çok büyük tehlikedir. Bununla ilgisi var mıdır bilmiyorum ama yine bizim Devrek el yapımı bastonuyla ünlüdür. Mesut Özil de oralıydı galiba ve Mourinho’ya baston hediye etmişti Real Madrid’de oynadığı dönemde. Yine mi Mourinho diyenler olacaktır belki ama benim takip ettiğim çok fazla ünlü olmadığı için örneklerim de daha çok futboldan oluyor. Mourinho mesela o zaman hiç bozulmamıştı, yanlış anlamamıştı. Ama bizde nedense bastona karşı bir önyargı var. Kırklı yaşlarda birine hediye etseniz surat asabilir, tabii kafanızda kırmazsa. Sanki baston için illa çok yaşlı olmak ya da bir sakatlığın bulunması gerekiyormuş gibi bir algı var. Halbuki çok güzel ve işlevli de bir aksesuar bence. Doğa yürüyüşü yaparken özellikle insanlarda dikkat ettiyseniz bir baston ya da bir asa bulma çabası olur içgüdüsel olarak. Güzel bir dal parçası gören hemen alır eline, onunla yol açar kendisine. Bu öyle boş bir eylem değildir ve bunun ne kadar önemli olduğunu şu satırlarda da görüyoruz:

“Kurt, ihtiyarın taşıma sopasını görünce bir adım geriledi, kurdun gözlerindeki öfkenin yeşili taşıp toprağa karıştı.
İhtiyar, gözlerini dikmiş kurda bakıyordu.
Kurt da gözlerini dikmiş ihtiyara bakıyordu.
Bakışları çarpıştı, parlak bakışlarından çıkan çatırtı ıssız vadide acı acı yankılandı. Damlayan suyun sesi kulakları sağır eden bir mavilikteydi. Güneş, dağın ardına düştü düşecekti. Zaman, ikisinin birbirine kenetlenmiş bakışları arasından bir at sürüsü gibi geçti. Önlerindeki uçurumun kan kırmızısı solarken, dağın tepesindeki soğuk hava eteklere doğru inmeye başladı. Ne zaman başladı bilinmez, ihtiyarın alnından boncuk boncuk ter akıyordu, ayaklarından başlayan bir yorgunluk baldırlarına, oradan da kalçalarına kadar yayıldı. Uzun süre böyle yakata dikilemeyeceğini biliyordu. Tüm gün yol yürümüştü, kurtsa tüm gün öylece uzanmıştı. Tüm gün boğazına bir damla su bile girmemişti, oysa kurt istediği zaman su içebilirdi o havuzdan. Kaçamak bir şekilde çatlamış dudaklarını yalayınca dilinin sanki dikenlere sürtündüğünü hissetti. (s.55)”

Ben de hayatımda üç kere üçer günlük açlık yapmıştım. Aidin Salih’in “Gerçek Tıp” diye bir kitabı vardır iki ciltlik. Onu okuduktan sonra çok etkilenmiştim. Normal oruç gibi düşünün ama iftarda sadece su içiyorsunuz ve sahur da yapmadan diğer güne niyet ediyorsunuz. İnanılmaz şekilde ikinci gün de çok rahat geçiyor ama üçüncü gün beni biraz zorlamıştı. En zoru da susuzluktu. Hafta sonuna denk getirip evde yatmıştım o gün uzun süre. Ve daha “mindfullness” bu kadar yaygın değilken o deneyimi yaşamıştım üçüncü günün sonunda. Hani bir kuş üzümünü on dakikada yeyin, tadını, kokusunu, dokusunu her şeyini hissedin diye bir çalışma yapıyorlar ya onun eğitimlerinde. Hiç bilmeden onun gibi bir şey yapmıştım ve açlıkla ilgili neredeyse hiçbir korkum kalmamıştı. Önceden öğün atlatmaya, her gün kahvaltı yapmaya falan çok dikkat ederdim ama öğrendim ki açlık da vücut için gerekli bir şeymiş. Bir de zaten kendimi bildim bileli canım sıkkınken, moralim bozukken falan yemek yiyemem. Tat alamam hiçbir şeyden. Alışkınım yani bir iki öğün atlatmaya. O yüzden benim için nispeten kolay olmuş olabilir bu süreç. Asıl önemli olan ayakta kalabileceğinizi bilmektir her zaman. Okurken belki yadırgayabilirsiniz o kadar kurt yaşlı bir adama karşı neden harekete geçmiyor diye. Zaten bunu kahramanımız da sorguluyor:

“Kurtlar nasıl olur da sadece ayakta dikilip onlara bakan bir insandan korkabilir, diye düşündü. (s.64)”

Nedense yaşadığımız en büyük sorun hep şu an yaşadığımız neyse oymuş gibi hissediyoruz. Ah şunu da bir atlatsam, şundan bir kurtulsam diye diye ömür geçiyor. Dertlerin biri bitiyor, öbürü başlıyor. Okurken bile oluyor bana bu. Şu kurtlardan bir kurtulalım da gerisi kolay diye düşünmüştüm ben sonra aklıma geldi koçanın durumu. Eee koçan kovalanır, diye kötü bir espri de yapasım geldi şimdi.

“Koçanın kalın mı kalın üst yapraklarını hafiften çimlikleyince olgunlaşmış turp gibi yumuşak olan koçanın üzerinde düzensiz ve yarı elastik bir şeylerin olduğunu duyumsadı. İhtiyarın kalbi bir kapının aniden kapatılması gibi atmayı bıraktı birden. Eli, öylece koçanın üzerinde gökyüzüne bakarken ağızını sımsıkı kapattı. Bir dakika sonra, mısır tanelerinin sağlamlığından emin olunca, kalbi bir kapının aniden açılması gibi yerinden fırlayıp tokmak gibi göğüs kafesine çarptı. Yüzüne renk gelmişti şimdi, o kırışmış kara derisinin altında gürül gürül akan bir nehir vardı sanki. Koçanı tutan elleri sanki birden sedef hastalığına yakalanmış gibi kaşınmaya başladı. (s.88)”

Ceza’nın bir şarkısında geçer, “problemler sanki egzama gibi” der. Ondan beri dermatolojik bir hastalığın bu kadar güzel kullanıldığını görmemiştim. Bu arada bilmiyorum katılır mısınız bana ama bu kitabı Avrupalı ya da Amerikan bir yazar yazmış olsaydı şimdiye kadar çoktan birkaç kere filmi çekilirdi bence. Gerçi kötü bir uyarlamasının yapılmasındansa hiç beyaz perdeye taşınmaması daha iyi bir şey.

Gelelim benim kahramanımızla en çok özdeşleştiğim yere. Ben biraz inatçıyım galiba, o yüzden verdiğim sözü tutmak çok önemli benim için. Bir gün beni hiç tanımayan birisi daha ilk görüşte bana sen inatçısın ondan böyle deyip canımı sıkmıştı benim. Ben de diyemedim ki daha yarım saatte ne inadımı gördün diye. Sırf işte bu burç muhabbetleri var ya oradan yapıyor bu tespiti de. Çok sinir olmuştum o zaman, saçma sapan bir şekilde ona inatçı olmadığımı ispatlamaya çalışırken buldum kendimi sonra. Dedim ki ben ne yapıyorum? O gün bir aydınlanma yaşamıştım ve bu inatla savaşmaktansa onu iyi yönde kullanmaya karar verdim. Artık büyük konuşmamaya ve kimseye söz vermemeye çalışıyorum. Yoksa ben de ihtiyar verdiğim sözden ötürü günlerce aç kalabilirim.

“Kazmayı bitirdikten sonra yere uzanıp dinlendi biraz ihtiyar, sonra ocağın yanına gidip tencerenin dibindeki o yarım kâselik et suyunun yerinde durup durmadığına baktı, o altı yağ damlası bile tencerenin kenarına demir atmış bir halde hâlâ yerinde duruyordu. İhtiyar sudan biraz içmek istedi ama kaşığı eline alır almaz tekrar yerine bıraktı. Bu yarım kâse et suyunun kör köpeğin olduğunu söylemişti ya, o yüzden dokunmadı, sonra kör köpeğe seslenip, üç gün oldu, dedi, neden içmedin bunu Kör? (s.91,92)”

Az önce neden filmi çekilirdi dediğim alıntıma da geldik sonunda. Çünkü bu sahne benim zihnimde defalarca canlandı. Zaten yazı tura atılması bana nedense çok sinematografik gelir. Buna böyle mi deniyor ondan emin değilim aslında o kadar anlamam sinemadan. Ama bir dönem çok meşhur bir dizi vardı, Peaky Blinders diye. Onda da Cillian Murphy bir bölümde o kadar kritik bir konuda yazı tura atıyordu ki o an bir ilham gelmişti ve kalkıp yazı tura temalı bir hikâye yazmıştım. Eskiden futbolda da eleme maçlarında berabere biterse yazı tura atarlarmış ve kim bilirse o kazandı sayılırmış. Yıl 2024 belki ama Fenerbahçe’nin son penaltılarda beşte iki yaptığını hatırladıkça keşke sadece yazı tura atsaymışız diye geçiyor içimden.

“Güneş ışınları ormandaki ağaçlar kadar sıktı. Bakır para güneş ışınlarına birbiri ardına çarparken parlak kırmızı metalik bir tınlama sesi çıkarıyordu, yere düşmeden önce havada döndü de döndü, havada dönerken o parlak ışın demetini binbir parçaya bölüyordu. İhtiyar, bakır paranın düşmesini aniden önünde beliren büyük bir yağmur damlasının yere düşmesini izler gibi izliyordu, onu izlemekten gözleri acıdı. Kör köpek de ayağa kalktı. Bakır paranın yere düşerken, olgunlaşmamış bir kayısının çimlerin üzerine düşerken çıkardığı sesi andıran o sarı-kırmızı sesini duydu. (s.94)”

Son olarak kitabı okumamış olanlar için tat kaçırmayalım diyerek biraz yarım bir alıntı daha paylaşmak istiyorum çünkü burası kitapta beni en çok etkileyen yerdi. Tekrar tekrar okumuştum burayı. Acaba yanlış mı anladım diye. Sonra geri döndüm, yazı tura atılan sayfayı buldum orayı da tekrar okudum. Bir süre öyle boş gözlerle baktıktan sonra dönüp son sayfayı da okudum ve bir hikâye daha sona erdi. Sonra okuma grubunda da sordum: Sizce ihtiyar bunun farkında mıydı, diye. Herkes “tabii ki” dedi. Ben iki türlü de düşünmeye zorladım kendimi ama iki durumda da sonuç değişmediği için çok da önemli değildir belki de. Ama aranızda kitabı okumuş olanlar varsa size de sormuş olayım: Sizce ihtiyar bunu biliyor muydu? Kitabı okumayı düşünenler için daha fazla uzatmadan o cümlelere geçeyim:

“Başka biri otların arasında üzeri pas tutmuş bakır bir para buldu. …parayı elden ele dolaştırıp şöyle bir baktıktan sonra bir kenara fırlattılar. (s.101)”

Oyun bitince şah da piyonlarla birlikte aynı yere konur derler ya, hayatta ne kadar önemli roller oynarsan oyna, hangi mevkide olursan ol, oyun sona erdiğinde birileri seni kenara fırlatıyor işte böyle. Bu kadar az sayfada bu kadar az karakterle ve ilk sayfadan beri açık saçık gözümüzün önündeki tek bir amaçla nasıl bu kadar sürükleyici bir hikâye anlatılırın dersini vermiş yazar.