12 Eylül 2024 Perşembe

Körlük

 

Körlük, Yazabilmek İçin Gerekli Şey, Prize Takılan Gece Lambalarına Benzeyen Medeniyet, Duygu Çarkı ve Kitap Okurken Ağlamak

Jose Saramago’nun Körlük kitabıyla karşınızdayım. Daha önce bunun sinyalini vermiştim. İlk bölümlerden beri dinleyenler varsa hatırlayacaklardır. Yazarın daha önce “Bilinmeyen Adanın Öyküsü” kitabını okumuştum. Zaten ilk okuduğum kitabı da oydu.




Çok beğenince hemen bu kitabı da listemde yukarılara taşımıştım. Çünkü çok merak ettiğim bir kitaptı. Her yerde karşıma çıkıyordu Körlük. Hakkında okuyacağım yazılar da birikmişti. Ben de Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından 2020 yılında basılmış yeni çevirisiyle yirmi ikinci baskını bulup okumaya başladım. Işık Ergüden “Bu kitapta, yazarın kendine özgü yazım şekline sadık kalınmıştır.” diyerek başlamış çevirisine. Hani ben yazarın diğer kitabında da değinmiştim ya yazar hiç tırnak işareti kullanmamış, diyalogları virgülle ayırmış sadece diye. İşte aynısı bu kitap için de geçerli. Hatta yazar bütün kitaplarında sadece nokta ve virgül kullanarak yazıyormuş galiba. Bu sefer hazırlıklı olduğum için bana hiç tuhaf gelmedi bu durum. Hatta akıcılığı ve heyecanı arttırmış bile olabilir bu tarz. Biraz uzun bir başlangıç oldu ama kitap da öyle son okuduğum kitaplar gibi kısa değildi. Üç yüz küsür sayfa ve bir hafta gibi bir sürede okudum ben. Her gün azar azar ve üzerine bolca düşünme vaktim oldu böylece. Ama elimde olsa iki, üç günde bitirirdim hemen. İnsanın bu psikolojiye girmesi iyi değil bence. Dolayısıyla bu kitap hakkında bir an önce konuşup, o rahatsız edici bölümleri unutmaya çalışacağım. Hadi başlayalım:

“Oturma odasına doğru giderken, yavaş yavaş ve ihtiyatla adım atmasına, elini duvarda duraksayarak kaydırmasına karşın, hiç beklemediği bir anda, çiçek dolu bir vazoyu yere düşürdü. Ya vazonun orada olduğunu unutmuştu ya da karısı işe gitmeden önce o vazoyu, daha sonra uygun bir yere koymayı düşünerek oraya bırakmıştı. Yol açtığı facianın ciddiyetini anlamak için yere eğildi. Vazodaki su, cilalı parkenin üzerine yayılmıştı. Çiçekleri toplamak istedi, ama cam kırıklarını aklına getirmemişti, incecik, uzun bir cam kıymığı parmağına saplandı ve kör adam, akşam çökerken loşlaşmaya başlayan evin ortasında, beyaz bir körlük içinde, acıdan, terk edilmişlikten, bir çocuk gibi, ağlamaya başladı. Çiçekleri elinden bırakmadan, parmağının kanadığını hissederek, cebinden mendilini çıkarabilmek için yan tarafına doğru döndü ve parmağını elinden geldiğince sardı. Sonra el yordamıyla, tökezleyerek, mobilyaların çevresinden dolanarak, ayağının halılara takılmaması için ihtiyatla adım atarak, karısıyla yan yana oturup televizyon izledikleri kanepeye erişti. Oturdu, çiçekleri dizlerinin üzerine koydu ve mendili dikkatle çözdü. Dokununca eline yapış yapış gelen kan midesini bulandırdı, ama bu duygunun kanı göremediği için uyandığını düşündü, kendi kanı, ona ait olsa da bir biçimde yabancı, tehditkâr, renksiz, yapışkan bir sıvıya dönüşmüştü.”(s.14–15)

Ben korku filmi seyretmem normalde. Çünkü korkuyorum seyredince. Rüyalarıma giriyor. Aşırı geriliyorum falan. Önceden okuduğum kitapların uyarlanmış filmi, dizisi varsa onları araştırır, mümkünse seyrederdim mutlaka. Hatta bazen iki-üç kere farklı farklı dönemlerde çekilmiş filmleri olan kitapların bütün filmlerini seyrettiğim de olurdu. Yani filmi seyretmem kitabı okumaktan daha uzun sürüyordu. Bir keresinde de Thomas Moore’un Ütopya’sını okuyup Ütopya diye bir diziye başlamıştım. İngiliz yapımı olanına. Üstelik dizinin kitapla alakası yoktu, sadece isimleri aynıydı ama dizi güzeldi. O yüzden pişman değilim. Ama sonra birkaç pişmanlığım oldu, kitabı okuduktan sonra keşke seyretmeseydim dediğim filmlerin sayısı artınca bıraktım artık o işi. Zaten şimdi istesem de öyle bir zamanım yok. Ama bu kitabın filmini merak ediyorum çünkü yazarımız da beğenmiş filmi. Tam benim istediğim gibi çekmişsin, demiş yazara. Normalde bir yazara bunu dedirtmek çok zordur. Dolayısıyla ya çok güzel bir uyarlama olmuş ya da Samarago fazla nazik bir insanmış.

Şimdi Saramago hayranları bana kızmasın ama ben hiç tanımıyordum onu daha önce. Böyle kitaplarını her yerde gördüğüm ve bir sürü kitap yazmış bir yazar fark edersem onu okumam ben. Popüler dizileri de seyretmem. Önce bitmesini beklerim. Üzerinden yıllar geçtikten sonra hâlâ güzel anılıyorlarsa o zaman başlarım. Buna da Lost’tan sonra başlamıştım. Aldığım en iyi kararlardan biriydi bu çünkü size inanılmaz bir zaman kalıyor. Bu dizi bağımlılığı çok tehlikeli, benden söylemesi. Her güne bir dizisi olanlara da buradan selam olsun. Benim bazen iki-üç kitabı beraber okuduğum oluyor. Daha doğrusu genelde geceleri bir roman okuyorum mesela, sabah kurgu dışı, öğlen de çerez niyetine varsa bir kısa hikâye. Bir şey beklerken özellikle çok güzel oluyor bu kısa hikâyeler. Bunu fark eden bir arkadaşım şaşırmıştı ve kafan karışmıyor mu, diye sormuştu. Halbuki günümüzde insanlar hiç korkmadan sekiz, on tane devam eden diziyi takip edebiliyor. Bence bu daha zor bir şey. Ben yine elmayla armutu karıştırdım sanki ama ikisi de meyve sonuçta. Bu arada benim tercihim yeşil elmadır her zaman.

“-üzüntü ile sevinç su ile yağ gibi değildir, birbirine karışabilir-”(s.69)

Arada sanki böyle bizimle konuşur gibi söylüyor. Hakikaten bu duygular, mesela ben bir yazıda görmüştüm, “Duygu Çarkı” diye bir şey var. Hemen o resmi de indirmiştim. Hatta genelde telefonumda böyle kitaplardan sayfaların resimleri olur, onları da hep yazdıktan sonra silerim. Kalan çok az resim olur yani. Bu kalan resimlerden biri mesela. Ortada, bakayım, şöyle 4–7 tane duygu var. Her duygu, bir iç çemberde tekrar ayrılıyor, bir sürü alt başlığa bölünüyor ve o da tekrar alt başlıklara ayrılıyor. Çok kötü anlattım şimdi, farkındayım. Bu ortadaki yedi duyguyu sayayım size. Zaten bunu bir de İngilizce görmüştüm. Farklı yerlerde Türkçesini görünce hemen indirmiştim. O yüzden diyor ki: Kötü, şaşkın, mutlu, üzgün, iğrenmiş, kızgın, korku dolu. Bunlar yedi temel duyguymuş mesela. Sonra bunların her biri ayrı ayrı alta dallanıp budaklanıyor. O alt başlıklarını okuyayım size hemen: sıkılmış, meşgul, stresli, yorgun. Sonra bunlar da alta bölününce, hatta hepsi ikiye bölünüyor. Mesela sıkılmış, umursamaz ve duyarsız; meşgul de baskı altında ve aceleye getirilmiş; stresli, bunalmış ve kontrolden çıkmış; yorgun ise uykulu ve odaklanamamak. Okudukça ne kadar aşina olduğumuzu görüyoruz hepsine, hepsini nasıl yaşadığımızı. Uykulu bir yorgunlukla odaklanamamak gibi şeyler… Ama bu duyguların hiç farkında bile değiliz. Böyle görünce aklımıza geliyor. Mutluluğun mesela birçok alt başlığı var. Mesela iyimser diyor. İyimser de ikiye ayrılmış: umutlu ve esinlenmiş. Ne kadar güzel. Ben kitaplardan sonra mesela çok esinlenmiş olurum, birçok kitaptan sonra. Normalde de umutlu olmaya çalışırım, kendi halimdeyken. Bunların ikisi de bir iyimserlik. Huzurlu mesela, huzurlu da mutlunun bir alt başlığı. Seveceğim ve müteşekkir olarak ayrılmış. Üzgün de mesela kalbi kırılmış var, hemen altında. O da utanmış ve hayal kırıklığına uğramış diye ayrılmış. Kızgın ise bir sürü duyguya ayrılmış. Hayal kırıklığına uğramış, kızgının altında da var. Demek ki bazı aynı duygular, farklı başlıklar altında toplanabiliyor. Aynı olaya herkes aslında farklı bir duyguyla karşılık veriyor. Bir formülü yok, iki kere iki dört eder gibi bir şey değil. Olayların sonuçlarını değiştiremezsiniz ama vereceğiniz tepki size bağlıdır, derler. Özellikle bu kişisel gelişim kitaplarında çok önemli bu. Bunun bilincinde olmak, yani üzüntüyle sevinç hakikaten birbirine karışabilir. Çok iç içedir bütün duygular. Çoğundan böyle bir duygu çarkı gördüğünüzde haberdar oluyorsunuz. Ama bunun gibi bence daha yüzlerce farklı isimlendirilmemiş duygu vardır. Bir de bir şarkı vardı, güzel bir şarkı. Bak, şimdi geldi aklıma: “Mutlu olmak için sevmek için görme, işitme” diyordu. Yani karşımızdakinin kusurlarını görmezsek ve bize söylediği kalp kırıcı şeyleri işitmezsek mutlu oluruz mu demek istiyor acaba? Böyle bir mutluluğu ne yapayım? Böyle mutlu olacaksam hiç olmayayım daha iyi de diyebilirsiniz. Yani görmediğinde mutlu olacağını zanneden bir insan… Ama bu kitapta görüyoruz ki hiç de öyle değil. Görmediğiniz zaman, arkadaşlar, korkunç bir dünya. Yani şu dünya yaşanılır gibi değil. Kitapta benim o kadar yerlerde midem bulandı ki, o kötü kokuları aldım. Kitaptan insan koku alır mı? Alıyorsunuz. O açlık, o sefalet, o insanların saçmalıkları, kimilerinin arsızlıkları… Bazı yerlerde, “İşte, öldür artık şunu!” diyorsunuz. Nesneler o kadar güzel kullanılmış ki yazar tarafından, böyle bir makas, bir radyo… Bunu ben okurum da çok güzel açıklıyordu. Neyse, ben böyle sadece ufacık bir cümleye bile bu kadar konuşursam size de yazık. Bilmiyorum, böyle bu bölüm bitmez. O yüzden devam edelim. Şöyle bir alıntım var:

“Her hareketimizden önce bütün sonuçlarını tahmin etmeye çalışsak, bunları ciddi olarak düşünsek, önce kesin sonuçları, sonra olası sonuçları, sonra rastlantısal sonuçları, daha sonra da hayali sonuçları düşünmeye kalksak, kımıldayamayız bile, tek bir adım atamayız.”(s.86)

İşte bu, “kontrol freak” denilen, her hareketini düşünen ve düşünmeye çalışan tipler… Bu, hem bencillikten kaynaklanıyor hem de kendini bir şey zannetmekten. Sen aciz bir insansın aslında, yapabileceklerin sınırlı. Her şeyi kontrol edemezsin, hatta o kadar çok şeyi kontrol etmeye çalışırsan sonu kötü olur. “Sonunu düşünen kaymakam olamaz” derdik biz üniversitedeyken.



Bizim, kamu yönetimi okuyunca önümüze iki hedef koyulurdu: kaymakamlık ve idari hakimlik. “Onlar da olabiliyorsunuz” denilerek pazarlanan bölümlerdi bunlar. Ama bir şey olabilme ihtimalin, olacağın anlamına gelmez. Gerçekten buna inanan ve sırf bunun için üniversiteye yazılan arkadaşlarımız vardı. Sürekli düşünen, o saçma sapan derslere çok çalışan tiplerdi. Sanki sınavlar o derslerden çıkıyormuş gibi… Oysa bir de mülakat denen bir şey var sonuçta. Sen istediğin kadar çalış; bizim sınavlar hep klasik olurdu. Ben biraz bu sayede rahat mezun oldum. Sınav günü kapının önüne gelirdim. Çalışkan arkadaşlar, ezberlerini tekrarlıyor, kağıtlara bir şeyler yazmışlar, notlarını okuyorlardı. Birbirlerine sorular soruyorlardı. Ben sadece onları dinlerdim ve o kadar şaşırırdım ki! Ben derslere gider, not bile almazdım. O zamanlar not almanın önemini farkında değildim, aklımda kalır sanıyordum. Hocayı dinlerdim sadece. Sınav günü, kapıda arkadaşları dinleyince, “Siz bunları nereden buldunuz? Bunları işlemedik, hoca bunları anlatmadı.” derdim. Onlar da, “Şu kaynakta, şöyle bir yerde” diye cevap verirlerdi. Hakikaten, sıralamaya oynayan, dört ortalama getirmeye çalışan insanlardı. Ben sırf onlardan duyduklarımla sınav kağıdını doldururdum. Bazen onlardan yüksek aldığım bile olurdu. Çok sinir olurlardı bana. Ama bence bu kadar çalışmaya gerek yoktu; alacağın aynı diploma sonuçta.

Bu arada, şu an iyice hem kitaptan hem hayattan uzaklaştığımı fark ediyorum. Çünkü bir sonraki alıntım, “Nereye gidiyorsun?” diye başlıyor. Hakikaten, ben de kendime sormam lazım: Nereye gidiyor bu podcast? Bir yerde dur demem gerekiyor. O yüzden devam ediyorum.

“Nereye gidiyorsun, sorusunu sormasını istemiyordu, kocaların karılarına olasılıkla en sık sordukları soruydu bu, en sık sordukları ikinci soru da, Neredeydindi, tabii.”(s.158)

Yazarımızın işte böyle satır aralarında çok ilginç, hayatın içinden tespitleri var. Ben de zaten genelde kitapların içinde kitaptan bağımsız şeyler bulurum. Şimdi düşününce, bu bölümün çok kitapla bir bağlantısı yok. “Nereye gidiyorsun?” Çünkü benim de hiç sevmediğim sorulardır hakikaten. Böyle “Nereye gidiyorsun?” diye hesap sorar gibi… Gerçi ses tonu, nasıl sorulduğu, soran kişinin samimiyeti, nasıl söylendiği her şeyde olduğu gibi daha önemli. Ve “Neredeydin?” zaten komple problemli bir soru bence. İçinde güvensizlik de barındırıyor. Sonra işte, “Niye bu boşanmalar artıyor?” diye soruyor insanlar, araştırıyorlar. Hiç araştırmaya gerek yok. Önce biz nasıl konuşuyoruz, nasıl iletişim kuruyoruz ona bir bakmak lazım.

Bir sonraki alıntıma da şimdi göz atıyorum ve evet, yavaş yavaş kitabın o korkunç sayfalarına yaklaşıyoruz. Az buçuk size o portreyi çizmeye çalıştım. Yani zaten açız, gözümüz görmüyor, iyileşecek miyiz belli değil. Tam bir kaos hâkim. Yani her taraftan “Daha ne kadar kötüleşebilir olaylar?” diye düşünen naif insanlardansanız, biraz distopya kitapları okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü insanları hiç tanımıyorsunuz demektir. Ya da benim gibi hep böyle iyi yönüyle görmeye çalışıyorsunuz dünyayı. Ama dünyada kötülük diye de bir şey var.

“Bununla birlikte, her şeyin zamanı gelir, erkenden kalktık diye erkenden ölmek zorunda değilizdir. Sol taraftaki üçüncü koğuşta bulunan körler örgütlü insanlardı, en yakından, binanın o kanadındaki koğuşlarda bulunan kadınlardan başlamaya karar verdiler. Dönüşümlü kullanma -bu kelime gayet uygundu- yönteminin uygulanmasının her türlü avantajı vardı, hiç de sakıncası yoktu, öncelikle, ne yapıldığının ve ne yapılmakta olunduğunun her an bilinmesini sağlayacaktı, kol saatine bakıp geçip giden günü söylemek gibi olacaktı, Şuradan şuraya kadar yaşadım, daha çok zamanım var ya da çok az zamanım kaldı, ikinci olarak, bütün koğuşların turu tamamlandığında, başa geri dönmek müthiş bir yenilik rüzgârı yaratacaktı, özellikle de duyumsal belleği zayıf olanlar için. Hiçbir kadın, Önce sağ koğuştaki kadınlar zevk sürsün, buradaki arkadaşlarımın derdine ben çare bulurum, demedi ama hepsi bunu düşündü, gerçekten de hepimizin üzerimizde ikinci bir ten gibi taşıdığımız ve bencillik dediğimiz şeyden yoksun ilk kişi henüz anasından doğmamıştı, bu ikinci ten, en ufak bir vesileyle kanayan birincisinden daha kalındır.”(s.176)

Kitabı okumamış olanlar, evet, burada tam olarak anlayamamış olabilirler ne olduğunu. Ben zaten onları da biraz düşünmeye çalışıyorum. Kitabı hiç bilmeyen biri, kalkıp da benim bir bölümümü dinledikten sonra kitabı okumaktan vazgeçmesin, soğumasın istiyorum. Ama kitabı okumuş olanlar mutlaka hatırlayacaktır, çünkü unutulacak gibi değil. İşte böyle kitapların da öyle bir yan etkisi var: kolay kolay unutamayacağınız bir kitap. Bir kere okuduktan sonra, o sayfaları düşündüğünüzde insanlığınızdan utanacaksınız. Mesela o acı haberler vardı deprem zamanında; enkaz altındaki insanlara saldırıp kollarındaki bilezikleri çalanlar… Şimdi burada evet, aklıma yine geldi, söylemek de istemiyorum her şeyi. Hiç akla hayale gelmeyecek insanlık dışı şeyler… Enkaz altındaki insana bunu yapabilen… İşte bu, hayvana, hayvana da değil, damacanaya, heykele, mankene… Bu bencillik değil bence, bu başka bir şey, bu insanlık da değil. Bu, insanın içindeki o kötülük. Sabahattin Ali’nin dediği gibi, “İçimizdeki Şeytan” deyip böyle üzerimizden o sorumluluğu da atmak istemiyorum ama karanlık bir yan var. Maalesef çok korkunç bir şey, ondan sakınmak gerekir. Nerede karşınıza çıkacağı da belli olmaz. Bu kitapta da işte böyle bir durum karşımıza çıkıyor. Ve orada verilecek kararlar o kadar önemlidir ki artık geri dönüşü yoktur çünkü bazı şeylerin…

“Nasıl oldu bu, diye sordu doktor ama karısı ona cevap vermedi, sorulan soru taşıyor gözüktüğü anlama uygun olabilirdi, Nasıl oldu da öldü, ama aynı zamanda, Orada size ne yaptılar anlamına da gelebilirdi, yanıt ne birinin ne diğerinin yanıtı olabilirdi, öldü, hepsi bu, neden öldüğünün önemi yok, bir insanın neden öldüğünü sormak saçmadır, neden öldüğü zamanla unutulur, yalnızca bir tek sözcük kalır geriye, Öldü, ve bizler bu kapıdan çıkıp giden kadınlar değiliz artık, o kadınların söyleyeceği şeyleri biz söyleyemeyiz artık, ötekiler içinse, adlandırılamayan var, adı bu işte, bu kadar. Gidip yiyecekleri alın, dedi doktorun karısı. Rastlantı, yazgı, talih, kader, bu kadar çok adı olan bir şeye ne denilirse o işte, tam bir ironi, yoksa koğuşu temsil etmek ve verilen yiyecekleri almak üzere neden tam da o iki kadının kocalarının seçildiğini hiç anlayamazdık, üstelik de bu yiyeceklerin bedelinin ne olabileceğini ve ne karşılığında ödenebileceğini kimse hayal bile edemezdi.”(s.187)

Yıllar önce, bir arkadaşım bir kitabı okuduktan sonra “İlk defa bir kitabı okurken ağladım.” demişti. Şimdi hangi kitap için söylemişti bunu hatırlamıyorum ama bu kitap için değildi tabii. O, başka bir Türk yazarın kitabıydı sanırım. Ama o söylediği beni hiç etkilememişti o zaman. Yani bu, ilk defa bir stand-up’ta güldüm demek gibi bir şey bence. Nasıl ağlamazsın? O kadar kitap var yazılmış: savaşlar, ölümler, açlık, sefalet, bin bir türlü işkence… Benim çocukluğumun ilk 3–4 senesi böyle sokaklarda kavgalarla, hatta dayak yemekle geçti. Benim bir abim falan da olmadığı için… Ama hiç ağladığımı hatırlamam. Bitirdiğim kitaplardan sonra ise ağladığım çok olmuştur. Yani fiziksel acıya insan bir şekilde katlanıyor ama duygusal ya da zihinsel mi demek gerekir, bunu bilmiyorum. O diğer acıya katlanmak daha zor bence. O çünkü öyle hemen geçmiyor, hatta bazen daha derinlerde kalıyor. O yüzden bence kitapları okumak çok önemli. Kitapta nasıl diyeyim, dini göndermeler de var sürekli, hele sonu… O sonu! Bir kilise sahnesi var. Ve bu arada, dediğim gibi, karakterlerin hiç kimsenin ismi yok. Herkes sıfatlarıyla anılıyor.

İlk körümüyüm? O kör olmuyor, ona bulaşmıyor bu körlük. Daha başka onun gibi bir kişiye rastlayamazsınız. Da pat diye çıkıp “Ben görüyorum, ben kör olmadım.” da diyemiyor. Herkes karantinaya alınırken, o da eşini yalnız bırakmamak için “Ben de kör oldum.” diyor. Zaten dışarıdan bakanlar, insanların gerçekten kör olup olmadığını anlayamıyor, çünkü fiziksel bir değişiklik yok aslında. Ama o da, tabii, herkes kör olduğu için biraz da mecburiyetten onlar gibi körmüş gibi davranıyor. Yani tabii bir yere kadar… O da artık bu yükün, bu sorumluluğun altında o kadar çok eziliyor ki… Okurken siz de eziliyorsunuz. Ve hiçbir işe yaramıyor gibi bir şey; görmesi daha büyük bir işkence gibi. Hatta çok acayip ya… Bir de demiştim ya, yazarın kullandığı o nesneler, semboller, simgeler… Bir tabanca da var. “3. Koğuş”ta da geçiyordu o yoldan çıkan. “3. Koğuş”ta bir, hatta sonradan bir muhasebecinin eline oluyor. Evet, bu benim için kötü bir tesadüf oldu, o yüzden ona da ekstra sinir oldum. Yani şöyle bir cümle not almışım o yüzden:

“Nasıl ki cüppe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz, bu asla unutulmaması gereken bir gerçektir. “(s.213)

Yani eline tabancayı alınca da lider olmuyorsun; orada zorba oluyorsun aslında. Ama o silahı nasıl kullandığın da önemli. Öncesinde askerlerin elinde de silahlar var. Onlar, insanları zorla kapatırken, karantina koşullarını sağlamaya çalışırken de silah kullanıyorlar. Hatta onlar da insanları öldürüyorlar. Ama orada mesela sizi o kadar rahatsız etmiyor, sorgulanması gereken bir şey bu. Bir otorite tarafından kullanılan silahla, bir zorbanın kullandığı silah aynı silah değilmiş gibi hissediliyor. Aynı olmasına rağmen senaryoyu değiştiriyor. Sonra radyo var mesela, kullanılan o nesnelerden biri. O kapatıldıktan sonra, ilk kör olan 300 kişiyi akıl hastanesine kapatıyorlar. Bunun sayısı tabii sonradan artıyor. İlk başta üçken, beşken, onken, yüzken, diğer üç koğuşu da dolduracak kadar oluyorlar. Ve artık bir yerden sonra sadece rakamlardan ibaret oluyorlar. Tıpkı koronada ölen insanların sayısının yazdığı o televizyon ekranları gibi. Sayı düştükçe sevinirdik, halbuki yine ölüyor insanlar. Ha bir ölmüş, ha bin ölmüş; o birinin de dünyası mahvoluyor sonuçta. Bir rakamdan ibaretiz aslında.

O radyoda da koğuştaki insanlar tabii çeşit çeşit; bir hayalperest insanlar var, bir de gerçekçi insanlar var. Orada mesela koyu renk gözlüklü kız hemen “Aa, şarkı dinleriz!” diye mutlu oluyor. Evet, bir yandan ne kadar güzel ama bir yandan da sinirlendim. Yani senin orada derdin şarkı dinlemek mi? Bir haberlere bak, bir şeye bak. Belki bir çözüm bulunmuştur, belki bir tedavi vardır, belki iyileşen insanlar olmuştur. Ama sonra kendime de kızdım, çünkü gerçekten öyle bir dünya yok. Öyle bir durum ki, kör olana kadar herkes sanki hiç körlük yokmuşçasına yaşıyor. Kör olduktan sonra da tamamen “Artık böyle kaldık, çözüm yok.” psikolojisine giriyorlar. Her şey yıkılıyor. Sistemler, para… Daha önce de üzerine konuşmuş olmam lazım; para, aslında sadece bir kağıt parçası. Ülkelerin egemenliklerinin bize verdikleri sözlerin bir kağıda dökülmüş hali. Kabul gören bir değer saklama aracı olarak iş görüyor. Ama aslında hiçbir kıymeti yok. Peki, daha iyi bir çözüm yerine ne koyacağız? Alternatifi ne bunun? Nasıl daha adil bir sistem oluşturabiliriz? Çözüm sunamayan eleştiriler de para etmiyor aslında. O yüzden şu an o sisteme mecburuz. Paranın olmadığı, paranın geçmediği bir dünyada ne yapacağız? Nasıl hayatta kalacağız? Düşünsenize, para geçmiyor ve tamamen zorbaların hüküm sürdüğü bir dünya olur o zaman. Orada işte silahlar konuşur, insanlık susar.

Bu arada, “See” diye bir dizi vardı. Jason Momoa mıydı? Game of Thrones’da da tanıdığımız, siz zaten tanıyorsunuzdur. Ben bu ikisinden biliyorum sadece, çok ünlü bir oyuncu. Onun başrolünde olduğu bir diziydi. “See” diye bir şey, görmek miydi, Türkçeye nasıl çevrilmişti bilmiyorum, açıkçası. İngilizcesini seyretmiştim. Zaten iyi de gitmedi, 2–3 sezon sonra bitti. O adam da öldü zaten, çok bir yere bağlayamadı. Ama o ilk başlardaki yaşama tarzlarını hatırlıyorum. Orada da insanların gözü görmüyordu. Bu salgın gibi değil ama, bütün insanların gözü görmüyordu. Gören birkaç kişi vardı, onlara da cadı muamelesi yapıyorlardı. Herkes körse, görenler bu sefer tehdit olarak algılanabiliyor. İnsan böyle bir şey işte; yaranamıyorsun.

Hemen bu cümleden sonra, yine kısa bir cümlem varmış bir sayfa sonra. Şöyle demiş yazar:

“…verilen sözler her zaman tutulmaz, bazen zayıflığımız, bazen de hiç hesaba katmadığımız yüce bir güç yaptırır bunu bize.”(s.214)

Şu an kulağa çok hoş gelmedi belki, ama okurken demek ki beni etkilemiş bu cümle. Hiç hesaba katmadığım yüce bir güç, belki de o güç bana not aldırdı bu cümleyi, bilmiyorum. Şu an üzerine ne söyleyebilirim, hiçbir fikrim yok. Bu arada “Hiçbir fikrim yok” da aslında büyük bir yanlış kullanım. Çok fazla fikrim var, sadece toparlayamıyorum demek gerekir bence. Çünkü insanın bir fikri vardır illa ki. “Hiçbir fikrim yok” biraz kolaya kaçmak oluyor. Ama sonrasında yine uzun bir alıntı var, onu okuyayım en iyisi. Hem de yağmur diyor… Bu sıcak havalarda biraz yağsa da kendimize gelsek, dediğimiz şu kaynar güneşin altında iyi gelecektir.

“Böyle bir yağmura neredeyse tufan denir, insanların yağmurun dinmesini beklemek için bir yere sığındıkları düşünülebilir. Ama hiç de öyle değil, her yerde ağızlarını havaya açmış, susuzluklarını gideren, bedenlerinin her köşesine su depolayan körler var, daha öngörülü, özellikle de daha akıllı olan başka körlerse ellerinde tuttukları kovaları, kap-kacakları cömert göğe doğru kaldırıyorlar, Tanrı’nın susuzluk çekerse bulut gönderdiği doğru. Evlerin musluklarından bu değerli sıvının bir damlasının bile akmayacağı doktorun karısının aklına gelmemişti, işte uygarlığın kusuru bu, evimizin musluğundan akan suyun rahatlığına alışıyor ve bunun olabilmesi için dağıtım vanalarını açıp kapatan birilerine, elektrik enerjisiyle çalışan barajlara, suyun debisini ve rezervini düzenleyen bilgisayarlara ihtiyaç duyulduğunu ve bütün bunlar için gören gözler bulunması gerektiğini unutuyoruz.”(s.236)

Burada, mesela okuyunca benim de aklıma geldi; körlüğün o diğer boyutu, görmenin o çok daha büyük önemi… Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu bağlantı koptuğu anda, mesela sadece para değil, en ufak şey, mesela elektrik… Şimdi de mesela komplo teorileri var, “güneş patlaması olacak, elektrikler giderse ne olacak, internet giderse ne olacak?” Artık internet bile günümüzde bir elektrik kadar hayati bir işlev görüyor. Ama tabii ki, en önemlisi nedir diye sorsanız, su derim. Evdeki o musluktan su akmadığı zaman hayat duruyor bir anlamda. Hele bir de kombiyle falan ısınıyorsanız, bir de soğukta kalıyorsunuz, temizlik için de şart. Gökten yağmur bile yağsa, o musluktan su akmadığında insanlık nasıl devam edecek? Tüm insanlık göremediği zaman bu nasıl sağlanacak? Zaten mevcut uygarlığı, bu medeniyet dediğimiz sistemi yıkmak o kadar kolay ki. Bunu ben askerde fark etmiştim. Maraş’ta yapmıştım askerliğimi, Elbistan’da, Kahramanmaraş Elbistan. Deyince de farklı bir ülkeymiş gibi geliyor ama orası oranın en büyük ilçesiydi, yanlış hatırlamıyorsam. Hatta Malatya’ya daha yakın, daha önceden Malatya’ya bağlıymış da sonradan oraya mı verilmiş, bilmiyorum. Orada bir termik santral vardı, termik santral mi deniyordu, bir santral vardı elektrikle ilgili. Zaman zaman orada voltajı ayarlayanlar hata yapabiliyordu. Bir gün, mesela, fazla voltaj vermişler, ayarlamalarda dengesizlik olabiliyordu. Bizim Askerlik Şubesi de çok yakındı; bir gün mesela neredeyse şube yanacaktı. Her şey bozulmuştu, voltajı fazla vermelerinden kaynaklı. Zaman zaman orada yaşanıyormuş bu tarz şeyler. Aradık, sorduk, ama sonuca bağlayamadık. Sonuçta o da bir devlet kurumu; kime şikayet edeceksin? Ama böyle bir açık var sistemde. Şu an hiçbir ülkeyle savaşmaya falan gerek yok bence. Hayatınızın mahvolması için gökten füzelerin yağmasına gerek yok. Bir kendini bilmez gitse şu an bu santrallerin olduğu yere, oraların öyle çok iyi güvenlik önlemleri olduğunu sanmıyorum, çok iyi korunduğunu da sanmıyorum. Gitse, oradaki voltajları artırsa, evinizdeki bütün elektronik aletler bozulabilir. Geçtim çalışmamasını, çünkü fazla voltaj geldiğinde yanıyor, patlıyor. Bu, buzdolabından televizyonuna kadar her şeyi etkiler. Yenisini almanın parasını falan geçtim, böyle bir şey yaşansa hayatımız bir anda felce uğrar. O medeniyet, o evdeki krallığımız bir anda çöker. Bu kadar basit bir şeyle pamuk ipliğine bağlı bir sistemin içinde yaşıyoruz aslında. Şimdi iyice kitabı hatırladım; bak, yine kasvetli yerleri geldi aklıma, içim karardı. Ama az kaldı arkadaşlar, bitecek inşallah, sağ salim atlatacağız bu kitabı. Şöyle bir alıntıyla devam edeyim:

“Alt kattaki yaşlı kadın penceresini usulca açtı, duygusal açıdan zayıflığı olduğunun bilinmesini istemiyordu, ama sokakta hiç gürültü yoktu, çoktan gitmişler, pek gelip geçeni olmayan o yeri terk etmişlerdi, aslında memnun olmalıydı yaşlı kadın, bu durumda tavşanlarını ve tavuklarını başkalarıyla paylaşmak zorunda kalmayacaktı, memnun olmalıydı ama değildi, kör gözlerinden iki damla yaş aktı ve kendine ilk kez, yaşamaya devam etmesi için bir neden olup olmadığını sordu. Bu sorunun yanıtını bulamadı, yanıt hep ona ihtiyaç duyulduğunda gelmez akla, çoğu kez de beklemek verilebilecek tek yanıttır.”(s.263)

Evet, yavaş yavaş kitabın sonlarına yaklaşıyoruz. O cehennemden hallice akıl hastanesinden çıkıyorlar, artık kurtuluyorlar ve dışarıya adım atıyorlar. Dışarının da çok bir farkı yok. İnsanlar her yeri talan etmiş, arabalarında yaşayanlar var. Kimse evlerine gidemiyor. Neden gidemiyor? Çünkü körsün. Kör olduğunda dışarıdayken, nasıl evine geri döneceksin? Yolları, yönleri bulmak zor. Şu an bile biz, navigasyonlar ve haritalar olmasa birçok yeri bulamayacak vaziyetteyiz. O kadar hayatımızın içine girdi ki, yer ve yön duygumuzu kaybediyoruz yavaş yavaş. Ben çocukken hatırlıyorum mesela, daha ilkokuldayken evin telefonunu, babamın iş yerinin telefonunu, arkadaşlarımın ev telefonlarını falan ezbere bilirdim. O zamanlar 80–90 tane numara vardı aklımda. Ne zaman ki cep telefonları yaygınlaştı, kendim de bir cep telefonu edindim, ondan sonra numara ezberlemek zor gelmeye başladı. Hatta birkaç kez telefon numaramı değiştirdim ve artık hatırlamak zorlaştı. Şimdi 2–3 tane numara hatırımda. Yeni bir telefon aldığımda mutlaka kaydetmem lazım, yoksa ezberlemem mümkün değil. Neden bunları anlatıyorum acaba? İyice koptum kitaptan.

Yazarın dediği gibi, kendi kendine “yaşamaya devam etmek için bir neden var mı?” diye sormak çok tehlikeli bir soru. Cevapsız sorular gibi bu da çok tehlikeli sorular arasında. Bu soruyu sorduğun anda bir durup, derin bir nefes alman lazım. Cevap veremiyorsan, aklına bir şey gelmiyorsa, beklemen lazım. Yoksa kötü şeyler yapabilirsin. İşte bu kadın da o kadar zaman yaşıyor. Evet, o kadına gitmelerini anlatacaktım. Dışarı çıkmışlardı, dışarıda da artık o açlık ve sefalet var. Ama doktorun karısı, görebildiğini diğerlerine söylüyor. O koğuş arkadaşlarıyla, eşiyle birlikte bir grup oluşturuyorlar ve hepsi onun liderliğini kabul ediyor. Bu sefer gönüllü bir topluluk haline geliyorlar, çünkü ona mecburlar. O da iyi bir insan olduğu için onlara yiyecek buluyor, barınacak ve saklanacak yerler buluyor. Ardından, sırayla hepimiz kendi evimize gidelim diye bir karar alıyorlar.

Gruplarında yaşlı bir kadın var, koyu renk gözlüklü kızın alt komşusu. O zamana kadar hayatta kalmış, bahçesindeki tavşanlar ve tavuklar sayesinde 3–5 ay boyunca yaşamış. “Beni merak etmeyin,” diyor onlara, “ben kendi başıma bir hal çaresine bakarım.” Ve dediği gibi hayatta kalıyor. Tabii, buna ne kadar hayatta kalmak denirse… Ancak onları gördükten sonra, özellikle kadının görebildiğini fark ediyor ama bunu kimseye söylemiyor. Kendi hayatını belki bu şekilde sürdürebilir ama ne anlamı var ki? Tüm dünya kör olmuş, insanlar insanlıktan çıkmış. Daha ne kadar yaşasan ne olur?

Hani Amerikan filmlerinde olur ya, kıyamet senaryolarında hala koşarlar, kaçarlar, dünya yok olurken hayatta kalmaya çalışırlar. Nereye gidiyorsun, kurtulsan ne olacak? Şirince’ye gelmişlerdi bir ara, kıyamet kopacakmış, orası kurtulacakmış diye… Böyle değişik senaryolar ve inançlar vardı. Komik geliyor bu düşünce tarzı bana, ama bir yandan da onları anlamaya çalışıyorum. Empati yapmaya çalışıyorum. Diyelim ki öyle bir şey oldu ve siz orada bir avuç insan kaldınız. Mutlu olacak mısınız? Öyle mi devam edeceksiniz hayata? Bu mudur amacınız? İlginç geliyor bana. Neyse, ben bitiyor dedim ama sonlardan daha fazla alıntı varmış. Şimdi şöyle bir bakıyorum da, en iyisi devam edeyim yine…

“Kimse soru sormadı, yalnızca doktor, Bir gün gözlerim yeniden görmeye başlarsa, başkalarının gözlerinin içine bakacağım, ruhlarını görebilecekmişim gibi, dedi, Ruhlarını mı, diye sordu, gözü siyah bantlı yaşlı adam, Ya da özlerini, nasıl adlandırıldığının o kadar önemi yok, bunun üzerine koyu renk gözlüklü genç kız, fazla öğrenim görmediği dikkate alınırsa herkesi şaşırtan bir söz söyledi, Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var, işte biz oyuz.”(s.278)

Burada koyu renk gözlüklü genç kızın, daha doğrusu yazarın onun aracılığıyla bize söylediği, hepimizin içinde var olan o adını koyamadığımız şey… İşte o yüz ifadesi çok etkileyici. Ben de böyle bir şeyleri tanımlamakta çok zorlanırım. Çocukluktan beri sürekli “Şu nedir?”, “Bu nedir?” diye sorarız ya, ben de o soran tarafta olduğum için sormayı severim aslında. Ama cevap vermek zor geliyor. Çünkü o cevaplar sürekli değişiyor. O yüzden bir şeyleri tanımlamak zor. İnsan nedir? Biz neyiz? Bunlar zaten çok zor sorular. Bence ruh, bilinç, akıl, vicdan gibi kavramlar sözlüğe bakarak öğrenebileceğimiz şeyler değil. Bana kalırsa, bunun öğrenimle de çok alakası yok.

Hayat derslerini bazen okuma yazma bilmeyen birinden bile alabilirsiniz. Ama bu paragrafta ilk kısımda doktorun serzenişi çok dikkatimi çekmişti. Bir gün gözlerim yeniden görmeye başlarsa, başkalarının gözlerinin içine bakacağım diye kendi kendine söz vermesi… Aslında bu hataya ben de çok düşüyorum, eminim ki siz de bu durumu yaşamışsınızdır, yalnız değilimdir. Ne zaman bir şey yapamayacak bir durumda olsam, kendime böyle sözler veririm. “İlk fırsatta yapacağım mutlaka. Bu zamana kadar yapmadım ama bundan sonra bunun değerini bileceğim” diye düşünürüm. Burada biliyoruz ki doktor aslında kendini kandırıyor. Gözleri yeniden görmeye başladığında, en fazla birkaç gün veya birkaç hafta bunun değerini bilecek. Eğer hatırlarsa, o da birkaç ay sonra tamamen unutacak. Çünkü insan, eğer bir tanım istiyorsanız, unutan bir varlık. Unutan, unutabilen… “Hayvan” demek istemiyorum, ama insanı sürekli “Düşünen hayvandır, şu yapan hayvandır” diye tanımlıyoruz ya, yeri geliyor, hayvandan da aşağı oluyor. Şu kitapta bazı insanların yaptıklarını hiçbir hayvan yapmaz. Bizim o vahşiliğimiz, çok ayrı bir seviyede… İnanılmaz. Bak, yine hatırladım oraları. Devam edeyim ben.

“İlk kör gururlanmıştı, hiç aklınıza gelir mi, evimde bir yazar oturuyor, sonra aklına bir kuşku düştü, adama adını sorsa, saygısızlık etmiş olur muydu, belki bildiği bir yazardı, hatta kitaplarını okumuş bile olabilirdi, ilk kör henüz merakını gidermeyle saygılı davranma arasında gidip gelirken karısı ansızın, Adınız ne, diye soruverdi, Körler ada ihtiyaç duymaz, ben bu sesim, gerisinin bir önemi yok, Ama kitap yazmışsınız ve bu kitapların üzerinde adınız vardır, dedi doktorun karısı, Artık hiç kimse okuyamaz onları, dolayısıyla yok sayılırlar.”(s.292)

Kitapta sevindiğim nadir anlardan biriydi bu. Yani sonlarına yaklaşıyoruz artık, hakikaten son 50 sayfaya doğru. Yeni bir sevindiğim an… Buna da gerçi sevindim derken saygısızlık gibi de olmasın. Adamın düşündüğü gibi bir yazar çıkınca karşımıza, biraz da “Acaba?” dedim. Yazar, kendini mi burada “Ben de yaralıyım” gibi bir karakter olarak kurgulamış? Dediğim gibi, herkes sırayla evine gidiyor ve en son ilk kör olan adamın evine… Onun evi diğerlerine göre daha uzak ve zavallı adam, arabasını çaldırmışken hiç şüphelenmemiş bile. Burada zaten oralar biraz komik. Kitapta sürekli adam dışarı çıktığında diğer arabaları soruyor; “Araba var mı çok fazla?” diye. Hala aklında hep o kaybettiği arabası var. Sanki kullanabilecekmiş gibi, bu saatten sonra sanki bir trafik kalmış dünyada, bir araba kullanılacak durumda… İçinde oturuyor, onu düşünüyor, onu sindiremiyor. Neler gelmiş başına… Hala ev ve araba derdinde. Evlerin kapısını kırarak girdikleri bir sistem, bir düzen oluşmuş kendiliğinden, bu düzensizliğin içinden. Ve bu evde de yazar, karısı ve çocukları yerleşmişler. İlk kör olanın evi… Onunla karşılaşıyorlar ve ondan sonra kitap hakikaten biraz içimizi açmaya başlıyor. O kötü atmosferden biraz sıyrılıyor ve umut yeşeriyor bence. Çünkü evlere yerleştikten sonra doktorun evine gidiyorlar. Bu arada o sahneler inanılmaz rahatlatıcıydı. Şimdi işte o yağmur sahnesi var. Ben de sahne diyorum ama filmi seyretmedim, kitaptaki sahneler… Yani onlar da benim için bir sahne gibi, çünkü hep zihnimde canlandırıyorum. Ama şimdi yok, hiç oraya girmeyeyim, yazardan uzaklaşmayayım.

Burada, mesela, kitapta hiçbir isim kullanmaması… Sebebini de vermiş sanki yazar. Herkes körken bir adın bir önemi yok diyor kısaca. Yazdıklarının da hatta bir önemi olmadığını, artık kimsenin okuyamayacağını söylüyor. Ama mesela doktorun karısı her akşam hepsine kitap okuyor, öyle birkaç sayfa da olsa. Bir yandan “Bunun sırası mı? Şu an kitap okuma zamanı mı?” diye düşünenler olabilir, ama bir yandan da aslında onların tek medeni diyebileceğimiz faaliyeti oluyor. Bu arada, evet, beni sevindiren bir diğer şey… Hemen onu da not almışım. Bu yazar dostumuz da aslında bize hem hayattan hem yazmayla ilgili notlar veriyor, ipuçları veriyor. Onları tabii ki unutmadım. Şöyle diyor mesela:

“…bir yazar, yazabilmesi için gerekli sabra hayatta her zaman sahiptir…”(s.293)

Bu cümle beni öyle sevindirdi ki anlatamam. Bazen düşünüyorum, tanımlar üzerine falan, ama aslında kafam onlarla dolu. Mesela az önce “kafam orada kaldı” dedim; bu yüzden de hiç düşünmüyor gibi görünmeyeyim. Tabii ki çok kafa yorduğum şeyler de var, özellikle son yıllarda yazma üzerine. Hala içimde şu soru var: “Neden yazıyorum? Neden yazmak istiyorum? Neden yazar olmak istiyorum? Bu işi yapabilecek miyim, yapabiliyor muyum? Hangi vasıflara sahibim ki kalkıp da yazıyorum?” Aslında diğer yazarlarla kendimi kıyaslamıyorum, ama insan ister istemez “Baksana işte adam yazmış, sen nasıl yazacaksın?” gibi bir düşünceye kapılıyor, hele usta yazarları okuyunca. Onlar size hem ilham veriyorlar hem de “Her şey yazılmış, daha artık ne yapılabilir ki?” diye düşündürtüyorlar. O sorgulayan, acımasız taraf var insanda; ben onu susturmaya çalışıyorum, ama bazen de dinliyorum. Belki de bu yüzden bu aralar daha az yazıyorum. Yeni şeyler, bu podcastler, biraz bahane oldu bana. Okumak tamam da, yazmak için elimde ne var? Yani okuma yazma bilmekten başka ne var bende diye düşünürsem, gerçekten kendimi sabırlı bir insan olarak görüyorum. Her zaman öyle gördüm kendimi. Çok akıllı, zeki, güçlü, yakışıklı, cesur ya da bilgili görmüyorum. Hatta o kadar meraklı bile değilimdir. Meraklıyımdır, ama nasıl desem… Bazen bir şeyi merak ederim ama o merak bir eyleme dönüşmez. Merak da bir eylem gerektirir, ama çoğu zaman o eylem gelmez. Ama sabırlıyımdır, gerçekten. Bir yazarın yazabilmesi için sabır gerektiğini okuyunca mutlu olmuştum. Bu da başlığa bile yazılabilecek bir şey bence. Başlık dediğim kısa olmalı, mümkünse tek kelime ya da 2–3 kelime. Bazen YouTube’dan mail geliyor, “Başlık sığmadı” diye. Ama günümüz dünyasında içerik üreticileri genelde böyle yapıyor. Bu biraz hile gibi bir şey. O başlık ilgi çekmedi mi, “Dur bak öteki…” A bak, şu yok, bu… Ama bazen tıklasın diye içerikte olmayan şeyler de yazılıyor. En azından onu yapmıyorum. O yüzden istediğimi yazma hakkım var diye düşünüyorum ve devam ediyorum. Mesela burada bir diyalog var. Diyalog olduğu belli değil. Sadece nokta ve virgül kullanılmış. Bakalım, yapabilecek miyim? Nasıl seslendireceğim?

En azından deneyeyim…

“…Karantinadan çıkalı üç gün oldu, Ya, demek karantinaya alınmıştınız, Evet, çok zordu, Zor demek yetersiz kalır, Korkunçtu, Siz yazarsınız, az önce dediğiniz gibi kelimeleri çok iyi tanımanız gerekir, dolayısıyla sıfatların hiçbir işe yaramadığını bilirsiniz, bir insan bir başka insanı öldürdüğünde, örneğin, bunu olduğu gibi ifade etmeli, zaten eylemin dehşeti, kendi başına, öyle korkunçtur ki böylesine korkunç olduğunu söylemekten bizi kurtarır, Gereğinden fazla kelime kullanıyoruz demek istiyorsunuz yani, Gereği kadar duyguya sahip olmadığımızı söylüyorum, Belki de yeteri kadar duyguya sahibiz ama onları ifade edecek kelimeleri kullanmıyoruz, Sonuçta da duygularımızı yitiriyoruz, Karantinada nasıl yaşadığınızı bana anlatmanızı isterim, Neden, Çünkü ben yazarım, Orada yaşamış olmak gerekir, Yazar da herhangi bir insan gibidir, ne her şeyi bilebilir ne de yaşayabilir, soru sorup hayal etmesi gerekir, Oradaki yaşamın nasıl olduğunu belki günün birinde size anlatırım, siz de bir kitap yazarsınız, Ben o kitabı zaten yazmaktayım, Körsünüz, nasıl yazıyorsunuz, Körler de yazı yazabilir, Kör alfabesini öğrenmeye zaman bulduğunuzu mu söylüyorsunuz, Hayır, kör alfabesi bilmem, Nasıl yazıyorsunuz öyleyse, diye sordu ilk kör, Size göstereyim.”(s.294)

Buradan da anladığımız üzere, ilk kör ile yazar arasındaki diyalogda bu yazar dostumuz evet, yazıyor. Boş kağıtları almış, masaya geçmiş o ilk körün evinde. Zaten bu yüzden de ilk kör, biraz sorguluyor ve hem merak ediyor evini nasıl kullandıklarını. O ev sahipliği duygusu var içinde. Hem de, mesela, diğer evlerde bu kadar çok konuşmuyordu. Şimdi benim de dikkatimi çekti; insan gerçekten kendi evinde daha rahat hisseder ya, görmese bile öyle bir his yaşıyor sanırım.

Bu kör olan yazar da, duygularla kelimeler arasındaki bağlantıyı çok güzel anlatmış bence. Ben de az önce kendime üç tane güzel sıfat sayayım dedim, onu bile beceremedim. Ama aslında bu sıfatların bir önemi yok. Sıfatlar, sadece süslemek için, betimlemek için var. Önemli olan, o sıfatların altını nasıl doldurduğunuz, nelerle doldurduğunuz.

Bir ölümün, birini öldürmenin dehşetini hangi kelimelerle açıklayabilirsiniz ki? Bir hayata son vermek, bir hayatın son bulması… Kelimeler bunu anlatmaya yeter mi? İşte, yazarlar sadece deniyorlar. İçlerinden geleni anlatmaya çalışıyorlar ve bir şekilde bize tesir ediyorlar, eğer samimiyeti koruyorlarsa diye düşünüyorum. Ve bir alıntım daha var:

“Yollarına devam ettiler. Meydandan biraz uzaklaştıklarında doktorun karısı, Sokaklarda her zamankinden daha çok ölü var, dedi, Direncimiz tükenmek üzere, zaman tükeniyor, su bitiyor, hastalıklar çoğalıyor, yiyecekler zehre dönüşüyor, bunları biraz önce sen söylemiştin, diye hatırlattı doktor, Annemle babamın bu ölülerin arasında olmadığını kim bilebilir ki, dedi koyu renk gözlüklü genç kız, bense onların yanından geçip gidiyorum ama görmüyorum, Ölülerin yanından onları görmeden geçip gitmek, çok eskiden beri insanlığın alışkanlığıdır, dedi doktorun karısı.”(s.300–301)

İşte bu cümle, en çok yüzümüze tokat gibi çarpan cümlelerden biriydi. Doktorun karısı bu sefer çıkıyor sahneye: “Ölülerin yanından onları görmeden geçip gitmek bizim bir alışkanlığımız oldu.” Maalesef bu arada, hazır aklıma gelmişken, koyu gözlüklü genç kızın evlerine gittiklerinde, anne ve babasını bulma umuduyla gidiyorlar. Aslında, ilk başta anne ve babasından haberi yoktu. Karantinaya alındığında, o akıl hastanesine götürüldüğünde onlardan ayrılmıştı zaten. İlk kör olanlardan biri de olduğu için, bütün bu olaylar aslında o ilk körün doktora gitmesiyle, sonra doktora gelen koyu gözlüklü genç kız ile başlamıştı. Bak, hep söylüyorum bu değişik sıfatları: şaşı bir çocuk var, sonra gözü bantlı olan yaşlı adam. Bunların hepsi doktorun hastaları aslında. Oradan doğru birbirlerine bulaştırıyorlar ve tüm dünya, çevrelerinde yavaşça, hırsızdan polise, polisten diğer insanlara derken yayılıyor. Zaten koronadan bildiğimiz bir şey bu; bir insan izolasyonu sağlayamadığında, nerelere ulaşabileceğinin sınırı yok.

Dolayısıyla, annesi ve babasının yaşayıp yaşamadığını bilmiyor bu genç kız. Hep içinde bir umut var; acaba evde mi, eve gidiyor, olmadıklarını görüyor ama yine de o umut devam ediyor içinde. “Belki geri gelirler” diyor ya, olmayacak bir şey. Artık kabullenmesi gerekir gibi hissediyorsunuz okurken, belki ama öyle kolay değil. İçten içe o da biliyor aslında durumu. Onu da işte buraya gelene kadar fark etmiyorsunuz; ilk defa burada itiraf ediyor: “Belki de onlar öldü ve ben yanlarından hiç görmeden geçip gidiyorum.” Bu, bir şeyleri kabul etmek istemeyen insanların bile, o kabul ettiği anlardan biri. Zaten bu anlar çok çarpıcı, çok etkileyici olur. Öyle bir anı yaşatıyor bize yazar. Bu özlü sözü de araya çok usta bir şekilde sıkıştırıyor.

Kitabın sonuyla ilgili düşüncelerim çok tutmadı. Normalde de çok düşünmem sonunu, ama işte bu kitapta merak ettim gerçekten nereye bağlanacak bu hikaye diye. Onu da söylemeyeyim size, onu da söylersem artık hiç okumamış olanların tadı kaçabilir. Bu “tat kaçırma” da spoiler’ın Türkçesi diye söylüyorum. Öyle kötü bittiği anlamına gelmesin, zaten iyi ve kötü kavramları kişiden kişiye değişir. Son cümleye de gelmişim mesela:

“Şehir hâlâ oradaydı.”(s.331)

Diye bitiyor. Bu da tam böyle okuyanlar belki hatırlayacaktır, “Nasıl yani?” dedirtecek bir cümle bence. Yine bir ters köşe yapıyor çünkü yazar. Hem farklı, daha değişik bir sona hazırlarken, acaba bu sefer sıra onda mı diye düşündürürken, öyle bir korkutup tekrar içimize su serpiyor.

Ancak bu kadar şeyler yaşanmış, bütün dünya bu şekilde altüst olmuş. Artık bundan sonra normale dönebilir mi? Tekrar her şey eskisi gibi olabilir mi? Olamaz gibime geliyor. Nasıl olsun? Ama tabii ki olacak. Neler neler yaşandı, bir şekilde. Nasıl bu kötü insanlar bu zor zamanları doğurduysa ve bu zor zamanlardan güçlü insanlar çıktıysa, bu güçlü insanlar da tekrar yeni ve güzel günleri getirecek diye umut ediyoruz.

Kitabı bitirdiğimde, mesela artık geri dönüş yok gibi düşünmüştüm ama şu an farklı düşünüyorum, onu fark ettim. Ayrıca, yazarın Görmek diye de bir kitabı var. Bunun tamamlayıcısı olduğunu söylemişler. Aslında tamamen farklı bir kurgusu, bağımsız bir kitap. Bu kitabın bir devamı yok, yani o açıdan merak etmeyin. Ama tamamlayıcı nitelikte olabileceği söyleniyor. O yüzden, muhtemelen bir sonraki Saramago kitabım o olacaktır. Ama varsa, bana tavsiye edebileceğiniz, “Şunu mutlaka oku” diyeceğiniz bir Saramago kitabı yazarsanız sevinirim.

Acaba kaç saat oldu bu bölüm? Böyle ikiye falan mı bölmek lazım? Onu da hiç sevmiyorum; şimdi “arkası öbür hafta” gibi. Ama bir çaresine bakmaya çalışacağım. Bolca kısmı atacağım muhtemelen. Şimdilik bu kadar. Şu gördüğünüz şeylerin kıymetini bilin.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder