Fırın Saldırısı, Büyük Yazarların Ortak Noktası, Bütün Çocukların Bildiği Bir Oyun ve Hiç Tanımadığımızı Fark Ettiğimiz Yakınlarımız
Murakami’nin bu kısa hikâyesi yine Doğan Kitap tarafından yayınlanmış, Japonca aslından çeviren Ali Volkan Erdemir ve bu güzel kitaptaki illüstrasyonlar da Kat Menschik’e ait. Hani geçenlerde Doğum Günü Kızı kitabından bahsetmiştim ya, işte aynı onun gibi.
Bazı büyük yazarların bir ortak noktasını keşfettim bu kitabı okuduktan sonra: Açlıktan çok güzel bahsediyorlar. Açlık deyince sadece fakirlik, sefaletten bahsetmiyorum. Herhangi bir şeye duyulan açlık duymak da olabilir ya da açlık sanatçılığı gibi aç kalmanın en uç noktaları da olabilir tabii ki. Şimdi keşke burada hemen bütün o kitaplar tek tek aklıma gelse ama en azından Kafka, Knut Hamsun ve Zweig’ın açlıkla ilgili kitaplarını okumuştum zamanında. Rus yazarla da çok işlenir açlık ama spesifik olarak bir kitap gelmedi aklıma. Bir de en son okuduğum Yan Lianke’nin Günler Aylar Yıllar’ı vardı. Kesin Çin edebiyatı da bu konuda çok zengindir. Bakmayın burada her hafta yeni bir kitap hakkında ahkam kestiğime. Kendimi hiçbir zaman çok iyi bir okuyucu olarak görmedim. Okuduğum kitaplar genelde hemen herkesin bildiği klasikler oluyor ve bir kitap bir başkasına yönlendiriyor beni hep. Bu yüzden okuma listeleri benim pek işime yaramıyor ve ne kadar okursam okuyayım okuma açlığım hiç bitmiyor.

Girdiğimde kaybolacağım derin bir kuyudan yine açlığa bağlayıp çıktığıma göre benim o büyük yazarların arasına artık Murakami de girdi diyebilirim. “Fırın Saldırı” deyince daha çok aksiyon dolu bir kitap gelmişti ve kesinlikle aksiyon da var kitapta ama yine acayip bir tarzda. Neyse bırakalım şimdi aksiyonu, yazarın şu çok beğendiğim açlığı tasvirine geçelim:
“Karnımız açtı. Hayır, açlık demek yetmezdi buna. Sanki uzay boşluğunu yutmuştuk. İlkin, gerçekten küçük, bir halka büyüklüğündeydi bu boşluk, ancak, gün ilerledikçe genişledi, genişledi, sonunda da bedenimizin içinde dipsiz bir hiçliğe dönüştü. Karnımızın gurultusu görkemli açlığımıza dikilmiş anıtın ağırbaşlı fon müziği gibiydi.
Nereden çıkmıştı bu açlık hissi? Elbette yiyeceğimizin olmamasından. Neden yiyeceğimiz yoktu? Çünkü yiyecek karşılığında verecek değerli bir şeyimiz yoktu. Neden değerli bir şeyimiz yoktu? Sanırım hayal gücümüzün eksikliğinden kaynaklanıyordu değerli bir şeyimizin olmaması.” (s.9)
Bütün çocukların bildiği bir oyun vardı eskiden: Her söylediğiniz şeye “Neden?” diye sormaktan ibaret olan ve bilgi almaktan ziyade karşındakini gıcık etmeyi amaçladığın çocukça bir oyundu bu. Bütün çocukların diye iddialı bir giriş yaptım ama bazı yabancı filmlerden de hatırlıyorum bu tarz sahneleri o yüzden kendimde bu hakkı buldum. Artık pek görmüyorum böyle sürekli “Neden?” diye soran çocuklar ondan eskiden dedim. Kesin vardır yine bir yerlerde. Belki ana babalarını değil de yapay zekayı darlıyorlardır.
Bu arada podcastin açılış bölümü geldi aklıma bak, ben de sormuştum “Neden?” diye! Bu podcastten sonra bende “dönüp dolaşıp hep aynı şeylerden bahsedeceğim” gibi bir korku oluştu. Dinleyici kitlesi de arttıkça daha çok dikkat etmeye çalışıyorum söylemlerime ama sonuçta malzeme de belli. Normalde olsa bu kitaptan bahsederken kendi yaptığım açlık tecrübelerinden dem vururdum ama onu Yan Lianke’nin kitabında yapmıştım. Allah’tan hatırlıyorum o kadar da burada yine aynı şeyleri anlatmam dedim ve konuya “Neden” ile başlayayım dedim ama görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok!
Fomo diye bir şey uyduruldu ya günümüzde. “Fear of missing out” muydu neydi, bir şeyleri kaçırma korkusu, sürekli online olmamız, bütün mecraları takip etmemiz gerekiyor. Unutmamamız gereken şey dünyanın bizim etrafımızda dönmediği. Siz istediğiniz kadar her şeyi yakalamaya çalışın, ne yaparsanız yapın birçok şeyi kaçıracaksınız. Ben de ne kadar uğraşırsam uğraşayım arada aynı şeylerden söz edeceğim burada.

Bakın tam şimdi aklıma geldi, bundan daha önce bahsetmemiştim: Medium’da yazdığım ilk yazılardan birinde çok klişe bir cümle yazdım. Herkesin defalarca başka yerlerde duymuş olabileceği ya da okumuş olduğunu düşündüğüm bir bilgiydi ve yazdıktan sonra silsem mi bu cümleyi diye düşünmüştüm biraz. Hatta silip tekrar yazmıştım galiba, “Ne olacak sanki?” deyip geri yazmıştım. Medium’un da en sevdiğim özelliği şu, üyeler okudukları yazıların belli yerlerini işaretleyebiliyorlar. Daha doğrusu altını çiziyorlar gibi bir şey, highlight denilen ve bu bilgi yazara da mail olarak atılıyor. Ayrıca yazıyı diğer okuyanlar, değişik bir vurguyla görünen bu cümleyi kimin not aldığını görebiliyor. Okurlar açısından bu ne kadar sevindirici bir şey bilmiyorum ama yazarlar açısından oldukça motive edici bir şey bu. Medium güzellemesi yapmak için anlatmıyorum bunları, gereksiz uzattım sadece, farkındayım. Hani o yazıp yazıp sildiğim klişe cümle vardı ya, birkaç gün sonra gelen kutumda gördüm ki bir okur o cümleyi not özel olarak işaretlemiş. Profil fotoğrafı falan da görünüyordu hatta, çok genç görünen biriydi. Bildiğiniz Z kuşağı mensubu yani ve belki de benim o klişe dediğim şeyi ilk defa okumuştu. Bunu düşününce iyi ki yazmışım dedim. Ve o kişi de bana belki de bilmeden büyük bir yazma motivasyonu vermişti o günlerde.
Konudan bu kadar uzun süre kopunca da röportaj yaparken sorulan soruyu unutmuş konuk gibi hissediyorum. Kitaptaki kahramanımız hayal gücü eksikliğinden kaynaklanan açlığı yüzünden uyuyamıyor bir türlü. Öyle ki evde de hiçbir şey yok. Öğrenci evi olsa yine anlarım ama adam evli de bir yandan. Ekonomik durumları kötü demek ki diyebilirsiniz ama o değil tam olarak. Sadece evde yiyecek hiçbir şey yok o an için. Belki uzun süreli bir tatil sonrası evlerine dönmüşlerdir ya da yemek pişirilmeyen, genelde dışarıdan sipariş edilen evlerdendir. Özellikle bu ikinci durum önceden hiç mümkün değilmiş gibi gelirdi bana ama artık büyükşehirlerde olabilirmiş gibi geliyor. Hatta sağlıksız olmasını önemsemiyorsanız dışarıdan söylemek daha uyguna bile gelebilir. İşte bu evde öyle bir ev sanırım, o konuya hiç girmiyor yazar ve bu açlığı çocukken de yaşadığını hatırlıyor. Çünkü aklına arkadaşıyla birlikte yaptığı “fırın saldırısı” geliyor. Yine benzer şekilde çok açlar ve bir fırına girip ekmek çalma planı yapıyorlar o yaşta. Hatta arkadaşı bıçak falan ayarlıyor. Gayet ciddiler yani, cinayet bile işleyebilecek kadar aç durumdalar. Ama fırıncı hiç beklemedikleri şekilde onlara istedikleri kadar ekmek alabileceklerini söylüyor. Bu teklif onları şaşırttığı kadar da sinir ediyor çünkü istedikleri şey böyle bir lütuf ya da bağış değil. Ayrıca yaptıkları hazırlık da boşa gidiyor, bu da gururlarına dokunuyor bence. Bir yandan da ekmek karşılığında bir şey yapmak istiyorlar ve fırıncı bir kez daha hiç beklemedikleri bir teklifte bulunuyor. Bunu da söylemeyeyim artık çok fazla spoiler olur kitabı okumamışlar için. Hem siz tahmin edin bakalım bilebilecek misiniz? Sizce fırıncı ne istemiş olabilir. Sıkı bir Murakami hayranıysanız belki bilebilirsiniz.
Şimdi ben size anlatmadım olayı ama kahramanımız aç kaldıkları gece uyku da tutmayınca aklına gelen bu anısını anlatıyor karısına. Kadın da çok etkileniyor bu olaydan ve kendisinin lanetlendiğini söylüyor. Şimdi ben de artık senin yüzünden bu lanete bulaştım diyor ve bundan kurtulmak için bu gece tek bir şansımız var, o da yeni bir “fırın saldırısı” yapmak diyerek ikna ediyor kocasını.
Okurken de garipsiyorsunuz zaten bu durumu, bu nasıl bir kadın böyle diye. Çünkü bu düşünce silsilesi sadece açlıkla ya da macera tutkusuyla açıklanabilecek bir şey olmasa gerek. Hayatta da bazen başınıza gelebilir böyle şeyler. Özellikle kriz anlarında dikkat edin çevrenize. Hiç beklemediğiniz insanların çok acayip hikâyeleri olduğunu görürsünüz. O an onları daha önce hiç tanımadığınızı bile hissedebilirsiniz. İşin kötü yanı bu konuda haklı olmanızdır. Belki de kimseyi yüzde yüz tanıyamazsınız. Her zaman karanlıkta kalan bir yerler olacaktır ve bununla yüzleşmek korkutucu olabilir. Gerçi kitapta olan bu değil, ben hep olduğu gibi yazarın bana düşündürdüklerinden bahsediyorum. Olan sadece şunun gibi bir sahne:
“Karım arabanın önüne eğilip yapışkan bandı gelişigüzel şekilde kesip plakaya yapıştırdı, plakadaki numaralar artık okunamayacaktı. Sonra arabanın arkasına geçip oradaki plakayı da aynı şekilde okunmaz hale getirdi. Bunları alışkınlıktan gelen bir el maharetiyle yapmıştı. Ben ayakta durmuş, dalgın dalgın onu izliyordum.
‘Şu McDonald’s’a saldıracağız’ dedi karım. Sanki akşam yemeğine meze seçer gibi sakin bir ses tonuyla.
‘McDonald’s fırın değil ki’ dedim.
‘Fırın türü bir şey o da’ diyen karım arabanın içine girdi. ‘Bazen uzlaşmak gerekir. Her neyse, arabayı McDonald’s’ın önüne çek, haydi.’”(s.58)
Murakami’nin dünya edebiyatında öne çıkma nedenlerinden biri de kitaplarında markaları korkusuzca kullanması ya da bu cesarete sahip olması mı demeliyim bilmiyorum. İlk zamanlar dedim acaba reklam anlaşması mı yapmış, ürün yerleştirme mi yapıyor. Çünkü ayakkabıdan arabaya, bu kitaptaki gibi restoranlardan kafelere kadar neredeyse her şeyde marka vermekle kalmıyor üstüne bir de uzun uzun betimler oraları. Hatta bazen kötüler, o da biraz dengelemek için gibi gelmişti bana ama bunu bilinçli olarak yapıyormuş yazar. Dünya çapında bilinen bu markaları kullanarak okurla roman arasında bir bağ kurmayı amaçlıyormuş. Gerçekten bu sayede kitabın içine daha rahat giriyorsunuz. Kalkıp da Japonya’nın yerel bir dükkanını anlatsa mesela, sadece orayı bilen sayılı insanın gözünde canlanabilecek orası. Ama McDonald’s deyince hiç ortamı anlatmaya bile gerek kalmıyor aslında. Tek kelimeyle dünyanın her yerinden okurla çok basit bir şekilde iletişim kurabiliyor böylece. Aslında karşılıklı bir menfaat söz konusu yani. Dolayısıyla markalar da sorun çıkartmıyor yazara. Zaten kim kimi kullanmış oluyor, kim kimin reklamını yapıyor orası da tartışmaya açık. Ben alıştım artık yazarımızın bu tutumuna o yüzden beni rahatsız etmiyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda, yazarsanız okurum diyerek kitabın son sözüne geçiyorum:
“Kayığın içine uzandım ve gözlerimi kapattım; dalgaların bizi ait olduğumuz yere götürmesini bekledim.”(s.75)
İşte bir hikâye daha böyle bitiyor. Son söz deyince kitaptan bağımsız bir bölüm değildi ve bence spoiler da içermediği için bu bitiş cümlesini de paylaşmak istedim. Haftaya yeni bir kitapla görüşmek dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder