Dune Çocukları, Gerçekleşen Ütopyanın Distopya Olması ve Üniformanın Tehlikeleri
Frank Herbert’ın Dune Serisinin üçüncü kitabıyla karşınızdayım. Benim okuduğum İthaki Yayınları tarafından 2017 Ekim’de basılan ikinci baskıyı yine Dost Körpe çevirmiş. Tam 508 sayfa ve sadece girişte ve kitabın sonunda ek denilebilecek kısa birer bölüm var.
Kitap dokuz yıl sonrasından devam ediyor.
Paul ölmüş ve ikiz çocukları dokuz yaşına gelmiş ve bir anlamda onların bakıcısı ya da daha doğru bir ifadeyle mentörü diyebileceğimiz eski Fremen lider Stilgar, koruması gereken bu çocukları kendi öldürse dünyanın geleceği nasıl olur diye aklından geçiriyor.
İkinci kitabın aksine bu kitapta bolca alıntım var. Biraz daha açıklayıcı bir kitap gibi olmuş. Hem ilk kitaptaki hem de Dune Mesihi’nde kafamda tam netleşmeyen bazı soru işaretleri bu kitapta açıklanmış. O açıdan ben sevdim bu kitabı ama sonuyla yine evet, biraz hayal kırıklığı oldu diyebilirim. Ya bazı yerler biraz komik geldi bana açıkçası. Kitap 9 yıl sonrasından devam ediyor. Artık Paul ölmüş ve ikiz çocukları 9 yaşına gelmiş. Onların bakıcısı, daha doğrusu bir mentörü diyebileceğimiz eski Fremen lideri Stilgar, koruması gereken bu çocukları kendi öldürse dünyanın nasıl bir geleceği olur diye aklından geçiriyor. Yani neden böyle bir şeyi aklından geçiriyor daha kitabın başında derseniz, işte sizin de kafanızda soru işaretleri oluşacaktır: “Evrenimizi ne hale getirdik böyle?” diye kendi kendine soran Stilgar bir anlamda geçen bu dokuz yılın özetini şu düşüncelerle çıkartıyor bize:
“Gerçekler hayal ettiklerinden çok farklıydı. Bir zamanlar kutuptan kutba uzanan dost çöl şimdi neredeyse yarı yarıya küçülmüştü. Efsanelerindeki cennetin gerçekleşmesi, gezegenin yeşillenmesi Stilgar’ın canını sıkıyordu. Hiç hayal ettiği gibi olmamıştı. Ayrıca gezegeni değiştikçe kendisinin de değiştiğini biliyordu. Artık siyeç liderliği yaparkenki eski halinden çok daha kurnazdı. Artık birçok şeyin -devlet yönetiminin inceliklerinin ve en ufak kararların bile muazzam sonuçlar doğurabileceğinin- farkındaydı. Ama yine de sahip olduğu bu bilgilerin ve kurnazlığının aslında demirden bir çekirdeğe, daha basit ve determinist bir farkındalığı gizleyen incecik bir cila katmanından başka bir şey olmadığını hissediyordu. Bu eski farkındalık ona sesleniyor, daha temiz değer yargılarına geri dönmesi için yalvarıyordu.
Sabah olurken, siyeçin sesleri düşüncelerini bölmeye başladı. Mağarada insanlar gezinmeye başlamıştı. Stilgar yanaklarında bir esinti hissetti; birileri kapımühürlerini açıp dışarıya, şafak öncesi karanlığına çıkıyordu. Bu esinti hem lakayıtlığın hem de değişen zamanın göstergesiydi. Siyeç sakinleri artık zamanlardaki sıkı su disiplinini umursamaz olmuştu. Yağmur yağar ve gökyüzünde bulutlar görülür olmuşken, bir vadide sekiz Fremen selde boğulmuşken neden umursasınlardı ki? O olaydan önce, Dune dilinde boğulmak sözcüğü yoktu. Ama burası Dune değildi artık; burası Arrakis’ti…”(s.12)
Metninizi imla açısından düzelttim:
İşte o koskoca çöl gezegeni suya kavuşmuş ama sel bile olmuş. Yani ırak, isti. İnsan okurken bile inanamıyor. Şimdi hatırlıyorum da o ilk kitabı okurken, o çölün yakıcılığı… Havalar da burada da çok sıcaktı o zamanlar. Yani neredeyse hisseder gibiydim. Yani ikinci kitap aslında bir anlamda bir zaferle bitmişti. Her ne kadar Paul çöle gidip bir anlamda kendini ölüme terk etmişse de arkasında sonuçta iki tane çocukları vardı ve tahta geçmişlerdi. Kardeşi vardı Paul’un ve bu çöl gezegenini aslında yeşillendirecek, suya kavuşturacaklardı ama işte hiç umdukları gibi olmamış gördüğünüz gibi. Bir hayal kırıklığı. Zaten gerçekleşen ütopya ile distopya arasında çok bir fark yoktur derler. Bütün ütopyaların distopyaya dönüşmek gibi bir yan etkisi var. Genelde öyle olur. Çok iyi olacak zannederiz ve çok daha kötü. Aynı şey zaten bu kitabın sonunda da muhtemelen karşımıza çıkacak ama şimdi hemen sona gelmeyelim. Stilgar neden bu çocukları, ganimetle ikinci Leto’yu -küçük Leto’yu- öldürmeyi düşündüğünü açıklayan bir alıntı da biraz ilk iki kitabın özeti niteliğinde.
“Stilgar ikizlerle halalarını diğer insanlardan ayıran bu farklılık üstüne geceler boyu düşümüştü; kim bilir kaç gece uykudan kalkıp, aklında bu acı verici düşüncelerle buraya, ikizlerin yatak odalarına gelmişti. Duyduğu şüpheler artık iyice netleşmişti. Karar verememek de bir karardı… bunu biliyordu. Bu ikizler ve halaları ana rahminde uyanmış, atalarınıdan geçen tüm bellekleri özümsemişlerdi. Buna annelerinin, Leydi Jessica ile Chani’nin baharat bağımlılığı yol açmıştı. Leydi Jessica bağımlı olmadan önce bir erkek çocuğu, MuadDib’i doğurmuştu. Alia ise bağımlılıktan sonra doğmuştu. Şimdi geçmişe bakınca her şey ortadaydı. Bene Gesseritler sayısız nesil boyunca seçici döllenmeler gerçekleştirerek Muad’Dib’i yaratmışlardı ama planlarında melanj faktörü hiç yer almamıştı. Bu olasılığın bilincinde olsalar da korkmuş ve ona Hilkat Garibeliği demişlerdi. İşin en can sıkıcı tarafı da buydu. Hilkat Garibeliği. Böyle bir yargıya varmak için sebepleri vardı mutlaka. Eğer onların dediği gibi Alia bir Hilkat Garibesi’yse, o zaman ikizler de öyle olmalıydı, çünkü Chani de bol miktarda baharat kullanmış ve genleri bir şekilde Muad’Dib’inkileri tamamlamıştı.”(s.14)
Burada tabii biraz Stilgar’ın bakış açısından baktığımız için hem bu Hilkat Garibesi olayını biraz açıklıyor gibi, hem de işte kısıtlı bakış açısıyla baktığından tam da bilmiyor. Yani aslında bunun ne olduğunu ben de zaten okuyarak ileride daha iyi anlayabildim. Mesela ikinci kitapta da sürekli Alia için Hilkat Garibesi deniyordu ama orada aslında tam bir ele geçirilme söz konusu değildi. Bu Hilkat Garibeleri’ndeki geçirilme biçimi aslında o içindeki o yüzlerce, binlerce kişiliklerin mi diyeyim artık, zihnindeki o bellekler, o doğumdan kendisine geçen bellekler içinde sürekli canlanıyor, ona bir iç ses gibi konuşuyor ediyor sürekli. Ama bunlardan bazen baskın olan, güçlü olan bir tanesi o kişiyi ele geçirebiliyor mu? İşte bu, artık zaten onun ele geçirildiğini, Hilkat Garibesi’ne dönüştüğünü anlatıyor ve bu tehlike Alia için olduğu kadar ikizler için de var. Bunların da zaten bu kitap boyunca aslında biraz bunun çatışmasını göreceğiz. Yani her şey güzel zannederken o Alia’nın nasıl bir düşmana dönüştüğünü, o kurtulduk zannettiğimiz Vladimir Harkonnen’in (ben hep Harkonen dedim), Harkonnen Hanedanı’nın o başındaki, o büyük Harkonnen Hanedanı’nın başındaki o aşırı şişman, o çirkin adam, o haz düşkünü acımasız adamın adı da Vladimir’miş bu arada ve Jessica’nın da babası olduğu için aslında o da bir anlamda onların atası olduğundan içindeki o karakterlerden, o belleklerden bir tanesi de ona ait ve Harkonnen resmen Alia’yı ele geçiriyor. Alia o tahtı korumaya çalışırken tahtı da kardeşlerine karşı korumaya çalışıyor, onların naipliğini almış. Paul da hazır ortada yokken güya onları koruyor, başlarına da Stilgar’ı koymuş ama Jessica Kabadan gezegenine gitmişti, kendi eski yurduna dönmüştü. Şimdi 9 yıl sonra geri dönüyor. Geri dönmesinin sebebi hem torunlarını görmesi hem de onların da bir Hilkat Garibesi olup olmadığını anlamaya çalışmak. Bir yandan o zamanında işte dışlandığı Rahibeler Birliği’ne geri dönme gibi bir amacı da var mı yok mu onlar da bilinmiyor. Onların da gizli amaçları o da olabilir mi gibi okuyoruz sürekli ve Ghanima’nın mesela içindeki belleklerden biri de dediğim gibi babası ve babasının bir sözünü söylüyor burada. Kısa bir alıntım var:
“‘Denge…’ diyen Ganimet, babasının çok eskiden söylediği bir sözü tekrarladı: ‘…bir milleti güruhtan ayıran şeydir.’”(s.52)
Diyor, denge için denge gerçekten çok önemli. Ama burada şimdi denge demişken benim aklıma çok önceden seyrettiğim bir film geldi, Denge diye çevrilmişti bizde. Equilibrium diye mi okunuyor, emin de değilim ama Christian Bale oynuyordu. Böyle tam da o Matrix’in çekildiği yılda galiba çıkmıştı, o yüzden çok ses getirmemişti ama gerçekten güzel bir filmdir. Onu da tavsiye ederim. Kitaba dönmeden hemen önce bunu da söyleyeyim dedim ve şimdi işte daha yine kitabın başlarında bizi heyecanlandıran yazar burada çok ustaca bir şey yapmış ve Paul’un ölüp ölmediği konusunda bizim de kafamızı karıştırmış ve bize de aslında bir seçenek sunuyor bu şekilde: İster öldüğüne inanın ister ölmediğine gibisinden ve neredeyse kitabın sonuna kadar da bunu siz de kendinize soruyorsunuz biraz. Bunu öğrenmek için okuyorsunuz. Size bir havuç gösteriyor yani aslında bir anlamda ve o havucu kitabın sonuna kadar heyecanınızı diri tutuyor çünkü karşımıza bir vaiz çıkıyor. İşte onu bakın nasıl açıklıyor:
“Kendine Vaiz diyordu ve ölmeyip çölden dönen Muad’Dib olduğuna inan pek çok Arrakisli’nin içine saygıyla karışık korku salmıştı. Muad’Dib sağ olabilirdi; sonuçta cesedini gören var mıydı? Gerçi şimdiye kadar çöle bırakılan kimin cesedini gören olmuştu ki? Ama yine de… Muad’Dib dönmüş olabilir miydi? Vaiz ile arasında benzerlikler vardı ama eski zamanlardan hiç kimse çıkıp da, ‘Evet, bu Muad’Dib. Onu tanıdım,’ demiyordu.
Ama öte yandan… Vaiz de tıpkı Muad’Dib gibi kördü, göz çukurları kapkaraydı, yüzünde de taş yakıcı izine benzer yara izleri vardı. Sesi de Muad’Dib’inki gibi etkileyiciydi ve insanın içine işliyor, içinin derinliklerinden karşılık talep ediyordu. Birçok kişi buna dikkat çekiyordu. Vaiz ince yapılıydı; yüz derisi kırış kırış olup sertleşmiş, saçına kır düşmüştü. Ama çölün içlerinde yaşayan çoğu insan bu hale gelirdi. Bunun kanıtını görmek için etrafa bakmak yeterliydi. Tartışma konusu olan bir başka husus da Vaiz’e genç bir Fremen’in rehberlik etmesiydi; bilinen hiçbir siyeçten olmayan bu delikanlı, Vaiz’in yanında para karşılığında çalıştığını söylüyordu. Muad’Dib’in geleceği görebildiği için rehbere ihtiyaç duymayacağını söyleyenler vardı; ama çöle bırakılmasından hemen önce, derin bir keder içindeyken, artık geleceği göremez olmuştu. O zaman rehbere ihtiyaç duymuştu; bunu herkes biliyordu.”(s.57)
İşte karşımıza böyle Vaiz diye bir karakterle çıkıyor yazar ve adı gibi işte sürekli böyle vaazlar veriyor çıkıp. Ve o Muad’Dib dinine inanan o hacıları, işte o diğer insanları, rahipleri, rahibeleri sürekli kötülüyor, “Yanlış yapıyorsunuz,” diyor. “Siz onu çarpıttınız,” diyor. “Paul da bunu istemezdi,” diyor. “Muad’Dib böyle değildi,” falan, bütün o onların her şeyine karşı çıkıyor yani ve açık açık o Alia’yı da suçluyor. Ve o benim ikinci kitap, ikinci kitabın sonunda, ‘Kum Mesih’inin sonunda o nükleer taş demiştim, küçük taş, o onun adı aslında burada da gördüğümüz gibi Taş Yakıcı’ymış. Taş Yakıcı ama o da bir taş sonuçta, çok da yanlış söylememişim. Bir de Alia’nın aslında bir çatışması var. Biz şimdi bu kitapta hep böyle Leto ve Ghanima açısından bakıyor gibiyiz biraz. Onlar daha çok ana kahraman. Bir de yardımcı böyle yol gösteren bir karakter gibi Vaiz çıktı karşımıza ama bir yandan da bu kitaptaki kötü karakterimiz Alia aslında ama onunla da bir empati kurabiliyoruz. Yani daha önce sonuçta o da iyi taraftaydı, doğru taraftaydı. Yani o da kolaylıkla öyle bir anda kötü olmamış ve bir yandan da yine ilk iki kitabın özeti burada da yazdığı için, bu ilk 100 sayfa biraz böyle hikâyeye ısıtmak için:
“Alia doğmadan önce, bir Bene Gesserit Rahibe Anası’nın bilmesi gereken her şeyi… ve çok ama çok daha fazlasının bütün bu diğer benliklerden öğrenmişti.
Bunları bilmek korkunç bir gerçeğin, Hilkan Garibesi olduğunun farkına varmasına yol açmıştı. Bütün bunların farkında olmak onu güçsüzleştiriyordu. Rahimde doğanlar Hilkat Garibesi olmaktan kurtulamzdı. Yine de Alia atalarının en korkunçlarıyla mücadele etmiş ve çocukluk yıllarında geçici bir zafar kazanmıştı. İçine kapanık bir kişiliğe sahip olduğunu biliyordu; ama bu içindeki diğerlerinin, yansıyan hayatlarını onun aracılığıyla yaşayan benliklerin zaman zaman müdahalede bulunmasını engellemeşti.
Ben de bir gün onlar gibi olacağım, diye düşündü. Bu düşünce içini ürpertti. Rahminden çıkan bir çocuğun içinde gizlenerek hayatında yer almak, biraz deneyim yaşamak uğruna onun bilincini ele geçirmeye çalışmak…
Çocukluğu korku içinde geçmişti. Ergenlik dönemi de. Hep tek başına mücadele etmiş, kimseden yardım istememişti. Ona nasıl yardım edileceğini kim biliyordu ki? Annesi bile bilmiyordu; o Bene Gesseritlerin yargısını, rahimde doğanların Hilkat Garibesi olduğu yargısını benimsemekten vazgeçememişti.
Alia’nın ağabeyi bir gece kendini Şeyh Hulud’a sunarak ölmek için tek başına çöle gitmişti; Fremen âdetine göre körlerin bunu yapması gerekirdi. Alia o ay içinde, Paul’ün kılıçustası olan ve Tleilaxlıların sanatlarını kullanarak diriltip mentat haline getirdiği Duncan Idaho’yla evlenmişti. Annesi kaçmış, Caladan’a geri dönmüştü. Alia, Paul’ün ikizlerinin yasal hamisi olmuştu.
Ayrıca saltanat naibiydi.
Üstlendiği sorumlulukların baskısı, eski korkularını unutmasına yol açmıştı; içindeki hayatlara kendini açmış, tavsiyelerini talep etmiş, ona yol gösterecek kehanet hayalleri görebilmek için baharat transına girmişti.”(s.78)
Evet, işte burada açıklıyor. Jessica Caladan’dan dönmüş ve 9 yıl sonra geri geliyor ve Alia da Duncan’la evleniyor ama işte bu baskılara dayanamayıp baharata iyice bağımlı olunca, baharat transına girebilmek için gittikçe daha fazla baharat kullandıkça, o bir anlamda Paul’un da yaptığı, geleceği tam olarak net görebilmek adına o da bir transa girmişti, birkaç gün böyle ölecek gibi olmuştu hatta daha ilk kitapta. Belli ki Alia o baskılardan Paul kadar kurtulamıyor, o içindeki benliklerden birine yeniliyor ve maalesef yenildiği de işte o en tehlikeli olanlardan, Vladimir Harkonnen. Ve evet, yine uzunca bir alıntım var, bu da biraz özet niteliğinde. Ya bu kitaptan ben genelde böyle ilk iki kitabı toparlayıcı gibi yararlanmışım. İkinci kitapta çok az alıntım vardı hatırlarsanız çünkü kitabı da çok beğenmemiştim. Biraz onu telafi etmek için mi yapmışım? Aslında öyle de bir niyetim yoktu ama…
“Alia’nın karşısında uzanan kum deltası, sabah aydınlığında belirgindi. Buraya yabancı biri, o geniş yelpazeyi bir zamanlar orada nehir olduğunun kanıtı olarak görebilirdi. Oysa orası Alia’nın ağabeyinin Atreideslerin aile atomiklerini kullanarak, Fremen askerlerini taşıyan kumsolucanlarının geçmesi için Kalkan Duvarı’nda yarık açtığı yerdi, o kadar; o yarıktan geçen Fremenler önceki imparatoru, IV. Shaddam’ı afallatıcı bir hezimete uğratmıştı. Şimdi Kalkan Duvarı’nın diğer tarafında, kumsolucanlarının gelişini engellemek için suyla doldurulan geniç bir kanât vardı. Kumsolucanları sudan geçemezdi; su onlar için zehirliydi. Alia, Keşke zihnimde de öyle bir engel olsaydı, diye düşündü.
Kumsolucanları! Kumsolucanları!
Hafızasında kumsolucanı görüntülüri belirdi: Çölün içlerinde yaşayıp paha biçilmez baharatı üreten o ölümcül hayvanı, Fremenlerin demiourgosunu, heybetli Şeyh Hulud’u gördü. Yassı, köselemsi kumalabağının büyüyüp komsolucanına dönüşmesi ne tuhaf, diye düşündü. Hafızasında kaynaşan insan sürüsü gibiydiler. Kumalabalıkları gezegen yüzeyinin altındaki kayalarda uç uca birleşerek canlı sarnıçlar oluşturur ve suyu toplayarak, kumsolucanlarının hayatta kalmasını sağlardı Alia aradaki benzerliğin farkındaydı: Zihnindeki kişilerden bazıları da onu yok edebilecek tehlikeli güçleri geride tutuyordu.”(82)
Bu kitapta biraz baharatın da işte nasıl üretildiğine dair ipuçlarını alabiliyoruz. Biraz bahsediyordu ilk kitapta ama kum alabalıkları sanırım ilk defa bu kitapta geçiyor. Kum solucanlarının sudan kaçtığı, suyun onlar için zehirli olduğu zaten bu gezegende biraz da o yüzden hiç su olmadığı bahsediliyordu ama diğer kitaplarda da. Ama bu kum alabalıkları ve onların işte o en ufak suyu bile avladıkları öyle bir mantık kurmuş, öyle bir zıtlık kurmuş yazar burada. Bu evet benim hoşuma gitti. Bu böyle bir temel kurması en azından bence başarılı bir giriş oldu. En azından işte o yüz değiştirenler, Yüz Dansçıları gibi çok açıklayamadığı şeyler zaten bu kitapta mesela hiç geçmiyor, ikinci kitapta o kadar önemlilerken. O da ayrı bir durum. Ve Jessica dediğim gibi Caladan’dan gelip torunlarıyla tek tek konuşuyor, onların işte Hilkat Garibesi olmadığını sınamaya çalışıyor ama tabii karşısında küçük, 9 yaşında çocuk görünümlü, ondan çok daha bilge, o kendi deyimleriyle binlerce yıllık tecrübeye sahip çocuklar olduğundan çok zorlanıyor.
“Bir anda yapılan bu suçlama karşısında afallayan Jessica gözlerini kırpıştırdı. Çok iyi bildiği ve defalarca kullandığı bir numaraydı bu: Karşındakini belirli bir mantık çizgisine soktuktan sonra bambaşka bir açıdan saldırıp afallatmak.”(s.131)
Öyle derken bir anda bambaşka bir konuya atlıyor falan. Sesi çok iyi kullanıyor, kesinlikle hiç 9 yaşında bir çocuk gibi değil ve bu kitapta da yine her bölümün başında alıntılar var. Onlardan bence en güzellerinden biri de “Muad’Dib Apokrifi” başlığıyla şuydu:
“Zulmün zulüm olduğu hem kurbanın kendisi hem de zulmeden kişi tarafından, yapılanlardan az çok haberdar olan herkes tarafından bilinir. Zulmün bahanesi veya hafifletici sebepleri olmaz. Zulüm asla geçmişi dengelemez, geçmişte yapılmış hataları telafi etmez. Zulüm gelecekteki zulmün yolunu açar, o kadar. Kendi kendini sürdürür… barbarca bir ensest şeklidir. Zulmeden herkes, bunun yol açtığı zulümlerin sorumlusudur.”(s.140)
Burası çağımıza da, bütün çağlara ders niteliğinde, birine zulmedince, o kan davası gibi süregelen, devam eden, arkasından gelen zulümlerin de sorumlusu oluyorsun aslında ve en çok… Kitap boyunca, özellikle ilk kitap boyunca, daha hikâyeye girmeden önce yıllarca Fremenlere zulmettiğini bildiğimiz o Harkonnen’in ölmesiyle bir anlamda aslında rahatlamıştı bütün hanedan. Ama Alia’nın içinde canlanmasıyla tekrar karşımıza çıkmasıyla gerçekten bir ters köşe yapıyor yani burada yazar. Biz kurtulduk derken ana düşmandan, bu şekilde bir de en sevdiğimiz karakterlerden birinin, kitabın o ana kahramanının, o Mesih denilen kişinin kardeşi olarak karşımıza çıkması ve bunu çok az kişinin bilmesi, bilenlerin sadece şüphelenmesi, tam emin olamaması, sadece okurken bizim bilmemiz ve bu olaylar nereye gidecek diye sürekli merak etmemiz… Bunun karşısında da bir diğer bilinmezlik bu Vaiz. Onun Paul olup olmadığı… Orada da çok kritik öyle şeyler söylüyor ki bazen “Heh işte bu Paul!” diyorsunuz, sonra bir bakıyorsunuz yok, o değil. İşte acaba o da bir diğer hanedanlıkların işi mi? Gerçi dediğim gibi bu kitap boyunca onların çok bir etkisi yok ama tabii bunu kitabı bitirene kadar ben de bilmiyordum. Alia da gizli gizli Vaizi dinliyor sürekli ve ondan etkileniyor, çok da korkuyor. Onun etkisinden, onu susturmanın tehlikeli olduğunun da farkında çünkü artık geç de kalmış o ilk başta ve onunla ilgili, biraz da Bene Gesseritlerin öğretileriyle ilgili güzel bir alıntım var burada.
“Alia yenileceğinin ilk alametlerini görebiliyor, temel sorunun ne olduğunu da çok iyi biliyordu. Bene Gesseritlerin tanımladığı bir sorundu bu:
‘Büyük bir halk kitlesinin küçük ama güçlü bir zümre tarafından yönetilmesi evrenimizde çok sık görülen bir durumdur. Bu büyük halk kitlesinin kendisini yönetenlere başkaldırmasına yol açacak belli başlı koşulları da biliyoruz…
Bir: Kendilerine lider bulmaları. Egemen iktidara yönelik, en çabuk alevlenebilen tehdit budur; liderleri daima kontrol altında tutmalıdırlar.
İki: Halkın zincirlerinin farkına varması. Halk körleştirilmiş halde, sorgulamadan yaşamalıdır.
Üç: Halkın esaretten kurtulma umudu taşıması. Kurtulmalarının mümkün olduğunu akıllarından bile geçirmemeleri gerekir!’”(s.148)
Vaizin artık çok etkili olduğunu, halkın zincirlerinin farkına varması deyince de aklıma şöyle bir şey geldi benim: Bizim zamanımızda devlet okullarında önlük de zorunluydu, o mavi önlükler. Hatta benden önce siyahmış, o ben yine onda da tam geçiş dönemine denk gelmiştim; siyahtan maviye geçmişti. Benden sonra da işte şimdi serbest güya ama hepsi aynı tip tişört giyiyor, o tişörtlerde rozetler oluyor falan, gene aynı şey yani. Tabii bu zaten bir yandan da eleştiriliyor. Serbest olsa daha mı iyi, daha mı kötü? Ekonomik eşitsizlikler yine çocukları etkiler gibisinden. Herkesin aynı şeyi giymesi daha iyi diye savunanlar da var, özellikle Türkiye için. Bilmiyorum, ben ona çok da katılmıyorum aslında ama anlatacağım şey şöyle bir hikâye okumuştum ben zamanında: Bu işte Antik Yunan döneminde, hani o zamanları da hep bize anlatırlar ya böyle ballandıra ballandıra, doğrudan demokrasinin uygulandığı dünyada ender zamanlar diye. Hâlbuki orada da işte o bütün o oy kullananlar aslında sadece asiller. O zaman da yine köleler, kadınlar hiçbir şekilde söz sahibi, hak sahibi değildi hiçbir konuda. İşte o dönemlerde birisi o düşünürlerden birine soruyor, diyor: “Biz bu kölelere hep aynı tek tip kıyafet giydirsek daha kolay olmaz mı?” Böyle bir öneride bulunuyor yani, daha kolay olmaz mı diye soruyor ve o düşünür de diyor ki: “Olmaz!”
“Yani olmaz,” diyor kesinlikle. Çünkü öyle bir şey yaptığımız zaman ne kadar kalabalık olduklarını anlarlar. Biz de öğrenciyken zamanında hepimiz aynı önlükleri giyiyorduk ama hiç ne kadar kalabalık olduğumuzu anlamıyorduk. Bizi hocalar gayet sopalarla falan, cetvellerle dövüyorlardı. Hatta benim bir hocam vardı ilkokul 3. sınıfta, sınıf öğretmeni, beden eğitimi dersine çıkarmazdı, senede sadece iki kere ve birinci dönemin sonunda ve ikinci dönemin sonunda çıkartırdı not vermek için. Ona çıkarmadan önce de sıra dayağına çekerdi hepimizi. Ben daha o zaman işte 8–9 yaşlarındayım. Bana da bir de yavaş vururdu böyle acırdı o da ama kötü bir şey yani. Bir yandan herkese tüm gücüyle vuruyor, sana gelince yavaş vuruyor, arkadaşların arasında bu sefer dışlanıyorsun! Bir iyilik yapacak onu da beceremiyor yani. Ve o beden eğitimi derslerinde de diğer normal günlerde sınıfta bize matematik çözdürür, matematik daha önemli derdi. Benim matematiğim aslında biraz da ondan belki de o zamanlar iyiydi. Diğer 4. sınıfa geçtiğimde, başka bir okula geçtiğimde… Bu arada 3. sınıf değil, şimdi hatırladım. Ne kadar da önemli sınıf mücadelesi! Kafalar gidiyor biraz ama o da bir sınıf mücadelesi, ikinci sınıftı bu arada. Evet, 7 yaşındaydım ben hakikaten. Biz de ama çok yaramazdık, hiç durmuyorduk yerimizde. Çocuğun o içindeki o enerji bitmek tükenmek bilmeyen… Bak aslında yani buradaki bu ikizler kadar bir şeymişiz. Burada da o ilk Leto’nun yaptıkları okurken gelmemişti aklıma ama şimdi biraz gözümde canlanıyor o kitabın sonundaki özellikle o saçmalıklar tam bir çocuğun yapabileceği şeyler aslında. O açıdan da belki yazar da bilerek yapmıştır bunu, biraz da kitabın o ağırlığını düşürmek için belki yapmıştır. Bir bölümün başında da o alıntılardan biri, Vaiz’in Arrakeen’de yaptığı konuşma şu cümleyle bitiyor:
“Ezilen tüm halklar adına Fremenleri uyarıyorum: Kısa vadeli çözümler uzun vadede mutlaka başarısız olur.”(s.151)
Diyor Vaiz burada: “Kısa vadeli çözümler…” Ben de “Kısa Vadeli Yabancı Kaynaklar” diye bir hikâye yazmıştım aslında, bu cümleyi anlatmaya çalışıyordum, uzun uzun yazmıştım. Sadece bu cümleyi kursam yeterli olurmuş. Bir de o küçük Leto’yla Stilgar’ın şu konuşması da aslında kitabın sonlarına ışık tutuyormuş ama ben okurken hiç farkında olmadan yine de beğenmiş ve not almışım:
“‘Kâhinliğin yerini tutabilecek hiçbir şey yok,’ dedi Leto. ‘Belki de baharat kullanma riskine girmeliyim…’
‘Babanız gibi mahvolmak mı istiyorsunuz?’
‘Bir ikilem,’ dedi Leto.
‘Babanız bir keresinde bana bir şey söylemişti: Geleceği fazla iyi bilmek o gelecekte kısılı kalmaktır, herhangi bir şeyi değiştirme özgürlüğünü yitirmektir demişti.’
‘Sorunumuz da buradaki paradoks zaten,’ dedi Leto. ‘Geleceği görmek ustalık isteyen, güçlü bir şeydir. Gelecek şimdiye dönüşür. Körler diyarında gören biri olmanın getirdği tehlikeler vardır. Gördüklerini körler için yorumlamaya çalışırsan, onların körlükleri sebebiyle belirli bir tarzda hareket ettiklerini unutabilirsin. Kendi yolunda ilerleyen korkunç bir makine gibidirler. Kendi momentumları, saplantıları vardır. Ben körlerden korkarım Stil. Onlardan korkarım. Yollarına çıkan herhangi bir şeyi kolayca ezebilirler.”(s.154,155)
İşte Leto burada o baharat kullanma riskine kendi isteğiyle olmasa da gireceğinin sinyallerini vermiş ve körlükle ilgili, körlerle ilgili yaptığı çıkarımlar o Körlük kitabını da hatırlattı bana. Körler Diyarı’nda görebilmek çok tehlikeli bir şey. Yine kitabın ortalarında, bu sefer Vaiz yine vaaz vermekte, kafaları karıştırıyor, kendisi Paul mü değil mi. Şöyle bir şey söylüyor:
“‘Ama insanlar çok fazla gerçekliğe katlanamaz… bunun farkındayım,’ dedi Vaiz. ‘Çoğu insan kendi benliğinden kaçar. Çoğu insan ahırda gibi yaşamayı yeğler. Sizler ahır direklerine bağlanıp, ölene kadar sakin sakin saman yiyen atlar gibisiniz. Başkaları sizi kendi emelleri için kullanır. Bir kez olsun başınızı kaldırıp ahırdan çıkmaz, özgür yaratıklar olmazsınız. Muad’Dib size bunu anlatmaya gelmişti. Onun mesajını anlamadan ona hürmet edemezsiniz!’”(s.306)
İşte Vaiz bu konuşmasının sonunda onu bu sefer halkın arasına karışıp sıradan bir Fremenmiş gibi giyinip kılık değiştiren Alia’yı kolundan yakalayıp “Paul Atreides sana ne dedi kadın?” diye soruyor. Alia tabii şok oluyor, beni görebiliyor mu, kadın olduğumu nereden biliyor falan diye düşünürken Vaiz konuşmaya devam ediyor ve 300 sayfadır beklediğimiz o cevabı bizim için de veriyor. İşte o satırlar:
“Birden Alia’nın kolunu bırakıp onu kalabalığa doğru itti. Alia çevresindeki insanlar olmasa yere kapaklanacaktı.
‘Var olmak, arkaplanın parçası olmayı reddetmektir,’ dedi Vaiz. ‘Varlığınız hakkında hüküm verirken akıl sağlığınızı bile riske atmıyorsanız ne düşünüyorsunuzdur ne de varsınızdır.’
Vaiz aşağı inip tekrar Alia’nın kolunu tuttu… yine hiç aranmadan ve duraksamadan yapmıştı bunu. Ama bu kez Alia’nın canını acıtmadı. Onun kulağına eğilip, ‘Beni tekrar arkaplana çekmeye çalışmaktan vazgeç kardeşim,’ diye fısıldadı.”(s.310)
İşte buradan sonra artık kitabın da seyri biraz değişiyor. O tempo artıyor. Yani Vaiz’in de biz artık Paul olduğunu öğrendiğimiz için ama çok da pasif kalıyor. Yani bu kitap tamamen Leto’nun, o küçük II. Leto’nun hikâyesi gibi bir şey sanki. O yazmış yani bütün kitabı, kahraman o diyebiliriz. Onun da yine çok güzel bir tespiti var:
“‘Bir sırrı gizlemenin en emin yolu, insanları yanıtı zaten bildiklerine inandırmaktır,’ dedi Leto. ‘O zaman soru sormazlar.’”(s.422)
Bu da çok güzel bir taktik. İşte aynı o basit yöntemleri gibi. Burada aslında kandıramıyor da o Fremen’le karşılaşıyor, onu kandıramıyor ama yine de taktiği güzel uyguluyor ve bunlar, yani nasıl, çocuklar 9 yaşında işte, çok iyi bıçak kullanıyor, şey kullanıyor. Bazen çok güçsüz kalıyorlar bazen ama hiç umulmayacak kadar iyiler. O dövüş eğitimini almışlar mı, almamışlar aslında ama buradan sonra onun dönüşümü başlıyor ve artık o kehanetlerini de gördüğü, öngörülerini de gördüğü o yenilmez savaşçı gibi bir şey oluyor.
“Daha şimdiden insanlıktan epey çıktığının farkındaydı. Nerede bulsa yediği baharatın etkisiyle üstünde kalan zar da artık kumalabalığı olmaktan çıkmıştı. Siliyaları Leto’nun tenine girmiş, böylece dönüşümünü çağlar boyu sürdürecek yeni bir canlı türü ortaya çıkmıştı.”(s.457)
Diyerek burada biraz bahsetmiş oluyorum aslında. Leto o kum alabalııklarını fark ediyor. O kum alabalııklarından kendisine bir zırh yapıyor. Önce elini alıyor, bir tanesini bir eldiven gibi elini kaplıyor, sonra gittikçe bütün kolunu derken vücudunu kaplıyor. Ve o altın yol diye gördüğü o kehanette, o yenilmez güçlü zırhın içinde o zırhın aslında bu kum alabalııklarından oluştuğunu anlıyor. Buradan sonra zaten son 100 sayfaya gelmiş oluyoruz ya, bir Iron Man kostümü giymiş o adam gibi oluyor yani bir anlamda. Yenilmez, uçuyor, kaçıyor, zıplıyor. Toy, küçük bir çocuk olduğunun orada aslında daha çok farkına varıyoruz. Bir de tabii Stilgar’la birlikte kalan ve yine kendini feda eden Duncan var. Duncan ikinci kez ölüyor ama ölmeden önce o Stilgar’la geçirdikleri gecede birer kahve daha içiyorlar. Bu arada bu kitapta ben hiç kahve molası vereceğimi düşünmemiştim, o kadar çok geçiyordu ki. Bu Leto da Sabiha diye bir kendi Chani’si diyebileceğim bir kızı buluyor aslında, o da ona sürekli böyle kahve yapıyor falan ama sonra ondan da ayrılıyorlar, çok bahsetmiyor ondan, belki diğer kitaplarda geçecektir burada ama Stilgar’ın şöyle bir cümlesi var:
“‘Bir geceyi uyanık geçirmek, ömre bir gün eklemektir,’ diyen Stilgar, hizmetçinin getirdiği kahve tepsisini aldı. Idaho’nun önüne bir sehp itip üstüne tepsiyi koyduktan sonra misafirinin karşısına oturdu.”(s.473)
Bizde bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır ama anlaşılan Fremenlerin böyle bir adetleri yok çünkü bu geceden sonra, yanlış hatırlamıyorsam, Stilgar Duncan’ı öldürüyordu. Duncan tabii bir mentat aynı zamanda artık ve hiç kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Javid diye bir askeri öldürüyor ve Sarlac’ın tarafsızlığını tehlikeye sokuyor orada. Bu Javid de Duncan’ın eşi olan Alia’nın kendisiyle aldattığı adamlardan biri, asker. Alia bu Vladimir Harkonnen etkisi altındayken hep böyle Javid gibi emrindeki yakışıklı askerlerle Duncan’ı aldatıyor, yani aldattığı satır aralarında biraz söyleniyor. Duncan zaten biraz da o yüzden artık Alia’yı kaybettiğinin farkında, onun ele geçirildiğini, artık evliliklerinin bittiğini, yani Harkonnen sadece Alia’nın imparatorluktaki tahtını değil evliliğini de yıkıyor, tam bir kötü adam yani, bu kitaptaki masal kötüsü. Ve son alıntım, bir de son cümleyi yazmışım ama o sayılmaz diyerek son alıntım şu:
“Vaiz’in sesi meydanda gürleyince güruh hemen sessizleşip kulak kabarttı. Onu dinlesinlerdi bakalım! Çok yakında sözleri hiç istemediği anlamlara çekilecekti. Vaiz ortalıkta olmayacağından bunlara itiraz edemeyecekti.”(s.520)
İşte bu, Alia’nın sonunun gelmeden önceki ve Vaiz’in de maalesef öldürülmeden önceki son düşünceleri. Burada artık işte hile içinde hile, içindeki hilenin herkesin kendi planları var. Alia hem Vaiz’i hem bu Şaddam’ın oğlu var, şimdi bir de Jessica’nın yetiştirdiği, Bene Gesserit öğretileri verdiği, onun da Ganime ile evlenmesini hatta planlıyorlar ama Alia Ganimet’in onu öldürmesini istiyor çünkü Ganimet kendisini koşullandırıcı, Liza Kaplanı mıydı, Laza Kapanı mıydı, sanki onunla kardeşinin öldürüldüğünü, Leto’nun öldürüldüğünü söylüyor.
Herkes kendini de buna öyle bir inandırıyor ki hatta o yalan makinelerini, gerçeği söyleten dedikleri şeyleri kandırabilir artık buna. Leto zaten ondan sonra çölde bu altın yol kehanetini gerçekleştirmek için çıkıyor. Ganime o zamana kadar hep onu ölü biliyor ama sonunda Leto, o 9 yaşındaki çocuk, kum solucanlarından kendine bir zırh yaparak aynı zamanda bir damıtıcı giysisi görevini de görüyor bu zırh. Bütün vücudunu kaplıyor, onunla inanılmaz bir hıza, sürate, güce, esnekliğe her şeye ulaşıyor. Çölde onunla koşuyor, atlıyor, zıplıyor, dağların üstüne çıkıyor, inanılmaz bir güce sahip oluyor. Yarım tonluk Alia’nın o sarayının kapısını tek başına yıkıyor, askerlerini işte öldürüyor, geçiyor karşısına. Bu da işte çok komik bir şekilde Alia ile de dövüşüyorlar, savaşıyorlar, onu tutup kolundan döndürüyor havada falan. Yani buralar işte çok, nasıl diyeyim, hoşuma gitmedi benim, biraz kitabın ağırlığını bozdu sanki, kitabın ağırlığına yakışmadı bence. Hele o tahta çıktıktan sonra o diğer Fremen kabilelerini, diğer hanedanları ikna etmek için o kendi gücünü göstermek adına öyle saçmalıklar yapıyor ki Leto, yani yenilmez olduğunu ispatlamak için üzerine asit döktürüyor mu, yok işte zehirli yemekler yiyip gülmeler, bana hiçbir şey olmuyor, kendi bedenine işte çeşitli bıçaklar saplamalar.
Tamam anladık yani kendine bir zırh yapmışsın ve binlerce yıl yaşayacakmış o zırhla güya, 4000–5000 sene ve en sonunda da artık iyice zaten yine bir ters köşe yapıyor yazar bize ve o zamana kadar hep reddettiği, asla bunu yapmayacağım dediği kendi kız kardeşiyle, kağıt üzerinde belki, bir orayı ben de tam anlayamadım ama evlenme planlıyor. Bunu da hatta o Ganime’in eşine de söylüyor. Onun adı neydi? Onu düşünüyorum deminden beri, gelmedi de aklıma. Ha, zor okunan bir Faradn mıydı, Faradan mıydı öyle bir şeydi. Onu da mesela o kadar başta abarttılar, yok şöyle hükümdar olacak, böyle hükümdar olacak. Irulan’ın da kuzeni oluyor galiba, kardeşi mi oluyor Şaddam’ın oğlu o zaman, Irulan’ın kardeşi olması lazım yani, hiçbir şekilde ondan zaten bir imparator olmazmış. Bunu da anlıyoruz kitap bittiğinde. Sardaukarların başkanı, evet onların sahibi gibi bir şey en sonunda o Sardaukar askerlerinin de hakim ol istiyor Leto, bütün Fremenler kendisini boyun eğdikten sonra ama onları vermeyeceğini söylüyor ama sonra da hemen tamam diyor, kabul ediyor öyle bir saçmalık vardı yani kitabın sonunda ve Ganimet de:
“Birimizin acı çekmesi gerekiyordu ve o hep benden daha güçlüydü.”(s.548)
İşte bu kardeşine boyun eğmesi, birimizin acı çekmesi gerekiyordu ve o hep benden daha güçlüydü diyerek özetliyor da kitabın son cümlesi. Bilmiyorum herhalde yine bir biraz aceleye geldi, son bir an evvel bitsin de yenisini yazayım mı dedi yazar muhtemelen. Bu son 10–15 sayfayı yine bir sonraki kitabın ilk 100–200 sayfasında açıklayacak belki o zaman daha iyi anlayabiliriz ama genel olarak böyleydi bu Dune Çocukları kitabı. Dune Mesihi’nden daha iyiydi bence yani neredeyse 550 sayfa bu öldü zannettiğimiz karakterler nasıl geri gelebilir bunun güzel bir örneğiydi bilimkurguda ve o mutlu biten filmlerde de zaten hep tartışılır acaba işte bundan bir iki sene sonra ne olacak gibisinden. Onun da mesela artık kurtuluşa, suya kavuştu zannedilen bir Dune gezegeni 9 yıl geçtikten sonra üzerinden başına neler geliyor onu görüyoruz. Bir de bu Leto son bir savaştan da bahsediyor ama onu herhalde tamamen diğer kitaplara bir altlık yapıyor galiba yazar çünkü ne olacak nasıl olacak onunla ilgili çok bir ipucu yok o yüzden şimdilik benden bu kadar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder