Yolda, Orijinal Rulo, Esrarlı Jazz Müziği, Amerikan Bayrağı ve Kamp İnsanları
Jack Kerouac, Amerikan Edebiyatının en önemli eserlerinden biri olarak görülen bu kitabını tam anlamıyla “Yolda” yazmış. “Orijinal rulo” olarak not düşülmüş bu kitabı Siren Yayınları basmış ve Avi Pardo çevirmiş. Ben uzun zamandır merak ediyordum bu kitabı ve gözüme çarpınca hemen aldım. Hazır Amerikan Edebiyatından ilerliyorken. Okurken zaman zaman ben niye bu kitabı okuyorum diye kendimi sorguladım. Böylece hiç bana hitap etmeyen bir kitabı daha bitirmiş oldum.

Bu bölümü yapıp yapmamak arasında kararsız kaldım. Böyle çok sevmediğim, beğenmediğim kitapları da paylaşacak mıyım? Evet, paylaşacağım. Çünkü eğer bu kitap hakkında hiçbir şey yazmazsam, sonra kitabı beğenmediğimi unutuyorum ve tekrar okuyabilirim. Öyle bir tehlike var. Ya da daha güzel bir yönden bakalım: Belki aynı kitabı yıllar sonra çok başka bir şeyler duyarak tekrar okuyacağım ve beğeneceğim. Öyle de bir şey olabilir. O açıdan da bence çok beğenmediğim kitapları da paylaşabilirim. Hem belki bu kitabı çok sevenler vardır aramızda. “Ya, işte sen neden öyle diyorsun? Şöyle şöyle çok güzel, böyle böyle harika.” diye yazabilirsiniz bana. Onları da dikkate almaya çalışırım. Ama güzel, beğendiğim yerleri de var. O açıdan aslında zengin bir kitap. Şöyle bir cümle var mesela:
“Güneş kızıllaşırken uyandım ve bu, hayatımdaki en tuhaf, en unutulmayacak anlardan biriydi çünkü kim olduğumu unutmuştum…”(s.23)
Ben de bazen uyanıp uyanmadığımı anlayamıyorum ama bu onun gibi bir şey değil sanırım. Zaten bu kitabın çeşitli uyuşturucular eşliğinde yazıldığı söylenmiş bazı yerlerde. Kitapta da geçiyordu galiba ama çok da hatırlamıyorum şimdi, üzerinden bayağı bir zaman geçti okuyalı. Bir türlü yazamamıştım bu kitabın üzerine. İnsan kitaptan pek bir şey anlamayınca ve çok da sevmeyince yazmak da gelmiyor içinden. Tabii benim kafam güzel değil yazar gibi ama en azından şimdi doğaçlama yapmaya çalışınca umuyorum ki bu kitap hakkında da bir şeyler söyleyebilirim.
Kitap yolda geçiyor tamamen. Adında da geçtiği üzere. Yazar 20 gün boyunca uç uca eklediği kağıtları rulo haline getirerek yazmış bu kitabı. Daha doğrusu orijinal rulo denen şey o ve sonradan kitaplaştırılmış. Rulonun da burada sembolik bir anlamı olabilir. Ya da esrarengiz bir anlam çıkarılabilir buradan. Siz anladınız daha fazla ayrıntıya girmeyeyim. Ve biraz jazz müziğin yazıya dökülmüş hali gibi geldi demişler. Bunu duyunca bana da mantıklı geldi. Tabii ki ben de lise yıllarımda jazzlar, blues’lar, Sagopa’nın dediği gibi bayardı beni. Hiç katlanamazdım ve sınıfta jazz müziği seven sadece bir kız vardı. Sınıfın da en çalışkanlarından biriydi zaten. Sonra psikolog olmuştu galiba. İşte o geliyor aklıma. O yaşlarda çünkü jazz müziği anlayamıyor. Bence o biraz olgunluk gerektiriyor. Soul diye bir animasyon vardı, seyretmediyseniz öneririm. Çok güzel, ailecek de izlenebilecek ilham veren çok güzel bir film yapmışlar ve oradaki kahraman bir jazz sanatçısıydı mesela. Onun o tutkusunu görünce müziğe olan önyargısı da kırılıyor insanın. Çok acayip bir şey o doğaçlama müzik, o özgürlük ve özgünlük. Her seferinde ortaya bambaşka orijinal bir eserin çıkması. Her anın büyülü ve kaçırmak istemeyeceğiniz kadar biricik olma durumu, insana şu an burada önemli bir şey oluyor hissi veriyor. O akışa kapılabilirseniz jazz müzik inanılmaz bir şeymiş ben de bunu öğrenmiştim mesela. Neyse kitaptan fazla uzaklaşmayalım, sonra yolda tek başımıza kalırız.
“‘Çocuklar, bir yere mi gidiyorsunuz, yoksa sadece gidiyor musunuz?’ Sorusunu anlamadık ama feci iyi bir soruydu bu.”(s.29)
Yazar araya böyle feci sorular sıkıştırıyor kitapta ve benim belki de tek sevdiğim şey olmuştu bu kitapta. Yoksa zaten olan bir olay yok. Tamam ben durum hikâyelerini de severim ama yazarın öyle bir durumu da yok. Gelişigüzel yazmış o an ne oluyorsa. Bu arada filmi de var tabii ki bu kitabın. Hollywood çok sever böyle yol hikâyelerini. Elbette seyretmedim ben. Kitap zaten hayal kırıklığı oldu, bir de kalkıp filmine zaman harcamak istemiyorum. Ama şu alıntıyı görünce de hatırladım, okurken de Amerikan filmleri gelmişti aklıma. Bakın şöyle bir bölüm var kitapta:
“Görevlerimden biri de gün ağarırken neredeyse yirmi metre uzunluğunda bir direğe Amerikan bayrağını çekmekti. O sabah bayrağı ters asmışım meğer. Eve dönüp yattım. Ertesi akşam işe geldiğimde devamlı polisler beş karış suratla büroda oturuyordu. ‘Yahu evlat, dün gece buradaki gürültü neyin nesiydi? Kanyonun öteki tarafında yaşayanlardan şikayet geldi.’ ‘Bilmiyorum ki, şu anda ortalık hayli sessiz,’ dedim. ‘Bütün grup gitti, kimse kalmadı. Dün gece burada asayişi senin sağlaman gerekiyordu -Şef ateş püskürüyor- bu arada hükümet direğine Amerikan bayrağını ters asmak suçundan hapse girebileceğini biliyor musun?’ ‘Ters mi?’ Dehşete kapıldım, farkında değildim tabii ki, her sabah otomatik olarak yaptığım bir şeydi, sabah çiyinde tozunu şöyle bir silkeledikten sonra bayrağı göndere çekerdim. ‘Evet, efendim,’ dedi otuz yılını San Quentin olarak bilinen korkunç cezaevinde gardiyanlık yaparak geçirmiş olan şişman polis, ‘bu yüzden hapsi boylayabilirsin.’ Diğerleri somurtarak başlarını salladı. Sürekli kıçlarının üstünde oturuyorlardı ve yaptıkları işle gurur duyuyorlardı. Arada sırada silahlarını çıkarıp onlara dair konuşuyor ama asla doğrultmuyorlardı. Birilerini vurmaya can atıyorlardı. Henri’yi ve beni.”(s.79)
Toplasan kaç yıllık tarihleri var ve kızılderililere yaptıkları soykırım ortadayken bu adamların o kadar milliyetçi olması çok acayip geliyor bana. Gerçi bunun nedeni biraz bu da olabilir. Dikkat ettiyseniz bütün Amerikan filmerinde bir saniyeliğine de olsa bayraklarını gösterirler mutlaka. Bu da zorunluymuş mesela. Sonra çoğu filmlerinde hep kilise olur. Bütün o dini törenlerini, ayinlerini hiç çekinmeden gösterirler demeyeceğim, adeta gözümüze sokarlar. Kitapta da tam bunu anlatan bir cümlem var aslında:
“Amerika’nın hikâyesi budur işte: Herkes yapması gerektiğini sandığı şeyi yapar.(s.83)”
Yapması gerekenle yapılması gereken arasındaki farkı düşünürken, bir de yapması gerektiğini sandığı şeyin bu ikisinden de farklı olması… Bu cümle evet, güzel gelmişti bana. Herhalde işte bu kitabı bu yüzden sevmişler. Övenler de böyle arada değişik aforizmalar, kafa açan cümleler… Ama bunun için bir kitap okunur mu? Okunabilir. Bazen tamamen aforizmalarla dolu kitaplar bile var. Demek ki o da bir ihtiyaç. Şöyle bir diyalog var:
“‘İşin aslı şu ki biz kadınlarımızı anlamıyoruz, suçu hep onlara yüklüyoruz oysa suç bizde,’ dedim. ‘Bu kadar basit değil ama,’ dedi Neal. ‘Huzur birdenbire gelecek ve geldiğini anlamayacağız bile, çaktın mı dostum?’(s.145)”
Yine Amerikan dublajı çevirisi… Ama bizde, işte evet, o tabirlerin Türkçesi yok muhtemelen. Yani yakını, “Çaktın mı dostum?” Bir dizinin bir bölümünde, “Ayak İşleri”ndeydi galiba, bir komedi dizisinde bu Amerikan dublaj konusunu işliyorlardı. Çok komikti. Şimdi hangi bölüm olduğunu hatırlamıyorum ama seyretmiş olanlar anlayacaktır beni. “Aman tanrım, korkarım!” diye başlayan nidalar… O bölümde de “depo savaşları” tarzı bir bölümü işliyorlardı zaten. Hakikaten de sonradan ben televizyonda gördüm; o tarz bir program yine aynı şekilde bir seslendirme vardı, boşuna yapmamışlar. Uzunca bir alıntım var, ne anlatıyor ben de bilmiyorum. Şimdi okuyunca hatırlayacağım diye umuyorum.
“Bill kalın, çürük, büyük bir tahta parçası bulmuştu ve kerpetenle üzerindeki küçük çivileri sökmeye çabalıyordu. Çivilere baktık, milyonlarca çivi vardı, solucanı andırıyorlardı. ‘Bütün bu çivileri söktükten sonra kendime BİN YIL dayanacak bir raf yapacağım!’ dedi Bill her kemiği yaşlılık heyecanıyla titrerken. ‘Jack, bugün yaptıkları rafların ömrü altı ay, sonra bir saatin ağırlığıyla ya da kendiliğinden çöküveriyorlar, aynı şey evler için de geçerli, giysiler için de. Orospu çocukları evleri SONSUZA dek ayakta tutacak plastikler icat etti. Araba lastikleri de öyle. Milyonlarca Amerikalı yolda durup dururken patlayan kusurlu lastikler yüzünden canından oluyor. Hiçbir zaman patlamayacak lastikler yapabilirler. Aynı şey diş minesi için de geçerli. Kimseye göstermedikleri bir sakız icat ettiler, çocukken o sakızı çiğnersen dişlerin ömrünün sonuna kadar çürümüyor. Giysiler de öyle. Sonsuza dek dayanacak giysiler yapabilirler. Fakat herkes çalışmaya devam etsin ve iç karartıcı sendikalarda örgütlenip debelensin diye ucuz giysiler üretmeyi yeğliyorlar, bu arada Washington ve Moskova’da parsayı götüren götürüyor.’ (s.175)”
Buradaki bazı şeylerin gerçeklik payını biliyorsunuzdur zaten. İlk naylon çorapların, iki tırı bile çekecek kadar sağlam olması ama sonra “Biz bunu nasıl satacağız, nasıl yenisini satacağız?” diye düşünüp, günümüzün hemen kaçan çoraplarını yapmaları… Aynı şekilde, yıllarca yanan, hiç sönmeyen ampuller varken günümüzde böyle kullanım ömrü var. Yani, her şeyin… Zaten bu dijital mecralarda birçok şeyi satın alamıyorsunuz; artık kiralıyorsunuz, aylık veya yıllık abonelikler… Hiçbir şey sizin değil, aldığınız şeyler de sizin olmuyor. Elektronik aletler de garanti süresi kadar genelde çalışıyor.
Benim mesela eski bir laptopum vardı; iki sene garantisi vardı ve evden teslim alıyorlardı. Öyle bir garanti sözleşmesi vardı, eğer bozulursa… Kendilerine çok güveniyorlardı yani, o konuda iyi bir firmaydı. O iki sene bitmeye yakın, bilgisayara sürekli “Garantiyi uzatmak ister misiniz?” diye uyarılar geliyordu. Tıkır tıkır da çalışıyordu; yani iki sene boyunca hiçbir arıza, bir ısınma sorunu bile olmamıştı o laptopta. Ben de çok memnundum. Her defasında “Yok say”, “Kapat”, “Görmezden gel” falan, artık ne seçenek çıkıyorsa onunla kapatıyordum, yine de çıkıyordu. Birkaç ay sonra, en son, garantiniz bitiyor, bitiyor… Artık ben de ezberledim yani ne zaman aldığımı falan, ne zaman biteceğini. Tam o garanti bittiği gün, bilgisayar açılmadı. Hiçbir şey yok ama çalışmıyor. Garanti de bitmiş haliyle; servisini de çağırırsan yine bir laptop kadar para isteyecekler. Ben de kendim bir bilgisayarcıya götürüp yok pahasına vermiş miydim, ne yapmıştım… İçindeki RAM’leri, hard diskleri falan satsan daha çok para ederdi muhtemelen, ama çok uğraşmak istememiştim.
Ve o zaman da yani, huylanmıştım bu garanti sürelerinden. “Zorla bana belki orada uzatsın, bozulmayacak.” diye geçiyor aklımdan. Artık kitabın da sonlarına doğru, iki alıntım var. Birinde şöyle diyor:
“Neal ile sakal tıraşı olup duş aldık; ben cüzdanımı holde düşürdüm, Neal onu yerde buldu ve gömleğinin içine sokmak üzereyken bize ait olduğunu idrak edip büyük hayal kırıklığına uğradı.(s.275)”
Yani gülmüştüm ben bunu da okuduğumda. İşte böyle insanlar bunlar… O sürekli kafalarında güzel olduğu için hırsızlık yapıyorlar ama kendilerinden çaldıklarını anlayınca da üzülüyorlar. Her şey mübah yani; buna da işte “macera” diyorlar. Macera bu değil, arkadaşlar. Buradan çok da “doğrucu Davut” gibi sizi darlamak istemiyorum ama en azından bana göre bu, bu değil. Ve bilmiyorum, kamp insanı mısınız? Ben hiç de… Gerçi hiç kamp deneyimim olmadı ama doğayı severim aslında. Ama dışarıda yerde yatmak, böcekler, keneler, bir şeyler… Ne bileyim, soğuk, rüzgar; gece çünkü serin olur, her yer serin olur. Kurtlar, çakallar bir şeyler gelebilir, insan tedirgin olur. Ben öyle rahat uyuyamam, yani o yüzden çok bana hitap etmiyor o tarz tatil. Bu kitapta da onu gördüm; yani sık sık öyle, hele böcek kaplı tişörtleri, şeyleri oluyor… Onları çıkartıyorlar, tekrar giyiyorlar falan. [__] gibi ortam, pislik şey yani… Hiç bana göre değil, kesinlikle. Ben tahammül edemezdim, zor gelirdi yani bana; böyle macera olmaz olsun!
Veya belki gençken… İşte buradan da yaşlandığımı anlayabilirsiniz. Daha bir böyle, o Amerikalıların “teenager” dediği, 19… Aynen, 13'ten 19'a. Tamam, aslında çok güzel oturuyor. Onlar, bizde de bunu karşılayacak bir “ergen” diyebilir ama işte ergenliğin yaşı da artık 20'ye, 25'e dayandığını söyleyenler de var. Daha düştüğünü belirtenler de var. O biraz muğlak bir ifade olduğu için tam karşılamıyor. Ama evet, 20 yaş altı belki; daha o enerjiyle… Çünkü onlara da bir şey olmuyor. Mesela vücut hep sağlam olduğu için… İki gün uyumazsın, yine üçüncü gün işte kahveyle kolayı karıştırırsın falan, o iğrenç karışımı içersin, o enerji içecekleri, bir şeyler… Bir şekilde dinç bir şekilde devam edebilirsin. Ama işte 30–40 yaşından sonra insana hem anlamsız geliyor, “Ne gerek var?” yani. Böyle vücut tamam, çalışıyor diye onu hor kullanmak saçma. Bu dediklerim de bir boomer söylemi mi oluyor artık, bilmiyorum. Neyse, son anıma geçeyim artık…
“Her şeyi başkalarının ellerine bırakmaya karar verdim artık. Bir yere varmak için kıçımı nasıl yırttığımı SEN biliyorsun, önemi olmadığını biliyorsun ve biliyoruz, biz zamanı biliyoruz… nasıl yavaşlatılacağını, nasıl değerlendirileceğini ve nasıl tadına varılacağını biliyoruz, eski usul zenci keyfi, başka keyif var mı ki? Biz biliyoruz.(s.294)”
Demiş mesela, bak “zenci” de diyor burada. Acaba orada hangi kelimeyi kullandılar? Ama burada benim bu alıntıyı alma sebebim, “zamanı nasıl yavaşlatacak bilmeyi” ile ilgili olan kısımdır. Bununla ilgili de zaten “Zamanı Durdurmanın Yolları” diye bir kitap okumuştum. O kitap mesela çok güzeldi. Keşke burada da biraz onun gibi, bunu nasıl yaptığını en azından daha bir hikayeye yedirseydi. Sadece böyle “Biz biliyoruz, biz şöyleyiz, biz böyleyiz.” deyince, okura bir şey katmıyor bence. Ve arada işte argolar, küfürler de geçiyor kitapta; onu da bildirmekte fayda var.
Kitabın gerçi sonunda… Artık bunu söylemiş olmam da ne kadar işe yarayacak bilmiyorum ama ben de şu an fark ettim. Gerçi demin de bir alıntıda vardı, o uzun olunca arada kaynadı diye düşünüyorum. Ve Jack, burada yollarımız ayrılıyor artık.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder