29 Ağustos 2024 Perşembe

Mahalle Kahvesi

 

Mahalle Kahvesi, Dehşetli Sükût, Yalnız Hayal Kurmak ve Yol Soracak Birini Bulamamak

Sait Faik öykülerine kaldığım yerden devam ediyorum aslında ama bu podcaste başladıktan sonra bir türlü yeni bir kitabına başlayamamıştım.




Bugünkü kitabımda Mahalle Kahvesi, 22 öyküden oluşan 134 sayfalık bir kitap. Bu Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından basılmış ve kitabın sonunda da Orhan Veli Kanık tarafından 1 Şubat 1950 tarihinde yazılan “Sait Faik için” başlıklı yazısı yer alıyor.

Hemen içindeki hikâyeleri sayalım: Mahalle Kahvesi, Plajdaki Ayna, Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal, Dört Zait, Hallaç, Baba-Oğul, Karanfiller ve Domastes Suyu, Bilmem Neden Böyle Yapıyorum?, Bir Sarhoşluk, Kınalıada’da Bir Ev, Süt, Gramofon ve Yazı Makinesi, Barometre, İzmir’e, ‘Kış Akşamı, Maşa ve Sandalye’, Bir Bahçe, Bir İlkbahar Hikâyesi, Sakarya Balıkçısı, Kestaneci Dostum, Söylendim Durdum, Ermeni Balıkçı ile Topal Martı ve Sinağrit Baba.

Kitaba adını da veren ilk hikâyemiz olan Mahalle Kahvesi’nde yazarımız hakkında bir şey daha öğreniyorum:

“Öyle bir uyuşukluk içindeydim ki kalkıp gidemiyordum. Gitmek ister gibi kımıldandığımı sezen kahveci:
— Eviniz yakınsa acele etmeyin, dedi. Biz bire kadar açığız. Buradan iyi yer mi bulacaksın?
— Ya? dedim. Bana bir çay daha yap öyleyse… Bir dilim de limon.
Tam bu sırada içeriye birisi girdi. Kaşına kirpiğine kar dolmuş, üstüne beyaz bir ceket giymişti sanki. Gelen adam sobaya doğru yürüdü. Üstünü başını süpürdü. Bir sandalyeye çöktü. Genç, çok genç bir adamdı. Yüzündeki karlar eriyince beyaz, yuvarlak bir yüz meydana çıkmıştı.
Kahvede o gelmeden evvel konuşmalar oluyorken o girince herkes susmuştu. Kenarda tavla oynayanlar da sükût büsbütün arttı, uzadı.
Genç adama baktım. Bir sandalyenin üzerinde oturmuş, önüne bakıyordu. İhtiyarlar sakin, ciddi, adeta haindiler. Kahveci başını iki eli arasına almış kahve ocağına oturuyordu. On dakika bir mecliste insanların susması korkunç bir şeydir: Dehşetli sükût uzuyordu.”(s.3)

Bu adam geldikten sonra neden öyle herkesin sustuğunu, neden onu dışladıklarını görüyorsunuz. Ama tabii, bizim yazarımız Sait Faik oldukça naif bir insan olduğu için ona başta iyi davranmaya çalışıyor. Şu sessizlik gerçekten çok uzun. On dakika kısa bir süre gibi gelebilir ama gerçekten çok uzun. Ben bile burada bazen arada duraksıyorum; o boşlukları hep kesiyorum editlerken. Eğer 3–4 saniyeden fazla bir boşluk veya sessizlik olursa, rahatsız ediyor çünkü bana öyle geliyor. En azından bu kitapta neredeyse her hikayeden şimdi içindekileri okurken de hatırladım, çoğu böyle hüzünlü gibiydi. Evet, çoğu ölüm anlatan, işte söylendim durdum diye de mesela tek bir başlık da var. Hep bir söylenme, hep bir sıkıntı, hastalıklar mesela.

“Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal” hikâyesinde yazarımız uyuzun ne kadar can yakıcı bir hastalık olduğundan bahsediyor. Üstelik tedavisi de çok kolaymış. Ucuz bir merhem alıp üç-dört gün sürülse, iyileşirmiş. Ama uyuz olan bir sokak çocuğu ve tahmin edebileceğiniz gibi kimsenin ona yardım edeceği yok.

“‘Bir kadın bu çocuğu alıp evine götürüyor, uyuz merhemini sürüyor, üç beş gün evinde tutuyor, sonra isterse yine mikrobun kaynadığı sokağa onu tertemiz bırakıyor…’
Doğru, yalnız hayalle geçiniyorum; ben yalnız hayal kuruyorum.”(s.22)



 

“Dört Zait” hikâyesine geçmeden önce zaitin artı anlamına geldiğini ve kan tahlilinde dört tane artı işaretinin frengi anlamına geldiğini söylemem lazım. Zaten bu bilgi dipnot olarak sunulmuş, yoksa ben de bilmiyordum. Ve bu hikâye muhteşem tespitler içeriyor bence. Mesela yolda birine bir şey soracakken, o insanı neye göre seçiyorsunuz? Hiç düşündünüz mü bunu? Hiç düşünmediyseniz eğer siz düşüne durun, ben güzel bir alıntıyla başlayayım:

“Ben kendim, kaç defa, dakikalarca, yol soracak adam seçemediğimi hatırlıyorum. Sonra artık seçmeye bile sabrım kalmadı, düpedüz bir adama yanaşıp sorduğum olmuştur. Bazıları bildikleri halde göstermemiş, kimi de ne memnuncasına cıgaralarını uzatmışlardır. Bir saadet derecesine yükseliveren bir gülümseyişle gülmüşlerdir. Hele ümidin en az olduğu yerdeki bu dostluk gösterisine insanın nasıl teşekkür edeceğini bilmemesi ne hoş bir haldir; mersi, denir. Sonra teşekkür edilir. Eyvallah denir, çok mersi, denir. ‘Çok çok mersi’ tercüme edilir, çok çok teşekkür denir.
Ama şunu da bilirim ki insanoğlu tanımadığı insanoğluna bir şey sormak için, yirmi kişiden seni seçtiği zaman kendine göre birtakım hesaplar yapmıştır. Bu hesaplar da psikolojik hesaplardır.”(s.24)

Peki biri kimi niye seçeriz? Biri bizi seçtiğinde mesela, mutlu olur musunuz? Bu iyi insanız mı demektir? Yani bana sorsanız öyle derdim muhtemelen. Ama bakın yazarımız ne diyor:

“İyi adamız diye seçilmemişizdir. Kendisine sual sorulması münasip görülmüşüzdür: Yüzümüz iyi bir yüz müdür? Ne münasebet! Başka bahaneler bulmalıyız; elbisemiz mi eskimiştir, potinlerimiz mi boyasızdır? Gözümüzde hafif bir budalalık, halimizde bir tahammül, burnumuza eğrilik, yanaklarımıza bir bönlük mü oturmuştur? Yoksa, kravatımızın düğüm yerinde bir parlaklık mı vardır? Muhakkak bir şey vardır. Yahut da pek avareyizdir. Otomobilden atlayıp vapura doğru seğirten bir adamı tutup sual sorulur mu? Yahut da kaşlarını çatıp ağır ağır cıgara içen, halinden yeni lokantadan çıktığı anlaşılan kerliferli bir adamdan cıgara yakılabilir mi? Üstünden başından itina akan bir yolcudan yol sorulabilir mi? Hele potinleri pırıl pırıl boyalı bir adama sokakta toplanmış kalabalığın niçin toplandığını sormaya cesaret edebilir misiniz?
Bu böyle olduğu halde, ben, benden cıgara yakılmasına, yol sorulmasına çok az kızarım. Bazen sevgilim, seni görmeye gittiğim zamanlar bana yol sorulursa gidip potinlerimi boyatırım.
Üstü başı muntazam, hali tavrı pek şehirli birinin benden cıgara yakmasını sevmem. Neden derseniz, birçok adamdan cıgara yakmaya cesaret edememiştir bu adam da onun için… Halbuki, hiç de cesaret edilemeyecek şey değildir. Onlardan utanmıştır, benden utanmamıştır. Buna içerlerim doğrusu. Mademki, ayıp olmasa bile, hafifçe garip bir şeydir. Birçok insana yapılamayacak bir harekettir. Ben neden seçileyim? Buna karşılık, hiç düşünmeden, hesap etmeden yol soran köylü, saf, psikoloji ve fizyonomi cahili olanlardan hoşlanırım. Onlar sorsunlar. İçlerinde gizli, hesaplı düşünceler yoktur onların.”(s.25)

Ne kadar güzel anlatıyor değil mi? İnsanın hikâyeyi falan boşverip saatlerce okuyası, dinleyesi geliyor. Ben de böyle konuya giremem bazen uzun süre. O yüzden buraları bu kadar çok sevdim belki de.

“Sevgilim! Hikâyeye girmeden evvel uzun uzun gevezelikler yapmamalıyız. Ama ne yapayım? Kibritim olmadığı zaman cıgarasından cıgara yakılmaya müsait adamı nasıl aramam? Cıgara içmekten vazgeçilebilir mi? Hikâye yazmaktan da, kör olası, vazgeçemiyoruz. İşte bir müddettir ben de, elimden cıgara, adam arıyor gibiyim. Ne kadar üstü başı düzgünler, suratı ciddiler, hali azametliler içinde kalmışım ki bir türlü hikâyeme yanaşamıyorum.
Bak, yine hatırıma geldi: Cıgara yakılmaya, yol sorulmaya, ne münasip görülmek ne de münasip görülmemek iyi bir şeydir. Tuhaf değil mi? Dikkat edersen sevgilim, her iki cins insanda da bir iki aşırılık vardır. Birisi azametliyse, ötekisi pek düşkün, birisi kılıklıysa, ötekisi kılıksız, birisi mağrursa, ötekisi laubali, birisi temizse, ötekisi pis… Bu işin ortayı yok, sevgilim: Ne intihap edilmek, ne intihap edilmemek isterim. En iyisi rey vermek galiba! Onun da bir vebali var. En iyisi sevgilim, kibrit sahibi olmak, yolu iyi bilmek, planı çizmeden yola çıkmamak. Ne hakkımız var, değil mi sevgilim, herhangi bir adam hakkında, peşin hükümler sahibi kesilmemize?”(s.26)

Şimdi tabii hikâyeyi bilmeyenler farkında değil ama o kadar sert bir olayı anlatacakken bu kadar naif bir giriş yapması yazarımızın, bence onun ne kadar iyi yazdığının kanıtı. Az önce bahsetmiştim ya dört artı işaretinin ne anlama geldiğinden, işte bir adam geliyor ve o kadar insan arasından yazarımızı seçiyor. Elinde de işe girmek için istenen kan testinin sonucu var. Onun ne anlama geldiğini soruyor.

“Kan, üç şekilde muayene edilmişti. Üç şekilde de dört zait vardı.
— Sen bir hastalık mı geçirdin, dostum?
— Yok vallahi, dedi.
Yüzü gerildi. Gözlerinin rengi uçtu.
— Bilmem, anlamam ben bundan, dedim.
Yine sordu:
— Bir şey yok, değil mi?
— Yok herhalde, dedim. Doktor değilim. İyice anlayamıyorum.
— Götüreyim mi bu kâğıdı acaba? dedi. Bana iş verecek daireye?
Cevap vermedim. Yüzüne dikkatli dikkatli baktım. Bu bir dikkatten ziyade aptalca acıyan bir bakıştı…
Sen de galiba bir gün bana böyle acıyarak baktındı… Hani ben de senden, bir yol sormuştum: Saadet yolunu, hatırlıyor musun?
Ne söyledi o adama gözlerim, bilmem ki… Kâğıda bebaberce tekrar daldık. Ne götür dedim, ne götürme…Bakmak istiyor, gözlerinin içine bakıyordum. Adam bembeyaz kesilmişti.
Gittim. Potinlerimi boyattım. Eve koştum. Tıraş oldum. Temiz bir kravat bağladım. Bugün artık, kimsenin bana yanaşmaması için azametli bir tavır takındım. İşte o gün pardösümü de temizleyiciye verdim, sevgilim.”(s.28)

Dediğim gibi bu kadar sert, içinde hastalık ve ölüm barındıran bir hikâyeyi bu kadar güzel anlatabilmek, bu kadar güzel bağlayabilmek tam bir ustalık bence. Yazar adaylarının Sait Faik’ten öğreneceği çok şey var diye düşünüyorum. İyi ki onun bütün kitaplarını okumayı kafaya koymuşum diyorum bu yüzden de. Geç kaldım belki ama yazmaya başlamasam muhtemelen hiçbir zaman okumayacaktım bu hikâyeleri. O yüzden Sait Faik’in bana çok şey kattığını hissediyorum. Keşke bir mahalle kahvesinde karşılıklı oturup birer çay içebilseymişiz diyesim geliyor. Ben yıllardır sigara içmiyorum ama çok sık kaybolurum İstanbul’da. Daha doğrusu adres bulmakta pek iyi değilimdir o yüzden birilerine yol sorduğum çok olur. İnsan merak ediyor, acaba ona bir yol tarifi sorabilseydim bana kızar mıydı diye? Belki bizim de bir hikâyemiz olurdu böyle bir kitabın içinde.

Peki hep mi üzücü hikâyeler var bu kitapta? Benim o daha çok sevdiğim, içimize yaşama sevinci katan öyküler hiç mi yok? En azından satır aralarında var tabii ki, olmaz olur mu?

“Uyku nereden gelir bilinmez. Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor. Ama yatağın atılmış diye içinde hafif, kuştüyü bir sevinç vardır.
O gün ne güzel bir gündü! Deniz ne serindi! Ne güleryüzlüydü sandallar, çocuklar, kadınlar! Sanki kimse kimseye bütün gün sövmemişti… Dünya yüzüne bir tek kötü lakırdı, kötü hareket, kötü düşünce o gün için -o günün başı için- insan elinden, insan dilinden, insan kafasından çıkmamış gibi bir akşam oldu.
Ben her zamanki gibi kimsesiz pazarımı bitirmiştim. Hayatımdan memnundum. Hayattan da memnundum. Her şey ışıl ışıldı. Her şey mavi, akşama doğru kırmızı, sonra lacivert oldu.
Bugün kimse ölmesindi. Bugün dövüş edilmesin, bugün kimse ağlamasındı.”(s.31)

Böyle neşeli bir şekilde başlıyor bu hikâyemiz ama maalesef aynı şekilde devam etmiyor. Zaten yazar bunun ipucunu da veriyor son cümlelerinde. Hallaç baba diye yaşlı bir adamı anlatıyor bu öyküde ve şöyle bir diyalog geçiyor aralarında:

“ — Yorulmuşsun baba, dedim.
— Yoruldum, dedi. Hiç yorulmazdım. Bilmem nasıl oldu?
— Sahi mi baba? dedim. Hiç yorulmaz mıydın?
— Tam yetmiş sekiz yaşındayım. Hiç yorulmamıştım.
— Allah daha ziyade etsin! Olur bazen insan.
— Yok, olmaz, dedi. Ben yorulmazdım.
— Ben hiçbir iş görmedim. Yine yoruldum. Olur böyle şeyler.
— İşsizlik insanı yorar, dedi.”(s.32)

O kadar iyi anlıyorum ki yazarı burada. Ben de çok çabuk yorulabilen bir insanım. Hiç öyle ağır işlere gelemem. Hatta bırakın öyle ağır işleri yapmayı, o işleri yapan birilerini görsem bile yorulurum. Bana göre günümüzde bu ağır işlerin hiçbirini insan yapmamalı. O kadar robotlar var, yapay zeka çağındayız diyoruz, yani bırakınız onlar yapsınlar artık. Değil mi? Bu ifadeyi hep kendini bilmez insan için kullanmak artık nereye kadar? Neyse bu hiç yorulmayan amcamızın yorulması tahmin ettiğiniz gibi hayra alamet değil. Üstelik çağırılan doktor da dalga geçer gibi değil de yazarımız deyimiyle “sanki genç olsa kurtaracakmış gibi” “Çok ihtiyardı” diyor.

Gelelim kitabın sonunda Orhan Veli’nin de en çok beğendiği hikâyelerden biri olan “Baba-Oğul”a. Ben bu kitapların sonundaki o yazılardan da çok şey öğreniyorum. Hatta bazen oralardan daha çok alıntım oluyordu ama bu kitap bilmiyorum, hassas olduğum bir ana mı denk geldi ama neredeyse bütün hikâyeleri çok etkiledi beni. Neyse işte burada da tipik hayırsız evlat vakasıyla karşı karşıyayız ve baba bundan dem vuruyor yazara:

“-Doktor oldu ama adam olmadı, dedi. Ölsem ondan bir şey istemem. Şimdi bizi tanımıyor. Hocasının kızıyla evlendiler daha geçenlerde. Yarım ağızla çağırdılar da İhsan gitti, ben gitmedim. Onun da bir tek temiz elbisesi var. Kardeşim diye tanıtmamış. Akrabalardan demiş. Yediği naneye bak.
Bunu da bahriye mektebine verdim. Durur oturur mu? Şimdi düşünüyorum, o da bir büyük adam olurdu. Gazete müvezzii babasını hatırlamazdı belki. Yahut hatırlardı da ondan utanırdı. Yani, beyefendi, insanın bazen abuk subuk düşündüğü oluyor. İyi ki bu adam olmadı, diyorum.
— Adam olan bu, beybaba, dedim.”(s.40)

Orhan Veli’nin yazısında bahsettiği diğer hikâye de “Kınalıada’da Bir Ev”di. Sait Faik’in nasıl insanları sevdiğini anlamamız için okumamız gerektiğini söylüyordu. Çünkü bu güzel hikâye şöyle başlıyor:

“Kınalıada’ya ömdümde inmedim. Ama orayı öyle severim ki, neden bilmem. Belki de orada kendisiyle hiç konuşmadığım bir arkadaşım oturdu da onun içinn. Kınalı’nın önünden geçerken hep o arkadaşımın hiç gitmediğim, hiç gitmeyeceğim evini düşünürüm.”(s.57)

İşte böyle bir giriş yapıyor yazar. Benim de böyle hiç gitmeden sevdiğim yerler var mı diye düşünmüştüm okurken ve evet, tabii ki var. Ama bende öteki türlüsü de var; hani sürekli yanlış diye anlattığım önyargılar. Ön yargılardan bahsediyorum ya bazen, maalesef ben de sahibim. Aslında hiç yemediğim bir sürü yemek var; mesela sadece görüntüsü tuhaf geldiği için ya da işte çoğu deniz ürününü çok açık olmam ve başka hiçbir seçeneğim olmaması lazım benim bir havyar ya da suşi yemem için. Halbuki yesem belki çok seveceğim ama o da ayrı bir dert; nereden bulacağım da yiyeceğim onları sürekli. En iyisi hiç tadını bilmemek mi gibi geliyor bana. Böyle deyince de hani ruhu fakir diye söylerler ya, öyleymiş gibi hissettim. Ama öyle olduğunu düşünmüyorum. Sadece yazarımızın da dediği gibi ben görmeden severim. Şu cümleyi paylaşayım:

“Ben görmeden severim bahçeleri, insanları, evleri.”(s.57)

Diyor yazar ve bu hikâyenin sonunda da neden hikâyeci olduğunun ipucunu veriyor aslında bize:

“İşte konuşuyorlar. Ne konuşuyorlar acaba? Bir vapurun projektörü yarı aydınlık odayı ışık içine daldırıyor. Sevdiğim kız yemek yerken çirkinleşmiyor. O kadar şen, o kadar sıhhatli ki yediğinin farkında olmuyor. Arkadaşımın yüzünde hep neşeli şeyler var. Ağzında bir lakırdı. Ne söylüyor merak ediyorum.

İşte bu yüzden hikâye yazarım. İşte bu merak yüzünden hikâyeci geçinirim. Hikâyelerimi beğenmezler üzülürüm. Beğenirler kızarım. Kendim beğenirim, budalalaşırım. Beğenmem, canım yemek istemez. Kınalıada’ya gelince… İşte onu pek merak eder, bir türlü de inemem, bu gidişle inemeyeceğim de…”(s.59)

Bir de “Süt” diye bir hikâye var ki, okurken gözümde canlandıramadım. Hiç öyle girip içeri oturup süt içtiğin bir dükkan görmemiştim ben. Turşucular oluyor bak ama onu da çok sonradan gördüm ben. Şu bir zamanlar her yerde açılan lokmacıları da görmüştüm mesela, bazılarının önünde kuyruklar olurdu ama dedim ya hani, ben önyargılıyım diye. Hiç o sıralara da girmedim. Canım bile çekmedi. Şimdi de öyle sütçü görmedim diye anlatıyorum ama ben zaten süt de içmem, sanki olsa ne yapacağım?

“Sütçü, ‘Bir bardak daha vereyim mi?’ dedi. Bir süt daha içtim. Hayır, artık deminki tesirini yapamıyordu.
Yağmurun içindeki her günkü dünya: ‘Hadi çabuk ol. Yeter artık. Gel buraya. Bizimle beraber olman lazım. Böyle biteviye sütçü dükkânında kalıp, yeniden doğmuş numarasıyla oturamazsın. Seni bekliyoruz. Onların arasında oynadığın oyunu bitirmeye mecbursun. Yeniden doğulmaz. Doğsan bile n’olacak? Seni iki senede, iki senede değil, iki günde aynı insan ederiz. Aynı kendini düşünen, aynı haris, aynı kıskanç, aynı kötü huylu, aynı sarhoş, aynı budala oluverirsin. Seni hastalıkla yıkmak için elimizde her şey var. Hem canım sen nasıl bir dünya istiyorsun? Görülmemiş, işitilmemiş, tadılmamış, yazılmamış, yaşanmamış… Olur mu böyle şey? Hadi gel. Dön her günkü hayatına.”(s.63)

Şu an bu sıcaklarda eminim ki herkes kışı özlemiştir, şöyle bir kar yağsa, yağmur yağsa, hava biraz serinlese, en azından biraz esse diye benim bile içimden geçiyor bazen. Özellikle öğle vakitleri. Ama kış gelince de yazı özleyeceğiz hemen. Yine de ben yazın insanıyım arkadaş, uzun uzun yazmıştım bununla ilgili bir yazı daha önce o yüzden hiç oraya girmeyeceğim ama yazarımız da sevmiyormuş kışı. Ama bunu bile ne kadar güzel anlatıyor bakar mısınız?

“Kar yağıyor. Kimi kürkü, kimi çizmesi, kimi lastiği, kimi çivili kundurası, kimi bastonuyla evine dönüyor.
Berbat şey şu kış! Kötü şey, kötü! Bakma şatafatına! Banka manzarayı İsviçre’ye çevirişine…”(s.90)

Bir Bahçe, de şöyle başlıyor ben yine dayanamamış not almışım hemen:

“Bir şehirde senelerce oturulur. Bıkılır. Usanılır o şehirden; her yerini gördüm, tanıdım sanılır. Ama daha ne görülmedik insanları, ne görülmedik sokakları, her gün önünden dört beş defa geçtiğimiz halde iyice göremediğimiz binaları vardır.”(s.91)

Gelelim “Bir İlkbahar Hikâyesi”ne. Hani geçenlerde bahsetmiştim ya bir arkadaşım youtube da kitap seslendirmeye başladı diye. İlk onun kanalında dinlemiştim bu öyküyü ve yine çok beğenmiştim. Bu kitabın içinde olduğunu görünce de ayrıca mutlu oldum. Ben burada belki ziyan ediyorum bu güzel hikâyeleri okumaya çalışırken, öyleymiş gibi hissediyorum bazen ama bence siz bu hikâyenin tamamını bulup kendiniz okuyun ya da daha güzel seslendiren birinden dinleyin. Yine de ben iki uzun alıntıyla en can alıcı kısımlarını paylaşmak istiyorum:

“Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü, kışı oluyor işte. İnsanın ilkbaharı, öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor. Bir at bir yaşında, hadi hadi iki yaşında ilkbaharındadır. Bir kuzu altı ayda koç olur. Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce pek idrak edemez. Yirmiden evvel idrak edilen ilkbahar, bir yalancı ilkbahardır. Ben böyle bir yalancı ilkbaharın hikâyesini yazıyorum:
Tam otuz sene evvel on iki yaşındaydım. Anadolu’nun bir şehrinde otuyorduk. Babam memurdu.”(s.97)

Diye başlıyor yazarımız. Yine muhteşem bir giriş. İnsanın biraz sonra kalbe dokunan büyük bir hikâye okuyacağını o kadar iyi biliyor ki. Halbuki kısacık, sadece birkaç sayfa ama okuduktan sonra artık siz başka bir insansınız. Hayata bakışınız değişiyor. Abarttığımı sanıyorsunuz belki ama bence öyle. Ben bundan sonra nerede elinde aynayla oynayan birini görsem mesela aklıma bu hikâye gelecek ve yüzümde istemsizce büyük bir gülümseme oluşacak. Belki insanlar soracak ne oldu, neye gülüyorsun diye. Ki beni tanıyanlar alışıktır benim bu saçma sapan durumlarda gülümsememe, hiç sormazlar bile artık. Ama anlatabildiğimi zannediyorum. Gerçi hikâyeyi bilmeyenler ne anlamış olabilir ben sadece ayna deyince bilmiyorum o yüzden izninizle sonunu da paylaşmam gerekiyor bu seferlik:

“Başka hiçbir şeyle ilgim olmadığı için bir sabah evimizin önünde bir yaylı araba durunca şaşırmadım. Yalnız ben ayna oyunundayken annem tarafından yakalandım. Annem garip garip bahçeye, kıza, ayna ışığına, elimdeki aynaya baktı. Bana:
— Haydi, giyin! dedi.
Arabaya atladık. İki parça eşyamız arkaya bağlanmıştı. Babam başka bir yere tayin edilmişti. Yola çıktık. Bir ormanın içinden geçerken bulutların arasından bir güneş ormanın yeni yeşermeye başlayan ağaçlarında bir görüdü, kayboldu. İçimden bir daha göremeyeceğim ayna ışığı geçti. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Babam:
— Nesi var bunun? dedi.
Ben annemin çarşafına kafamı gömdüm. Annem eliyle, yüzüyle ne biçim bir işaret etti babama bilmiyorum ama hiç ses çıkarmadılar. Bütün hıncımla, kimsenin bana sus demey cesaret edemeyeceğini sezerek istediğim gibi ağladım.
Şimdi ilkbaharda odamın penceresine bir yerden kazara bir ışık vursa o gün ilkbahar her insana yaptığı gibi bana da üzüntüyle dolu bir yumuşaklık, bir yerinde duramayış, bir yürek çarpıntısı verir. O zamandan bu zamana tam otuz sene geçti. Kimsenin yüzüne ayna tutmadım. Kimse yüzüme ayna tutmadı. Ama kazara bir ışık, bir ilkbaharda odamdan parlak bir kırlangıç gibi geçiverse o gün ne ettiğimi bilmem.”(99–100)

İşte böyle bitiyor. Bu güzel hikaye üzerine daha başka ne söylenebilir bilmiyorum ama yürek dağlayan bir başka hikaye daha var. Kestaneci dostum, yine sokaklardan gelen bir hikaye. Sokaklarda yaşamın, hayatın nasıl çetin olduğu, zor olduğunu bize kanıtlayan bir hikaye. Zaten ondan sonra bilmiyorum, bu hikayeleri bu sırayla mı yazmıştır yazarımız ama o yakınmalar ondan sonra geliyor. Biraz insanı gerçekten böyle bir yakınma hali geliyor yani, alıntım var:

“Ben o zamana kadar pek üzülmemiştim. Fakat onun yüzünde üzüntüden de başka bir şey vardı. Bir buhran geçiriyor olmalıydı ki, saçlarını yoldu. Mangalı ufak çocuğa, ‘Senin olsun!’ diye bıraktı gitti.
Gazetelerin birinde adliye muhabirliği yaparken Ahmet’i uzaktan gördüm. Ellerini iple bağlamışlardı. Yüzü upuzundu. Üstünde kirli bir fanila, ayağında lacverdi kırmızılaşmış bir yırtık pantolon, ayakları çıplak, simsiyah…
Onu böyle görmektense geçip gideyim, dedim. Beni görünce kim bilir ne fena olacaktı. Çiğneyip geçecektim. Önümem yılışık bir tebessümle dikildi. Yanındaki jandarmaya:
— Dur yahu, dedi, harmanım, beyağabeyden bir cıgara alayım.
— Vay Ahmet! dedim. Paketimi kendisine verdim.
— Tıngırın varsa uçlan, dedi.
— Bir yirmi beşlik uzattım… Neden bu hale geldiğini sormuşum gibi cıgarasını ateşlerken:
— Eroincilikten ağabey, dedi.”(s.115)

Önce mutlaka bu hikayeyi de bulup okumaya çalışın ama kısaca bahsedeyim, yoksa havada kalacak. Burada bahsedilen Ahmet, elindeki son parasıyla bir kestane tezgahı satın alıyor ve ekmek parasını oradan çıkarmaya çalışıyor çünkü kimi kimsesi yok, yapabileceği bir iş tecrübesi de yok. Hatta o tezgahı aldıktan sonra kestane alacak parası bile yok. Elinde kalmış ama çok da temiz yüzlü, ahlaklı, saygılı bir çocuk. Hep etrafına karşı öyle olduğu için onu çok seviyorlar ve yardımcı oluyorlar. Kestanecilik işinde de zamanla dikiş tutturuyor, dişiyle tırnağıyla bir yerlere gelmek derler ya, işte o misal hayata tutunuyor sokaklarda. Bu vesileyle yazarımızla da iyi bir sohbeti oluyor. Tabii ki Sait Faik çok iyi anlaşıyor onunla ve Ahmet de onu ne zaman görse kestaneler ikram ediyor ve kesinlikle para istemiyor. Sait Faik, ne zaman elini cebine uzatsa, kızıyor. Bu yüzden burada da “senin paran geçmez” deriz ya hani, onun gibi. Ama işte bu Ahmet’i sahipsiz görünce, etrafındaki diğer çalışanlar, diğer insanlar ya da kim oldukları çok söylenmiyor; onu orada barındırmıyorlar, tezgahını elinden alıyorlar, dövüyorlar çocuğu ve sonra da ondan hiç haber alamıyor yazarımız. Ta ki bu olayı yaşayana kadar. Orada çiğneyip geçmek diyor mesela; o da sanırım yanından geçip gitmek, hiç görmemiş gibi yapıp öyle açıklıyor. Öyle geçmeyi planlıyor ilk başta yazarımız ama sonra olaylar gelişiyor. Tabii orada ondan istediği paranın da bir maddi değeri yok aslında. Zaten Sait Faik de hemen veriyor parayı çünkü mesele o para değil, o da farkında ve sanki sormuş gibi de Ahmet eroincileri deyince orada. Aslında onun içinde hala o küçük, masum çocuğun olduğunu da görüyoruz. O, onun bir özür dileme şekli. Aslında ben bende değilim diyor; yani içinde hala o sevgi kırıntısı var. Ama işte hayat pamuk ipliğine bağlı, gerçekten bir kere insanın ayağı çok kolay düşmek. Biz sürekli tökezliyoruz ama işte mühim olan ayağa kalkabilmek.

Bu şehir laubaliliğin, kötülüğün, ikiyüzlülüğün kaynaştığı bir şehir. İyi insanları yok mu? Dolu. Ama nasıl çekilmişler, nasıl ürkmüşler, nasıl kapanmışlar bir yere? Neredeler?
Bu şehirde düşünülemez. Düşünmek iyi değil, sıhhate muzurdur. Allah’ı bile düşünemezsin. Düşündün müydü karşına onun namına iğrenç mecmualar, nefesleri yırtık para kokan şairler, ölü bekleyen imamlar çıkar. Avaidini (bahşiş) isterler.”(s.117)

Avidini bahşiş demekmiş. Evet, yani zaten o az önceki kestaneciden hemen iki sayfa sonra yer alan “Söylendim Durdu” başlıklı hikayeden işte. Yani dayanamıyor artık yazar, demek ki söyleniyor, içini döküyor. Aslında ne yapsın, bunları bir şekilde anlatmak zorunda. İyi ki de anlatmış. Yani biz bilmiyorum, çok işe yarıyor mu ama en azından görüyoruz, okuyoruz. Biraz da böyle negatif, olumsuz bir anındayken yazmış bunları, belli ki karamsarlığa kapıldığında. Yoksa bu kadar umutsuz da değil Sait Faik. Ben çok, dediğim gibi, o yaşama sevinci veren hikayelerini de hatırlıyorum. Onlarla zaten sevmiştim ama bu kitap biraz böyle olmuş. Orada da, hatta şöyle devam ediyor:

“Bu şehir bu kadar pisken, bu kadar laubali, bu kadar düşkünken, para kazanıp da kendinden ötesini, beygirini kullanan arabacıdan daha merhametsizce kullanıp da rahat edenleri, sessizce, tereyağından kıl çeker gibi kendini aramızdan çekmişleri bir bakıma haklı buluyorum, gibime geldi. Sonra da düşündüm. Onlar böyle ettiler bu şehri.”(s.118)

Evet, burayı da ayrıca beğendim. İşte kafası karışık biraz yazarımızın. Bana da çünkü sürekli böyle olur; bir şeyler düşünürüm, tam böyle birilerine hak veririm, olmayacak insanlara sonra. Ama tabii onların yüzünden derim. Ama işte %100 suçlu, %100 masum diye bir şey yok aslında hayatta maalesef. Hepimizin bir şekilde suçları var. Bir şekilde iyiyi, güzeli muhafaza edemiyoruz, harcıyoruz, yok ediyoruz, merhametsizce kullanıp. İşte o beygirini kullanan Arabacı adalarda, özellikle bu faytonlar şeyler. Onun da güzel olduğunu savunanlar var. Ben gerçi hiç denk gelmemiştim ama bir yandan işkence, işte hayvanlara, yazık günah. İşte güzel olduğunu savunanlar da şey diyor; İngiltere’de mesela Londra’da sanırım o atlı polisler ama atlar ne kadar bakımlı, sağlıklı, heybetli görünüyor, o zaman öyle bakılabilir. Tamam, diyesi geliyor insanın ama bizde her şey suistimal edilmek üzerine; hep bir işin açığını bulalım, nasıl kuraldan sıyrılırız, nasıl kendimize bir çıkar elde ederiz, nasıl daha çok para kazanırız. İyi insanlar da işte kapanıyorlar, bir yere çekiliyorlar, pencerelerden bakarlar böyle dışarıda bir olay olduğu zaman mesela kimse. Ama polisi arar, ne öyle de bir şey. Evet, benim başıma gelmişti mesela sokakta. Neyse, bunu hiç anlatmayayım ya, saçma sapan bir olay. Son bir alınım var; şimdi bunda da JPS diye bir yazar geçiyor. Ben de tanımıyorum kim olduğunu, bakmadım da ya da baktım, bulamamış mıydım tekrar? Bakarım şimdi bu kaydı bitirdikten sonra. Bu arada JPS diye tekrarlar attım ve evet çıkmıyor. Çeşitli markalar, firmalar böyle. Sadece kısalma yazınca yanına Sait Faik de yazdım, o zaman da bu hikaye çıkıyor. Sadece hiç kimse dememiş ki bu bahsedilen JPS şudur diye ama sonra aklıma geldi, dedim bu meşhur Sartre olmasın? Onun da adı Jean Paul ama soyadını telaffuzu çok zor zaten yanlış söyledim muhtemelen. O yüzden ben de olsam JPS der geçerdim. Çok mantıklı geldi böyle düşününce ama onu da hiç okumamıştım. Benim korktuğum yazarlardan biri o bulantı hakkında çünkü bir şeyler okumuştum ve dedim ki ben bunu okumaya hazır değilim. Biraz Albert Camus’yu andırıyor sanki; onu da zaten çok sevmem, ben ona da yabancı hissediyorum kendimi. Ama tabii ki çok büyük yazarlar. Bu da çok açık, gerçekten yani bir. Aslında Sait Faik dünya çapında ünlü bir yazar, birçok ödül almış, kendisini ispatlamış ama bugün bile değerini o kadar iyi bilemediğimiz ve o gün de maalesef rahat bir hayat sürememiş. Yani gördüğü bir kitabı alabilecek bir maddi güce bile sahip değil. Buradan kitaplar çok pahalı mı, onunla da ilgili. Ben de galiba demiştim, evet kitaplar pahalı diye. Aslında o bizim alım gücümüzün düşüklüğünden; yoksa zaten kitabın parasının yarısı işte yayıncıya kalanları, dağıtıcıya, işte orada satan pazarlamacıya, çevirmenlere, editörlere derken tabii ki onlar da gerekli ama yazara kalan deve kulak gibi bir şey. O demek ki o dönemlerde de öyleymiş. Tabii bu hep böyleydi, maalesef çoğu işte böyledir. İşte tarım yapan da kazanmaz, arıcılar götürür parayı, oturduğu yerden hiçbir iş yapmadan tonlarca malı kuruşlarla alırlar. O İstanbul’a gelene kadar fiyatı 10'a 20'ye katlanır. Bu işte ticaret, ticaret bu değil arkadaşlar yani öyle zannediyoruz biz ama biz biraz abartıyoruz bu işi bence. Ama neyse şimdi ben de çekileyim kenara. Ürktüm, ürkmedim de devam etmek istiyorum kitaba. Son alındım zaten, birazdan bitecek bu kitap. Her hikayeden neredeyse bahsedince o kadar çok uzadı ki, onu da biliyorum. Artık bunu da dinleyenlere Allah sabır versin. Şöyle diyor:

“Sonra gidip Haşet Kütüphanesi’nin vitrinlerindeki üç yüz elli franklık kitaba hasretle bakacaksın. İki kuruştan üç yüz elli frank ne eder, diye düşüneceksin. Şu J.P.S. müthiş adam. İsmini duydun. Daha bir kitabını bile okumadın. Okumak istiyorsun ama, alamayacaksın o kitabı. Alırsan enayilik edersin. Yarın ayran bile içemezsin. O, bardağı on kuruşa olan ayran. Yani bir kaşık yoğurtla bir bardak suyu karıştırıp da on kuruşa satan adamın namussuz olduğunu bile bile elinden içtiğin enayicesine bütün şehir insanlarının gözü önünde yapılan hırsızlığı, dolandırıcılığı bile bile… Değiştir mesleğini be! Dur ayrancının önünde sabahları. Yap bir güğüm ayran evde. Koy o herifin önüne kaldırıma. İki kuruştan ayran sat, sat da herif gözünü oysun. Seni parayla fukaralar tutup dövdürsün. Daha olmazsa öldürtsün.
Kestane sat bir çıkmaz sokağın başında. Çürüklerini ayır ayır, sokağa at yine üç yüzden okut. Korkma ziyan etmezsin. Ama başına bela musallat olurmuş; aldırma, koru kendini. Seni tanıyan kimse senden kestane almazsış; senin gözünün önünde, giderler çürüklerini inadına başkasından alırlar da senden almazlarmış. Varsın almasınlar.
Bütün şehirle dost değilsin a! Sen başla bir defa işe. Bir haftaya kalmaz, şapkası delik, gözleri uçuk, rüzgâra karşı içi yünsüz bir adamcağıza çürüklerini, pişmemişlerini dayayacaksın. Bunu yapacaksın. Yapmazsan hayatından, kestanecilikten hiçbir şey anlamayacaksın. Manav çırağını, bakkal oğlunu, tüccar kâtibini, gazeteci muharrini böyle yetiştiriyor. Bu şehir böyleyken, bu böyle sürüp gidecek.”(s.119)

İşte burada da yine bu yazarlık mesleğinden de şikayet ediyor. Ben ne yapayım diye güzel bir hikayesi vardı, orada da söylüyor bunu. Zaman zaman dile getiriyor Sait Faik. Demek ki o parasız kaldığı anlarda özellikle yazmıştır gibime geliyor. Şu da biraz bana değişik geldi; seni tanıyan kimse senden kestane almazmış diyor. Mesela kestane satmaya kalksa, yani tam tersi olur gibisine geliyor insanın. Önce tanıdıkların gelirler sana yardımcı olmak için gibi. Ama onlar da gelse, zaten muhtemelen bedavaya almak isteyecekler. Öyle bir yan etkisi bu işte; biraz ticaret yapmayı bilmeyen insan. Benim dedem de zamanında dükkan açmış, etmiş, hep veresiye vermiş. Parası olmayana sonra verirsin ya da vermezsin, “Al işte ihtiyacını gör” gibisinden yapa yapa batırmış dükkanı. Yani kolay değil gerçekten. Biz, çünkü yaptığımız işe karşı böyle bir maddi çıkar çok fazla göz etmediğimiz için, isterken böyle bizim gibi insanlar hakikaten yapamıyor. O zaman da o işi burada yazarımızın dediği gibi, kestanecilik yapamayacaksın. Eğer o çürüklerini de birilerine kakalamaya çalışmazsan, halbuki onları da ayırsan, bu sefer de o diğer kestaneciler kadar kazanamayacaksın. Onlar orada bir şekilde teker oluşturacaklar, daha çok kazandıkları için ve seni yine sindirecek, seni yine orada yok edecek, olmamanı sağlayacak. Bu işte çok büyük markaların bu monopolleşmesi.

Benim Almanya’dan yeğenlerim geldi. Bakkal, sağ olsun, ilk gün işte bir küçük kolayı 20 liraya satmış, öbür gün 25 lira. Mahalle bakkalı yani. Bu son kalan örnekleri hala var. Bizim buralarda şimdi, acaba da benim de aklıma geldi, belki zam gelmiştir, tam o güne denk gelmiştir diye. Ama insan ister istemez kafasına göre satıyor yani ne derse de almak zorundasın. Bu, bu kadar olur mu diye. İşte kimsenin o ayrancı söyleyemediği gibi işte bir bardak çayı yeri geliyor 40 lira, 50 liraya, 60, 100; manzaranın, o restoranın kalitesine göre çay. Halbuki ikramdır yani. Birçok yerde yemekten sonra özellikle, o şey de kalmadı galiba, yavaş yavaş, veya zaten yediğin yemeği ekliyorlar maliyeti. Ne ki, unutsam bu kadar yüksek alırlarsa, satarsın işte. Kulüpler kombine fiyatlarını 2'ye, 3'e katlamış. Hep ve yine satılmış, yine satılırsa. İşte Emre Özcan da diyor ki mesela, ben de olsam sorarım niye dört katına çıkarmadın diye, diyor yönetimde olsam. Doğru diyor çünkü satılıyorsa, onun açısından mantıklı. Ama mesela benzer bir örnek Almanya’da yine Bayern Münih’te. Adamların tabii zaten arkasında koca ilaç şirketi olduğu için tüm dünyayı bağlayıp kazıkladı için. O da işte bir gövde gösterisi, bunu da zaten haber yapmışlar. O haberden daha çok prim elde etmişlerdir. Şöyle diyor: “Sezon arasında mı, ne? Diğer bütün takımlar zam yapmışlar biletlere. Biz de istersek işte fiyatları iki katına çıkarabiliriz ama bunu yaparsak işte 2 milyon euro daha fazla kazanırız. Ama bu 2 milyon euro bir transfer görüşmesinde 5–10 dakikalık bir müzakerede konu olan bir ücret; yani çok fazla bir şey değil onlar için. Doğru gittiler, Galatasaray’dan 30 milyona mı aldılar bir sağ bek, oynatmıyor bile. Onların hiçbir şekilde para sıkıntısı yok. E bunu niye taraftara yansıtalım? Biz aynı bilet fiyatlarıyla devam edeceğiz, demişler. Bunu da haber yaptırıyorlar, diyorlar. Biz de öğrenip aa, ne kadar güzel yönetiyorlar, ne kadar iyiler gibi düşünüyoruz.”

Yine bir şekilde futbola geldim, geldi konum. Bunlardan da hiç hoşlanmayanlar var, biliyorum. O yüzden daha fazla uzatmadan Mahalle Kahvesi’ni kapatalım. Böylece dört hikaye kitabını bitirmiş oluyorum. Kalanlarıyla ve romanlarıyla umarım devam ederim.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder