İyi Yürekli Panda, Hayatta Bir Ritmin Olsun, En Sevdiği Şeyi Sona Bırakanlar ve Kendi Kendine Konuşmak
James GOULD-BOURN ismini daha önce duydunuz mu?
Bu kitabın yazarıyla ilk kez karşılaştım; daha önce ne kendisini ne de bu kitabını duymuştum. Bir gün kitapçıda dolaşırken gözüm rafların en üst sırasında, dikkat çekici bir kapağa sahip olan bu kitaba takıldı. Kitabın adı hemen ilgimi çekti; arka kapağı okur okumaz da etkileniverdim. Sanki yazar harika bir konu yakalamış diye düşündüm ve bu konudan iyi bir kitap çıkacağını kendi kendime hayal ettim. Kitabı Yakamoz Kitap yayımlamış ve çevirisini Elif Bilge Bozan yapmış. Kitap tam 272 sayfa ve adı “İyi Yürekli Panda.”
Geçmişte bloguma gelen yorumlarda kitap isimlerini başlıkta belirtmediğim için anlaşılmaz olabiliyormuş, hangi kitaptan bahsettiğimi anlamayanlar olmuş. Bu yüzden artık kitap ismini yazının başında belirtmeye gayret ediyorum. Aslında bu kitabı bulma hikâyem de ilginç. Artık birçok kitapçı kapandığı için alışveriş merkezinin alt katında bulunan bir mağazaya yöneldim. Bir kitabı sordum ama çalışan ilgisizdi, doğru düzgün yardımcı olmadı. Barkodu okutmayı denedim ama yerin alt katında olduğumuz için internet bağlantısı çekmedi. Sinirlenip dükkandan çıktım, tam o an internet bağlantısı geri geldi ama artık çoktan mağazadan çıkmıştım.
Aradığım kitabı bulamadım ama başka bir kitap ilgimi çekti: İyi Yürekli Panda. Kapağı ilginçti, arka kapağını okuyunca da almaya karar verdim. Çok sık kitap alamıyorum bu aralar, ama hazır gitmişken bu fırsatı kaçırmak istemedim. Kitabı o kadar sevdim ki hemen okudum ve bir günde bitirdim. 272 sayfa ama tam çerezlik bir kitap diyebilirim, daha önce bu tabiri kullanmıştım; bunu saygısızlık anlamında değil, bir oturuşta keyifle okunabilir anlamında söylüyorum. Çerez demişken, önceden cips çok yerdim ama artık ona ara verdim, daha çok fındık, fıstık ve ceviz gibi şeylere yöneldim. Özellikle badem ve kabak çekirdeği favorim.
İyi Yürekli Panda kitabı, biraz romantik komedi, biraz dans filmi havasında, ama içinde yer alan o dans filmleri detayları da çok ilginç. Sanki okuyucuyu dans filmleri hakkında bir kaynak gibi bilgilendiriyor. “Silver Linings Playbook” gibi bir film geldi aklıma, onda da Jennifer Lawrence ve Hangover’daki o adam, Bradley Cooper, vardı. Kitabın anlattığı karakterler adeta bu aktörlerin canlandırabileceği türde insanlar gibi. Kitabı okurken sürekli bir film sahnesi gözümde canlanıyor, o yüzden bu kitabın çok iyi bir film uyarlaması olabileceğini düşünüyorum.
Bu arada, kitabı henüz okumadıysanız ve spoiler almak istemiyorsanız uyarayım, çünkü bazı alıntılar paylaşmak istiyorum ve kitaptan önemli bölümlerden bahsedeceğim. Okumayı düşünenler önce kitabı edinip okumayı tercih edebilir! Kitap şu cümleyle başlıyor:
“Danny Malooley limon kokulu sabunların tadının limon gibi değil de sabun gibi olduğunu zor yoldan -deneyerek- öğrendiğinde dört yaşındaydı.”
Kitabın kahramanı, eşi bir trafik kazasında öldükten sonra hayatını yeniden düzenlemekte zorlanan bir adam. Küçük bir çocuğu var, okul çağında. Eşi hayattayken birlikte kıt kanaat geçiniyorlarmış; ancak eşi öldüğünden beri işler daha da zorlaşmış. Faturalar, kiralar birikiyor, adam iş bulmakta zorlanıyor. Bir inşaatta işçi olarak çalışıyor ama hayat her açıdan üstüne gelmeye devam ediyor.
Çocukları Will ise annesini kaybettikten sonra konuşmamayı tercih etmiş. Babası, çocuğunun bu sessizliğini anlamakta zorlanıyor; konuşmamak, Will’in kendince bulduğu bir çözüm olmuş, çünkü konuşmayarak bir şey anlatmak zorunda kalmıyor. Babası bir yandan bu sessizliğe çözüm bulmaya çalışırken, diğer yandan kiralarını ödeyemediği için ev sahibi sık sık kapıya dayanıyor.
Bu sırada, işyerine yeni bir patron gelince, bir sabah kirayı konuşmak için ev sahibiyle oyalanıyor ve işe geç kalıyor. Yeni patron da onun bu gecikmesini pek hoş karşılamıyor ve sonunda işten çıkarılıyor. Artık iyice çaresiz bir halde, Hyde Park’ta otururken etraftaki sokak sanatçılarını gözlemlemeye başlıyor. Londra’da geçen hikayede, bu sokak sanatçılarının para kazandığını fark ediyor ve kendisinin de bu yolla bir şeyler yapıp yapamayacağını düşünüyor. Fakat herhangi bir yeteneği yok: Enstrüman çalamıyor, ritim duygusu neredeyse yok, dans yeteneği zaten hiç yok.
Bir kostüm mağazasına girip en ucuz kostümün ne olduğunu soruyor ve elinde kalan son parasıyla kokulu, ikinci el bir panda kostümü alıyor. Gösteri yapmaya karar veriyor ama öğreniyor ki sokak sanatçılığı için bir lisans gerekiyor. Çaresizlik içinde eski iş arkadaşı İvan’dan bu lisansı ayarlaması için yardım istiyor. İvan’ın bazı bağlantıları var ve kahramanımıza destek olmaya çalışıyor.
Bu noktada, adamın hayatını, umutsuzluğunu ve bir şekilde hayatta kalma çabalarını çok gerçekçi ve etkileyici bir şekilde okuyoruz. Pandanın bu zor durumda ona nasıl yol gösterdiğini ve belki de hayatına nasıl yeni bir anlam kattığını öğreniyoruz.
“‘Panda,’ dedi Ivan.
‘Ne türdensin?’
‘Çinli bir tür? Sanırım? Bilmiyorum. Pandalar başka bir yerden geliyor mu ki?’
‘Panda lisansı için soruyorum,’ dedi Ivan. ‘Sana yardım edecek birini bulmuş olabilirim ama türün lazım. Şarkı mı söylersin? Dans mı edersin? Harmoshka mı çalarsın? Nedir?’
Danny kucağındaki listeye baktı.
‘Danny?’
‘Dans ederim,’ dedi. ‘Ben bir dansçı pandayım.’”(s.70)
Ya, burayı okuduğumda çok gülmüştüm çünkü tam da benim yapacağım bir saçmalığı yapıyor burada. Aslında dans, oradaki onun yapabileceği son seçenek ama öyle bir boşluğuna denk geliyor ki, o an bir an evvel cevap vermek zorunda kalıyor ve en yapamayacağı şeyi söylüyor. Öncesinde saatlerce düşünüyor ne yapabilirim, ne edebilirim diye. Dans kesinlikle onun için bir seçenek değil çünkü hiç ritim duygusu bile yok, hiçbir şekilde dans edemiyor. Ama o an o lisansı almak için öyle demek durumunda kalıyor ve olaylar gelişiyor artık ondan sonra. Bir sokak sanatçısıyla, işte orada omzunda bir kediyle gitar çalan adamla geçen bir diyalogları var ve gerçekte de böyle birisi varmış galiba. Onun da bir kitabı vardı, bir kediyle. Hatta filmi de mi çekilmişti, kırmızı halıda falan yürüyordu; öyle bir şey hatırlıyorum sanki. Ama bir evsiz adamı hayata bağlayan bir kedi… Onu da bilenler varsa yazabilirler bana. Ben alıntıma geçeyim:
“‘Hayır. Okulu bıraktığını düşünüyorum çünkü cebindeki rozette açıkça üniversite terk yazıyor,’ dedi Danny, cebinin üstündeki renkli rozeti göstererek.
‘Ha evet… Bunu aldım çünkü finans master mezunu yazmasından daha havalı geldi.’
‘Mezun oldun yani?’
‘Sınıf birincisi olarak.’
‘Yani alınma ama madem öyle, ne işin var burada? Deli para kazanıyor olabilirsin. Buna ihtiyacın yok.’
‘Çoğumuzun buna ihtiyacı yok. Sevdiğimiz için bu işi yapıyoruz. Askeriye değil ki burası, biliyorsun. Başımız belada olduğu için burada değiliz. Sen hariç, alınma ama.’ Tim gülümsedi.
‘Touchê,’ dedi Danny.
‘Birkaç yıl denedim. Banka işini… Nefret ettim. Parası iyi olsa da ben berbat hâldeydim. Birlikte çalıştığım herkes de berbat haldeydi. Paranın mutluluk satın alabileceğini kim söylediyse bu konuda belli ki hiç fikri yokmuş.’
‘Bunu kimse demedi ki,’ dedi Danny.
‘Ne?’
‘Kimse para mutluluğu satın alabilir demedi. Alamaz dedi hatta.’
‘Gerçekten mi?’
‘Oldukça eminim.’”(s.97)
İşte yine o Amerikan filmlerindeki diyaloglardan biri gibi canlandı gözümde. Yani tamamen Danny buradaki. İşte o sokak sanatçısının adı da Timmiş, gitar çalan arkadaşımız. Meğer ünlü bir üniversiteden mezun muymuş, yani üniversite terkmiş, diye bir rozet taşıyormuş. İşte okudum zaten, siz de duydunuz az önce. Bunları da tekrar söylemem çok saçma geliyor bana ama biraz ben de hatırlamaya çalışıyorum, böyle zaman kazanıyorum.
Oradaki çoğu sanatçı aslında bir tercih olarak oradalar, yani çok başka seçenekleri de var ama Danny gerçekten onlardan farklı. Hani bunu yapmak zorunda, dans etmek zorunda ki bir şekilde o önündeki kısıtlı zamanda kirayı ödeyebilecek kadar para kazansın. O sokak sanatçılarından biri, sihirbazlık numaraları yapan adam, çok da gıcık birisi; kötü de davranıyor Dani’ye. Onun değişik bir pelerin gibi bir şeyi var, bir sabahlık. Onu da eski kız arkadaşından çalmış gibi bir şey, kız arkadaşı geliyor bir gün parka. O öyle anlatıyor bunu, çok dalga geçiyor zaten Danny ile, “Sen,” diyor, “ne biçim dans ediyorsun? Böyle dans mı olur? Al, kolaysa sen dans et!” diyor. “Vereyim kıyafeti, işte bahse girerim şu kadar para kazanırım” falan derken kadın bir giyiyor hemen, orada iki dakikada bütün insanları büyülüyor. Herkes geliyor, bir sürü para koyuyorlar şapkaya çünkü meğer kadın zaten dansçıymış, yani kendi işi de o. Böyle olunca tabii biraz da üç kağıtçılık yapmış oluyor. Ve Danny de orada, o iddiayı kaybedeceğini hiç düşünmediği için, parası da yok; veremiyor parayı. Kadın da topladığı parayı alıyor. O kadına da mahcup oluyor. Bir yandan o sihirbazın ondan çaldığı sabahlığı, pelerini, Tim’in de yardımıyla geri alıp kadına götürüyor ve onunla bir dostluk kuruyorlar. Kadından kendisine yardım etmesini, dans etmeyi öğrenebilmesini, onun gibi olmasa da en azından biraz da olsa dans edebilmeyi öğrenmesini istiyor. O kadın da buna bir yöntem söylüyor. Bu yöntem benim ilgimi çekmişti o zaman. Belki aramızda da bundan muzdarip olanlar vardır, bir ritim duygusu eksikliği varsa…
Çünkü gerçekten o yoğunlaşmaya dalıyorsunuz. Ben mesela çok sıkıcı, böyle tekdüze işler yaparken arka planda bir fon müziği gibi bir şey çalmasına ihtiyaç duyardım; o olursa çok rahat yapardım o işi. Çalışırken de mesela hep kulaklık takardım, müzik dinlerdim. Bazen işte patronlar falan görürdü, “Ne dinliyorsun?” muhabbeti yaparlardı, çalışırken müzik dinleme gibisinden. Ama işte müzik şart değilmiş, bir metronom da olurmuş bu alıntıya göre. Bakın şöyle diyor:
“‘Bir metronom al.’
‘Bir ne?’
‘Tik tak eden şu şeyler var ya.’ Parmağını sağa sola sallarken Danny onu izledi. ‘Zamanı ölçmek için kullanırsın.’
‘Saat yani?’
‘Hayır seni salak… Bir saat… Sana saatin ne olduğunu açıklamayacağım. İnternette bul. Metronom. Al ondan. Sadece dans ederken kullanma. Ne yaparsan yap onun eşliğinde olsun. Soğa doğrarken, bulaşık yıkarken, diş fırçalarken, cam silerken… Böyle yaparsan nasıl olduğunu bile anlamadan bir ritmin olacak.’”(s.109)
Diyor burada mesela Danny’e işte o metronom, o tik tak eden. Ben de burada size metronomun ne olduğunu anlatmayacağım, zaten biliyorsunuzdur eminim. Bunu Google’a da ‘metronom’ yazarsanız hemen çıkıyor zaten. Bu da değişik bir şey yani, Google’ın öyle tuhaflıkları var; bazen işte ‘hesap makinesi’ yazıyorsun, hesap makinesi yazmana da gerek yok, o boşluğu hemen hesap makinesi gibi de kullanabiliyorsun. İşte o metronom ritim duygusu kazandırır gerçekten, çünkü yaptığın işi de ister istemez bir ritim eşliğinde yapmanı sağlar.
Bir de burada soğan doğrarken örneğini görünce, yıllar önce hani bu Vedat Milor hemen ‘Soğanlı mı olur, soğansız mı?’ gibi bir tartışma başlatmıştı ya, hatırlarsınız mutlaka. O başlatmamıştır belki ama onunla bir patladı, insanlar böyle ikiye ayrılmıştı. Benim o zamanlarda sevdiğim, beğendiğim cevaplardan biri şuydu: ‘Kahvaltıda yeniyorsa soğansız olur, yemek gibi yeniyorsa akşam yeniyorsa soğanlı olur’ gibi bir şeydi. Çünkü ben ikisini de severim, çok ayırt etmem, güzel yapılsın yeter ki. Gurmelik de zaten Cenk Erdem’in deyimiyle, ben biraz ‘sonradan gurme’yim. En fazla olabilirsem damak tadım var; o kadar çok gelişmiş olduğunu sanmıyorum. Ama o cevabımı değiştirdim, şimdi bu aralar böyle kendim yemek yapmak zorunda kalınca şeyi fark ettim: Ben soğan doğramıyorum, ağlıyorum. Soğan doğrarken ağlıyormuş insan, onu da biliyordum aslında ama unutmuşum. O kadar uzun zamandır soğan doğramamıştım ki…
Yani şimdi Menemen’e kesinlikle soğansız diyorum; eğer ben yapacaksam soğansız, başkası yapacaksa soğanlı da olabilir. Bölüm bölüm yazılmış bu kitap, On altıncı bölümde Will’in ilham veren öğretmeni Bay Coleman. Orada da işte bu ‘Uluslararası Aileniz Ne İş Yapıyor Günü’ gibi bir şey varmış. Herkes işte kendi annesinin babasının yaptığı işi söylüyor. Ama tabii bu öğretmen, birinin konuşmadığını da bildiği için, günü tanıtırken şöyle anlatıyor bunu:
“Yani bugünün amacı, eh, kapitalizmi kutlamak… Elimdeki bilgi formuna göre Eğitim Tanrıları beni bu konuda bilgilendirecek kadar naziklermiş. Şöyle yazıyor: Ebeveynlerimizin dünyanın dönmesini sağlamak için yaptıkları birçok çeşitli yöntemi kutlamak için bir gün. Ebeveynleriniz dünyanın dönmesini falan sağlamıyor, haberiniz olsun. Fizik dünyayı döndüren şeydir, anafikri anladınız.”
Yani biraz böyle müfredatın dışına çıkabilen, o özgür ruhlu öğretmenlerden ve Vin de işte konuşmadığını bildiği için öğrencilerin bu meslekleri sessiz sinema yöntemiyle anlatmasını istiyor. Sonra Will ile göz göze gelip, hatta göz mü kırpıyorsa öyle bir şey, bir şekilde anlaşıyorlar. Yani bu tavır Will’in de çok hoşuna gidiyor. En son sıra ona gelince de çıkıyor, işte babasının o işini göstermeye çalışıyor. Oradan bir alıntım var, yine gülmüştüm buraya:
“‘Madenci!’ diye bağırdı biri.
‘Altın arayıcısı!’ diye bağırdı başka biri.
‘Baterist!’ diye bağırdı Cartwright.
Will dâhil herkes güldü. Görünmez küreğini bırakıp tuğla dizmeye koyuldu. Bu sefer daha hevesliydi ancak görünüşe bakılırsa duvar örmek yerine duvara tırmanıyor gibi görünüyordu.
‘Dağ tırmanışçısı!’
‘Örümcek adam!’
Will daha da çok gülmeye başladı. Yardım için Bay Coleman’a baktı. Öğretmen gülümseyip omuz silkti.
‘Bana bakma Örümcek Adam!’
Will hayali bir çekiç alıp çivi çakmaya başladı.
‘Tamirci!’ dedi Jindal.
‘Marangoz!’ dedi Jindal yine.
‘İnşaat işçisi!’ diye bağırdı Cartwright.
Will eliyle olumlu olduğunu gösterdi.
‘Aferin Will ve aferin Cartwright!’ Cartwright matematikten C artı almış gibi gülümsüyordu.”(s.114)
Burada işte babasının mesleğini bir şekilde anlatmayı başarıyor; bir anlamda konuşmamayı da başarıyor. Will hâlâ kesinlikle konuşmuyor. Kitabın artık ortalarına gelirken, Danny de bu dans etme işini daha ciddiye almaya çalışıyor. Çünkü öğreniyor ki şansına, tam iki hafta sonra bir sokak sanatçıları yarışması yapılacak. Yeteneksizsiniz gibi bir şey, yani Hyde Park’ta. Bütün sokak sanatçıları yarışacak ve en başarılı olana ciddi bir ödül var. Tam böyle, Will bütün borçlarını kapatabilecek, kirasını ve faturalarını ödeyebileceği bir miktar. Hatta ödülün bir kısmını, dans etmeyi öğreten kadına da vereceğini söylüyor ve onu da bir şekilde ikna ediyor. Ciddi ciddi çalışmalara başlıyor; birinci olmayı kafaya koyuyor çünkü başka bir şansı yok. O kadın da buna, tüm dans filmlerinin listesini veriyor. “Bunları tek tek seyret, tekrar tekrar. Günün geri kalanında da fiziksel olarak antrenman yapacağız,” diyor. Ve o filmlerden biri de, Danny’nin ölen karısı Liz’in en sevdiği film. Ama Danny, o filmi hiç seyretmemiş; çünkü dansa ilgisi yok. Burası da evet, acıklı bir bölümdü.
“Film bittiğinde ise Liz’i göğsüne bastırıp ağlamaya başladı. Onunla dans etmeyi inatla reddettiği her sefer için ağladı. Yani her sorduğu zaman için… Yalnız dans etmesine gönlü razı geldiği için ağladı. Bundan şikâyetçi değildi Liz. Yine de şimdi düşününce içi burkuluyordu. Dans pistinin ortasında yabancılarla çevrili hâlde yapayalnız… Danny sadece kenardan izlemekle yetinmişti onca zaman. Kendini aptal yerine koyacağı düşüncesi Liz’i gülümsetmekten daha ağır bastığı için ağladı. Sonra da güldü. Komikti. İnsanların düşüncelerinden korkup asla dans etmeyen adam şimdi dans filmleri izleyip dansçı panda yeteneklerini geliştirmek için not alıyordu. Buraya nasıl geldiğini bilmese de Liz’in onunla gurur duyacağını biliyordu.”(s.120)
Burada gerçekten hayata dair bir ders var. Aptal yerine konulacağımızı düşündüğümüz için, en sevdiğimiz insanın bile bazı isteklerini yerine getirmiyoruz bazen. “Çocukça davranma,” “kendini utandırma,” “ne saçma hareketler yapıyorsun” gibi düşünceler hemen beynimize saldırıyor. Mesela, benim de fotoğraf çektirmek gibi bir şey; fobi değil ama pek hoşlanmadığım bir şey. Bir de internete koyduğun şey bir daha kaybolmuyor ya, öyle bir düşünce var. Ama işte, birini kaybedince o fotoğraflar, videolar her ne kadar çok olsa da az geliyor insana. Keşke daha fazla olsaymış diyorsun, dönüp bakmak güzel çünkü.
Neyse, şimdi yavaş yavaş kitabın can alıcı kısmına gelelim. Will’in babasına hiç bahsetmediği bir sorunu var: sınıftaki çocuklardan zorbalık görüyor, bazen dayak yiyor. Danny bunu Panda kıyafetindeyken görüyor, oğlunu dövdüklerini fark ediyor, çocukları kovalıyor ama kıyafetin içinde olduğunu hatırlayıp sesini çıkartamıyor; tanınacak diye korkuyor. Ve orada, ilk defa, oğluna “Teşekkürler” diyor ve gidiyor. Oğlunun sesini duymak çok iyi geliyor Danny’e, ama cevap veremiyor anlaşılacak diye.
Ertesi gün ve ondan sonraki gün derken, Will yavaş yavaş gelip Panda’yla konuşmaya başlıyor, babası olduğunu bilmeden. Danny de, oğluyla iletişim kurmanın bu gizli yolunu bulmuşken, “konuşursam anlar” diye defterden yazı yazarak konuşmaya başlıyor. Will, neden yazıyla iletişim kurduğunu sorduğunda “Pandalar konuşamaz” diye yazıyor ve küçük bir espri yapıyor. Will buna çok gülüyor. Aslında çok sevimli, sevgi dolu bir çocuk ama kendini insanlara pek gösteremiyor. Kitapta Danny’nin yazdıkları büyük harflerle yazılmış, oradan anlıyorsunuz. Ben okurken de onları seslendirmek durumunda kalacağım. Şöyle bir alıntı:
“‘Aptalca bir şey duymak ister misin?’ dedi Will. Danny devam etmesi için başıyla onayladı. ‘Olanlar hakkında annemle konuşmak istiyorum. Annemin yokluğunu anneme anlatmak istiyorum. Onunla dertleşebilsem her şey daha iyi olur gibi…’
Danny kafa salladı. Gözyaşlarını dirseğiyle silerken yüzündeki maskeyi unutmuştu.
‘BABANLA KONUŞAMAZ MISIN?’
Will başını iki yana salladı. ‘Aynı şey değil. Annem hem annemdi hem de arkadaşım. Ama babam, eh, sadece baba… Babam çok çalışıyor ve evden erken çıkıp eve hep geç geliyor. Bu yüzden genelde annemle ben ikimiz bir şeyler yapardık.’”(s.137)
Burası gerçekten çok güzeldi. Çocuğun o pandayla olan bütün konuşmaları harikaydı, çok iyi kurgulanmış. Danny, her seferinde oğlu hakkında daha önce hiç bilmediği bir şey öğreniyordu. Yani belki son bir senedir konuşmuyor ama aslında öncesinde de çok fazla şey konuşmamışlar. Danny, çocuğunu neredeyse hiç tanımadığını fark ediyordu. Öyle ya, çok sevdiğini zannettiği şeyleri bile oğlunun aslında hiç sevmediğini öğreniyordu.
Biz de bazen öyle yaparız ya; özellikle yemekte olur. İnsanların çeşit çeşit huyları var; kimisi sevdiği şeyleri hemen başta yemeye çalışır, kimisi sona bırakır. İşte, o sona bırakılanlar yanlış anlaşılmaya müsaittir. Sona bırakıldığı için, diğer insanlar onu hiç sevmediğini zannedebilir. Danny de oğlunun kahvaltıda en sevdiği şeyin pankek olduğunu öğreniyor. Filmlerde genelde pankek diyorlar, ama bizim oralarda kaygana falan da denir. Masterchef’te bile çeşit çeşit adı var galiba. Behzat Ç.’nin bir bölümünde buna “akıtma” deniyordu sanki. Akbaba karakteri, “akıtma” diyordu; çok değişik bir tarzı vardı onun.
Neyse, Danny bunu öğrendikten sonra bu sefer kahvaltıda akıtma yapmaya çalışıyor, ama fark ediyor ki akıtma yapmayı bilmiyor. İşte, o kısmı şöyle anlatıyor:
“O gece Danny çılgınca krep yaptı. İlk denemesi yanıp durdu, ikinci denemesi bir türlü pişmedi, üçüncü denemesi de tavaya yapıştı. Bunu nasıl önleyeceğini anladığında (daha çok yağ koyarak) sonraki krep tavana yapıştı. Tabağa bir tane koyabilene kadar yirmiye yakın krep yaptı. Memnuniyeti de tabaktakini tattığında sona erdi. Çok fazla tuz koymuştu. Tekrar denedi, tekrar yaktı. Tekrar denedi, tekrar yapıştırdı. Birkaçı daha yere düşüp yapıştı. Sonunda, gece sularında Danny yatağa girebilmişti. Yanmış, yaralanmış, pestili çıkmıştı ama artık iyi bir krep nasıl yapılır biliyordu.”(s.142)
İşte yani burada yazar, evet, biraz fazla abartmış gibi geliyor insana ama hiç bilmediğin bir şeyi yaparken böyle olur. Sürekli ilk başta yanlış yaparsın, hatalı yaparsın, düzgün olmaz. Ben mesela ilk öğrenci evinde yaptığım pilavı hatırlıyorum; fazla kızartmıştım, değil, kızartma denmez ona, kavurmuştum. Heh, pirinçleri o ilk başta şehriyeleri falan kavurur ya, sonra biraz pirinçleri de… Ya, tavada yapmaya çalışıyorduk biz çünkü öğrenci evinde doğru dürüst malzeme de yok, tenceremiz bile yok. Böyle büyükçe bir geniş bir tava vardı, her şeyi onunla yapardık kahvaltıyı, akşam yemeğini. İşte onda pilav yapmaya çalışırken ilk yaptığımda tabii çıtır çıtır, böyle cips gibi bir şey oldu. Kimse de yemedi arkadaşlar, ben yemiştim ama kendim yaptığım için biraz belki de bana öyle çok kötü de gelmemişti. İşte damak tadımın gelişmediğini söylemiştim. Sonra sırayla yapıyorduk biz yemekleri. Birkaç gün sonra yine bana geldiğinde bu sefer böyle lapa gibi oldu, tam böyle bebek maması gibi. O kötüydü işte, bak onu ben de zor yedim. Üstüne yoğurt falan dökünce biraz yenilebilir hale gelmişti yani. Ama iki uç nokta; ya bir ortasını şunun yapsana arkadaş, anlamıyor musun? Yani işte anlamıyorsun, yaparken öyle olmuyor. “Dikkatli ol” deriz ya, yani “dikkatli ol” ne demek istediğin kadar dikkatli ol; ilk defa yapıyorsan bir şeyi o dikkatli olma hali, durumun, hata yaparak, en çok da hata yaparak öğreniyorsun. Bir kere bir seminer mi, panel mi, öyle bir şeye gitmiştim de hoca en son, işte bugün bize bir sürü güzel şey anlatan kişi, en son “Bugün burada en az şey öğrenen kim biliyor musunuz?” diye sorup birkaç cevap aldıktan sonra “Bilemediniz, benim,” demişti, “Çünkü hiçbir şey öğrenmedim neredeyse, çünkü hep ben konuştum,” demişti.
Artık buradan nasıl kitaba dönebilirim bilmiyorum. Bu podcastin de tek eksiği, daha doğrusu en büyük eksiği diyeyim sizsiniz. Herhangi bir konuk yok. Tek başıma konuşuyorum sürekli. Böyle olunca hiçbir şey öğrenemiyormuş gibi de hissediyorum bazen. Bu da hoşuma gitmiyor açıkçası. Gönül isterdi ki buraya arada sizlerin de görüşlerini alayım. Onu da düşündüm ama nasıl olacak? Nasıl olabilir? Gerçi spotify’ın öyle bir özelliği var sanırım, bana isterseniz ses kaydı da atabiliyorsunuz ama sonuçta ben bölümü yayınladıktan sonra geleceği için o mesajlar bana yine ekleyemem bölümün içine. Ancak şöyle bir şey yapabilirim isterseniz, bir kitaptan bir bölüm okuyup seslendirirseniz ya da bir kitaba dair bir şeyler paylaşmak isterseniz bana kitabın adını da belirtmek koşuluyla gönderebilirsiniz ve ben de bir gün olur da o kitap hakkında burada bir bölüm paylaşacak olursam sizin sesinizi de eklerim. İnteraktif bir bölüm olur böylece. Katılımlı mı demek lazım artık bilmiyorum ama belki sizin için de güzel bir anı olur bence. Çünkü normalde ben kitap önerisi almıyorum kimseden. Daha doğrusu istemiyorum hiç öyle bir şey. Bu zamana kadar da kimseye demedim burada belki fark etmişsinizdir. Açık değilim yani o tarz önerilere, ben okuyacağım kitapları kendim keşfetmeyi daha çok seviyorum. Ama bu şekilde bana ses kaydı atan olursa tabii ki onların yeri ayrı olacaktır benim için. Ve belli mi olur belki gelecekte konuklu bölümlerim de olabilir. Bu kadar dağıldıktan sonra buradan nasıl kitaba dönebilirim diye merak edenler varsa hemen onların da içini rahatlatayım: Tabii ki bu kitabın da son cümlesini not aldım ve bence ciddi bir spoiler da içermiyor, zaten kitabın her şeyini de anlattım bu bölüm sanki, neden öyle oldu ben de bilmiyorum. Biraz fazla kaptırdım kendimi galiba. Neyse, gelelim Will’in sözlerine:
“‘Merak etme anne,’ dedi. ‘Ben ona göz kulak oluyorum.’”(s.272)
Tam bir Hollywood filminin son sahnesi, değil mi? Güzel bir şarkı başlar burada ve cast akmaya başlar. O adını bilmediğiniz oyuncunun kim olduğunu anlayabilmek için biraz odaklanmaya çalışırsınız akan yazılara. Bir yandan da ilk defa duymuş olmanıza rağmen çalan şarkı hoşunuza gitmeye başlar. Bu kitabın filmi çıkarsa da bana mutlaka yazmayı unutmayın arkadaşlar. Onu da hatırlatayım son olarak.
Diğer yazılarımı ve hikâyelerimi okumak istiyorsanız Medium’a buradan ücretsiz üye olabilir, her gün yazılan yüzlerce yazıdan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz.
01.10.2020 tarihinden beri Medium’da her hafta yeni bir yazı yazmaya çalışıyorum ve artık biraz dinlenmek adına artık yıl olan 2024'ün özel günü olan 29 Şubat’tan itibaren yeni bir podcast yayınlamaya başladım. Youtube dahil bütün podcast platformlarından Hesap Kitap ismiyle de bana ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder