26 Eylül 2024 Perşembe

İnsan Olmak

 

İnsan Olmak, Tek Kelimeyle Örnek Olmak, Zaman Tüketiciliği ve “Yapamam ki!” Dediklerimiz

Engin Geçtan bu kitabı 1982 yılında onu ziyarete gelen ismini bile bilmediği bir okurunun “Lütfen bizler için de yazın.” sözüne istinaden nasıl yazdığını kitabın hemen başında yer alan “26. Basım İçin Önsöz” bölümünde çok güzel anlatıyor.




Yazarımızın romanlarının anlaşılması daha zormuş. Her okuyanın farklı şeyler anlayabileceği türden kitaplarmış. Bunu duyunca özellikle merak ettim diyebilirim. Bu yüzden karşıma ilk çıktığında yazarımızın romanlarını da okuyabilmek için sabırsızlanıyorum.

İlk olarak 1983 yılında yayımlanan “İnsan Olmak” kitabını ben Metis Yayınlarından 2018 yılında basılan on altıncı baskısını okudum. Kitabın içindekiler kısmında şu başlıklar yer alıyor ve bütün bu bölümler tek tek açıklanıyor:

“Yirmi Yılın Ardından, Önsöz, Ana-Baba ve Çocuk, İnsanlardan Korkmak, Öfke ve Düşmanlık, Değersizlik Duygusu, Kaygı, Sorumluluktan Kaçış, Yalnızlık, Ortakyaşam İlişkisi, Nevrotik Kısırdöngü, Yaşam ve Ölüm, Kendini Yaşamak, Epilog” ve tabii en sonda da kaynakça yer alıyor.

Alıntılarım bir hayli uzun o yüzden bir an evvel başlamak istiyorum. İlk alıntım şu şekilde:

“Geleneksel topluklarda davranışların çoğu diğer insanların beklentilerini karşılamak için yapılır. Dostlar, düşmanlar ve insanın önem verdiği diğer kişiler, onun benliğini biçimlendirirler. Çağdaş toplumlar ise insanın varoluşundan haberdar olabilmesini ve kendi iç yaşantısı doğrultusunda davranmasına öncelik tanır.”(s.25)

Demiş yazarımız, bu geleneksel topluluklarla çağdaş toplumları karşılaştırmış. Biz de bunun üzerine uzun uzun konuşmuştuk. Türkiye zaten, yani dünyanın küçük bir örneklem grubu gibi bir şey aslında. Türkiye, bütün dünyanın; nasıl zengin uluslar var, bir yanda da işte açlık, sefalet çekenler, Türkiye tam onların bir karışımı gibi. Bu karışımın da daha küçük bir noktası, daha bir alt kümesi diyeyim, o da İstanbul aslında. Yani o açıdan doğu ve batı arasında kalmışlığımızla, o aradaki köprü vazifemiz de çağdaş mıyız, geleneksel miyiz tartışılır. Biz de tartıştık zaten uzun uzun. Şimdi burada da tartışmak istemiyorum ama kitaptan öğrendiğim güzel bir fizik yasası da var. Burada diyor ki yazar:

“Fizikteki bileşik kaplar yasası psikolojide de geçerlidir. Bir yönden yapılan baskı bir başka yönde boşalıma neden olur. Önce ikinci sınıf evlat, daha sonra gelin kimlikleri içinde ezilen kadın, anne olduktan sonra aile içinde giderek güç kazanmaya ve çocukları üzerinde egemenlik kurmaya başlar. O denli ki, birçok ailede görünürde baba tarafından alınan kararların asıl sahibi annedir, ama durum babanın erkeklik rolüne gölge düşürmeyecek biçimde yönetilir. Kararı anne verir, baba ilan eder. Kararların sonucundan ise baba sorumlu tutulur. Bu yönden değerlendirildiğinde, toplumumuzda aile yapısının biçimsel olarak babaerkil, ama gerçekte üstü kapalı bir anaerkil yapıya sahip olduğu bile söylenebilir.”(s.39)

Demiş yazar, mesela bizde bu durumun doğru olduğunu ben de düşünüyorum ama bu kadar açık ve net şekilde yazıldığını, söylendiğini duymamıştım daha önce. Espriyle karışık, işte erkekler şey der: “Son sözü hep ben söylerim,” da işte “Tamam karıcım” şeklinde bir itiraf yapılır genellikle. Ama bu gerçek de yani bir yandan. Burada benim dikkatimi çeken şey, kararın sonucundan yine babanın sorumlu olması. Yani bu biraz acı bir durum aslında, hem karara bir etkin yok hem de sen sorumlu tutuluyorsun. Ve kitabın aslında en önemli cümleleri şöyle başlıyor:

“Aslında herkesin çocukluk döneminde bir şeyler aksar. Ama insan, duyguların dürüstçe yaşanabildiği bir çevrede yetişmişse olumlu duygular gibi olumsuz duygularını da açıkça yaşamayı öğrenebilir, dolayısıyla kendine fazla yabancılaşmaz. Eğer insanlar olumsuz duyguların evrensel olduğunu, reddedilme kaygılarının herkes tarafından yaşanmakta olduğunu ve bunun yalnızca yoğunluk derecesinin önemli olduğunu bilebilselerdi, bu tür duyguların üzerini fazlaca kapatmaz ve gereksiz bir suçluluğu da yaşamazlardı. Ne var ki, çoğu insan böyle duyguları yalnız kendisinin yaşadığı sanısındadır. Öyle ki, bazen birbirini yeni tanıyan iki insan reddedilme kaygıları sonucu birbirlerine yaklaşamazlar; her biri diğerinin kendisini kabul etmeyeceğini düşünür ve aslında gelişebilecek bir ilişki bu nedenle başlatılamaz. O reddetmeden ben reddedeyim kaygısı sonucu yalnız kalan insanların sayısı o kadar çoktur ki!”(s.53,54)

Öfke ve Düşmanlık, bölümü şu cümlelerle başlıyor:

“Hakkımız olanı alamadığımız ya da önem verdiğimiz bir insan beklentilerimiz doğrultusunda davranmadığında yaşanan duygu kızgınlıktır. Böyle bir duygunun salt o olaya ilişkin olarak yaşanması insan doğasının gereğidir. Ancak, bu gibi olaylar ‘yaşam boyu insanlar zaten hep beni engelledi!’ ya da ‘insanlar zaten bencildir!’ biçiminde yaşanıyorsa, o zaman durum farklıdır ve bu tür genellemelerin gerisinde kişinin geçmişinden getiregeldiği kızgınlıkların birikimi bulunur. İnsanlar ardır, araba sürerken kırmızı trafik ışığıyla karşılaştıklarında, ya da fazla kalabalık bir caddede yürürken de kızarlar. Bu gibi duygular zaten öfkeli olan bir insanın öfkesine gerekçe araması sonucu yaşanır.”(s.55)

Zaten öfkeli olan birinin öfkesini gerekçe aramasıyla karşılaşıyorsunuzdur sık sık ya da umarım karşılaşmıyorsunuzdur o kadar fazla. Bazen biz de düşebiliriz bu kısır döngüye. Öfkeli olmak çok kolay zaten, yani bir de bu öfkenin kutsallaştırılması da var. “Ben işte çıldırınca, sinirlenince hiçbir şey gözüm görmez,” diyen insanlar bir de buna hak bekliyorlar. Yani bu, övünülecek bir şey değil. Bu, senin daha henüz olgunlaşamadığını gösterir. O çok kolay çünkü. “Gözüm görmez abi hiçbir şey, ben sinirlendim mi,” oh, o zaman ne güzel, herkes sinirlensin, herkes istediğini yapsın.

Önemli olan zaten sinirlendiğinde, öfkelendiğinde durabilmek; durup ne olduğuna kendini dinleyebilmek. İşte ayaktaysan oturabilmek, oturuyorsan uzanabilmek, bir nefes alabilmek, gözlerini kapatmak, ona kadar saymak ya da hiç alakasız nesneleri, bir şeyleri saymak, herhangi bir şey saymak… Bunların hepsi işe yarar gerçekten, yeter ki o enerjiyi yönetmeyi öğrenin ve başka bir şeye yöneltin.

“Kusurlu bir yanımızla yüzleşip bunu kabul edebilirsek, bu yanımızın bir süre sonra ortadan kalkma olasılığı da artar. Bu çoğu kez bilinçli bir çabayı gerektirebilirse de, bazen çözüm hiç fark etmeden gerçekleşir. Böyle bir süreci başlatmış olmak, insanlarda ilişkilerimizde daha da etkin olmamızı sağlar. Çünkü kendimize karşı hoşgörülü oldukça, diğer insanların kusurlu yanlarını da daha kolay kabul edebiliriz. Dolayısıyla onlara gerçek anlamda bir şeyler verebilmemizin gururunu yaşamaya başlarız. Bu, benliğin şişmesiyle sonuçlanan gururdan çok farklı bir duygudur. İnsanın kendisine değer verebilmesini içerir.”(s.83)

Ben özellikle o fark edilmeden gerçekleşen çözümlerin hastasıyım diyebilirim. Mesela aklıma gelen en yakın örnekte, bu podcast’e başladığım dönemlerde, bu alıntıların kitaptan okuduğum bölümlerin belli olup olmaması… Yani acaba benim normal kendi yazdıklarımla karışır mı? Bunların altına bir fon müziği mesela koymak gerekir mi ya da başına sonuna bir çan sesi, jenerik, jingle… Artık ona ne deniyorsa, onu bile bilmiyorum yani, düşünün. Ama o lazım mı diye düşünmüştüm, ciddi ciddi düşünmüştüm. Bu, hatta benim bu podcast’e biraz başlamamı da geciktirmiş. Ama gördüğünüz gibi, hiçbir şekilde karışmıyor, karışma gibi bir durum yok. Çünkü artık o diğer metinleri de yazmayı bıraktım, tamamen doğaçlama yapınca okuduğum yerler gayet belli oluyor diye düşünüyorum. Bir de şöyle güzel bir bölüm var:

“Kaygı duygusunu yaşamamak için geliştirilen kaçınma tepkileri çeşitli biçimlerde görülür: İlkinde, kişi kendisinde kaygı yaratan durumlardan uzak durmaya çalışır. Örneğin, bir insan çok iyi bildiği bir konuda bile kalabalık karşısında konuşmaktan kaçınabilir; konuşmaya başladığında sesinin titreyeceğinden ya da yüzünün kızaracağından korkabilir. Konuyu iyi bilmiş olması kaygısının giderilmesine yardımcı olamaz. Çünkü bir inanın entelektüel yönleri çok iyi geliştiği halde duygusal yönden olgunlaşmamış olabilir. Sahip olduğu bilgiler duygusal benliğiyle bütünleşmemiş olduğundan, kendisini yine de yetersiz bulur ve bu durumun kalabalık karşısında fark edileceği kaygısına kapılır. Bu kaygının gerisinde, çevresinde yarattığı olumlu izlenime karşılık kendi kendisini yetersiz görmesinden kaynaklanan çatışma bulunur.”(s.88,89)

Evet, bu çatışmayı ben de yaşıyorum, sık sık yaşıyordum daha doğrusu. Artık o kadar sık yaşamıyorum, neyse ki. Ama keşke tabii bu kitabı daha önceden okumuş olsaydım dedim, özellikle de bu cümleleri görünce. Çünkü insanlar şey zannediyor, çoğu kişisel gelişimci de bu yönde teşvik eder özellikle bu yabancılar, ardından birebir çevirenler: “Sen kendini geliştir, kendini donat, o konuda yeterince bilgi sahibi ol, bu yeter.”

Mesela bir konuşmacı şöyle bir tavsiye vermişti: “Seyirciler tarafından gelebilecek bütün soruları önceden çıkartıp hepsine tak tak böyle cevap verebilecek halde olman gerekir” gibi bir şey söylemişti. Ya bu hem mümkün değil gibi bir şey, tabii ki olsa faydalı olur olabilse, hem de doğru da değilmiş işte, burada görüyoruz. Çünkü bundan kurtulmak için insanlar genelde “konuyu iyi bilin, konuya hakim olun, yeterli olur” gibi öğütlerde bulunuyorlar. Bu yeterli değil kesinlikle. Çünkü konuyu sadece bilmek, konuşamadıktan sonra orada istediğin kadar bil, hiçbir önemi yok. Ve bu kaygının gerisinde de işte kendini yetersiz görmenin olduğunu bilmiyordum ben. Bu yüzden de artık mesela bu podcast’lerde artık şikayet etmemek –zaten şikayet etmeyi de hiç sevmem ama bazen yapabiliyorum işte– kendimi kötülemiyor, gerek yok yani bunlara durduk yerde kaygı oluşturmaya.

Bir de bu bölümlere hep böyle pozitif olduğum anlarda yapmaya çalışıyorum, kayıt almaya çalışıyorum. “Ne bu sevinç, ne bu mutluluk?” gibi de düşünebilir insanlar eğer özellikle canları sıkkınken dinliyorlarsa. Ama bence de tam tersi, yani bir şey dinleyip insanın modunun düşmemesi lazım. O yüzden böyle kendimi sürekli daha olumlu bir ruh halindeyken kayıtları almaya zorluyorum. Bazen içimden hiç gelmiyor, hiç yapmıyorum bile. Yani işte biraz o kaygı durumundan kaçan insanlara benziyormuşum, burada da yaptığım onu fark ediyorum. Bir diğer yöntem ise şöyle açıklıyor yazar:

“Yetişkin insanın kaygıdan kaçınmak için kullandığı bir diğer yöntem de, kaygı yaratabilecek duygusal tepkilerin yerine böyle bir etki yaratmayacak tepkiler verme biçiminde görülür. Çevresindeki bir erkekten çok hoşlanan genç kız, onu her gördüğünde ilgilenmiyormuşçasına tutumlar takınabilir. Böyle yapmakla çoğu kez hoşlandığı insanı kendisinden uzaklaştırmış olur. Ama ona göre böyle bir sonuç, reddedilmenin gururuna indireceği darbeden daha az acı vericidir. Bu nedenle, reddedilmeden reddetmeyi yeğler. Hoşlanmadığı bir insandan bir şey istemek zorunda kalan bir diğeri, durumun kendisinde yarattığı kaygıyı aşırı dost ve sevecen bir tutumla geçiştirmeye çalışabilir. Böylece, olumsuz duyguların tam karşıtı tepkiler geliştirerek bu eğilimlerini denetim altına almış olur.
Bu tür kaçınma tepkileri, bir insanın kaygılarının ilk bakışta dıştan gözlemlenebilmesini engelleyebilir. Gerçekten de sürekli tedirgin oldukları halde sakin bir insan izlenimi veren kişilerin sayısı oldukça fazladır. Ne var ki, bu insanlar belirli bir süre boyunca yakından izlendiklerinden kaçınma tepkilerini fark etmek pek de güç olmaz. Üstelik günümüzde pek çok sayıda insan, kaygılarını aşırı denetim altına almalarının bedelini psikosomatik hastalıklarla ödemektedirler. Mide ülseri, bağırsak spazmı, hipertansiyon, astım, bazı deri hastalıkları ve diğer birçok bendensel bozuklukların gerisinde doğrudan yaşanmayan duygular bulunur. Boşalım yolu bulamayan bu gerilimler ve kaygılar organlar aracılığıyla anlatım bulurlar.”(s.89,90)

Yani, hastalıklara dikkat ettiniz mi bilmiyorum; ülser, astım, deri hastalıkları, bedensel bozukluklar… Hep işte “stres” diyorlar ya, stres dedikleri de bu aslında: insanın kaygıdan kaçınma yolu, yanlış bir şekilde kaygıdan kaçınması. Bir de sürekli sakin görünümü veren, sakin bir insan izlenimi veren kişiler oldukça fazladır, diyor. İşte bu, bizde pek yoktur tabii ama genelde bu seri katil tipleri, tiplemeleri böyle gösterilir dizilerde, filmlerde; çok sakin insanlarmış gibi.

Bir de sorumluluktan kaçış, benim için en önemli bölümlerin başında geldi diyebilirim. Ve şu cümleler, insanlara evlendiklerinde evlilik cüzdanıyla beraber bu kitabın da verilmesi gerektiğini kanıtlar nitelikte.

“Örneğin çocuk, ihtiyaçlarını bir görev yaparcasına karşılayan ana-babadan çok, kendisini dürüstçe ‘yaşama’ ve yaşama doğrudan ‘katılma’ yürekliliği gösterebilen bir ana-babayı yeğler. Çünkü yaşana ve ona nasıl yaşanabileceği konusunda örnek olabilecek bir modele ihtiyacı vardır. Buna karşılık, kendi yaşama sorumluluğunu üstlenemeyen ve yaşama katılacağı yerde diğer insanları seyrederek eleştiren ana-babalar, ellerinde olmadan çocuklarının da kendilerini yaşamalarını engeller.”(s.95)

Ya, ana babanın işte asıl görevi aslında örnek olmak, göstermek; kendi hayatlarında yaşamak. “Kitap oku” demek değil yani, kendileri okumalı. Tabii, bu kitabı okurken de sürekli böyle yeni bilgiler, yeni şeyler öğreniyoruz. Ama bu yeterli mi? Onunla ilgili de şöyle bir bölüm var:

“Çevremizde, yaşayacağı yerde nasıl yaşanması gerektiğini sürekli tartışan insanların sayısı hiç de az değildir. Ama gün boyunca yalnızca tartışan bir insan ne yaşamış, kendine ve çevresine ne katmış olabilir ki? Üstelik ülkemizde böylesi tartışmalar bir dönemde politik bir içerik de kazanarak adeta toplumsal bir kitle histerisine dönüşmüştür. Kuşkusuz, bazen yaşadığımız bazı olaylardan çıkardığımız sonuçlar bilgiye dönüşür, bazen ise edindiğimiz bazı bilgileri sonradan yaşantıya dönüştürürüz. Ama genelde, yaşantıya dönüşmemiş bilgi gerçek bilgi değildir. Ya da Konfüçyüs’ün deyişiyle, ‘Bilmek uygulamaktır!’”(s.103)

Evet, benim de en sevdiğim yerlerden biriydi. Bunları sadece okuyup geçmemeliyiz, bunları uygulamalıyız da. Her öğrendiğimizi en azından zamanı geldiğinde, “Ya, ben böyle bir kitap okumuştum, şöyle bir işte podcast dinlemiştim, orada bir işte cümle geçiyordu, şöyle diyordu, Engin Gençtan,” deyip hatırlamak ve hayata katmak ana amaç olmalı. Ama tabii zor, yani bütün bu okuduklarımızdan hep sürekli dersler çıkarıp onu hayata katmak, değişmeyi de getiriyor. Çok az çalışkan bir insan olmayı gerektiriyor diyebilirsiniz. En azından ben öyle düşünmüştüm ve hemen de o yüzden bir sonraki anlatım şöyle başlıyor:

“Hepimizin içinde var olan ‘tembel’e de fırsat tanımalıyız, ama zamanını iyi seçerek. Bazı durumlarda ise eyleme geçmekten tümden vazgeçer, ‘Yapamam ki!’, ‘Beceremem ki!’ gibi gerekçeleri kullanırız. Oysa, bir şeyi denemeden beceremeyeceğimizi nasıl bilebiliriz. Yenilgiyle yüzleşme korkusuna tutsak olmak ise daha büyük bir yenilgidir. Üstelik, ‘Yapamam ki!’ gerekçesiyle gerçekleştirmekten kaçındığımız davranışların çoğu aslında yapmak istediklerimizdir. Yapmak istemediklerimiz zaten aklımıza gelmez.
İnsan bir zaman tüketicisidir. Üstelik bize ayrılan bu zaman oldukça sınırlıdır da. Ama yine de çoğumuz yapmak istediklerimizi sonsuza dek zamanımız varmışçasına erteleriz. Yaşamımız boyunca yitirdiğimiz bazı şeyleri yeniden elde edebilir ya da yerine başka şeyler koyabiliriz. Ama tükettiğimiz zamanı asla!”(s.105)

İşte ben bu satırları gece okumuştum diye hatırlıyorum; 105 sayfada geçiyor bu cümle ve artık iyice uykum gelmişti. Yani son 60 sayfayı da “artık yarın okurum herhalde,” diye düşünüp o içimdeki tembeli bir fırsat tanımıştım. Yani yatıp uyumuştum. Böyle olunca da bütün gece o kitabı düşünüyorsunuz. Bir şeyi okuyup yatmak aslında çok da iyi bir şey değil. O yüzden böyle kurgu dışı kitaplar okumamak lazım bence. Ben daha çok romanları okurum gece; bu kitap tam böyle sabah kalkınca okumalık. Sabah da devam etmiştim zaten ama böyle bölüm bölüm bitirip, üzerine düşünerek.

Ve geldik yine o kutucu bölümlerden biri: Narsisist kişiler. Narsist diye ben hep söylerdim bunu ama “narsisist” diye geçiyor kitapta. Demek ki doğru olan o. Ama söylemesi çok zor. Burada doğruyu belki öğrendik ama ne kadar uygulayabileceğim? Oradaki alıntım şöyle:

“Narsisist kişilerle iletişim kurabilmek oldukça güçtür. Çoğu o anda aklında ne varsa onu konuşur ki bu da genellikle kendisine, duygularına, düşüncelerine ve yaptıklarına ilişkindir. Söylediklerinin karşı tarafta nasıl bir etki yarattığına ilişkindir. Söylediklerinin karşı tarafta nasıl bir etki yarattığına aldırmadığından ve onların anlattıklarını anlamaya çalışmayarak salt kendi bakış açısından değerlendirdiğinden, böyle bir insanla gerçek bir diyalog kurulamaz. Narsisist kişi, ancak karşısındaki insanda kendisine ilişkin bir yaşantının yansımasını gördüğünde onunla ilgilenir. Bunun dışındaki konuları çoğu kez algılamaz bile. Narsisist insanlar birbirleriyle ilişki kurma eğilimindedirler. Ancak beraberliklerindeki iletişim karşılıklı monologlar biçimindedir. Her biri ne dediğini diğerinin anlamış olduğunu farzeder kendi monoloğunu söyler ve gerçek bir iletişimin kurulmamış olduğu da fark edilmez.”(s.116)

Yani, ne kadar komik aslında. Dışarıdan görseniz ve görüyorsunuzdur; ben bazen denk geliyorum böyle iki insan kesinlikle hiç birbirini dinlemiyor. Kendi söyleyeceklerine odaklanmış, sıra bana gelse diye bekliyor ve sonra kendi cümlelerini kuruyor. Sonra öbürü yine kendi metninden devam ediyor, sanki böyle yazılı bir ezbere bildiği bir şey varmış gibi. İnsanlar sürekli aynı şeyleri söylüyorlar; yeni bir şeyler söylemek de hikayeler.

Anlatılanlar, benim de en büyük korkularımdan biri bu aslında. Yani bu podcast’lerde aynı şeyleri, aynı hikayeleri, aynı örnekleri vereceğim diye korkuyorum. Anlatacak bir şeyim kalmayacak gibi hissediyorum bazen; sanki böyle bir şey olabilirmiş gibi geliyor. Ama bu işin sihri de büyüsü de şurada bence: Ben bunu yazarken de hissediyordum. Böyle kitaplar hakkında yazdığında, arada böyle alıntılar olursa kesinlikle bir monolog gibi işlemiyor; sanki yazarın yazdıklarının arasında bir şeyler yazıyor. Onunla da bir konuşuyormuş hissi veriyor insana.

Ben de burada sanki karşımda bir yazar varmış gibi, onun sözleri kendi düşüncelerimle bir diyaloğa dönüştürüyoruz. Burada bir de ben bu yazıyı da çok hızlı yazmıştım; o kadar çok hata yapmışım ki. Arada imla hataları, kendi el yazım zaten çok okunmaz; bilgisayara yazdıklarım da bu sefer okunmuyor, onları da okumakta güçlük çekiyorum. Keşke o kadar acele etmeseydim. Kadın erkek ilişkilerine ilişkin çok önemli bilgiler de yer alıyor. Bir tanesi şöyle mesela:

“Ne var ki çoğu kadın-erkek ilişkisinde tarafılar birbirlerini yitirme korkusuyla duygularını aşırı oranda denetim altına alırlar. Olumsuz duyguların ketlenmesi olumlu duyguların da bastırılmasına, olumlu duyguların karşılık görmeyeceği kaygısıyla ketlenmesi ise olumsuz duyguların oluşumuna neden olur. Böylece birbirini yitirme korkusu sonucu oluşan karşılıklı kapanma, tarafların birbirlerinin davranışlarını yanlış yorumlamalarına yol açar ve ilişki yozlaşmaya başlar.”(s.133)

İşte kısır döngü: Olumsuz duyguları bastırmaya çalışınca olumlu duyguları da ister istemez bastırıyordu. Bunun sonucunda da olumsuz duygular doğuyor tekrar. Hiç olmayan, belki de o iletişim, konuşabilme. Bazı insanlar, bazı insanlarla konuşamaz mesela. Onu fark edersiniz; “Ya, işte şunu şuna söylesene,” diye hatta sizi aracı yaparlar. O da çok iyi bir şey değildir yani, tavsiye etmem kimse için. Kendisi çözmesi gerekir çünkü insanların bazen konuşamadığı insanlar vardır. Zaten birlikte olma, diyeceğim ama tabii, her zaman sizin seçimleriniz olmuyor bu ilişkiler. Bazen insan, kendi ana babasıyla da, abisi, ablasıyla da konuşamadığı olabilir. Bir de şöyle bir durum var; bunu da yine not almışım:

“Kimi ise diğer insanların sorunlarıyla içtenlikle ilgileniyormuşçasına tutumlar geliştirir. Ama bunu yaparken, bu insanlar kendi sorunlarını çözümleyemezmişçesine davranır ve çevresindekilere öğütler verir. Kimi ise görkemini alçakgönüllülük görüntüsüyle çevresine kabul ettirmeye çalışır ve onalrı kendisine yönelik övgüye zorlar. Alçakgönüllülük toplumca onaylanan bir nitelik olduğu için, ustaca sergilenen bu tür bir oyuna diğer insanların hiç olmazsa bir süre için kapılmalarını da doğal karşılaması gerekir. Oysa gerçek anlamda alçakgönüllülük sözlerde değil, davranışlarda anlatım bulur. Bir insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmiş olmasının ürünüdür.”(s.149)

Demiş yazarımız, “Ne kadar güzel söylemiş.” Yani alçak gönüllülük, bir insanın kendisini olduğu gibi kabul edebilmesinin ürünü. “Ben çok alçak gönüllüyüm,” demek zaten alçak gönüllülük arasında bir boşluk olmasına neden olabilir. Ve o “muşçasına”okurken de zorlandım. Zaten yazması da çok zorlu. İlginç bir şekilde, “casına” ne kadar çirkin, gereksiz, yapmacık bir şey. “mışçasına” yapmaktansa hiç yapma, daha iyi gibi hissediyorum bazen.

Bir de bu Orta Çağ, orta çağ diyorum, orta yaş; hiç düşünmezdim böyle şeyleri daha önce ama orta yaş bunalımı nedir? Var mı böyle bir şey? Bunlara da artık daha bir dikkat ediyor oldum. Onunla ilgili yazarımızın şöyle bir tespiti var:

“Yetişkin insan eşiyle, çocuklarıyla, işiyle, kurumlarla ve hatta eşya ve parayla olan ilişkisinde bu dengeyi korumak zorundadır. Bunu başaramayanlar özellikle orta yaşa geldiklerinde anlamsızlığa düşer ve yaşamlarını boşa geçirmiş oldukları duygusuna kapılırlar. Çünkü insan orta yaşa ulaştığında zamanla ilişkisi de önemli bir değişikliğe uğrar. İnsan gençken zamanı, kaç yılı geride bıraktığını düşünerek değerlendirir. Kaç yılı kaldığını düşünmeye başladığı andan itibaren de orta yaşa girmiş olur.”(s.154)

Gibi bir ayrım yapmış mesela yazarımız; kaç yılı geride bıraktığını düşünmekle, kaç yılı kaldı düşünmek. Ben açıkçası hiç “Kaç yılım kaldı?” gibi bir düşünceye sahip değilim. Bunun tam tersini bir yerde duymuştum; “Gençlerin hayalleri daha çoktur, yaşlıların hatıraları” gibi bir şey. Bunun tam tersi mi oluyor, şu an onu düşünüyorum. Çok da emin değilim. Tam tersi değil ama bir zıtlık var arada; yani anılarınız hayallerinizden çoksa yaşlısınız, diyordu orada. Burada da “Kaç yılın kaldığını düşün” diyor.

“Kaç yılın kaldığını zaten bilemezsin ki.” Yani o yüzden bence onu düşünmek saçma bir şey; boşu boşuna düşünmek gibi bir şey. Hiç düşünme, daha iyi. Dolayısıyla ben hiçbir zaman orta yaşa giremeyeceğim herhalde ya da bu düşüncem de değişecek, bilemiyorum.

Evet, artık bu satırları da öğle vakti geçmek üzere, benim yola çıkmam lazım ama evde hala oturup kitabı okuyorum. Çünkü bitirmeden gitmek istemiyorum toplantıya. Öyle bir ruh halindeyken okuyorum son sayfalar ama gittikçe de böyle 180 sayfanın yoğunluğu artıyor. Gözünüzde canlandırın diye söylüyorum; çünkü aynen şöyle başlıyor okuduğum bölüm:

“İnsanlar vardır bilirsiniz, bir eyleme geçmeyi son dakikaya erteler, sonra bir telaş yaşarlar. Kimiyse zamanının denetimi kendi elinde değilmişçesine her yere geç kalır. Böyle insanlar tıpkı çocukken olduğu gibi, baskı ve tehditle güdülenir, zamanlarını özerk bir biçimde kullanamazlar. Üstlerinde bir baskı olmadıkça hareketsiz kalır, başka bir gücün kendilerini eyleme geçirmesini beklerler. İçinde bulundukları durumu ‘üşenme’ sözcüğüyle dile getiren bu insanlar, günlük yaşamlarını başkalarının kendilerine verdiği bir görev gibi sürdürürler. Özerkliği öğrenememiş olmamaları kendi sorumluluklarını üstlenebilmelerini engellediğinden zaman kullanımını kendi dışlarındaki etmenlere bırakarak sürüklenir, üstelik bundan ötürü çevresel koşulları sorumlu tutarlar. Her yere geç kalma eğiliminde olan insanlar, bunun kendi sorumlulukları olduğunu görmezden gelerek, her defasında gecikmelerini haklı gösterecek bir neden bulurlar.
Özellikle katı ve baskısı bir ortamda yetişmiş insanlar için zaman, içinde bulunulan anın değerlendirileceği bir varoluş boyutu olmaktan farklı bir biçimde, tüketilmesi ve bitirilmesi gereken bir nesne gibi kullanılır. Örneğin böyle bir insan arabasıyla bir yere gitmek için yola çıktığında, onun için önemli olan şey bir an önce gidilecek yere ulaşmaktır; arada geçen zaman ise sindirilerek yaşanmaz. Dolayısıyla yaşamın tümü de yerine getirilmesi gereken bir görevler dizisi olarak tüketilir.”(s.156)

Şimdi okurken de zaten zorlandım, tekrar tekrar okumak zorunda kaldım. Aynı şekilde kitabı okurken de buraları tekrar tekrar okumuştum. Böyle bir doğrulursunuz, bir etrafa bakarsınız; işte bir gizli kamera beni mi çekiyor diye düşünürsünüz ya bazı anlarda. “Beni görüyorlar mı?” diye. Yazar da sanki burada beni görüp kalem almış gibi hissetmiştim. Gerçekten çok ağır, işte o “dayak yiyormuş” gibi hissettiğim bölümlerden biri.

Baskı olmadıkça hareketsiz kalıp, kendin dışındaki bir güç tarafından eyleme geçirmeyi beklemek hiç de öyle bir insan değilimdir aslında ama böyle de görünüyor. Evet, böyle olduğu da zaman zaman işte o ilham beklemek, zaten biraz olur yazmak için. İlham beklemek çok gereksiz demeyeyim de yanlış bir yöntemdir. Hatta Hemingway’in bununla ilgili sevdiğim bir sözü vardır; yazmaya başlar ve aklına yazdığı şeyle ilgili yeni bir değişik fikir geldiğinde yazmayı bırakırmış. Tam tersini beklersiniz, normalde değil mi? Ama işte büyük yazar, aklına yeni güzel bir fikir geldiği anda bırakırmış ve işte yürüyüşe çıkarmış falan. Araya bir zaman koyar, o zaman daha güzel yazar.

Çünkü aklı bir yandan onunla uğraşıyor. Sürekli beyin, zaten hiç durmayan bir şey, sürekli çalışıyor. Siz farkında olmadığınızda da daha çok çalışıyor belki de. Ve o yolda geçirilen zamanın kıymetini bilmek işte amaç; hiçbir zaman o sonuca ulaşmak olmamalı. Sadece sonuç olursa, o arada geçen zaman boşa geçmiş oluyor yani bir anlamda.

Ve hayatın yerine getirilmesi gereken bir görevler dizisi olarak tüketilmesi de ne kadar ağır bir itham. Bu arada tabii ki ben yine tam zamanında geldim oraya, hiçbir şekilde geç kalmadım. Yazar da, yani burada artık bilmiyorum, bana mı öyle geldi, iyice yükleniyor. Yani bu sayfalarda her şeyi ben de not almışım neredeyse:

“İnsanlar vardır, yemeği tadına varamadan hızla tüketir ya da asansörün gelmesi için birkaç dakika bekleyeceği yerde derhal merdivenlere yönelir, hem de ‘ışınlanmışçasına’ çıkarak. Nereye yetişmeye çalıştıkları sorunun cevabı ‘yaşaman amacı ölümdür’ ilkesinde bulunabilir. Bir başka deyişle, bu insanlar yaşamlarını bir an önce bitirme ve ölüme ulaşmak istercesine tüketme eğilimindedirler. Gerçekten de içinde bulundukları anı yaşamayan ve yaşama etkin bir biçimde katılamayan insanlarda ölüm korkuları oldukça yaygındır.”(s.156,157)

Mesela ben de bu satırlarda yine hem kendimi gördüm hem o sonuca ulaşamadım. Açıkçası, çok yaygın bir ölüm korkusu yüzünden öyle asansörü beklemeyip merdivenlerden inmiyorum. Yani ben, o beklenen süreyi bana çok, “onu bekleyeceğim, inerim” diyorum. Zaten merdivenlerden inmeyi de severim aslında. Çıkmak biraz zordur ama çıkarken de uzun süre bekleyeceksin o asansörü, belki hiç beklemem ve kendim devam ederim.

Ama yemeği hızlı yemek konusunda, evet, bunun zararlarını bildiğim için çok yavaş, olabildiğince fazla çiğneyip ağır ağır yemeyi öğrendim. Zaten çok hızlı yemeği de, ayakta yemeyi falan sevmem. Hızlı yiyince de bir de insan doymuyor, doymadığını hissediyor. Halbuki yavaş yavaş yiyince, normalde yiyeceğinin belki de yarısı kadar şeyle doymuş oluyor.

Çünkü çağımızın 21. yüzyıl dünyasının en önemli iki sorunu obezite ve açlık; bu iki sorunu aynı anda yaşayan bir dünyadayız. İnsan olmak biraz da böyle bir şey. Hemen yine devam edelim çünkü bitmeyecek anlaşılan bu alıntılar:

“Pek çok insan diğer insanlara ve onların sevgisine sahip olma eğilimindedir. Oysa ilişki ya da sevgi yaşana bir süreçtir, nesne değil. Dolayısıyla sevgi, beraberliğe yaşam katabilmeyi ve canlılığını artırabilmeyi içerir. Sevgiye sahip olabileceği umudunu taşıyan insan ona sahip olduğunu sandığı anda boşluğa düşer ve sahip olabileceği yeni şeyler arar.”(s.159)

Burası da işte demin benim o kadar söylemeye çalıştığım şey; sahip olmak o kadar güçlü bir duygu ki yani her şeye sahip olmak istiyoruz. Zaten sürekli böyle olunca da hemen sahip olur olmaz bitiyor onun kıymeti, değeri hemen yeni bir şey aranıyor.

Böyle olunca, bu alıntıyı okumadan önce uzun bir sessizlik koymayı düşünüyorum podcastte. Ya da bu alıntıdan sonra yapmak belki daha mantıklı olabilir. Bakalım, dayanabilecek misiniz?

“Beraberliklerde yaşanan sessizlikler bazı insanların tedirgin olmasına neden olur. Kimi insan içsel yaşantısını algılama alışkanlığında olmadığından zihninde bir boşluk oluşur ve bu boşluk kendi istemi dışında üşüşen düşüncelerle doldurulur. Kimi ise öylesine paniğe kapılır ki, konuşmuş olmak için konuşarak sessizliğe son verir. Tedirginliğinden kurtulur, ama ortaya çıkabilecek otantik bir süreci de ‘öldürmüş’ olur. Bu tür insanlar için sessizlik ya da herhangi bir ucu açık süreç belirsizlik olarak yaşanır. Geleceği güvenceye almak isterken ileriye doğru taşınabilecek süreçleri kapatır, yaşamın özünü yok ederler. Oysa tedirgin olmadan yaşanan sessizlik insanın kendisini algılayabilmesi için gereklidir. Bu sessizlik içinde hem birlikte hem özgür olmak daha zengin bir yaşantıyı hazırlar. Bu, insanın geçmişte doğayla olan beraberliğini anımsatır. Bu tür bir sessizlik, tedirginliğe son vermek için değil, otantik bir tepkinin doğuşuyla sona erer ve beraberlik başka bir süreç olarak yeniden başlar.”(s.168,169)

Ben maalesef çoğu zaman o sessizliği bozan “konuşayım da ne olursa olsun” felsefesi der hatta buna Cenk ve Erdem Beyler. Böyle bir şekilde bir konu açıp sonra dinlemeye koyulan bir insanımdır. Özellikle yeni tanıdığım insanlara karşı sanki bir ortamda konuşulması gerekiyor. Sessizlik olsa olmuyormuş; sessizlik kötü bir durummuş gibi. Çünkü algılanıyor dışarıdan. Benim için aslında öyle değil ama biraz da o karşı taraf sıkılmasın diye düştüğüm bir hataymış, onu öğrendim burada.

“Çevresinde her şey yolunda gittiği halde kendi yaşamını yine kendisi bozan insanların sayısı o kadar çok ki! Sanırım, çocukluk yıllarında sevgi umudunu yitiren insanlarda dışadönük yıkıcılık, günün birinde sevgi ve onayı bulabilme umudunu koruyanlardaysa kendine dönük bozucu eğilimler daha sık görülüyor.”(s.177)

Demiş yazarımız. Bu da son sayfaların birindeyim. Gemi, demir atan gemi, güvendedir; her şey yolundadır öyle görünür dışarıdan ama alttan aslında paslanmaya başlar. Zaman geçtikçe o liman gemi için iyi değildir; yani hareketsizlik, o sabitlik, fazla rahatlıktır, ölümdür bir açıdan. O yüzden, “sizi rahatsız etmeye geldim” diyen insanlara da “hoş geldin” diyebilmek belki insan olmaktır.

Bu arada, evet, bizim toplantımız biraz değişik geçti. Normalde herkese özel sorular ayarlarda moderatör; bu kez tabii bu biraz kurgu dışı da bir kitap olduğu için, bu kitaptaki moderatör 10 tane soru hazırlamıştı ve hepimize sordu. Hepsini tek tek, her soruyu da konuştuk; gerçekten üzerine konuşmayan kalmadı. Tabii tam kadro değildik, biraz eksiklerimiz vardı bu ay ama yine de dolu dolu bir Kitap Kulübü günümüz oldu.

O sorulardan biri, 9 soru, benim en sevdiğim soru; sorunun kalıbı aslında çok hoşuma gitmişti. Eğer elinizde bu kitabı istediğiniz bir zamana gönderebilecek bir zaman makineniz olsaydı, hangi zamana yollardınız? gibi. Kendi geçmişinizdeki ya da bir zaman makinesi dediği için burada ben bunu geçmişe yollamak gibi düşünmüştüm ama aslında gelecekteki halimize de yollanabilir. Gerçi onu yapan şu an servisler var sanırım; böyle geleceğe mail atabiliyorsunuz, normal şu anki maillerde de hatta gönderim süresini gelecek bir tarih seçebiliyorsunuz.

Bu kitabı mesela 10 sene sonraki kendime atmak ister miydim? Göndermek ister miydim? Soru, zaman makinesi diye geçtiği için insan geçmişi düşünüyor. Ben de daha çok, işte ortaokul, lise yıllarında bu kitapla tanışmış olmak, bu kitabı okumuş olmak isterdim ama o zaman da işte anlayabilir miydim kitabı bu kadar, bugünkü kadar en azından ya da okur muydum gibi sorular çıkıyor karşımıza. Ama sorunun konsepti bence çok güzeldi; yani keşke böyle bir şey olsa gerçekten.

Bazı arkadaşlarım işte her sene tekrar gönderirdim gibi cevaplar verdiler. Kaçamak cevaplar diyorum bunlara ama onlar da çok mantıklıydı. Benim de mesela merak ettiğim şeylerden biriydi bu. 4 senedir her hafta kitap hakkında bir yazı yazmaya çalışıyorum okuduğum, bitirdiğim bir kitap hakkında ve bazen şeyi de düşünüyorum; işte bu içerikte tabii ki ister istemez aynı şeylerden bahsettiğim oluyor ama ya aynı kitabı tekrar okursam ve aynı kitap hakkında yeni bir yazı yazarsam, yazmaya çalışırsam ne olacak? Bunu da bir de fark etmezsem. Ama eminim ki o yazı bambaşka bir yazı olacak; farklı yerlerden alıntılar olacak muhtemelen.

Eğer farkına varmadan yaparsam bunu; yani en azından aynı yerler olursa, çünkü ben bu kitap hakkında yazmıştım gibi aklıma gelir diye düşünüyorum gelmeye de bilir ama aynı yazıyı yazamazsın. Yani bir daha ben de bu kitabı okuduğumda bu alıntıları almışım. Mesela en çok bana dokunan, kendimi bulduğum yerler buralar olmuş. Belki de 10 sene sonra okusam bambaşka şeyler dikkatimi çekecek, belki buralar sıradan gelecek. O açıdan başucu kitabı olabilecek, zaman zaman tekrar tekrar dönüp okuyabileceğiniz önemli bir kitap.

Bir de tek kelimeyle insan olmak nedir sizce? gibi bir soru vardı, arkadaşımızın sorduğu. O soru da çok güzeldi. Onunla ilgili de tabii yine öyle grupta çok güzel cevaplar gelmişti. Ve ben de orada en son cevabı ben vermiştim galiba o süre zarfında. Çünkü düşündüm uzun uzun ve “yanılmaktır” demiştim. Bence insan olmak; hatta yanılıyor olabilirim ama yanılmaktır gibi bir şey söylemiştim. Bu da şimdi ben çok hata yaptığım, çok yanıldığım için mi böyle bir cevap verdim acaba diye bir psikolojik sorgulamaya geçtim kendimi. Ama o an şeyi düşünmüştüm; yani insan olmak için önce sanki hata yapmak gerekiyor gibi. Önce o elmayı ısıracak bir dünyaya atılmak gerekiyor gibi hissediyorum ben. O gelmişti o an aklıma.

Bir de bu çok net, çok kendinden emin. Onunla ilgili de mesela bizim ortaokulda bir arkadaşım vardı; benim sınıfta böyle bizi hep birbirimizle kıyaslarlardı, bizi biraz birbirimizi düşürmeye çalışırlardı ama benim çok sevdiğim yakın bir arkadaşımdı. Yani o iyi geçinirdi. İtiraf ona daha çok inanırdı. Ben böyle en son konu bitmeye yakın hoca bana da sorardı; hiç alakasız bir yerden bakıp “olabilir” gibisinden bitirirdim buna rağmen benim dediğim çıkardı genelde. Ama ben işte “olabilir” falan dediğim için çok fazla o övgüyü de alamazdım, bildiğim çok anlaşılmazdı yani. Ama öbür arkadaşımız mesela arada o bildiğinde kesin böyledir falan dediği için hemen tüm sınıf tarafından böyle göklere çıkarılırdı.

Bir gün bana şey demişti; çıkışta yine eve doğru yürürken “sen demiştin, işte ben biliyorum senin bu konuda okuduğunu, ettiğini, bildiğini ama kendinden böyle çok emin değilsin; net konuşamıyorsun, ‘şu şöyledir, bu böyledir’ diyemediğin için” demişti. Ben oradan prim yapıyorum. Ben aslında çoğu konu hakkında çok bilgi sahibi değilim. Konuşulanlar hakkında o an öğreniyorum ve söylediğim şey yanlış olsa bile o an o kadar eminim ki kendimden, doğru söylediğime, insanlar da benden etkileniyor. Böyle yapmalısın gibi bana bir öneride bulunmuştu. Ben zaten biliyorum, yani onun öyle yaptığını ama o söyleyince de yine tabii “olabilir” gibi gelmişti.

Yine böyle orta yolcu gibi; onun söylediği de mantıklı, yani bir açıdan bazı durumlarda özellikle daha net kendinden emin “bu böyledir” demek tabii ki diğer insanları daha çok etkiliyor, daha çok prim yapıyorsunuz. Ama işte o bilmediğini bilmek, “tek bildiğim hiçbir şey bilmediğimdir” sözündeki gibi, ne kadar öğrenirseniz ne kadar az bildiğinizi de anladığınızdan, o hiçbir zaman kendimden net emin konuşabilecek yere ulaşmam zannediyorum. Biraz o yanılmak. Ya insan şudur diyebilecek bir insan değilim; yani ben en azından tek kelimeyle bir şeyleri açıklamak, bir şeyleri tanımlamak bana hep çok zor gelmiştir. O yüzden de yanılsam bile yanılmaktır diye yine kaçamak bir cevap bu sefer ben vermiştim.

Böylece bir kitabın daha sonuna geldik.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder