Chef, Finansçıların Havası, Kimsenin Yapmadığı İşlemler ve Ekmeğini Taştan Çıkarmanın Yolu
Mustafa Kutlu’nun bu kitabı ismi itibariyle hep dikkatimi çekmişti. Çünkü yazarımız normalde böyle yabancı kelimeleri pek kullanmayı sevmez. Bu kitabında bile restoran demek yerine lokanta demeyi tercih eden bir karaktere sahip mesela. Dolayısıyla Chef şeklinde ch harfleriyle bir başlık tercihi tuhaf gelmişti. Biraz da kalınca duran bir kitap, halbuki sadece 214 sayfaymış ve ben bir gece başlayıp yarılamayı başardım. Öbür gün de öğle vaktinde bitirdim. Benim okuduğum kitap Dergâh yayınlarının 10. baskısıydı.
Kitap üç bölümden oluşuyor ve hepsi aslında kendince şef. İlki aile babası olan Hüseyin Hüsnü Şen. Bir bankada yıllarca çalışmış ve müdürlüğe, müdür yardımcılığına İngilizce bilmediği için bir türlü yükselememiş. En azından şef olabilmiş diyesim var ama bu onu kesinlikle memnun etmiyor. Aklı hep yapamadıklarında. Halbuki gayet kalifiye bir bankacı. Bakın banka ve kredi ilişkisini nasıl açıklıyor:
“-Paraya kırallar hükmeder, yani devlet. Krediye ise banka. Para siyasi bir uylaşımdır, kredi ise iktisadi bir dolaşım. Uylaşmak, yani saymaca bir şeyi benimsemek için yapılan anlaşma iradi bir eylemdir, buna direnebilirsiniz. Lakin kredi karşısında çareniz yoktur.
Bakınız şu söylediğime dikkat isterim. Krediye hükmeden paraya, paraya hükmeden devlete, devlete hükmeden topluma hükmeder.
Bu güzel cümleden sonra sustum, ben de bir sigara yakıtm. Avukat ile medyacı sözlerimin etkisinde kalmışlar ve ne dediğimi kavramaya çabalıyorlar. Çabalayın bakalım feleksizler. Karşınızda bir şef var.
Şef, yani ne?
Lider, önder, başbuğ.
Ulan ben bu noktada kalacak adam mıydım. Şu bizim gebeş müdür mesela, şu lafların kaçta kaçını edebilir. Avukat sanki içimi okumuş gibi.
— Yaman adamsın be şefim. Müdür olacak adamsın yani.
— Bırak deşme yaramı.”(s.23)
İnsanın bir zaafını görmesinler böyle saldırırlar hemen. Hele bir de avukat olunca tabii tutamıyor adam kendisini. Ama bizim bankacı şefimiz anlatmaya devam ediyor ve sonunda şöyle bir tespit yapıyor:
“İmparatorluklar, dinin ve siyasi iradenin kredi mekanizmasını az çok yönlendirebildiği toplum sistemleridir. Kapitalizmin diğer medeni sistemlerden farkı, kredinin devlete ve topluma söz geçirmesidir. Finansörler kapitalist sistemin gerçek kırallarıdır.
Soytarı-kırallar.
— Vay be!…
— Peki bu kırallığa kafa tutulabilir mi?
— Tutulabilir.
— Nasıl?
— Toplumun kültür düzeyini yükselterek. Yani kendine ve başka toplumlara bakışını, dünyayı ve hayatı yorumlayışını derinleştirerek. O zaman finans kırallarının egemenliği bu kadar mutlak olamaz. Böhm Bawerk’e hak veriyorum. Şöyle diyor: ‘Bir toplumun kültür düzeyi ile faiz düzeyi ters orantılıdır. Kültür ne kadar yüksekse faizler o kadar düşük, kültür ne kadar düşükse faizler o kadar yüksek olur.’”(s.24)
Bu çok bilmiş finansçılardan söz açılmışken, Henry Ford’un kredi için bankaya başvurduğunda bankacının onu tersleyerek “Atlar kalıcıdır, arabalar geçici” demesi geldi aklıma.
Bana göre kitabımızın asıl şefi bankacı şefimizin eşi, Arzu Hanım. O da bir memur ama kırklı yaşlarına gelince emekli oluyor ve kendisini tamamen mutfağa atıyor. Zaten yemek yapmayı da çok seviyor ve kendisini bu alanda iyice geliştiriyor. Ama evde onun kıymetini, değerini bilen yok. Tek çocukları var, Özgür adında ve onun da evde pek yemek yediği yok. Kocası zaten o avukatın kendisini bar hayatına alıştırmasıyla evden koptuktan sonra evliliği de bir anlamda bitiyor. Öyle ki Arzu son bir şans veriyor ona ve saçlarını kızıla boyuyor. Sırf akşam eve geldiğinde kocasının ne tepki vereceğini merak ettiği için. Ama bizim finans uzmanı Hüsnü Şef hiç bu değişikliğin farkına bile varmıyor ve ipler artık tamamen kopuyor. Komşusu Gülşen’in de gazına gelerek evi terk ediyor ve gitmeden bir mektup yazıyor. Kitaptaki bankacı şefimizin nasıl mevki makam zaafı varsa beni de bilenler bilir, benim de böyle kitaplarda birden karşımıza çıkan mektuplara zaafım vardır. Haliyle bu mektubu da sanki bana yazılmış gibi merakla okudum. Bu mektupta da öyle satırlar var ki, okurken insanın boğazı düğümleniyor.
“Sen bekâr hayatına alışkınsın, kendine bakarsın. Ev için onbeşte, haftada bir kadın ayarla, gelip evi temizlesin. Oğlan başına buyruk ama fazla becerikli değil, onu yalnız komayacağını biliyorum. Eğer dediğim gibi işler yolunda giderse ona ara sıra para gönderirim. Bunu söyle moral olur.
Evi havalandırmayı unutmayın, suları açık bırakmayın, yemek artığı falan kalmasın. Gerçi senin titizliğini bilirim, bunları benden iyi yaparsın. Aklım arkada kalmayacak, benden iyi ütü yaptığını biliyorum.
Beni Gülşen’le karıştırma, bu gidişim sizleri terk etmek mânasına gelmiyor. Tamamen işle ilgili. Gülşen havai bir kadın, maceraperest, gözü kara. Ben en nihayetinde bir ev kadınıyım ve ne olursa olsun evime, aileme, sizlere bağlıyım. Yanlış bir şey yapmayacağımı bilirsin. Ben sana güvenirim, sen de bana güven.
Keşke böyle bir ayrılık olmasaydı. Samimi olarak söylüyorum keşke olmasaydı.
Ama çok iyi biliyorsun ki birlikte tuttuğumuz bardak elimizden kaydı ve kırıldı. Parçaları bir araya getirip yapıştırmak mümkün değil. Yeni bir bardak almak lâzım. Ama sen ne bardağı, ne kırılmayı, ne yapıştırmayı, ne de yeniden başlamayı düşünmedin, umursamadın.
Kim bilir kaç senedir bir koca hayaleti ile birlikte yaşıyorum. Zararsız bir hayalet ama aynı zamanda yararsız. Yine de hiçbir zaman boşanmayı falan düşünmedim. Bu benim hayatım deyip mutfağıma sığındım.
Şimdi bir kapı açıldı bana.
Bu kapıdan çıkıp gidiyorum.
Ama inşallah döneceğim. Döndüğümde çarşafları, havluları, tabakları tertemiz, bıraktığım gibi bulacağıma inanıyorum. Seni de, oğlanı da aynen bıraktığım gibi bulacağıma inanıyorum.
Umarım beni yanıltmasınız…”(s.137,138)
İşte böyle, satır aralarında ne kadar güzel ifade ediyor kendisini değil mi? Kendisinden de bu kadar emin olması biraz büyük konuşmak gibi gelmişti bana. Tamam anladık kendine güveniyorsun ama hayat bazen insanı durduk yere turistlerden konuşmaya itebilir.
“O gün turistlerden açıldı konu, başladı anlatmaya. Bu işin esası ‘keşif’ ile ilgiliymiş. Dünyanın bilinmeyen bölgeleri çokmuş. Eskiden bazı maceracı adamlar buraları keşfetmek için gezilere çıkarlarmış. Bunlara ‘kâşif’ deniliyor. İşte Afrika’nın keşfi, kutupların keşfi falan. Tabii adamlar keşfettikleri yerleri aynı zamanda talan ediyormuş. Avrupalılar yani, burjuvalar.
Sonra seyyahlar türemiş. Bu acaip memleketlerin özelliklerini, güzelliklerini görmek, gördüklerini yazmak, çizmek isteyen seyyahlar. Bu da bir nevi macera yani. Bunların diyor Refik Bey, turizmle turistle ilgisi yok. Turistlik çok sonra ortaya çıkmış. Turist, seyahat acentaları tarafından bulunmuş, hazırlanmış, çerçevesi çizilmiş bir alan içinde dolaşır.
Geçen asırda varlıklı kesim ‘seyahat’ ediyor ve gördüklerini gelip anlatıyormuş. Bu tabii onlara acaip bir ayrıcalık veriyor. Bu asırda ise bu ayrıcalık ortadan kalkıvermiş. Zaten dünyanın bilinmedik, keşfedilmedik bölgesi kalmamış. Sonra sonra tatil ile turizm birleşmiş. İşçi kesimi dahi paralarını biriktirerek tatillerini turistik bölgelerde geçirmeye başlamışlar. Onlar da sanki birer burjuva, birer kâşif, birer seyyah gibi geziyor, fotoğraf çekiyor, haz veren unsurları tadıyormuş.
Yani açıkçası bu turist denilen yaratıklar sözde yerlerde dolaşan sözde seyyahlarmış. Daha da açıkçası, kendileri için hazırlanmış, paketlenmiş deneyimleri, aşkları, maceraları, doğayı, tarihi tüketen bir topluluk.
Ben, ‘Ya Refik Bey, iyidir turistler be. İyi para bırakıyor’ dedim.
Gülümsedi.
— Sıkıldın galiba, ama şunu diyeyim, bütün bu gevezeliği turist nedir şeklinde tarihi-sosyolojik bir nutuk için yapmadım.
— Ya ne için?
— Müşteriyi tanıman için.
— Haa!…
— Müşteri budur işte. Satacağın malı ‘turistik’ hale getirmen lazım.
— Nasıl?
Etrafına bakıyor, sözüne bir misâl arıyor.
— Mesela şu çakıl taşları.
— Evet.
— Bunları toplarsın, renklerine göre tasnif edersin, yıkarsın, parlatırsın.
Bayağı meraklandım.
— Sonra.
— Sonra bunları hoş paketler halinde sunacaksın. Ambalaj çok önemli, imaj yani.
Küçümseyerek gülümsedim:
— Yapmayın Refik Bey, altı üstü çakıl taşı bunlar, her yerde var.
— Yoo, öyle deme. Gizemli bir imaj çekeceksin. Öyle ki bu taşlar sadece burada vardır ve bunları uzmanlar dışında kimse ayırt edemez. Bin taştan bir tanesi işe yarar. Taşlar tasniften sonra türlü labaratuvar araştırmalarından geçer.
Hadi hayırlısı:
— Evet.
— Prestijli bir yabancı dergide parayı bastırıp bir makale yazdıracaksın. Bu taşlar strese birebirdir diye. Enerji yapıyor diye. Koynunda üç gün taşıyan bütün sıkıntılarından kurtulur diye.
— Vay be! İnanırlar mı?
— İnanmaz olurlar mı. Onlar kendileri için hazırlanan malı almaya geliyor. Bunun için para ayırıyor. İster kolye yap sat, ister küpe. Çekici olsun kâfi. Zamanlar bu taşların etrafında bir efsane oluşur. Ardından sen bu taşların bazılarına antik alfabelerden bazı harfler, bazı kelimeler işletirsin. Bunlar iyicene nâdir bulunur parçalardır artık. Tutturduğun fiyata sat.
— Pes vallahi Refik Bey, siz bu işin pîri olmuşsunuz valla.
Koca adam kızarıyor, utangaç bir tavırla oltasını çekiyor. Sonra aniden sesinde bir kırılma:
— Sahte bir dünyada yaşıyoruz Arzu. Her şey sahte. İlişkiler, aşklar, alışveriş. İnsanlar her türlü yalana kanmaz üzere yetiştiriliyor. Dünyada bir sistem var, sürekli yalan üretiyor ve bu yalanları satıyor. Kâh gönül rızası ile kâh metazori. Bu dünyada artık her yer turistik ve hepimiz birer turistiz.”(s.169–171)
Bu arada Arzu’yu o turistik beldeye göçüp bir lokanta açmaya ikna eden komşusu Gülşen, bunu yapabilmek için garip bir yol deniyor. Beraber Thelma ile Louis filmini defalarca seyrediyorlar. Benim gibi o filmi seyretmeyenler varsa hâlâ bu yüzden uyarmak istedim. Yazarımız neredeyse baştan sona anlatıyor filmi. Ben seyretmemiştim ama sonunu duymuştum o filmin. Biraz da bunun yüzünden belki de seyretmemiştim ama bu saatten sonra da artık karşıma çıksa da izlemem herhalde.
Bir de Fargo diye bir film vardı yıllardır seyredeceğim, listemde öyle duruyor ama denk getiremedim bir türlü. Hatta böyle bir dizi de mi vardı neydi? Yanlış mı hatırlıyorum. Neyse işte o filmden de spoilerı Özgür’ün bölümünde yiyoruz. Kitabın son kısmında da Özgür’ün hikâyesini, onun ağzından dinliyoruz ama olaylar kaldığı yerden devam ediyor bir yandan. Sadece onun bakış açısını öğrenmiş oluyoruz yani. Zaten daha önce onu anasının, babasının dilinden defalarca okuduğumuz için az buçuk tanıyoruz ama ancak o kadar işte. Az buçuk. Çünkü sizi bilmem ama ben Özgür’ün bölümünü okurken ona da hak verdim.
Özgür şu genç yaşında henüz bir şef olmayı başaramıyor ama sürekli bir yerlere gelebilmek için tırmalıyor. Daha ilkokuldayken başlıyor arkadaşına uyup su satmaya. Küçükten başlayarak ticarete atılıyor ve sürekli sermayesi olsa köşeyi dönecekmiş zannediyor. Sonra üniversitede bir kızla tanışıyor. Aslında ayrı dünyaların insanları ama zıtlıklar da çeker ya bazen. Onun gibi bir şey oluyor. Özgür’ün bu mücadeleci ruhu etkiliyor kızı ve biz de Fargo’dan spoilerı bu esnada yiyoruz. Ben orayı almadım merak etmeyin ama kız tam bir sanat sever. Film bitiyor, sergiye gidiyorlar bu sefer.
“Ardından tuttu beni resim sergisine götürdü. ‘Hemen şuracıkta’ diyerek. Hayır demek mümkün değil, kızdan bana doğru öyle bir rüzgâr esiyor ki; demir olsan erirsin yani.
Nuri İyem’in sergisi imiş. ‘En önemli ressamlarımızdan biridir’ diye tanıtıyor, resimler hakkında konuşuyor. Bütün resimlerde Anadolu’nun yazmalı kadın başları var. Üzgün üzgün bakıyorlar. ‘Ya, bunların hepsi birbirine benziyor’ demiş bulundum.
‘Tabii benzeyecek’ dedi, ‘adamın bir üslubu, bir teması var’. Sonra benim aynı dediğim tablolar arasındaki farkları, özgün yönleri anlatmaya koyuldu. Renkler, ışık-gölge, anlam, kompozisyon, derinlik. Vay, vay, vay… Cehalet zor iş abicim, zor.
Sonra elimi tuttu. Gayet sevecen:
— Resme bakmak, sinemadan anlamak kısası sanata yaklaşmak bir birikim istiyor Özgür, bir gayret istiyor. İnsan yaza yaza değil okuya okuya yazar olur.
Zeki kız. Beni incitmeden bu işlerin nasıl kavranacağını çıtlatmak istiyor.”(s.198,199)
Son alıntımda da bu zeki kızın Özgür’ü neden sevdiğini söylediği cümleler yer alıyor. Yoksa arada hesap kitap diyor diye paylaşmıyorum yani:
“-Sende bir safiyet, bir temizlik var. İşte bu beni cezbediyor. Bizim çevrelerde herkes içten pazarlıklıdır, hep hesap-kitap yaparlar. Gönül işlerinde bile.”
Hesap kitabın bu içten pazarlık anlamını da hiç sevmiyorum. Artık podcastin adını da değiştirmem mümkün değil. Gerçi böyle bir niyetim de yok ama bilmiyorum, kafam biraz karışık. Aynı şu açılış cümlem gibi, yok çok okudum, çok yazdım falan. Sanki hava atıyormuş gibi gelebiliyormuş bazılarına. Bunu duyunca da üzülmüştüm çünkü böyle bir amacım yok. Sadece bu podcaste başlarken bir söz vermiştim kendime. Her hafta mutlaka okumam ve birkaç satır bile olsa yazmam gerektiğine inandırmıştım kendimi. Çünkü bu kitapta da geçtiği gibi insanın okuya okuya yazar olabileceğine inanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder