Savaş Sanatı, Bu Sabahların Bir Anlamı Olmalı, Üç Kuruş Para ve Külçe Altın
Sun Tzu’nun Savaş Sanatı kitabı MÖ 6. yüzyılda kaleme alınmış ve tam 13 bölümden oluşuyor.
Sun Tzu’nun yazdığı “Savaş Sanatı” kitabını yıllar önce okumuştum. İlk ne zaman okuduğumu da hatırlamıyorum ama büyük bir merakla okudum, çünkü kitap birçok yerde övülüyor ve başucu kitabı olarak adlandırılıyordu. Çeşitli dersler çıkarabileceğimiz bir kitapken, okuduğumda o kadar da etkilenmemiş ve çok abartılmış bir kitap olduğunu düşünmüştüm. Yani bana hitap etmedi diyebilirim; muhtemelen anlamamışımdır.
Sonra, çok sevdiğim dizilerden biri olan “Mentalist” dizisinde geçiyordu; kadın-erkek ilişkilerini en iyi anlatan kitap olarak bahsediliyordu. Orada “Mentalist” miydi yoksa “Monk” muydu, emin değilim. Ben o iki diziyi art arda seyretmiştim. Biri bitince hemen ona benzer başka bir dizi var mı diye “Monk”u keşfetmiştim. İkisi de harika dizilerdi; birkaç sene önce seyretmiştim sanırım, buradan herkese öneririm.
Hatta en son Barış Özcan, dizilerden bahsederken “Monk”tan bahsediyordu. Yeni dizilerden bahsederken bir bonus olarak, ailecek seyredilebilecek eğlenceli bir dizi diye bahsediyordu. Barış Özcan’ı da bu yüzden seviyorum açıkçası; çoğu konuda ilgi alanlarımız uyuşuyor. Orada da mesela bahsettiği dizilerden biri “Shogun”du. Gerçi Japonya’dan, Japon kültüründen bahsediyor ama yine bu kitaptaki “Savaş Sanatı” ile ilintilidir diye düşünüyorum.
Aynı şekilde okuma grubunda da konuşup tartıştığımız bir kitap oldu bu. Tıpkı “Yedinci Gün” gibi, orada da bahsettiğimiz bir film vardı, “Kızıl Uçurum.” “Kızıl Uçurum” filminde de bu kitaptaki birçok taktik çok başarılı şekilde kullanılıyor; örnek alınmış gibi zaten. Çinlilerin bu kitabı artık çok iyi bildiklerini düşünüyorum; kültürlerinde sürekli yer aldığını. Biz nasıl “Hilal Taktiği”ni hep biliriz, bunun hakkında bir şey okumamıza veya görmemize bile gerek yoktur; artık genlerimize işlemiştir. Yani aynı onun gibi.
Bu açıdan bu kitabı tekrar okumaya çalıştım ama okuyamadım açıkçası, okuma grubunda olmasına rağmen. Ren Kitap’tan almıştım, Mehmet Ortaç çevirmiş. 79 sayfa, bölüm bölüm, madde madde çevrilmişti.
Sonradan gördüm ki İş Bankası Yayınları’nda daha hikayeleştirilmiş bir versiyonu var. Mesela o maddeler yazmıyor, en azından daha okunabilir geldi. Ama ben Akın Altan’dan dinledim YouTube’da; yani tamamen hazırlıksız da gitmedim toplantıya, hiç bilmeden de gitmeyeyim dedim. Yine notlar çıkardım. Daha önce de okuduğum için açıkçası okumaya da çalıştım, fakat “şu kadar at şu kadar gümüşle beslenir, masrafı şu kadar gümüş karşılar” gibi yerlere gelince kitabı kapattım; daha fazla devam edemedim.

Buralar bana kitabın aslında biraz başarısız olduğunu gösteriyor. Böyle evrensel bir kitap değil bence. Bu tür ayrıntılardan bahsediyorsan, biraz daha üstü kapalı ve metaforik olmalıydı. Sun Tzu zaten bir komutanmış; bir tanesini komutan olarak koymuş ve bir hafta boyunca eğitim vermiş, işte sağa sola dönmeyi, geri dönmeyi, temel hareketleri öğretmiş ve emir-komuta zincirini kurmaya çalışmış.
Bir hafta sonra hükümdarın huzurunda toplamış hepsini ve emir vermiş: “Sağa dön” diye. Tabii hepsi gülmeye başlamış, ciddiye almamışlar Sun Tzu’yu. O da hemen hükümdara dönüp, “Ben emrimi düzgün bir şekilde veremedim, anlaşılamadı. O yüzden şimdi tekrar emir veriyorum,” demiş. Tekrar emretmiş ve bu sefer yine dediğini yapmamışlar; yine bir homurdanma, bir gülüş, ciddiye almamışlar onu. Bu sefer dönüp hükümdara demiş ki, “Bu komutanların suçu. Onlar bu sefer emrimi anladılar ama uygulayamadılar.”
Bunun üzerine, komutanlar idam edildikten sonra, elinde gerçekten kadınlardan oluşan güçlü bir ordu oluşmuş. Çünkü ne dese yapmaya hazır, gözü kara bir ordu ortaya çıkmış ve Sun Tzu da oraya general olarak atanmış. Bunu da bir forum sitesinde mi ne okumuştum; ne kadar doğru bilmiyorum ama böyle bir adammış yani Sun Tzu. Böyle acımasız bir komutanmış, hiç yenilmemiş bir asker, yenilgiye uğratılamamış bir savaşçı olarak adlandırılıyor. Çeşitli hileler, hurdalar… En önemlisi zaten hiç savaşmadan kazanmak olduğunu; en kötü kazancın savaşarak elde edilebileceğini söylüyor.
Benim kısa kısa aldığım notlar şu şekilde:
Sinirli yapıdaysa daha çok sinir et, hazır olmadığı anda saldır, hiç ummadığı anda karşısına çık. Gerekli gizlilik tedbirlerini al.
Diyor ki evet, bunlar çok kullanılır. Gerçekten hemen hemen her alanda karşındakinin bir zaafını görüyorsan, daha çok oraya oynaman gerektiği spor müsabakalarında da böyledir. Ve diyor ki aynı zamanda:
Savaşı kazanan komutan en çok hesap yapandır.
Bunun da içinde hesap geçiyor, diye aldım ve yine en önemli cümlelerden biri bence şuydu:
Uzayan savaştan kazançla çıkılmaz.
Diyor mesela. Çünkü zaten maliyet öyle bir artar ki, Osmanlı’da da çeşitli kuşatmaların faydadan çok zarar getirmesi, bu uzayan savaş durumunu özetler nitelikte. Sonra şöyle bir bölüm var:
Sadece yedi nota vardır ama bunlardan sınırsız melodi, sadece beş ana tat vardır ama bunları bir araya getirdiğiniz zaman daha önce tatmadığınız kadar çok tat oluşur. Savaşta da sadece iki saldırı yöntemi vardır, doğrudan ve dolaylı. Ama beraber kullanılınca sayısız manevra oluşmaktadır.
Yani, tıpkı programlama dilindeki birler ve sıfırlar gibi; “Olmak ya da olmamak, iki seçenek mi?” gibi görünse de, bunların birleşiminden o kadar çok alternatif oluşabiliyor ki… Önemli olan bunları doğru kullanabilmek, doğru kombinasyonları uygulamak. Ama böyle bir taktik bulduk diyelim; bununla ilgili de unutmamamız gereken bir şey var:
Zafer kazandıran taktiği bir daha uygulama, metotları değiştirirsen olur.
Diyor ama zafer kazandıran taktiği bir daha uygulama, gibi unutmamamız gereken bir öğüdü var. Sonra benim iş hayatımda ve eğitim hayatımda sık sık uyguladığım, çeşitli başka kitaplarda da okuduğumu sanıyorum. Kişisel gelişimciler bunu çok kullanır.
Ordunun ruhu sabah keskindir, öğlen düşmeye başlar ve akşam olduğunda kampa dönmek için elinden geleni yapar.
Bu, genel olarak bütün insanlar için geçerlidir; sabahları daha olumlu, daha istenilen şeyi yapmaya uygun olurlar. Öğlene doğru gerçekten düşmeye başlarlar ve artık öğleden sonra bu mümkün olmaz. Hatta mahkemelerde bile beraat etme durumlarını etkiliyor; sabahları hakimler daha olumlu, öğleden sonra ise daha yorgun ve negatif kararlara meyilli oluyormuş. İş hayatında da, eğitim hayatında da benzer bir şekilde.
İşte bu durum, milattan önce hangi yıllarda yazıldığını şu an hatırlamıyorum ama Sun Tzu’nun kağıda döktüğü şeylerin bir parçası. Sonuçta bu yüzden çok önemli bir kitap, bu yüzden bu kadar anılıyor. Çok basit şeyleri de söylüyor bazen. Mesela,
Askerler mızraklarına yaslanıyorsa acıkmıştır.
ya da
Su götürmeye giden askerlerin ilk işi su içmek oluyorsa yorulmuşlardır.
Ve bence en önemli kısımlardan biri de şuydu: Kitapta zaten “Buna Savaş Sanatı denir,” diye bitiriyor o cümleyi.
Düşmanı kuşattığında bir açık nokta bırak, bunalmış düşmanı çok zorlama. Buna “Savaş Sanatı” denir!
Gerçekten bu çok önemli. Biz güçlü olduğumuzda bazen abartabiliyoruz; o komple düşmanı yok etmek, ona hiçbir kaçış noktası bırakmamak büyüklük değil. Yani aslında her zaman da bu kadar ileri gitmemek lazım, çok zorlamamak lazım. Kendi gücünü sonuna kadar kullanman zaten senin de felaketini getirir. Yarın bir gün o gücünü sadece hissettireceksin. Derler ya, güçlü olduğunu bil, ama tüm gücünü kullanmanın bir anlamı yok. Ve yine en önemli öğütlerden biri de:
Askerlerine planı değil, görevi söyle.
Bu cümle iş hayatında da sürekli işte o uzun toplantıların, o saatler süren iş yapıyormuş gibi görünme durumlarının aslında biraz da ego tatmini için yapılan anlamsız törenler olduğunu gösteriyor. Oralarda da en büyük hata, herkese planları söylemek. Kimsenin görevinden haberi yok. Senin yapman gereken, herkese tek tek görevlerini söylemek ve onları belirlemek olmalı. Savaşta da böyleymiş; tüm orduya bütün planı anlatmanın bir anlamı yok. “Herkes işini yapsın,” derler ya, işte bu kitap da böyle bir şey diyor.
Hiç alıntı yapmadan, sadece aklımda kalanları kısaca derlemek istedim. En azından bu sefer kitabın hakkını vermek ve abartılmış bir kitap olarak görmediğimi söylemek istedim. Belki yıllar sonra tekrar okursam, o zaman belki daha da seveceğim, daha çok şey anlayacağım. Ben de dizide geçtiği gibi, “Kadın erkek ilişkilerini en iyi anlatan kitap,” gibi cümleler kurabilirim. Şu an için iş hayatına dair nokta atışı bilgiler barındırıyor diyebiliyorum.
Biz saatlerce bu kitabı konuştuk ve şu an o gün konuşulanları da biraz hatırlamaya çalışıyorum. Biz biraz savaşın yıkıcılığından da bahsetmiştik. “Savaş bir sanat mıdır?” diye sorduk mesela; o, evet, şu an hala kafamı karıştıran bir soru. O zaman savaşçılara “sanatçı” mı diyeceğiz? Bir yandan da savaşı reddetmenin de çok kolay olmadığını; örneğin Muhammed Ali’nin başına gelenlerin kolay bir şey olmadığını konuştuk. Yani “Ben savaşmayacağım,” demek, “Yanlış yapıyorsunuz, niye savaşıyorsunuz?” diye sorgulamak… Bir de “Neden savaşıyoruz?” sorunu var; hakikaten bu da önemli.
Bu savaş sanatını en başarılı kullanan komutanlardan biri olan Napolyon’a atfedilen bir hikaye var. Biraz da onu yermek amacıyla, “Sen sadece para için savaşıyorsun, biz şeref için, onur için savaşıyoruz,” deniliyor. O da diyor ki, “Herkes elinde olmayan şey için savaşır.” Tabii, biraz artistik bir cevap, Napolyon’dan bekleneceği üzere, ama doğruluk payı da yok değil. Bu cümlede bir bilgelik de barındırıyor.
Bazı insanlar da, evet, elinde olmayan şeyler için savaşıyor. Kolaydır mesela, hiç geçim sıkıntısı çekmemiş, yaşamamış insanların parayı küçümsemesi. Hiç hayatında bir fatura ödememiş, kira ödememiş bir insanın, çalışan insanları, üç kuruş para için didinen insanları küçümsemesi çok kolaydır. Bak, ben de şimdi mesela “üç kuruş” diyerek o tanıma girdim mi bilmiyorum ama girmek istemem. Kesinlikle burada, zaman zaman iş hayatından, sistemdeki bozukluklardan söz ediyorum. Ama bu, “Kimse çalışmasın,” demek değil. İnsanlar, biraz zorunluluktan, günümüzün savaşı da bu işte, ekonomik savaş, hayatta kalma mücadelesi…
Herkes bir şekilde elde ettiği geliri kullanarak temel ihtiyaçlarını karşılamak ve mümkünse üzerine daha da para biriktirip, onunla yatırım yapmak istiyor. Çoluğuna çocuğuna bir şeyler kalsın, bir şeyler bırakmak istiyor; onların nispeten kendilerinden daha rahat bir hayat yaşamasını istiyor. Ama gittikçe bu da zorlaşıyor. Kimilerinin de hiç böyle bir derdi yok; zaten altın kaşıkla mı doğuyorlar, öyle miydi o tabir, tabiri bile bilmiyorum.
Bir keresinde de böyle yine çok zenginlikten bahsedecekken, külçe altın gelmedi aklıma; tuğla gibi bir altın örneği vermiştim. O an, işte, “Derler ya, bir külçe altının olsa ne yaparsın?” gibi, öyle bir saçma sapan bir muhabbette külçe tabiri gelmedi aklıma, o kadar uzağım zenginlik meselelerine. Ve işte tuğla örneğini vermiştim. Karşımdaki de tam böyle realist bir insan çıktı; hemen internete yazdı, “Tuğla kaç kilodur? O kadar kilo ne kadar altın yapar?” falan filan, birebir görmek… Yahu, işte arkadaş, “Paran olsa ne yaparsın?” demek istiyorum ben sana; orada birebir bunu kurla falan çarpmanın bunun da Savaş Sanatı’yla hiçbir ilgisi yok. Ama belki de vardır; sonuçta ekonomik savaş denen bir şey var.
Ben de orada planı anlatarak bir hata yapmışım. Halbuki ona sadece, “Çok zengin olsan ne yaparsın?” demem lazımdı. Ne karıştırıyorsun altın, mantı diyerek bitireyim. Bu bölüm de böyle olsun. Her bölüm çok ciddi bir şekilde “Sun Tzu der ki…” diye sadece kitaptan bahsedecek halimiz yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder