26 Eylül 2024 Perşembe

İnsan Olmak

 

İnsan Olmak, Tek Kelimeyle Örnek Olmak, Zaman Tüketiciliği ve “Yapamam ki!” Dediklerimiz

Engin Geçtan bu kitabı 1982 yılında onu ziyarete gelen ismini bile bilmediği bir okurunun “Lütfen bizler için de yazın.” sözüne istinaden nasıl yazdığını kitabın hemen başında yer alan “26. Basım İçin Önsöz” bölümünde çok güzel anlatıyor.




Yazarımızın romanlarının anlaşılması daha zormuş. Her okuyanın farklı şeyler anlayabileceği türden kitaplarmış. Bunu duyunca özellikle merak ettim diyebilirim. Bu yüzden karşıma ilk çıktığında yazarımızın romanlarını da okuyabilmek için sabırsızlanıyorum.

İlk olarak 1983 yılında yayımlanan “İnsan Olmak” kitabını ben Metis Yayınlarından 2018 yılında basılan on altıncı baskısını okudum. Kitabın içindekiler kısmında şu başlıklar yer alıyor ve bütün bu bölümler tek tek açıklanıyor:

“Yirmi Yılın Ardından, Önsöz, Ana-Baba ve Çocuk, İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Kaygı, Sorumluluktan Kaçış, Yalnızlık, Ortakyaşam İlişkisi, Nevrotik Kısırdöngü, Yaşam ve Ölüm, Kendini Yaşamak, Epilog” ve tabii en sonda da kaynakça yer alıyor.

Alıntılarım bir hayli uzun o yüzden bir an evvel başlamak istiyorum. İlk alıntım şu şekilde:

“Geleneksel topluklarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve insanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirirler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabilmesini ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına öncelik tanır.”(s.25)

Demiş yazarımız, bu geleneksel topluluklarla çağdaş toplumları karşılaştırmış. Biz de bunun üzerine uzun uzun konuşmuştuk. Türkiye zaten, yani dünyanın küçük bir örneklem grubu gibi bir şey aslında. Türkiye, bütün dünyanın; nasıl zengin uluslar var, bir yanda da işte açlık, sefalet çekenler, Türkiye tam onların bir karışımı gibi. Bu karışımın da daha küçük bir noktası, daha bir alt kümesi diyeyim, o da İstanbul aslında. Yani o açıdan doğu ve batı arasında kalmışlığımızla, o aradaki köprü vazifemiz de çağdaş mıyız, geleneksel miyiz tartışılır. Biz de tartıştık zaten uzun uzun. Şimdi burada da tartışmak istemiyorum ama kitaptan öğrendiğim güzel bir fizik yasası da var. Burada diyor ki yazar:

“Fizikteki bileşik kaplar yasası psikolojide de geçerlidir. Bir yönden yapılan baskı bir başka yönde boşalıma neden olur. Önce ikinci sınıf evlat, daha sonra gelin kimlikleri içinde ezilen kadın, anne olduktan sonra aile içinde giderek güç kazanmaya ve çocukları üzerinde egemenlik kurmaya başlar. O denli ki, birçok ailede görünürde baba tarafından alınan kararların asıl sahibi annedir, ama durum babanın erkeklik rolüne gölge düşürmeyecek biçimde yönetilir. Kararı anne verir, baba ilan eder. Kararların sonucundan ise baba sorumlu tutulur. Bu yönden değerlendirildiğinde, toplumumuzda aile yapısının biçimsel olarak babaerkil, ama gerçekte üstü kapalı bir anaerkil yapıya sahip olduğu bile söylenebilir.”(s.39)

Demiş yazar, mesela bizde bu durumun doğru olduğunu ben de düşünüyorum ama bu kadar açık ve net şekilde yazıldığını, söylendiğini duymamıştım daha önce. Espriyle karışık, işte erkekler şey der: “Son sözü hep ben söylerim,” da işte “Tamam karıcım” şeklinde bir itiraf yapılır genellikle. Ama bu gerçek de yani bir yandan. Burada benim dikkatimi çeken şey, kararın sonucundan yine babanın sorumlu olması. Yani bu biraz acı bir durum aslında, hem karara bir etkin yok hem de sen sorumlu tutuluyorsun. Ve kitabın aslında en önemli cümleleri şöyle başlıyor:

“Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duygular gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca kapatmaz ve gereksiz bir suçluluğu da yaşamazlardı. Ne var ki, çoğu insan böyle duyguları yalnız kendisinin yaşadığı sanısındadır. Öyle ki, bazen birbirini yeni tanıyan iki insan reddedilme kaygıları sonucu birbirlerine yaklaşamazlar; her biri diğerinin kendisini kabul etmeyeceğini düşünür ve aslında gelişebilecek bir ilişki bu nedenle başlatılamaz. O reddetmeden ben reddedeyim kaygısı sonucu yalnız kalan insanların sayısı o kadar çoktur ki!”(s.53,54)

Öfke ve Düşmanlık, bölümü şu cümlelerle başlıyor:

“Hakkımız olanı alamadığımız ya da önem verdiğimiz bir insan beklentilerimiz doğrultusunda davranmadığında yaşanan duygu kızgınlıktır. Böyle bir duygunun salt o olaya ilişkin olarak yaşanması insan doğasının gereğidir. Ancak, bu gibi olaylar ‘yaşam boyu insanlar zaten hep beni engelledi!’ ya da ‘insanlar zaten bencildir!’ biçiminde yaşanıyorsa, o zaman durum farklıdır ve bu tür genellemelerin gerisinde kişinin geçmişinden getiregeldiği kızgınlıkların birikimi bulunur. İnsanlar ardır, araba sürerken kırmızı trafik ışığıyla karşılaştıklarında, ya da fazla kalabalık bir caddede yürürken de kızarlar. Bu gibi duygular zaten öfkeli olan bir insanın öfkesine gerekçe araması sonucu yaşanır.”(s.55)

Zaten öfkeli olan birinin öfkesini gerekçe aramasıyla karşılaşıyorsunuzdur sık sık ya da umarım karşılaşmıyorsunuzdur o kadar fazla. Bazen biz de düşebiliriz bu kısır döngüye. Öfkeli olmak çok kolay zaten, yani bir de bu öfkenin kutsallaştırılması da var. “Ben işte çıldırınca, sinirlenince hiçbir şey gözüm görmez,” diyen insanlar bir de buna hak bekliyorlar. Yani bu, övünülecek bir şey değil. Bu, senin daha henüz olgunlaşamadığını gösterir. O çok kolay çünkü. “Gözüm görmez abi hiçbir şey, ben sinirlendim mi,” oh, o zaman ne güzel, herkes sinirlensin, herkes istediğini yapsın.

Önemli olan zaten sinirlendiğinde, öfkelendiğinde durabilmek; durup ne olduğuna kendini dinleyebilmek. İşte ayaktaysan oturabilmek, oturuyorsan uzanabilmek, bir nefes alabilmek, gözlerini kapatmak, ona kadar saymak ya da hiç alakasız nesneleri, bir şeyleri saymak, herhangi bir şey saymak… Bunların hepsi işe yarar gerçekten, yeter ki o enerjiyi yönetmeyi öğrenin ve başka bir şeye yöneltin.

“Kusurlu bir yanımızla yüzleşip bunu kabul edebilirsek, bu yanımızın bir süre sonra ortadan kalkma olasılığı da artar. Bu çoğu kez bilinçli bir çabayı gerektirebilirse de, bazen çözüm hiç fark etmeden gerçekleşir. Böyle bir süreci başlatmış olmak, insanlarda ilişkilerimizde daha da etkin olmamızı sağlar. Çünkü kendimize karşı hoşgörülü oldukça, diğer insanların kusurlu yanlarını da daha kolay kabul edebiliriz. Dolayısıyla onlara gerçek anlamda bir şeyler verebilmemizin gururunu yaşamaya başlarız. Bu, benliğin şişmesiyle sonuçlanan gururdan çok farklı bir duygudur. İnsanın kendisine değer verebilmesini içerir.”(s.83)

Ben özellikle o fark edilmeden gerçekleşen çözümlerin hastasıyım diyebilirim. Mesela aklıma gelen en yakın örnekte, bu podcast’e başladığım dönemlerde, bu alıntıların kitaptan okuduğum bölümlerin belli olup olmaması… Yani acaba benim normal kendi yazdıklarımla karışır mı? Bunların altına bir fon müziği mesela koymak gerekir mi ya da başına sonuna bir çan sesi, jenerik, jingle… Artık ona ne deniyorsa, onu bile bilmiyorum yani, düşünün. Ama o lazım mı diye düşünmüştüm, ciddi ciddi düşünmüştüm. Bu, hatta benim bu podcast’e biraz başlamamı da geciktirmiş. Ama gördüğünüz gibi, hiçbir şekilde karışmıyor, karışma gibi bir durum yok. Çünkü artık o diğer metinleri de yazmayı bıraktım, tamamen doğaçlama yapınca okuduğum yerler gayet belli oluyor diye düşünüyorum. Bir de şöyle güzel bir bölüm var:

“Kaygı duygusunu yaşamamak için geliştirilen kaçınma tepkileri çeşitli biçimlerde görülür: İlkinde, kişi kendisinde kaygı yaratan durumlardan uzak durmaya çalışır. Örneğin, bir insan çok iyi bildiği bir konuda bile kalabalık karşısında konuşmaktan kaçınabilir; konuşmaya başladığında sesinin titreyeceğinden ya da yüzünün kızaracağından korkabilir. Konuyu iyi bilmiş olması kaygısının giderilmesine yardımcı olamaz. Çünkü bir inanın entelektüel yönleri çok iyi geliştiği halde duygusal yönden olgunlaşmamış olabilir. Sahip olduğu bilgiler duygusal benliğiyle bütünleşmemiş olduğundan, kendisini yine de yetersiz bulur ve bu durumun kalabalık karşısında fark edileceği kaygısına kapılır. Bu kaygının gerisinde, çevresinde yarattığı olumlu izlenime karşılık kendi kendisini yetersiz görmesinden kaynaklanan çatışma bulunur.”(s.88,89)

Evet, bu çatışmayı ben de yaşıyorum, sık sık yaşıyordum daha doğrusu. Artık o kadar sık yaşamıyorum, neyse ki. Ama keşke tabii bu kitabı daha önceden okumuş olsaydım dedim, özellikle de bu cümleleri görünce. Çünkü insanlar şey zannediyor, çoğu kişisel gelişimci de bu yönde teşvik eder özellikle bu yabancılar, ardından birebir çevirenler: “Sen kendini geliştir, kendini donat, o konuda yeterince bilgi sahibi ol, bu yeter.”

Mesela bir konuşmacı şöyle bir tavsiye vermişti: “Seyirciler tarafından gelebilecek bütün soruları önceden çıkartıp hepsine tak tak böyle cevap verebilecek halde olman gerekir” gibi bir şey söylemişti. Ya bu hem mümkün değil gibi bir şey, tabii ki olsa faydalı olur olabilse, hem de doğru da değilmiş işte, burada görüyoruz. Çünkü bundan kurtulmak için insanlar genelde “konuyu iyi bilin, konuya hakim olun, yeterli olur” gibi öğütlerde bulunuyorlar. Bu yeterli değil kesinlikle. Çünkü konuyu sadece bilmek, konuşamadıktan sonra orada istediğin kadar bil, hiçbir önemi yok. Ve bu kaygının gerisinde de işte kendini yetersiz görmenin olduğunu bilmiyordum ben. Bu yüzden de artık mesela bu podcast’lerde artık şikayet etmemek –zaten şikayet etmeyi de hiç sevmem ama bazen yapabiliyorum işte– kendimi kötülemiyor, gerek yok yani bunlara durduk yerde kaygı oluşturmaya.

Bir de bu bölümlere hep böyle pozitif olduğum anlarda yapmaya çalışıyorum, kayıt almaya çalışıyorum. “Ne bu sevinç, ne bu mutluluk?” gibi de düşünebilir insanlar eğer özellikle canları sıkkınken dinliyorlarsa. Ama bence de tam tersi, yani bir şey dinleyip insanın modunun düşmemesi lazım. O yüzden böyle kendimi sürekli daha olumlu bir ruh halindeyken kayıtları almaya zorluyorum. Bazen içimden hiç gelmiyor, hiç yapmıyorum bile. Yani işte biraz o kaygı durumundan kaçan insanlara benziyormuşum, burada da yaptığım onu fark ediyorum. Bir diğer yöntem ise şöyle açıklıyor yazar:

“Yetişkin insanın kaygıdan kaçınmak için kullandığı bir diğer yöntem de, kaygı yaratabilecek duygusal tepkilerin yerine böyle bir etki yaratmayacak tepkiler verme biçiminde görülür. Çevresindeki bir erkekten çok hoşlanan genç kız, onu her gördüğünde ilgilenmiyormuşçasına tutumlar takınabilir. Böyle yapmakla çoğu kez hoşlandığı insanı kendisinden uzaklaştırmış olur. Ama ona göre böyle bir sonuç, reddedilmenin gururuna indireceği darbeden daha az acı vericidir. Bu nedenle, reddedilmeden reddetmeyi yeğler. Hoşlanmadığı bir insandan bir şey istemek zorunda kalan bir diğeri, durumun kendisinde yarattığı kaygıyı aşırı dost ve sevecen bir tutumla geçiştirmeye çalışabilir. Böylece, olumsuz duyguların tam karşıtı tepkiler geliştirerek bu eğilimlerini denetim altına almış olur.
Bu tür kaçınma tepkileri, bir insanın kaygılarının ilk bakışta dıştan gözlemlenebilmesini engelleyebilir. Gerçekten de sürekli tedirgin oldukları halde sakin bir insan izlenimi veren kişilerin sayısı oldukça fazladır. Ne var ki, bu insanlar belirli bir süre boyunca yakından izlendiklerinden kaçınma tepkilerini fark etmek pek de güç olmaz. Üstelik günümüzde pek çok sayıda insan, kaygılarını aşırı denetim altına almalarının bedelini psikosomatik hastalıklarla ödemektedirler. Mide ülseri, bağırsak spazmı, hipertansiyon, astım, bazı deri hastalıkları ve diğer birçok bendensel bozuklukların gerisinde doğrudan yaşanmayan duygular bulunur. Boşalım yolu bulamayan bu gerilimler ve kaygılar organlar aracılığıyla anlatım bulurlar.”(s.89,90)

Yani, hastalıklara dikkat ettiniz mi bilmiyorum; ülser, astım, deri hastalıkları, bedensel bozukluklar… Hep işte “stres” diyorlar ya, stres dedikleri de bu aslında: insanın kaygıdan kaçınma yolu, yanlış bir şekilde kaygıdan kaçınması. Bir de sürekli sakin görünümü veren, sakin bir insan izlenimi veren kişiler oldukça fazladır, diyor. İşte bu, bizde pek yoktur tabii ama genelde bu seri katil tipleri, tiplemeleri böyle gösterilir dizilerde, filmlerde; çok sakin insanlarmış gibi.

Bir de sorumluluktan kaçış, benim için en önemli bölümlerin başında geldi diyebilirim. Ve şu cümleler, insanlara evlendiklerinde evlilik cüzdanıyla beraber bu kitabın da verilmesi gerektiğini kanıtlar nitelikte.

“Örneğin çocuk, ihtiyaçlarını bir görev yaparcasına karşılayan ana-babadan çok, kendisini dürüstçe ‘yaşama’ ve yaşama doğrudan ‘katılma’ yürekliliği gösterebilen bir ana-babayı yeğler. Çünkü yaşana ve ona nasıl yaşanabileceği konusunda örnek olabilecek bir modele ihtiyacı vardır. Buna karşılık, kendi yaşama sorumluluğunu üstlenemeyen ve yaşama katılacağı yerde diğer insanları seyrederek eleştiren ana-babalar, ellerinde olmadan çocuklarının da kendilerini yaşamalarını engeller.”(s.95)

Ya, ana babanın işte asıl görevi aslında örnek olmak, göstermek; kendi hayatlarında yaşamak. “Kitap oku” demek değil yani, kendileri okumalı. Tabii, bu kitabı okurken de sürekli böyle yeni bilgiler, yeni şeyler öğreniyoruz. Ama bu yeterli mi? Onunla ilgili de şöyle bir bölüm var:

“Çevremizde, yaşayacağı yerde nasıl yaşanması gerektiğini sürekli tartışan insanların sayısı hiç de az değildir. Ama gün boyunca yalnızca tartışan bir insan ne yaşamış, kendine ve çevresine ne katmış olabilir ki? Üstelik ülkemizde böylesi tartışmalar bir dönemde politik bir içerik de kazanarak adeta toplumsal bir kitle histerisine dönüşmüştür. Kuşkusuz, bazen yaşadığımız bazı olaylardan çıkardığımız sonuçlar bilgiye dönüşür, bazen ise edindiğimiz bazı bilgileri sonradan yaşantıya dönüştürürüz. Ama genelde, yaşantıya dönüşmemiş bilgi gerçek bilgi değildir. Ya da Konfüçyüs’ün deyişiyle, ‘Bilmek uygulamaktır!’”(s.103)

Evet, benim de en sevdiğim yerlerden biriydi. Bunları sadece okuyup geçmemeliyiz, bunları uygulamalıyız da. Her öğrendiğimizi en azından zamanı geldiğinde, “Ya, ben böyle bir kitap okumuştum, şöyle bir işte podcast dinlemiştim, orada bir işte cümle geçiyordu, şöyle diyordu, Engin Gençtan,” deyip hatırlamak ve hayata katmak ana amaç olmalı. Ama tabii zor, yani bütün bu okuduklarımızdan hep sürekli dersler çıkarıp onu hayata katmak, değişmeyi de getiriyor. Çok az çalışkan bir insan olmayı gerektiriyor diyebilirsiniz. En azından ben öyle düşünmüştüm ve hemen de o yüzden bir sonraki anlatım şöyle başlıyor:

“Hepimizin içinde var olan ‘tembel’e de fırsat tanımalıyız, ama zamanını iyi seçerek. Bazı durumlarda ise eyleme geçmekten tümden vazgeçer, ‘Yapamam ki!’, ‘Beceremem ki!’ gibi gerekçeleri kullanırız. Oysa, bir şeyi denemeden beceremeyeceğimizi nasıl bilebiliriz. Yenilgiyle yüzleşme korkusuna tutsak olmak ise daha büyük bir yenilgidir. Üstelik, ‘Yapamam ki!’ gerekçesiyle gerçekleştirmekten kaçındığımız davranışların çoğu aslında yapmak istediklerimizdir. Yapmak istemediklerimiz zaten aklımıza gelmez.
İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!”(s.105)

İşte ben bu satırları gece okumuştum diye hatırlıyorum; 105 sayfada geçiyor bu cümle ve artık iyice uykum gelmişti. Yani son 60 sayfayı da “artık yarın okurum herhalde,” diye düşünüp o içimdeki tembeli bir fırsat tanımıştım. Yani yatıp uyumuştum. Böyle olunca da bütün gece o kitabı düşünüyorsunuz. Bir şeyi okuyup yatmak aslında çok da iyi bir şey değil. O yüzden böyle kurgu dışı kitaplar okumamak lazım bence. Ben daha çok romanları okurum gece; bu kitap tam böyle sabah kalkınca okumalık. Sabah da devam etmiştim zaten ama böyle bölüm bölüm bitirip, üzerine düşünerek.

Ve geldik yine o kutucu bölümlerden biri: Narsisist kişiler. Narsist diye ben hep söylerdim bunu ama “narsisist” diye geçiyor kitapta. Demek ki doğru olan o. Ama söylemesi çok zor. Burada doğruyu belki öğrendik ama ne kadar uygulayabileceğim? Oradaki alıntım şöyle:

“Narsisist kişilerle iletişim kurabilmek oldukça güçtür. Çoğu o anda aklında ne varsa onu konuşur ki bu da genellikle kendisine, duygularına, düşüncelerine ve yaptıklarına ilişkindir. Söylediklerinin karşı tarafta nasıl bir etki yarattığına ilişkindir. Söylediklerinin karşı tarafta nasıl bir etki yarattığına aldırmadığından ve onların anlattıklarını anlamaya çalışmayarak salt kendi bakış açısından değerlendirdiğinden, böyle bir insanla gerçek bir diyalog kurulamaz. Narsisist kişi, ancak karşısındaki insanda kendisine ilişkin bir yaşantının yansımasını gördüğünde onunla ilgilenir. Bunun dışındaki konuları çoğu kez algılamaz bile. Narsisist insanlar birbirleriyle ilişki kurma eğilimindedirler. Ancak beraberliklerindeki iletişim karşılıklı monologlar biçimindedir. Her biri ne dediğini diğerinin anlamış olduğunu farzeder kendi monoloğunu söyler ve gerçek bir iletişimin kurulmamış olduğu da fark edilmez.”(s.116)

Yani, ne kadar komik aslında. Dışarıdan görseniz ve görüyorsunuzdur; ben bazen denk geliyorum böyle iki insan kesinlikle hiç birbirini dinlemiyor. Kendi söyleyeceklerine odaklanmış, sıra bana gelse diye bekliyor ve sonra kendi cümlelerini kuruyor. Sonra öbürü yine kendi metninden devam ediyor, sanki böyle yazılı bir ezbere bildiği bir şey varmış gibi. İnsanlar sürekli aynı şeyleri söylüyorlar; yeni bir şeyler söylemek de hikayeler.

Anlatılanlar, benim de en büyük korkularımdan biri bu aslında. Yani bu podcast’lerde aynı şeyleri, aynı hikayeleri, aynı örnekleri vereceğim diye korkuyorum. Anlatacak bir şeyim kalmayacak gibi hissediyorum bazen; sanki böyle bir şey olabilirmiş gibi geliyor. Ama bu işin sihri de büyüsü de şurada bence: Ben bunu yazarken de hissediyordum. Böyle kitaplar hakkında yazdığında, arada böyle alıntılar olursa kesinlikle bir monolog gibi işlemiyor; sanki yazarın yazdıklarının arasında bir şeyler yazıyor. Onunla da bir konuşuyormuş hissi veriyor insana.

Ben de burada sanki karşımda bir yazar varmış gibi, onun sözleri kendi düşüncelerimle bir diyaloğa dönüştürüyoruz. Burada bir de ben bu yazıyı da çok hızlı yazmıştım; o kadar çok hata yapmışım ki. Arada imla hataları, kendi el yazım zaten çok okunmaz; bilgisayara yazdıklarım da bu sefer okunmuyor, onları da okumakta güçlük çekiyorum. Keşke o kadar acele etmeseydim. Kadın erkek ilişkilerine ilişkin çok önemli bilgiler de yer alıyor. Bir tanesi şöyle mesela:

“Ne var ki çoğu kadın-erkek ilişkisinde tarafılar birbirlerini yitirme korkusuyla duygularını aşırı oranda denetim altına alırlar. Olumsuz duyguların ketlenmesi olumlu duyguların da bastırılmasına, olumlu duyguların karşılık görmeyeceği kaygısıyla ketlenmesi ise olumsuz duyguların oluşumuna neden olur. Böylece birbirini yitirme korkusu sonucu oluşan karşılıklı kapanma, tarafların birbirlerinin davranışlarını yanlış yorumlamalarına yol açar ve ilişki yozlaşmaya başlar.”(s.133)

İşte kısır döngü: Olumsuz duyguları bastırmaya çalışınca olumlu duyguları da ister istemez bastırıyordu. Bunun sonucunda da olumsuz duygular doğuyor tekrar. Hiç olmayan, belki de o iletişim, konuşabilme. Bazı insanlar, bazı insanlarla konuşamaz mesela. Onu fark edersiniz; “Ya, işte şunu şuna söylesene,” diye hatta sizi aracı yaparlar. O da çok iyi bir şey değildir yani, tavsiye etmem kimse için. Kendisi çözmesi gerekir çünkü insanların bazen konuşamadığı insanlar vardır. Zaten birlikte olma, diyeceğim ama tabii, her zaman sizin seçimleriniz olmuyor bu ilişkiler. Bazen insan, kendi ana babasıyla da, abisi, ablasıyla da konuşamadığı olabilir. Bir de şöyle bir durum var; bunu da yine not almışım:

“Kimi ise diğer insanların sorunlarıyla içtenlikle ilgileniyormuşçasına tutumlar geliştirir. Ama bunu yaparken, bu insanlar kendi sorunlarını çözümleyemezmişçesine davranır ve çevresindekilere öğütler verir. Kimi ise görkemini alçakgönüllülük görüntüsüyle çevresine kabul ettirmeye çalışır ve onalrı kendisine yönelik övgüye zorlar. Alçakgönüllülük toplumca onaylanan bir nitelik olduğu için, ustaca sergilenen bu tür bir oyuna diğer insanların hiç olmazsa bir süre için kapılmalarını da doğal karşılaması gerekir. Oysa gerçek anlamda alçakgönüllülük sözlerde değil, davranışlarda anlatım bulur. Bir insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmiş olmasının ürünüdür.”(s.149)

Demiş yazarımız, “Ne kadar güzel söylemiş.” Yani alçak gönüllülük, bir insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesinin ürünü. “Ben çok alçak gönüllüyüm,” demek zaten alçak gönüllülük arasında bir boşluk olmasına neden olabilir. Ve o “muşçasına”okurken de zorlandım. Zaten yazması da çok zorlu. İlginç bir şekilde, “casına” ne kadar çirkin, gereksiz, yapmacık bir şey. “mışçasına” yapmaktansa hiç yapma, daha iyi gibi hissediyorum bazen.

Bir de bu Orta Çağ, orta çağ diyorum, orta yaş; hiç düşünmezdim böyle şeyleri daha önce ama orta yaş bunalımı nedir? Var mı böyle bir şey? Bunlara da artık daha bir dikkat ediyor oldum. Onunla ilgili yazarımızın şöyle bir tespiti var:

“Yetişkin insan eşiyle, çocuklarıyla, işiyle, kurumlarla ve hatta eşya ve parayla olan ilişkisinde bu dengeyi korumak zorundadır. Bunu başaramayanlar özellikle orta yaşa geldiklerinde anlamsızlığa düşer ve yaşamlarını boşa geçirmiş oldukları duygusuna kapılırlar. Çünkü insan orta yaşa ulaştığında zamanla ilişkisi de önemli bir değişikliğe uğrar. İnsan gençken zamanı, kaç yılı geride bıraktığını düşünerek değerlendirir. Kaç yılı kaldığını düşünmeye başladığı andan itibaren de orta yaşa girmiş olur.”(s.154)

Gibi bir ayrım yapmış mesela yazarımız; kaç yılı geride bıraktığını düşünmekle, kaç yılı kaldı düşünmek. Ben açıkçası hiç “Kaç yılım kaldı?” gibi bir düşünceye sahip değilim. Bunun tam tersini bir yerde duymuştum; “Gençlerin hayalleri daha çoktur, yaşlıların hatıraları” gibi bir şey. Bunun tam tersi mi oluyor, şu an onu düşünüyorum. Çok da emin değilim. Tam tersi değil ama bir zıtlık var arada; yani anılarınız hayallerinizden çoksa yaşlısınız, diyordu orada. Burada da “Kaç yılın kaldığını düşün” diyor.

“Kaç yılın kaldığını zaten bilemezsin ki.” Yani o yüzden bence onu düşünmek saçma bir şey; boşu boşuna düşünmek gibi bir şey. Hiç düşünme, daha iyi. Dolayısıyla ben hiçbir zaman orta yaşa giremeyeceğim herhalde ya da bu düşüncem de değişecek, bilemiyorum.

Evet, artık bu satırları da öğle vakti geçmek üzere, benim yola çıkmam lazım ama evde hala oturup kitabı okuyorum. Çünkü bitirmeden gitmek istemiyorum toplantıya. Öyle bir ruh halindeyken okuyorum son sayfalar ama gittikçe de böyle 180 sayfanın yoğunluğu artıyor. Gözünüzde canlandırın diye söylüyorum; çünkü aynen şöyle başlıyor okuduğum bölüm:

“İnsanlar vardır bilirsiniz, bir eyleme geçmeyi son dakikaya erteler, sonra bir telaş yaşarlar. Kimiyse zamanının denetimi kendi elinde değilmişçesine her yere geç kalır. Böyle insanlar tıpkı çocukken olduğu gibi, baskı ve tehditle güdülenir, zamanlarını özerk bir biçimde kullanamazlar. Üstlerinde bir baskı olmadıkça hareketsiz kalır, başka bir gücün kendilerini eyleme geçirmesini beklerler. İçinde bulundukları durumu ‘üşenme’ sözcüğüyle dile getiren bu insanlar, günlük yaşamlarını başkalarının kendilerine verdiği bir görev gibi sürdürürler. Özerkliği öğrenememiş olmamaları kendi sorumluluklarını üstlenebilmelerini engellediğinden zaman kullanımını kendi dışlarındaki etmenlere bırakarak sürüklenir, üstelik bundan ötürü çevresel koşulları sorumlu tutarlar. Her yere geç kalma eğiliminde olan insanlar, bunun kendi sorumlulukları olduğunu görmezden gelerek, her defasında gecikmelerini haklı gösterecek bir neden bulurlar.
Özellikle katı ve baskısı bir ortamda yetişmiş insanlar için zaman, içinde bulunulan anın değerlendirileceği bir varoluş boyutu olmaktan farklı bir biçimde, tüketilmesi ve bitirilmesi gereken bir nesne gibi kullanılır. Örneğin böyle bir insan arabasıyla bir yere gitmek için yola çıktığında, onun için önemli olan şey bir an önce gidilecek yere ulaşmaktır; arada geçen zaman ise sindirilerek yaşanmaz. Dolayısıyla yaşamın tümü de yerine getirilmesi gereken bir görevler dizisi olarak tüketilir.”(s.156)

Şimdi okurken de zaten zorlandım, tekrar tekrar okumak zorunda kaldım. Aynı şekilde kitabı okurken de buraları tekrar tekrar okumuştum. Böyle bir doğrulursunuz, bir etrafa bakarsınız; işte bir gizli kamera beni mi çekiyor diye düşünürsünüz ya bazı anlarda. “Beni görüyorlar mı?” diye. Yazar da sanki burada beni görüp kalem almış gibi hissetmiştim. Gerçekten çok ağır, işte o “dayak yiyormuş” gibi hissettiğim bölümlerden biri.

Baskı olmadıkça hareketsiz kalıp, kendin dışındaki bir güç tarafından eyleme geçirmeyi beklemek hiç de öyle bir insan değilimdir aslında ama böyle de görünüyor. Evet, böyle olduğu da zaman zaman işte o ilham beklemek, zaten biraz olur yazmak için. İlham beklemek çok gereksiz demeyeyim de yanlış bir yöntemdir. Hatta Hemingway’in bununla ilgili sevdiğim bir sözü vardır; yazmaya başlar ve aklına yazdığı şeyle ilgili yeni bir değişik fikir geldiğinde yazmayı bırakırmış. Tam tersini beklersiniz, normalde değil mi? Ama işte büyük yazar, aklına yeni güzel bir fikir geldiği anda bırakırmış ve işte yürüyüşe çıkarmış falan. Araya bir zaman koyar, o zaman daha güzel yazar.

Çünkü aklı bir yandan onunla uğraşıyor. Sürekli beyin, zaten hiç durmayan bir şey, sürekli çalışıyor. Siz farkında olmadığınızda da daha çok çalışıyor belki de. Ve o yolda geçirilen zamanın kıymetini bilmek işte amaç; hiçbir zaman o sonuca ulaşmak olmamalı. Sadece sonuç olursa, o arada geçen zaman boşa geçmiş oluyor yani bir anlamda.

Ve hayatın yerine getirilmesi gereken bir görevler dizisi olarak tüketilmesi de ne kadar ağır bir itham. Bu arada tabii ki ben yine tam zamanında geldim oraya, hiçbir şekilde geç kalmadım. Yazar da, yani burada artık bilmiyorum, bana mı öyle geldi, iyice yükleniyor. Yani bu sayfalarda her şeyi ben de not almışım neredeyse:

“İnsanlar vardır, yemeği tadına varamadan hızla tüketir ya da asansörün gelmesi için birkaç dakika bekleyeceği yerde derhal merdivenlere yönelir, hem de ‘ışınlanmışçasına’ çıkarak. Nereye yetişmeye çalıştıkları sorunun cevabı ‘yaşaman amacı ölümdür’ ilkesinde bulunabilir. Bir başka deyişle, bu insanlar yaşamlarını bir an önce bitirme ve ölüme ulaşmak istercesine tüketme eğilimindedirler. Gerçekten de içinde bulundukları anı yaşamayan ve yaşama etkin bir biçimde katılamayan insanlarda ölüm korkuları oldukça yaygındır.”(s.156,157)

Mesela ben de bu satırlarda yine hem kendimi gördüm hem o sonuca ulaşamadım. Açıkçası, çok yaygın bir ölüm korkusu yüzünden öyle asansörü beklemeyip merdivenlerden inmiyorum. Yani ben, o beklenen süreyi bana çok, “onu bekleyeceğim, inerim” diyorum. Zaten merdivenlerden inmeyi de severim aslında. Çıkmak biraz zordur ama çıkarken de uzun süre bekleyeceksin o asansörü, belki hiç beklemem ve kendim devam ederim.

Ama yemeği hızlı yemek konusunda, evet, bunun zararlarını bildiğim için çok yavaş, olabildiğince fazla çiğneyip ağır ağır yemeyi öğrendim. Zaten çok hızlı yemeği de, ayakta yemeyi falan sevmem. Hızlı yiyince de bir de insan doymuyor, doymadığını hissediyor. Halbuki yavaş yavaş yiyince, normalde yiyeceğinin belki de yarısı kadar şeyle doymuş oluyor.

Çünkü çağımızın 21. yüzyıl dünyasının en önemli iki sorunu obezite ve açlık; bu iki sorunu aynı anda yaşayan bir dünyadayız. İnsan olmak biraz da böyle bir şey. Hemen yine devam edelim çünkü bitmeyecek anlaşılan bu alıntılar:

“Pek çok insan diğer insanlara ve onların sevgisine sahip olma eğilimindedir. Oysa ilişki ya da sevgi yaşana bir süreçtir, nesne değil. Dolayısıyla sevgi, beraberliğe yaşam katabilmeyi ve canlılığını artırabilmeyi içerir. Sevgiye sahip olabileceği umudunu taşıyan insan ona sahip olduğunu sandığı anda boşluğa düşer ve sahip olabileceği yeni şeyler arar.”(s.159)

Burası da işte demin benim o kadar söylemeye çalıştığım şey; sahip olmak o kadar güçlü bir duygu ki yani her şeye sahip olmak istiyoruz. Zaten sürekli böyle olunca da hemen sahip olur olmaz bitiyor onun kıymeti, değeri hemen yeni bir şey aranıyor.

Böyle olunca, bu alıntıyı okumadan önce uzun bir sessizlik koymayı düşünüyorum podcastte. Ya da bu alıntıdan sonra yapmak belki daha mantıklı olabilir. Bakalım, dayanabilecek misiniz?

“Beraberliklerde yaşanan sessizlikler bazı insanların tedirgin olmasına neden olur. Kimi insan içsel yaşantısını algılama alışkanlığında olmadığından zihninde bir boşluk oluşur ve bu boşluk kendi istemi dışında üşüşen düşüncelerle doldurulur. Kimi ise öylesine paniğe kapılır ki, konuşmuş olmak için konuşarak sessizliğe son verir. Tedirginliğinden kurtulur, ama ortaya çıkabilecek otantik bir süreci de ‘öldürmüş’ olur. Bu tür insanlar için sessizlik ya da herhangi bir ucu açık süreç belirsizlik olarak yaşanır. Geleceği güvenceye almak isterken ileriye doğru taşınabilecek süreçleri kapatır, yaşamın özünü yok ederler. Oysa tedirgin olmadan yaşanan sessizlik insanın kendisini algılayabilmesi için gereklidir. Bu sessizlik içinde hem birlikte hem özgür olmak daha zengin bir yaşantıyı hazırlar. Bu, insanın geçmişte doğayla olan beraberliğini anımsatır. Bu tür bir sessizlik, tedirginliğe son vermek için değil, otantik bir tepkinin doğuşuyla sona erer ve beraberlik başka bir süreç olarak yeniden başlar.”(s.168,169)

Ben maalesef çoğu zaman o sessizliği bozan “konuşayım da ne olursa olsun” felsefesi der hatta buna Cenk ve Erdem Beyler. Böyle bir şekilde bir konu açıp sonra dinlemeye koyulan bir insanımdır. Özellikle yeni tanıdığım insanlara karşı sanki bir ortamda konuşulması gerekiyor. Sessizlik olsa olmuyormuş; sessizlik kötü bir durummuş gibi. Çünkü algılanıyor dışarıdan. Benim için aslında öyle değil ama biraz da o karşı taraf sıkılmasın diye düştüğüm bir hataymış, onu öğrendim burada.

“Çevresinde her şey yolunda gittiği halde kendi yaşamını yine kendisi bozan insanların sayısı o kadar çok ki! Sanırım, çocukluk yıllarında sevgi umudunu yitiren insanlarda dışadönük yıkıcılık, günün birinde sevgi ve onayı bulabilme umudunu koruyanlardaysa kendine dönük bozucu eğilimler daha sık görülüyor.”(s.177)

Demiş yazarımız. Bu da son sayfaların birindeyim. Gemi, demir atan gemi, güvendedir; her şey yolundadır öyle görünür dışarıdan ama alttan aslında paslanmaya başlar. Zaman geçtikçe o liman gemi için iyi değildir; yani hareketsizlik, o sabitlik, fazla rahatlıktır, ölümdür bir açıdan. O yüzden, “sizi rahatsız etmeye geldim” diyen insanlara da “hoş geldin” diyebilmek belki insan olmaktır.

Bu arada, evet, bizim toplantımız biraz değişik geçti. Normalde herkese özel sorular ayarlarda moderatör; bu kez tabii bu biraz kurgu dışı da bir kitap olduğu için, bu kitaptaki moderatör 10 tane soru hazırlamıştı ve hepimize sordu. Hepsini tek tek, her soruyu da konuştuk; gerçekten üzerine konuşmayan kalmadı. Tabii tam kadro değildik, biraz eksiklerimiz vardı bu ay ama yine de dolu dolu bir Kitap Kulübü günümüz oldu.

O sorulardan biri, 9 soru, benim en sevdiğim soru; sorunun kalıbı aslında çok hoşuma gitmişti. Eğer elinizde bu kitabı istediğiniz bir zamana gönderebilecek bir zaman makineniz olsaydı, hangi zamana yollardınız? gibi. Kendi geçmişinizdeki ya da bir zaman makinesi dediği için burada ben bunu geçmişe yollamak gibi düşünmüştüm ama aslında gelecekteki halimize de yollanabilir. Gerçi onu yapan şu an servisler var sanırım; böyle geleceğe mail atabiliyorsunuz, normal şu anki maillerde de hatta gönderim süresini gelecek bir tarih seçebiliyorsunuz.

Bu kitabı mesela 10 sene sonraki kendime atmak ister miydim? Göndermek ister miydim? Soru, zaman makinesi diye geçtiği için insan geçmişi düşünüyor. Ben de daha çok, işte ortaokul, lise yıllarında bu kitapla tanışmış olmak, bu kitabı okumuş olmak isterdim ama o zaman da işte anlayabilir miydim kitabı bu kadar, bugünkü kadar en azından ya da okur muydum gibi sorular çıkıyor karşımıza. Ama sorunun konsepti bence çok güzeldi; yani keşke böyle bir şey olsa gerçekten.

Bazı arkadaşlarım işte her sene tekrar gönderirdim gibi cevaplar verdiler. Kaçamak cevaplar diyorum bunlara ama onlar da çok mantıklıydı. Benim de mesela merak ettiğim şeylerden biriydi bu. 4 senedir her hafta kitap hakkında bir yazı yazmaya çalışıyorum okuduğum, bitirdiğim bir kitap hakkında ve bazen şeyi de düşünüyorum; işte bu içerikte tabii ki ister istemez aynı şeylerden bahsettiğim oluyor ama ya aynı kitabı tekrar okursam ve aynı kitap hakkında yeni bir yazı yazarsam, yazmaya çalışırsam ne olacak? Bunu da bir de fark etmezsem. Ama eminim ki o yazı bambaşka bir yazı olacak; farklı yerlerden alıntılar olacak muhtemelen.

Eğer farkına varmadan yaparsam bunu; yani en azından aynı yerler olursa, çünkü ben bu kitap hakkında yazmıştım gibi aklıma gelir diye düşünüyorum gelmeye de bilir ama aynı yazıyı yazamazsın. Yani bir daha ben de bu kitabı okuduğumda bu alıntıları almışım. Mesela en çok bana dokunan, kendimi bulduğum yerler buralar olmuş. Belki de 10 sene sonra okusam bambaşka şeyler dikkatimi çekecek, belki buralar sıradan gelecek. O açıdan başucu kitabı olabilecek, zaman zaman tekrar tekrar dönüp okuyabileceğiniz önemli bir kitap.

Bir de tek kelimeyle insan olmak nedir sizce? gibi bir soru vardı, arkadaşımızın sorduğu. O soru da çok güzeldi. Onunla ilgili de tabii yine öyle grupta çok güzel cevaplar gelmişti. Ve ben de orada en son cevabı ben vermiştim galiba o süre zarfında. Çünkü düşündüm uzun uzun ve “yanılmaktır” demiştim. Bence insan olmak; hatta yanılıyor olabilirim ama yanılmaktır gibi bir şey söylemiştim. Bu da şimdi ben çok hata yaptığım, çok yanıldığım için mi böyle bir cevap verdim acaba diye bir psikolojik sorgulamaya geçtim kendimi. Ama o an şeyi düşünmüştüm; yani insan olmak için önce sanki hata yapmak gerekiyor gibi. Önce o elmayı ısıracak bir dünyaya atılmak gerekiyor gibi hissediyorum ben. O gelmişti o an aklıma.

Bir de bu çok net, çok kendinden emin. Onunla ilgili de mesela bizim ortaokulda bir arkadaşım vardı; benim sınıfta böyle bizi hep birbirimizle kıyaslarlardı, bizi biraz birbirimizi düşürmeye çalışırlardı ama benim çok sevdiğim yakın bir arkadaşımdı. Yani o iyi geçinirdi. İtiraf ona daha çok inanırdı. Ben böyle en son konu bitmeye yakın hoca bana da sorardı; hiç alakasız bir yerden bakıp “olabilir” gibisinden bitirirdim buna rağmen benim dediğim çıkardı genelde. Ama ben işte “olabilir” falan dediğim için çok fazla o övgüyü de alamazdım, bildiğim çok anlaşılmazdı yani. Ama öbür arkadaşımız mesela arada o bildiğinde kesin böyledir falan dediği için hemen tüm sınıf tarafından böyle göklere çıkarılırdı.

Bir gün bana şey demişti; çıkışta yine eve doğru yürürken “sen demiştin, işte ben biliyorum senin bu konuda okuduğunu, ettiğini, bildiğini ama kendinden böyle çok emin değilsin; net konuşamıyorsun, ‘şu şöyledir, bu böyledir’ diyemediğin için” demişti. Ben oradan prim yapıyorum. Ben aslında çoğu konu hakkında çok bilgi sahibi değilim. Konuşulanlar hakkında o an öğreniyorum ve söylediğim şey yanlış olsa bile o an o kadar eminim ki kendimden, doğru söylediğime, insanlar da benden etkileniyor. Böyle yapmalısın gibi bana bir öneride bulunmuştu. Ben zaten biliyorum, yani onun öyle yaptığını ama o söyleyince de yine tabii “olabilir” gibi gelmişti.

Yine böyle orta yolcu gibi; onun söylediği de mantıklı, yani bir açıdan bazı durumlarda özellikle daha net kendinden emin “bu böyledir” demek tabii ki diğer insanları daha çok etkiliyor, daha çok prim yapıyorsunuz. Ama işte o bilmediğini bilmek, “tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” sözündeki gibi, ne kadar öğrenirseniz ne kadar az bildiğinizi de anladığınızdan, o hiçbir zaman kendimden net emin konuşabilecek yere ulaşmam zannediyorum. Biraz o yanılmak. Ya insan şudur diyebilecek bir insan değilim; yani ben en azından tek kelimeyle bir şeyleri açıklamak, bir şeyleri tanımlamak bana hep çok zor gelmiştir. O yüzden de yanılsam bile yanılmaktır diye yine kaçamak bir cevap bu sefer ben vermiştim.

Böylece bir kitabın daha sonuna geldik.



19 Eylül 2024 Perşembe

Chef

 

Chef, Finansçıların Havası, Kimsenin Yapmadığı İşlemler ve Ekmeğini Taştan Çıkarmanın Yolu

Mustafa Kutlu’nun bu kitabı ismi itibariyle hep dikkatimi çekmişti. Çünkü yazarımız normalde böyle yabancı kelimeleri pek kullanmayı sevmez. Bu kitabında bile restoran demek yerine lokanta demeyi tercih eden bir karaktere sahip mesela. Dolayısıyla Chef şeklinde ch harfleriyle bir başlık tercihi tuhaf gelmişti. Biraz da kalınca duran bir kitap, halbuki sadece 214 sayfaymış ve ben bir gece başlayıp yarılamayı başardım. Öbür gün de öğle vaktinde bitirdim. Benim okuduğum kitap Dergâh yayınlarının 10. baskısıydı.




Kitap üç bölümden oluşuyor ve hepsi aslında kendince şef. İlki aile babası olan Hüseyin Hüsnü Şen. Bir bankada yıllarca çalışmış ve müdürlüğe, müdür yardımcılığına İngilizce bilmediği için bir türlü yükselememiş. En azından şef olabilmiş diyesim var ama bu onu kesinlikle memnun etmiyor. Aklı hep yapamadıklarında. Halbuki gayet kalifiye bir bankacı. Bakın banka ve kredi ilişkisini nasıl açıklıyor:

“-Paraya kırallar hükmeder, yani devlet. Krediye ise banka. Para siyasi bir uylaşımdır, kredi ise iktisadi bir dolaşım. Uylaşmak, yani saymaca bir şeyi benimsemek için yapılan anlaşma iradi bir eylemdir, buna direnebilirsiniz. Lakin kredi karşısında çareniz yoktur.
Bakınız şu söylediğime dikkat isterim. Krediye hükmeden paraya, paraya hükmeden devlete, devlete hükmeden topluma hükmeder.
Bu güzel cümleden sonra sustum, ben de bir sigara yakıtm. Avukat ile medyacı sözlerimin etkisinde kalmışlar ve ne dediğimi kavramaya çabalıyorlar. Çabalayın bakalım feleksizler. Karşınızda bir şef var.
Şef, yani ne?
Lider, önder, başbuğ.
Ulan ben bu noktada kalacak adam mıydım. Şu bizim gebeş müdür mesela, şu lafların kaçta kaçını edebilir. Avukat sanki içimi okumuş gibi.
— Yaman adamsın be şefim. Müdür olacak adamsın yani.
— Bırak deşme yaramı.”(s.23)

İnsanın bir zaafını görmesinler böyle saldırırlar hemen. Hele bir de avukat olunca tabii tutamıyor adam kendisini. Ama bizim bankacı şefimiz anlatmaya devam ediyor ve sonunda şöyle bir tespit yapıyor:

“İmparatorluklar, dinin ve siyasi iradenin kredi mekanizmasını az çok yönlendirebildiği toplum sistemleridir. Kapitalizmin diğer medeni sistemlerden farkı, kredinin devlete ve topluma söz geçirmesidir. Finansörler kapitalist sistemin gerçek kırallarıdır.
Soytarı-kırallar.
— Vay be!…
— Peki bu kırallığa kafa tutulabilir mi?
— Tutulabilir.
— Nasıl?
— Toplumun kültür düzeyini yükselterek. Yani kendine ve başka toplumlara bakışını, dünyayı ve hayatı yorumlayışını derinleştirerek. O zaman finans kırallarının egemenliği bu kadar mutlak olamaz. Böhm Bawerk’e hak veriyorum. Şöyle diyor: ‘Bir toplumun kültür düzeyi ile faiz düzeyi ters orantılıdır. Kültür ne kadar yüksekse faizler o kadar düşük, kültür ne kadar düşükse faizler o kadar yüksek olur.’”(s.24)

Bu çok bilmiş finansçılardan söz açılmışken, Henry Ford’un kredi için bankaya başvurduğunda bankacının onu tersleyerek “Atlar kalıcıdır, arabalar geçici” demesi geldi aklıma.

Bana göre kitabımızın asıl şefi bankacı şefimizin eşi, Arzu Hanım. O da bir memur ama kırklı yaşlarına gelince emekli oluyor ve kendisini tamamen mutfağa atıyor. Zaten yemek yapmayı da çok seviyor ve kendisini bu alanda iyice geliştiriyor. Ama evde onun kıymetini, değerini bilen yok. Tek çocukları var, Özgür adında ve onun da evde pek yemek yediği yok. Kocası zaten o avukatın kendisini bar hayatına alıştırmasıyla evden koptuktan sonra evliliği de bir anlamda bitiyor. Öyle ki Arzu son bir şans veriyor ona ve saçlarını kızıla boyuyor. Sırf akşam eve geldiğinde kocasının ne tepki vereceğini merak ettiği için. Ama bizim finans uzmanı Hüsnü Şef hiç bu değişikliğin farkına bile varmıyor ve ipler artık tamamen kopuyor. Komşusu Gülşen’in de gazına gelerek evi terk ediyor ve gitmeden bir mektup yazıyor. Kitaptaki bankacı şefimizin nasıl mevki makam zaafı varsa beni de bilenler bilir, benim de böyle kitaplarda birden karşımıza çıkan mektuplara zaafım vardır. Haliyle bu mektubu da sanki bana yazılmış gibi merakla okudum. Bu mektupta da öyle satırlar var ki, okurken insanın boğazı düğümleniyor.

“Sen bekâr hayatına alışkınsın, kendine bakarsın. Ev için onbeşte, haftada bir kadın ayarla, gelip evi temizlesin. Oğlan başına buyruk ama fazla becerikli değil, onu yalnız komayacağını biliyorum. Eğer dediğim gibi işler yolunda giderse ona ara sıra para gönderirim. Bunu söyle moral olur.
Evi havalandırmayı unutmayın, suları açık bırakmayın, yemek artığı falan kalmasın. Gerçi senin titizliğini bilirim, bunları benden iyi yaparsın. Aklım arkada kalmayacak, benden iyi ütü yaptığını biliyorum.
Beni Gülşen’le karıştırma, bu gidişim sizleri terk etmek mânasına gelmiyor. Tamamen işle ilgili. Gülşen havai bir kadın, maceraperest, gözü kara. Ben en nihayetinde bir ev kadınıyım ve ne olursa olsun evime, aileme, sizlere bağlıyım. Yanlış bir şey yapmayacağımı bilirsin. Ben sana güvenirim, sen de bana güven.
Keşke böyle bir ayrılık olmasaydı. Samimi olarak söylüyorum keşke olmasaydı.
Ama çok iyi biliyorsun ki birlikte tuttuğumuz bardak elimizden kaydı ve kırıldı. Parçaları bir araya getirip yapıştırmak mümkün değil. Yeni bir bardak almak lâzım. Ama sen ne bardağı, ne kırılmayı, ne yapıştırmayı, ne de yeniden başlamayı düşünmedin, umursamadın.
Kim bilir kaç senedir bir koca hayaleti ile birlikte yaşıyorum. Zararsız bir hayalet ama aynı zamanda yararsız. Yine de hiçbir zaman boşanmayı falan düşünmedim. Bu benim hayatım deyip mutfağıma sığındım.
Şimdi bir kapı açıldı bana.
Bu kapıdan çıkıp gidiyorum.
Ama inşallah döneceğim. Döndüğümde çarşafları, havluları, tabakları tertemiz, bıraktığım gibi bulacağıma inanıyorum. Seni de, oğlanı da aynen bıraktığım gibi bulacağıma inanıyorum.
Umarım beni yanıltmasınız…”(s.137,138)

İşte böyle, satır aralarında ne kadar güzel ifade ediyor kendisini değil mi? Kendisinden de bu kadar emin olması biraz büyük konuşmak gibi gelmişti bana. Tamam anladık kendine güveniyorsun ama hayat bazen insanı durduk yere turistlerden konuşmaya itebilir.

“O gün turistlerden açıldı konu, başladı anlatmaya. Bu işin esası ‘keşif’ ile ilgiliymiş. Dünyanın bilinmeyen bölgeleri çokmuş. Eskiden bazı maceracı adamlar buraları keşfetmek için gezilere çıkarlarmış. Bunlara ‘kâşif’ deniliyor. İşte Afrika’nın keşfi, kutupların keşfi falan. Tabii adamlar keşfettikleri yerleri aynı zamanda talan ediyormuş. Avrupalılar yani, burjuvalar.
Sonra seyyahlar türemiş. Bu acaip memleketlerin özelliklerini, güzelliklerini görmek, gördüklerini yazmak, çizmek isteyen seyyahlar. Bu da bir nevi macera yani. Bunların diyor Refik Bey, turizmle turistle ilgisi yok. Turistlik çok sonra ortaya çıkmış. Turist, seyahat acentaları tarafından bulunmuş, hazırlanmış, çerçevesi çizilmiş bir alan içinde dolaşır.
Geçen asırda varlıklı kesim ‘seyahat’ ediyor ve gördüklerini gelip anlatıyormuş. Bu tabii onlara acaip bir ayrıcalık veriyor. Bu asırda ise bu ayrıcalık ortadan kalkıvermiş. Zaten dünyanın bilinmedik, keşfedilmedik bölgesi kalmamış. Sonra sonra tatil ile turizm birleşmiş. İşçi kesimi dahi paralarını biriktirerek tatillerini turistik bölgelerde geçirmeye başlamışlar. Onlar da sanki birer burjuva, birer kâşif, birer seyyah gibi geziyor, fotoğraf çekiyor, haz veren unsurları tadıyormuş.
Yani açıkçası bu turist denilen yaratıklar sözde yerlerde dolaşan sözde seyyahlarmış. Daha da açıkçası, kendileri için hazırlanmış, paketlenmiş deneyimleri, aşkları, maceraları, doğayı, tarihi tüketen bir topluluk
.
Ben, ‘Ya Refik Bey, iyidir turistler be. İyi para bırakıyor’ dedim.
Gülümsedi.
— Sıkıldın galiba, ama şunu diyeyim, bütün bu gevezeliği turist nedir şeklinde tarihi-sosyolojik bir nutuk için yapmadım.
— Ya ne için?
— Müşteriyi tanıman için.
— Haa!…
— Müşteri budur işte. Satacağın malı ‘turistik’ hale getirmen lazım.
— Nasıl?
Etrafına bakıyor, sözüne bir misâl arıyor.
— Mesela şu çakıl taşları.
— Evet.
— Bunları toplarsın, renklerine göre tasnif edersin, yıkarsın, parlatırsın.
Bayağı meraklandım.
— Sonra.
— Sonra bunları hoş paketler halinde sunacaksın. Ambalaj çok önemli, imaj yani.
Küçümseyerek gülümsedim:
— Yapmayın Refik Bey, altı üstü çakıl taşı bunlar, her yerde var.
— Yoo, öyle deme. Gizemli bir imaj çekeceksin. Öyle ki bu taşlar sadece burada vardır ve bunları uzmanlar dışında kimse ayırt edemez. Bin taştan bir tanesi işe yarar. Taşlar tasniften sonra türlü labaratuvar araştırmalarından geçer.
Hadi hayırlısı:
— Evet.
— Prestijli bir yabancı dergide parayı bastırıp bir makale yazdıracaksın. Bu taşlar strese birebirdir diye. Enerji yapıyor diye. Koynunda üç gün taşıyan bütün sıkıntılarından kurtulur diye.
— Vay be! İnanırlar mı?
— İnanmaz olurlar mı. Onlar kendileri için hazırlanan malı almaya geliyor. Bunun için para ayırıyor. İster kolye yap sat, ister küpe. Çekici olsun kâfi. Zamanlar bu taşların etrafında bir efsane oluşur. Ardından sen bu taşların bazılarına antik alfabelerden bazı harfler, bazı kelimeler işletirsin. Bunlar iyicene nâdir bulunur parçalardır artık. Tutturduğun fiyata sat.
— Pes vallahi Refik Bey, siz bu işin pîri olmuşsunuz valla.
Koca adam kızarıyor, utangaç bir tavırla oltasını çekiyor. Sonra aniden sesinde bir kırılma:
— Sahte bir dünyada yaşıyoruz Arzu. Her şey sahte. İlişkiler, aşklar, alışveriş. İnsanlar her türlü yalana kanmaz üzere yetiştiriliyor. Dünyada bir sistem var, sürekli yalan üretiyor ve bu yalanları satıyor. Kâh gönül rızası ile kâh metazori. Bu dünyada artık her yer turistik ve hepimiz birer turistiz.”(s.169–171)

Bu arada Arzu’yu o turistik beldeye göçüp bir lokanta açmaya ikna eden komşusu Gülşen, bunu yapabilmek için garip bir yol deniyor. Beraber Thelma ile Louis filmini defalarca seyrediyorlar. Benim gibi o filmi seyretmeyenler varsa hâlâ bu yüzden uyarmak istedim. Yazarımız neredeyse baştan sona anlatıyor filmi. Ben seyretmemiştim ama sonunu duymuştum o filmin. Biraz da bunun yüzünden belki de seyretmemiştim ama bu saatten sonra da artık karşıma çıksa da izlemem herhalde.

Bir de Fargo diye bir film vardı yıllardır seyredeceğim, listemde öyle duruyor ama denk getiremedim bir türlü. Hatta böyle bir dizi de mi vardı neydi? Yanlış mı hatırlıyorum. Neyse işte o filmden de spoilerı Özgür’ün bölümünde yiyoruz. Kitabın son kısmında da Özgür’ün hikâyesini, onun ağzından dinliyoruz ama olaylar kaldığı yerden devam ediyor bir yandan. Sadece onun bakış açısını öğrenmiş oluyoruz yani. Zaten daha önce onu anasının, babasının dilinden defalarca okuduğumuz için az buçuk tanıyoruz ama ancak o kadar işte. Az buçuk. Çünkü sizi bilmem ama ben Özgür’ün bölümünü okurken ona da hak verdim.

Özgür şu genç yaşında henüz bir şef olmayı başaramıyor ama sürekli bir yerlere gelebilmek için tırmalıyor. Daha ilkokuldayken başlıyor arkadaşına uyup su satmaya. Küçükten başlayarak ticarete atılıyor ve sürekli sermayesi olsa köşeyi dönecekmiş zannediyor. Sonra üniversitede bir kızla tanışıyor. Aslında ayrı dünyaların insanları ama zıtlıklar da çeker ya bazen. Onun gibi bir şey oluyor. Özgür’ün bu mücadeleci ruhu etkiliyor kızı ve biz de Fargo’dan spoilerı bu esnada yiyoruz. Ben orayı almadım merak etmeyin ama kız tam bir sanat sever. Film bitiyor, sergiye gidiyorlar bu sefer.

“Ardından tuttu beni resim sergisine götürdü. ‘Hemen şuracıkta’ diyerek. Hayır demek mümkün değil, kızdan bana doğru öyle bir rüzgâr esiyor ki; demir olsan erirsin yani.
Nuri İyem’in sergisi imiş. ‘En önemli ressamlarımızdan biridir’ diye tanıtıyor, resimler hakkında konuşuyor. Bütün resimlerde Anadolu’nun yazmalı kadın başları var. Üzgün üzgün bakıyorlar. ‘Ya, bunların hepsi birbirine benziyor’ demiş bulundum.
‘Tabii benzeyecek’ dedi, ‘adamın bir üslubu, bir teması var’. Sonra benim aynı dediğim tablolar arasındaki farkları, özgün yönleri anlatmaya koyuldu. Renkler, ışık-gölge, anlam, kompozisyon, derinlik. Vay, vay, vay… Cehalet zor iş abicim, zor.
Sonra elimi tuttu. Gayet sevecen:
— Resme bakmak, sinemadan anlamak kısası sanata yaklaşmak bir birikim istiyor Özgür, bir gayret istiyor. İnsan yaza yaza değil okuya okuya yazar olur.
Zeki kız. Beni incitmeden bu işlerin nasıl kavranacağını çıtlatmak istiyor.”(s.198,199)

Son alıntımda da bu zeki kızın Özgür’ü neden sevdiğini söylediği cümleler yer alıyor. Yoksa arada hesap kitap diyor diye paylaşmıyorum yani:

“-Sende bir safiyet, bir temizlik var. İşte bu beni cezbediyor. Bizim çevrelerde herkes içten pazarlıklıdır, hep hesap-kitap yaparlar. Gönül işlerinde bile.”

Hesap kitabın bu içten pazarlık anlamını da hiç sevmiyorum. Artık podcastin adını da değiştirmem mümkün değil. Gerçi böyle bir niyetim de yok ama bilmiyorum, kafam biraz karışık. Aynı şu açılış cümlem gibi, yok çok okudum, çok yazdım falan. Sanki hava atıyormuş gibi gelebiliyormuş bazılarına. Bunu duyunca da üzülmüştüm çünkü böyle bir amacım yok. Sadece bu podcaste başlarken bir söz vermiştim kendime. Her hafta mutlaka okumam ve birkaç satır bile olsa yazmam gerektiğine inandırmıştım kendimi. Çünkü bu kitapta da geçtiği gibi insanın okuya okuya yazar olabileceğine inanıyorum.