Berci Kristin Çöp Masalları, Kendine Yoksul Diyememek ve Rafine Zevkim: Podcast
Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünü okumuştum daha önce. Bu kitap da yazarımızın hemen ondan bir yıl sonra yazdığı ikinci kitabıymış ve benim okuduğum İletişim yayınlarının 2017'de basılmış olan 6. baskısıydı. Kitapsa 1984 yılında yazılmış. 143 sayfalık bir oturuşta bitirilebilecek bir masal niteliğinde.
Yazarımız da bir romandan çok masal yazdığını söylemiş ve kitabın isminde belki de bu yüzden masal kelimesini kullanmıştır. Çünkü bu kitap bir roman mı yoksa masal mı diye ciddi ciddi tartışılmış zamanında. Sanki roman olmazsa yazılan şey değersizleşiyormuş ya da yazarlar illa roman yazmak zorundalarmış gibi. Yazmak en özgür olabildiğimiz alan zannediyoruz ama işte ona da karışanlar çıkıyor mutlaka bir yerlerde.
Sevgili Arsız Ölüm bana özellikle önerilmiş, mutlaka oku, denilmiş bir kitaptı. Onu okumaya başladığımda çok şaşırmıştım. Bütün kitap bu şekilde yazılmış olamaz, diye düşünmüştüm ama tabii ki yanılmıştım. Daha önce bana defalarca kurduğum uzun cümleleri kısaltmam gerektiğini söyleyen hocam sonunda dayanamamış ve bana o kitabı önermişti galiba. Bunu da şimdi fark ettim. Şimdi de böyle bir cümle kurunca pek işe yaramamış gibi gelebilir size ama etkilenmiştim gerçekten. Bir de masalların o özgür dünyasını çok seviyorum. Yazması o kadar eğlenceli ki mutlaka herkesin denemesi gerekiyor bence. En azından çocuklarınıza kendi uydurduğunuz masalları anlatmayı deneyebilirsiniz. Yalnız bu kitap için masal deyince çocuklar için yazılmış gibi düşünmeyin. Bu kitap büyükler için yazılmış bir kitap. Ben bile okurken zorlandım bazı yerlerde.
Yazarımız zaten büyülü gerçekçilik deyince bizim edebiyatımızda akla gelen ilk isimlerden biri. Ben kitap hakkında yazıp yazmamak konusunda kararsız kaldım açıkçası. Okuma grubumun ben katılmadan önce konuştuğu son kitap buydu ve Sevgili Arsız Ölüm’de aklımdan çıkmayan “Şiirlerimi yaktılar” bölümünün hatrına bu kitabı alayım dedim görür görmez. Ki ben şiir okumayı pek sevmem, şiir de yazamam hiç. Sevmeme sebebim de güzel okuyamamaktan kaynaklanıyor aslında. Sanki ziyan ediyormuşum gibi geliyor okurken. Bu kitapta da korktuğum başıma geldi, yarısından sonra koptum resmen. Böyle bir kitaptan nasıl bahsedebilirim, ben ne anladım ki ne anlatayım diye kara kara düşündüm. Tabii öncesinde kitap hakkında yazılanlara, söylenenlere de baktım. Yazarın bulduğun röportajlarını da dinlemeye çalıştım. En azından iki alıntım var onları okurum diye bir karar verdim en sonunda. Bir de ilk cümlemiz var. Zaten ben kitap özetleri çıkarmıyorum biliyorsunuz ama bu kitabın da özetini kolay kolay çıkaramaz kimse. Nedenini büyülü masalımızın başladığı şu cümleyi paylaştıktan sonra kendimce açıklamaya çalışayım:
“Bir kış gecesinde, gündüzleri kocaman tenekelerin şehrin çöpünü getirip boşalttıkları bir tepenin üstüne, çöp yığınlarından az uzağa, fener ışığında, sekiz kondu kuruldu.”
Hani ben sürekli kahramanımız şöyle diyor, böyle yapıyor gibi bir kalıp kullanıyorum ya sürekli işte onu bu kitap için yapamayacağım. Çünkü bu kitabın kahramanı bir insan değil de bir mekan: Çiçektepe. Gerçi asıl bu değil başta, sonradan bu ismi alıyor ona da girersem hiç çıkamam ama dediğim gibi kitapta 21 bölüm boyunca anlatılan bütün hikâyelerin başrolünde aslında bir gecekondu mahallesi var. Gel de anlat bakalım kolaysa. Her şeyi de devletten beklememek lazım derler ya o misal benim de bu kitap için elimden gelen sadece birazcık giriş yapmak olacak muhtemelen. Hemen beni en çok etkileyen ve bu mahallenin bir anlamda nasıl ve ne zorluklarla kurulduğunu anlatan bölümle başlayalım:
“Rüzgâr vurdukça çın çın öten tabakların sesini dinleye dinleye uykuya geçtiler.
Çatıların üstündeki tabaklar tek tek uçup gitti. Naylonlar, kilimler savrulup yere serildi. Briket aralıklarından konduların içine su doldu. Orta yerde göllendi. Çatı deliklerinden beşiklerin üstüne bir karış kar yağdı. Bebekler ağlaşana kadar hiç kimse uyanmadı.
Kadınlar neden sonra kalkıp kırık fenerleri yaktılar. Konduların ortasına ark yapıp göllenen suları dışarı akıttılar. Şiltelerin üstündeki karı çırptılar. Konduların üstüne kilimleri, savanları örttüler.
Kondulardan biri rüzgâra dayanamayıp sabaha karşı çöktü. Çatıyla birlikte ampul fabrikasının bahçesine uçan bebek, taşların altında sıkışıp öldü. Sabah bebeği eski bir şilteye sardılar. Üç erkek şilteye sarılı bebeği yanlarına alıp uzak bir mezarlığa vardılar. Mezarlığın duvarından gizlice içeri atladılar. Bebek, şilteyi usulca toprağa bırakıp kanatlandı. Annesi arkasından saçlarını yoldu. Entarisinin döşünü yırttı. Eteğine taş doldurup tepenin burnuna çıktı. Söve saya rüzgârı taşa tuttu. Kadını çeke çeke burundan aşağı indirdiler. O günden sonra bu buruna ‘Kovma Burnu’ dediler.” (s.11)
Daha kitabın başlarındayken bu cümlelerle karşılaşmak benim için yıkıcı oldu. Bu kadar büyük travmaları sanki hergün yaşanan sıradan bir olaymış gibi anlatıyor yazar ve garip bir şekilde böyle yaptığında çok daha çarpıcı oluyor bütün olaylar. Böyle kitapları okudukça daha kat edilecek çok uzun yolum varmış gibi hissediyorum. Belki tam olarak anlayamıyorum ama en azından okuyorum ve yazmaya çalışıyorum diye de kendimi avutuyorum. Yazarın en son youtube’da “yayınağacı” kanalındaki on dakikalık videoya sığdurdığı güzel sözlerini not aldım ve yine benim en çok etkileyen bölümü istiyorum. Yazarımız diyor ki:
“Yoksulların arasında büyüdüm ve kalbim hep onlarda kaldı. Tabii ki yazı yazan biri artık kendine yoksul diyemez ama yoksulluk duygumu koruyarak yazmak istiyorum.”
Belki yine yanlış anlamışımdır ama “yazan biri kendine yoksul diyemez” dedi ya orada durdurdum ben videoyu. Yanlış mı duydum diye tekrar dinledim. Sonra düşünmeye başladım. Bence burada yazarlar çok para kazanır gibi bir şey demek istemiyor. Çünkü en azından bizde durum hiç de öyle değil. Ama yazmak da lüks gibi bir şey aslında. Ben her yerde yazıyorum, herkes yazabilir ve yazmalı diye ama içten içe de biliyorum ki bu mümkün değil maalesef. Çünkü insanlar hayatlarını devam ettirebilme mücadelesinde bir yandan. Çok ağır şartlarda çalışmak zorunda birçok insan. Bırakın yazmayı, okuyacak vakti yok kimilerinin.
Podcast bile mesela, bizim ülkemizde hâlâ tam anlamıyla anlaşılabilmiş bir şey değil. Bana göre biz podcast dinleyebilenler olarak şanslı bir azınlığız. Burası diğer platformlara kıyasla spordaki golf gibi. Tıpkı golfteki gibi gençlik, fiziksel kondisyon ya da fit bir vücut gerektirmiyor. Yeter ki paranız ve zamanınız olsun. Rafine zevk derler ya, onun gibi bir şey. Podcast yapmak için güzel bir sese ya da büyük bir bilgi birikimine gerek yok bence. Hatta paraya bile gerek yok, basit bir internet bağlantısı ve ses kaydı alan sıradan bir telefonla bile ücretsiz şekilde yapabiliyorsunuz. Ama dinlemek için de yapmak için de hatırı sayılır bir zaman gerekiyor. Ve bu zamana sahip olan insanlar kendine yoksul diyemez. Çünkü bu en büyük zenginliktir bana göre. Bu kitaptan bahsederken de golften örnek veren benden başka bir manyak yoktur herhalde, neyse gelelim yine kitabın başlarında geçmesine rağmen benim son alıntım olan şu paragrafa:
“Sırma’yı okuyup iyileştirmesi için mahallenin en yaşlığı Güllü Baba’yı çağırdılar. Güllü Baba bastonuyla yeri yoklaya yoklaya geldi. Sırma’nın başına çömeldi. Elleriyle arayıp Sırma’nın seğiren bedenini buldu. Yüzünü elinin altında sıçrayan küçücük kıza verdi. Sonra bastonunu dayayıp uzun uzun okuyup üfledi. Sırma’nın titremelerini eliyle dinleye dinleye içi birden doldu. O da Sırma gibi bir ağıda tutuldu. Sırma ipleri gere gere sarsıldıkça o da sarsıldı. Sırma, Güllü Baba’nın büzülmüş gözlerinden akan yaşa baka baka duruldu. Titremez oldu. Güllü Baba da gözlerini silip sustu. Soluğunu onun çamura bulanmış yüzünde gezdirdi, ‘Sırma bıldırcın, ağlama, çözsünler seni, teneke topla,’ dedi. Sırma’nın ellerini çözdüler. Sırma usulca başına toplanan kalabalığı yardı. Teneke toplamaya başladı.” (s.13)
Burayı okurken benim aklıma bir teyzem gelmişti. O da o kadar duygusal bir insandır ki karşısında ağlayan birini görünce oturur yanına ve başlar ağlamaya. Hiç neden ağlıyor, derdi nedir falan bilmesine bile gerek yok. Ben de onu ilk bu halde görünce tabii dayanamamıştım, sormuştum hemen neden ağlıyorsunuz diye. Sonra annem anlatmıştı. Çocukluğundan beri böyleymiş, anneannem ağlayınca yanına kıvrılırmış kedi gibi. Annem de onları teselli etmeye çalışırmış. Ben yazarımız gibi yoksulların arasında büyüdüm diyemem ama duyguların böyle yoğun yaşandığı ortamlara yabancı değilim.
Son olarak bana da çok ilginç gelen kitabın ismine gelelim. Köyde koyun sağan küçük kızlara “berci kız” denirmiş. Şehre göç edildiğindeyse bu sefer çöp toplayan kızlara bu isim konulur olmuş. Sırma gibi mesela, iyileşince o da berci olmuş oluyor yani. Kristin ise bambaşka bir hikâye. Çiçektepe’de Deli Gönül’e takılan ad aslında. Deli Gönül kim diyecek olursanız hiç onu da anlatıp tat kaçırmak istemiyorum. Yalnız şu kadarını söylesem yeterli olur bence. Berci, masumiyeti ve köyü, Kristin ise günahkârlığı ve yanlış şehirleşmeyi temsil ediyormuş. Bunu kitabı okurken anlamamıştım ben ama bir yerde böyle bir yorumda bulunulmuş. Katılır mısınız bilemiyorum ama kahramanı mekân olan bir büyülü gerçekçilik romanı okumak isterseniz, aradığınız kitap burada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder