Doğum Günü Kızı, Birazcık Lüks, Kalan Yaşamın Provası, Metin 2 ve “Her Sene Değişiyor”
Murakami hayranlarının dikkatini çekmiştir mutlaka. Benim bildiğim kadarıyla yine Doğan Kitap tarafından çıkarılan ve illüstrasyonları Kat Menshick’e ait olduğu, kalın kapağıyla ve kuşe kağıdıyla tam hediye etmelik olan dört tane kısa hikâye kitabı var yazarın. Bunlardan biri de bu kitaptı ve hazır bulmuşken hemen okuyayım dedim. Bu arada “Metin 2” 2005'te çıkmış Güney Kore yapımı çok oyunculu bir çevrimiçi rol yapma oyunudur. Adında neden metin geçiyor hiçbir fikrim yok. Zaten başlarsam bırakamam diye hiç oynamadım o tarz oyunları ve kendimce espri yapmaya çalıştım orada. Hiç bilmeyenler için açıklamak istedim.
“Doğum Günü Kızı” içindeki resimlerle birlikte sadece 60 sayfadan oluşuyor ve ben bu kadar kısa bir kitap hakkında ne anlatabilirim ya da bir alıntı mı yapabilirim, hiçbir fikrim olmadan kitaba başladım. Bilin bakalım ne oldu? Kitabın son sözü beni kitaptan daha çok etkiledi.
Eylül 2017'de yazılmış bu son söz, kitabın neden kaleme alındığını anlattığı için muhtemelen çok hoşuma gitti. Bakın, bu son söz nasıl başlıyor:
“Beş yıl kadar önce, doğum günlerini konu alan öyküleri toplayacağım bir seçki oluşturmaya karar verdim; on öykü topladım Doğum Günü Öyküleri için ve onları Japoncaya çevirdim. Ama bir kitap oylumuna ulaşması için biraz eksik kalınca kendim de bir tane doğum günü temalı orijinal öykü yazmaya karar verdim. Bir yazarın seçki hazırlarken faydasını gördüğü şeylerden biridir bu. Bir tema üzerine eserleri tararken yorulursa ya da tıkanırsa, ‘Off ya, çok zahmetli bir iş bu!’ der ve kendisi de bir tane yazıverir.”
Son kelime ne kadar etkileyici değil mi? “Bir tane yazıverir” diyor, sanki çok kolay bir şeymiş gibi. Ama tabii ki bu bir yazar için, özellikle Murakami için o kadar da zor değil. Elbette, bazen bunu ben de yaşıyorum.
Başkasına iş buyurmakta mesela. Eisenhower matrisi miydi, penceresi miydi neydi? Önemli işler, acil işler ayrımı var ya hani. Bir kare bir pencere gibi düşünün, dört parçaya böldüğünüz işte bir tarafta acil işler, bir tarafta önemli işler, hemen altında da acil olmayan işler ve önemsiz işler diye parçaya bölersek ve işlerimizi buna göre sıralarsak, bütün işler aslında bu dört sınıfa giriyor. Önemsiz ve acil olmayan işlerle zamanımızı kaybediyoruz. Önemli ve acil işler dururken, ilk bizim yapmamız gereken önemli ve acil işleri halletmek. Daha sonra önemli ve acil olmayan işlere zaman ayırmak. Çünkü bunlar önemli işler. Daha sonrasında zamanımız kalırsa önemsiz ve acil işlere bakabiliriz. Ama acil olmayan ve önemsiz işlere, yani o en köşedeki işleri olabildiğince diğer insanlarla paylaşmak hatta gerekirse yapmamak gerekiyor. Çünkü bunlar önemsiz işler, adı üzerinde.
Ama yazarken tabii öyle olmuyor. Çok güzel yazılar toparlamaya çalışmak, bir yerlerden alıntılar yapmak, gelen mailleri taramak, size sunulan yazıları, yeni kitapları okumaya çalışmak. Gerçekten bazen bu kadar çok işin arasında kendin yazmaya çalışmak daha kolay gelebilir. Bu kadar uğraşana kadar ben bir hikaye yazardım dediğiniz olabilir. Son söz nasıl devam ediyor? Son sözün de bu arada hepsini aldım sanırım, çok güzeldi çünkü bence. Umarım bir problem olmaz.
“Peki doğum günlerini konu edinen bir seçki hazırlamak nereden aklıma gelmişti? Çünkü eskiden beri doğum günlerinin enterasan olduğunu düşünürüm. Bu dünyada yaşayan herkesin bir doğum günü vardır; tıpkı herkesin bir göbek deliği olduğu gibi. Hiç doğum günü olmayan olmadığı gibi iki tane doğum günü olan birisi de yoktur (muhtemelen öyledir diye düşünüyorum). Bir nedenden ötürü ‘Tam doğum günümü bilmiyorum’ diyen insanlar da olabilir, ancak bu durumda da, bir güne ‘Bugün benim doğum günüm’ diye bir kez karar verince, o gün artık o kişinin doğum günü olur. Hiç kimse de (muhtemelen) ona karşı çıkmaz. Zenginlere de fakirlere de, ünlülere de tanınmayan kişilere de, uzun boylulara da kısa boylulara da, çocuklara da yetişkinlere de, iyilere de kötülere de; herkese bu ‘özel gün’ yılda bir kez verilmiştir. Adil bir şekilde. Ve bu durumun bu kadar adil olması çok harika bir şey, öyle değil mi?”
İşte böyle bir bakış açısını görünce yazarın, ben de doğum günlerine artık farklı bir gözle bakmaya başladım. Doğum günleri gerçekten özel. Ben de çok fazla doğum günü kutlayan bir insan değilim. Yazın doğmanın bir avantajıyla bana göre okullarda hiçbir zaman kutlanmadı doğum günüm. Hep tatile denk geldiği için ve zaman zaman farklı şehirlerde olurdum, özellikle okuduğum zamanlar. Tanımadığım insanlara hiç doğum günümü paylaşmam bile. Çünkü bu hem bana özel olmasını isterim hem de bilmiyorum yani, bir yaş daha yaşlanıyoruz aslında ve yaşımı da ben açıkçası çok burada zaman zaman bahsediyorum ama genel bir cevabım vardır yaşım sorulduğunda: “Her sene değişiyor” derim. Bir yerden sonra çünkü takip etmekte zorlanıyorsunuz. O yüzden yaşlılarda özellikle dikkat ederseniz doğum tarihlerini söylerler yıl olarak, işte “70'te doğdum” gibi. Bırakın karşı taraf hesaplasın gibi bir mantık da var mıdır bilmiyorum ama insan sürekli doğum gününden sonra o yaşa, özellikle de böyle 20'lere girdiğinde mesela ya da 30'lara, 40'lara, 50'lere, o onar onar dilimlerde her seferinde daha bir artıyor. 30'lar çok başkaymış ya da 40, “Oo artık 40 oldum”, 50, “Artık 50”. Bilmiyorum, anlatabildim mi? Ama hep her seferinde o yaşın bir olgunluk getireceği düşüncesi de olabiliyor ama bir yandan da bunun öyle olmadığını, hala içimizde o çocukça hislerimizin kaldığını da görüyoruz sanırım. Bence doğum günlerinde kutlamamız gereken aslında annelerimiz. Yani ben doğum günümde hep aklıma annem gelir, daha çok onu düşünürüm, onu hatırlarım eski zamanları. Çünkü asıl iş orada, sen sadece doğuyorsun, başka hiçbir şey hatırlamıyorsun da. Asıl orada çileyi, zorlukları onlar çektiler. Bu hayata bir çocuk getirmek hiç kolay değil, bunun sadece kararını alabilmek bile. O yüzden bence zaten doğum günlerini annelerle kutlamak gerekir, anneler günü gibi dünyada ya da kadınlar günü gibi. Benim çok tasvip etmediğim bir şey sanki bir saygısızlıkmış gibi. Çünkü senede bir gün sadece onlara, onları hatırlamak. Bir erkekler günü yok mesela ama kadınlar. Gerçi ona da Emekçi Kadınlar diyorlar. Çok da bilmiyorum bizim ülkemizde bunun farkında mı insanlar ama o tarz günlerde. Evet, bence doğum günleri daha özel, daha kutlamaya müsait, daha kutlanması gereken diyeyim en azından. Ve bence bugünlerde annelerinizi hatırlayın, onları arayın, sorun, mümkünse ziyaret edin, onlarla görüşün ve umarım aranızda iyidir diye tahmin ediyorum. Hayattalardır diye düşünüyorum, diğer durumlarda zaten siz daha iyi bilirsiniz ne yapacağınızı diyerek alıntımıza, son söze, son sözümüze devam ediyorum:
“Bu anlamda ben doğum günü dostuyum. Her zaman doğum günlerinin yanındayım. Arkadaşlarımın doğum günlerini kutlamak ve onlara hediye vermek isterim, kendi doğum günümde de kendime hediye alırım. Kendime hediye seçimim genelde şöyledir: ‘Normal bir günde kendime almayacağım bir şey olmalı’ diye düşünürüm. ‘Erişemeyeceğim bir şey’ denilecek kadar pahalı bir şey değil tabii (Ferrari California gibi), normalde kolay kolay almayacağım bir şey. Yani, ‘birazcık lüks’ olarak nitelendirilecek bir şey. Mesela geçen sene paraya kıyıp kendime Bruce Springsteen’in The River Box (4 adet CD, 3 adet DVD) setini satın aldım. İçindeki müziklerin yarısına yakınına zaten sahiptim, ama birkaç tane yayımlanmamış parça ile son derece özenle hazırlanmış bir kitapçık da vardı sette; hem de müziklerini çok sevdiğim için yirmi bin yen kadar ödedim. Doğum günüm olduğundan bu kadar müsriflik yapabilirim, diye düşündüm.”
Bu konuda yazara katılıyorum. Birine hediye alma konusunda kötüyüm, ama kendime hediye almayı severim. Bazen canımın çok çektiği bir şeyi, normalde para harcamak istemeyeceğim bir şeyi, özellikle doğum günlerimde alırım. Bir ara bunu kitaplar için yapmıştım. Malum, ülkemizde kitaplar pahalı ve ne yazık ki sürekli fiyatları artıyor. Özellikle okumak istediğim, kütüphanemde bulunmasını arzuladığım bazı kitapları, “Bu kitabı doğum günümde alayım,” diyerek bir sene bekliyorum. O zamana kadar bir yerde karşıma çıkmıyor, elime geçmiyor, kütüphanelerde olmuyor ve hala okumamış oluyorum. Hala o kitabı merak ediyorsam, bunu bir fırsat bilip doğum günlerimde kendime kitap alıyorum.

Son birkaç senedir doğum günüm haricinde yeni bir kitap almamak gibi bir karar aldım. Artık bunu çok uygulamıyorum ama yine de dikkat ediyorum. Çünkü kitaplar da birikiyor ve evde koyacak yer problemi oluyor. Bir de okuyup bitirince… Daha önce bahsetmiştim sanırım, Japonca bir terim var: “tsundoku” (kitap biriktirme hastalığı). Kitapları çok fazla edinirseniz ve okuyamazsanız, onlar sürekli birikiyor. Şu an mesela bitirdiğim kitaplar hakkında yazılarım o kadar çok birikti ki, yeni kitap okumaya ara verdim diyebilirim.
Bu bayram tatilini de biraz bahane ettim aslında. Çünkü bir kitabı bitirince bir bölüm yapayım, artık bir de sadece yazması değil, bunları seslendirmeye de çalıştığım için inanılmaz bir yığılma oldu. Bilmiyorum bunun üstesinden nasıl kalkabilirim. Şu an yeni bir deneme yapıyorum, doğaçlama bir metne bağlı kalmadan, aslında elimde alıntılar var ama ikinci planda. Buna da “Metin 2” diyorum, yani ikinci planda olan metin. Artık alıntıların üzerine zihnimdekileri direkt aktarmaya çalışacağım. Ne kadar sürdürebilirim, ne kadar başarabilirim bilmiyorum. Çünkü bu konuda özellikle yakın çevremden eleştiri alıyorum. Bazı arkadaşlarım, “Okuduğun çok belli oluyor,” diyorlar. Haklılar çünkü okuyorum. Onu belli etmemek ayrı bir profesyonellik gerektiriyor. Şu an o seviyede değilim ama ilk bölümlere nazaran daha iyiyimdir herhalde diye düşünüyorum. Bundan sonra bakalım bu şekilde nasıl gidecek. Bunları da sonra yazıya çevirmek… Gerçi YouTube’da falan otomatik altyazı çıkıyor ama onu alabilir miyim, kullanabilir miyim bilmiyorum. Belki yazarımızın dediği gibi en baştan yazmaya da çalışabilirim veya yazıları paylaşmamak gibi bir durum olabilir. Bu da bir seçenek. Ya da sadece alıntıları paylaşmak gibi. Bilmiyorum, zaman gösterecek bazı şeyleri.
Diyerek devam edeyim yazarımızın son sözüne. Son sözden başladığım ilk kitap oldu bu sanırım. Tabii ki okumaya son sözden başlamadım, ama anladınız siz. Ayrıca bu soruyu size de sormuş olayım. Çünkü yazarımız bize soruyor:
“Peki ya siz, yirminci doğum gününüzde ne yaptığınızı hatırlıyor musunuz? Ben çok iyi hatırlıyor musunuz? Ben çok iyi hatırlıyorum. 12 Ocak 1969; buz gibi soğuk, hafif bulutlu bir kış günüydü, bir kafede yarı zamanlı garsonluk yapıyordum. O gün izin kullanmak istesem de vardiyamı değişecek birini bulamamıştım. O gün neticede son ana dek eğlenceli tek bir şey bile yapamadığım gibi, o günün kalan yaşamımın bir provası olduğunu da hissetmiştim.
Bu öyküdeki kız yalnız başına, tıpkı o zaman benim olduğum gibi hiç de ilginç olmayan bir şekilde geçiriyor yirminci doğum gününü. Gün batıyor, üstüne bir de yağmur yağıyor. Kız o gece son ana dek büyük bir değişim olmasını beklemiş miydi acaba?”
Evet, yavaş yavaş yazar kendi kitabından spoiler veriyor. Ben de kitaba giriş yapayım bu vesileyle ve önce yazarın sorduğu soruya kendim cevap vereyim. Açıkçası ben 20. doğum günümü hatırlamıyorum. 20'ye çok takılmış yazarımız burada. Bilmiyorum, belki Japon kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bizde 18 belki daha hatırlanıyor birçok şeye izin çıkması bakımından; ehliyettir. Bizdeki nasıl 18 yaşı önemliyse belki Japonya’da da bu 20'dir. Çok emin değilim, bu konuda bilgim yok. Ama 20. yaş günümü hatırlamıyorum mesela. 21'i, 22'yi, hiçbirini hatırlamıyorum. Geçen seneyi acaba hatırlıyor muyum, onu bile düşünmem lazım. Ama insan, özellikle kötü hissettiği bir doğum gününde hayatını da sorgular, sorgulayabilir. Bundan sonraki hayatım böyle mi geçecek? Ben bunun için mi yaşıyorum?
“Kalan yaşamımın bir provası,” diyor mesela. Burası çok etkileyici bir cümle. Aslında her günün aynı geçmesi büyük bir sıkıntıdır, zaten bir problemdir. Bir düzeltilmesi gereken… Her gün aynı güne uyanan bir adamı konu alan çok güzel bir film vardı. Groundhog Day miydi? Her gün aynı güne uyanıyordu adam. Bunu da bir arkadaşıma önermiştim ve beğenmemişti. “Ne biçim bir film bu?” demişti. Ama ben yine yeri gelmişken önereyim size. Bence güzel bir filmdi. Kitabımızda da ana bir kahramanımız var: doğum günü kızı. Adı üzerinde, kız doğum gününde, 20. yaş gününde, aynı yazarımız gibi çalışmak zorunda kalıyor. İzin alamıyor, çalıştığı restorandan. Ve restoranda gizemli bir karakter var. O karakterle ilk defa karşılaşıyor. Restoranın sahibi, kendi patronu genelde ilgileniyor onunla. Ama kendi patronunun işi çıkıyor ve restoranın sahibine kendisi hizmet vermek zorunda kalıyor. Aynı binada ve onunla karşılaştığında bu gizemli adam da onun doğum günü olduğunu öğrendiğinde şöyle diyor:
“‘Ne var ki, tek bir dilek hakkın var, iyice düşünesin’ dedi yaşlı adam bir parmağını havaya kaldırıp. ‘Tek bir dilek. Sonra kararını değiştirip vazgeçemezsin.’” (s.60)
Alaaddin’in sihirli lambasından çıkan bir cin gibi aslında bir şey dilemesini istiyor. Ne olursa, ama şartı bu. Değiştiremezsin. İşte böyle bir dilek hakkınız olsaydı, ne dilerdiniz? Aslında kitap bunu soruyor size. Bu açıdan çok güzel. Bu açıdan Murakami yine yazmış diyeceksiniz. Yani bu soruyu kendinize sorduğunuzda ayrı bir farkındalık geliştiriyorsunuz. İşin güzel yanı da burada. Size spoiler vermem de mümkün değil kızın ne seçtiği, ne dilediği ile ilgili çünkü onu da vermiyor, onu da paylaşmıyor bizimle. Sadece yaşlı adamın cevabını öğreniyoruz. O cevabı da paylaşmak istiyorum hemen:
"'Yoo yoo' dedi yaşlı adam iki elini kaldırıp bayrak gibi havada sallarken. 'Hiç de uygunsuz değil. Şaşırdım yalnızca, küçükhanım. Yani, başka dileyecek bir şeyin yok mu ki? Mesela, öyle ya, çok daha güzel olayım, daha zeki olayım, zengin olayım gibi; normal bir kızın dileyeceği türden bir şey dilemek istemiyorsun, öyle mi?'" (s.46)
diye soruyor bu yaşlı kahramanımız. Güzel olayım dememiş, yani zeki olayım da dememiş, zengin olayım da dememiş. Geriye ne kalıyor acaba? Yani ne dilemiş olabilir kahramanımız burada? Hakikaten bunu size de sormuş olayım bu vesileyle. Bence kitabı da okuyun, daha etkili olur. Belki ben gözden kaçırmışımdır, belki bahsetmiştir yazar, daha fazla ipuçları vermiştir. Son bir tınım daha var aslında, orada biraz ipucu verir gibi oluyor ama yine net değil konu. Ama bunları içermeyen bir şey dilesen ne dilerdiniz? Ya da önce bunları mı dilerdiniz? Önce bir zengin olayım, önce bir çok akıllı olayım, çok zeki olayım ya da güzel olayım… Bunların hepsi zaten bir şekilde sizi mutluluğa eriştirir mi? Mutlu olayım mı demiştir acaba? Mutluluğun bir formülü…
Kız ondan sonra mutlu da değil işin garibi. Neyse, ben son alıntımı geçeyim, daha fazla beyin yakmadan. Son alıntımı geçmeden de şunu söyleyeyim: Bunu aslında bir arkadaşına da söylüyor. Arkadaşı da şaşırıyor. “Ama merak etme, sana sormayacağım bunu,” diyor. Sadece bunu açıkladığı arkadaşı ona yine başka bir şey soruyor. Bu sefer bu soru da aslında çok düşündürücü geliyor. Şu şekilde:
“‘Benim bilmek istediğim, o dileğinin her neyse, daha sonra onu seçmiş olmaktan pişmanlık duyup duymadığını merak ediyorum. Diğer bir deyişle, keşke başka bir şey dileseydin diye düşündün mü hiç?’
‘İlk sorunun yanıtı, hem evet hem de hayır. Daha önümde uzun bir yaşam var, gelecekte neler olacak neler olmayacak emin olamam.’
‘Zaman alan bir dilekmiş desene.’
‘Öyle’ dedi. ‘Zamanın önemli bir işlevi var dileğimde.’” (s.54)
Yani arkadaşı burada aslında soruyor: “Pişmanlık duydun mu, pişman oldun mu bu dilekten?” Çünkü nasıl olmazsın ki? Düşünsenize, bir şey dileyeceksiniz ve o olacak. “Keşke onu dilemeseydim,” diyeceğiniz çok fazla senaryo olabilir. Bir de böyle şeyleri aniden pat diye sorarsa birisi, cevap veremezsiniz yani muhtemelen. Çünkü bunun üzerine daha önce düşünmemişsiniz. Böyle şeylere direkt cevap verebilmek için onun üzerine kafa yormak gerekir. İşte bu kitap da bence size en azından bunları sormanızı, sorgulamanızı, hayattan ne istediğinizi, yaşama amacı derler ya, işte belki onu bulmanızı sağlayabilir. Çok mu şey atfetmiş oldum “Doğum Günü Kızı” kitabına bilmiyorum. Ama özellikle doğum günü olan bir arkadaşınıza hediye edilebilecek çok güzel bir kitap, çok güzel bir öykü ve muhteşem bir son söz barındırıyor.
Tamamını da okudum neredeyse son sözün. Buradan Murakami’ye de teşekkür edeyim. Her bölüm birilerine teşekkür etmek gibi bir bağımlılık oluştu bende de bu arada. Bugün doğum günü olanların da doğum günleri kutlu olsun, mutlu, huzurlu, sağlıklı nice yıllara!
NOT: Bu yazı, ilk olarak 27 Haziran 2024'te aşağıdaki videoda yayınlanmış podcast bölümümün otomatik olarak oluşturulan altyazısının ChatGPT yardımıyla metne çevrilmiş halini içerir. Tabii çokça düzenleme yaptım ama yine de gözümden kaçan hatalar olabilir. Eğer bir mahsuru yoksa yaşadığım zaman darlığından ötürü bundan sonra kitaplarla ilgili olan yazılarımı bu şekilde metne bağlı kalmadan doğaçlama konuşmalarımdan uyarlamayı düşünüyorum. Dolayısıyla yazılar biraz gecikebilir ama bölümleri yine zamanında, her Perşembe saat 19'da yayınlamaya çalışacağım. Hatta bu konuda kendimi biraz geliştirebilirsem haftada iki gün yapmaya da başlayabilirim. Ancak eğer yazılar okunacak gibi değilse ya da sizi rahatsız ettiyse, hiç çekinmeden yazabilirsiniz. Çünkü benim de içime sinmedi aslında. Yol yakınken vazgeçebilirim bu sevdadan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder