24 Ekim 2024 Perşembe

Dune Tanrı İmparatoru

 

Dune Tanrı İmparatoru, Fikrini Değiştirebilmek, Zihin Açan Istıraplar ve Yolculuğun Özgürlük Sanılması

Frank Herbert’ın Dune serisinin dördüncü kitabı olan “Dune: Tanrı İmparatoru”nu İthaki Yayınları tarafından 2017 Ekim ayında basılan ikinci baskısından okudum. Kitap, Dost Körpe’nin çevirisiyle Türkçeye kazandırılmış.


Tam 508 sayfalık romanın başında ve sonunda ek bölümler bulunuyor. Onun da başlığı “Hadi Benotto’nun Rakis gezegenindeki Dar’üs-Balat’ta yapılan keşiflere dair konuşmasından alıntı” şeklinde dikkatimizi çekiyor.

Arrakis gezegeni arıtk Rakis olmuş, uzak bir gelecekte. Kahramanımız 2. Leto neredeyse 4000 yıl kadar yaşıyor. Ve bu Rakis gezegenindeki keşif de muhtemelen Leto’nun kendisi tarafından yazılmış günlükleri.

Günlükleri buluyorlar. Onun sırlarını kitabın başında ve sonunda çözmeye başlıyorlar. Böyle 35 sayfalık kısa bölümler var; bu bölümler aralarda ve bazı bölümlerin başlangıcında da yer alıyor.

Bütün bölümler yine bu çalıntı günlüklerden başlıyor. Kitabın sonundaki bu bölümlerde, keşiflere dair gizli rapordan bir alıntıyı Leto’nun büyük dönüşümünü yarıladığı noktada görüyoruz. Artık üç kitabın üzerinden 3500 yıl geçmiş. Yanlış duymadınız, 4000 değil, 3500 yıl ve hala dönüşümünü yarılamış durumda. Çünkü ne tam anlamıyla bir insan, ne de bir solucan. İkisi arasında bir form almış ve her an o büyük kum solucanına dönüşebileceği korkusu var.

Etrafındakiler, özellikle başyaveri, bu korkuyu sürekli yaşıyor. Okurken bunu rahatlıkla hissedebiliyorsunuz. Oralardan zaten alıntılarım var; siz de okurken göreceksiniz. Biz de o korkuyu yaşıyoruz çünkü o kadar korkuyor ki, Moneo’nun elleri falan titriyor. Yani en son 9 yaşındayken bıraktığımız bu küçük Leto, artık tam anlamıyla insanlıktan çıkmış ve binlerce yıldır yaşayan bir tiran haline gelmiş. Bütün gezegenleri yönetiyor ve “Altın Yol” dediği, insanların kurtuluşu olarak nitelendirdiği geleceği kendince barış içinde idare ediyor.

Tabii dışarıdan memnun olmayan, sürekli isyan eden, belki de gerçek durumun farkında olan insanlar da var. Leto, bence biraz da onlara derdini anlatmak, “Ben işte bunları yapıyorum ama neden yapıyorum?” gibisinden bir açıklama yapmak için günlük tutuyor. Ve evet, dediğim gibi bütün o bölümlerin başlangıcında o günlükten alıntılar var. Bazıları da çalıntı günlüklerden alınmış alıntılar. Peki bu günlükler nasıl çalınıyor? Kitap onun hikayesiyle başlıyor. Öyle bir giriş yapıyoruz ki, ben okurken bir an “Açlık Oyunları” mı okuyorum diye kitabın kapağını kontrol etmek zorunda kaldım. O derece benzer bir sahneyle başlıyor; kurtlardan kaçan kadınlar… “Kurtlarla Koşan Kadınlar” mı ya da “Kurtlarla Dans Eden Kadınlar” değil tabii ki, ama burada dev kurtlar var. Leto’nun bahçesinde, onu koruyan, neredeyse insan boyutlarında kurtlar var.

İkinci Leto, ki bundan sonra ona sadece Leto diyeceğim kolaylık olması için, dev bir kalesi var. “Kalesi” deyince de Game of Thrones geldi aklıma ama burada ejderhalar yok. Burada o dev köpekler, kurtlar var. “Dirkurtları” diye geçiyor hatta. Ancak buradaki tüm mesele yine… Yani Game of Thrones dedim ama çok da alakasız değil. Gerçekten, bu kitaptaki bütün mesele yine tahta kimin çıkacağı. Leto, 3000 yıldır yarı kum solucanı, yarı insan olarak yaşadığı bu fonda muhtemelen bir kum solucanına da dönüşecek. Ama o kadar uzun yaşamış ki artık ondan sonrasının mümkün olmadığını düşünüyor gibi bir ruh halinde.

Bütün insanlık Leto’nun yönetiminde. Leto’nun da keyfi yerinde gibi görünüyor ama onun günlüklerini biraz karıştırınca, onun da canının sıkıldığını anlıyoruz. Mesela kitabın başındaki bölümdeki günlük şöyle bitiyor:

“İpler benim elimde!
Onların hepsi bana ait. İstediğiniz herhangi bir konuyu hayal edelim; diyelim ki… kılıçla öldürülmüş insanlar. Bütün o kanlarla, bozulmamış her bir görüntü, her inilti ve o çarpılmış yüzlerin hepsiyle birlikte benimdir onlar.
Anneliğin hazları, diye düşünürüm, ve bütün doğum döşekleri benimdir. Sıra sıra bebeklerin gülümsemesi ve yeni adımlarını atışlarını ve gençlerin kazandığı ilk zaferleri paylaşırım. Bunlar üst üste yığılıp durur, ta ki gördüklerimin çoğu birbirinin aynısı ve tekrarı olana dek.
‘Bunları hepsini bozulmayacak şekilde sakla,’ diye kendimi uyarırım:
Böyle deneyimlerin, her an bizzat gördüğüm şeyler yoluyla öğrenmenin değerini kim yadsıyabilir?
Ahhh, ama hepsi sadece geçmiş.
Anlıyor musunuz?
Sadece geçmiş!”(s.12)

İşte, o zihnindeki güzel anılara bile gitse, bütün bunların hep geçmişte kaldığı hissini yaşıyor Leto. Yani yine bildiğimiz gibi havasından geçilmiyor. Aslında sırf heyecan olsun diye kendisini arada bir tehlikeye bile atıyor. Gördüğü o altın yolun peşinde sabırla ilerliyor. Peki, bu kitaptaki çatışmayı sağlayacak olan kim diye düşünürsek… Yani aradan 3000 yıl geçmiş. Dile kolay, 3500 yıl! Kitapta okuduğumuz kimseden eser yok. Bu kitapta sadece Duncan var. Onlar da her seferinde sıfırdan gelip Leto’ya hediye olarak geliyorlar ve onun tamamen kadınlardan oluşan ordusunun başına geçiyorlar. Her seferinde bu öyle kolay olmuyor tabii. Hatırlarsanız, Duncan olgun bir Duncan, senede iki kere ölümün kıyısına kadar getirir kendisini ve genellikle oradan da birinin onu itmesini bekler.

Böyle capsler olurdu eskiden; “Olgun bir şu” falan. “Olgun bir Aykut Kocaman yılda iki kere istifa eder” diye bir şey görmüştüm. Tabii bunu bilmiyorsanız komik gelmemiştir burası size. Neyse… Şimdi Duncan’lardan yeri gelince bahsederim ama bu kitabın geleceğini şekillendiren karakter kim? Siona.

Peki, bu Siona kim? Leto, Atreides’lerin bu çiftleşme programını almış ve kendi başına ona devam ediyor bir anlamda. Ya, bunu da böyle söyleyince çok acayip bir şeymiş gibi oldu ama garip bir şey yani. Gerçekten anlatması da öyle kolay değil. 3 kitabın sonunda hatırlayacaksınız, Leto kardeşi Ganimet’le evleniyor demiştim. İşte o evlilik kağıt üzerindeymiş. Neyse ki sadece tahtı geçmek için öyle bir hamle yapmış Leto. Öyle diyor yani. Bu kitapta ne alakası varsa işte bizle kafa buluyor. 4000 yıl ömrün var senin, hala “Kimle evlensem?” diye düşünüyor işte.

Kardeşi Ganimet’in bir de gerçek kocası vardı. Ben onun adını hatırlayamam, bir türlü aklıma gelmemişti. Şimdi baktım, Farad’n diye geçiyor. Sonunda bir “n” var ama harikulade diye isim koyuyordu ona. Neyse ki Leto, o adı koymuş da Farad’n demekten kurtuluyoruz böylece. Bu ikiliden yeni nesil Atreides’leri türetmeye çalışıyor. 3500 yıl boyunca buna devam ediyor. En son ulaştığı nesil de başyaveri Moneo’nun kızı Siona.

Moneo da Atreides zamanında bir asker imiş aslında ve Leto onu sadıktıktan sonra en sadık adamı haline getirmiş. Leto’nun adeta eli ayağı olmuş. Tabii ki kızını da seviyor bu Moneo ama Leto’ya karşı korkuyla karışık bir saygı duyuyor. Kızı ise hiç onun gibi değil. Siona’nın en büyük düşmanı Leto diyebilirim. Leto da bunu biliyor aslında ama bir gün onu da sınayacağını söylüyor.

Zaman, tıpkı babası gibi her şeyin tersine döneceğine inanıyor ya da buna inanmak istiyor. Leto’nun neye inanıp inanmadığını bilmek çok mümkün değil. Kitap boyunca hep bir laf cambazlığı, sürekli bir “öyle-böyle” demeler… Yani madbin bir vaize dönüşmesini hatırlarsınız. İşte onu hatırlayın ve beşle altı ile çarpın. O derece. Zaten kimsenin Leto’yu dinlemeye de tahammülü yok. O yüzden belki de bu günlüklerini yazmaya başlıyor.

Ben de şimdi iyice bilenmişim galiba Leto’ya. Çünkü o kadar çok edebiyat parçalıyor ki… Kitap boyunca hep o narsistik kişiliği, “Siz ne anlarsınız?” havaları… Bazen merhametli gibi oluyor ama yok, sonra tekrar en baştan.

Ben de çok uzattım şimdi. Leto gibi, Siona’nın neden asi olduğunu anlatacaktım ama onu da anlatmama gerek yok. Şimdi bakıyorum da alıntımı okuyunca zaten anlayacaksınız. Bu, Leto’nun günlüklerini çalan asilerin lideri konumunda Siona. Ve o 12 kişilik gruptan sadece o ve onun bir arkadaşı kurtuluyor kurtlardan. Üstelik bunu Leto biliyor; yani onları gizli gizli izliyor.

Buradan hemen Siona’nın bir intikam yemini ettiğini görüyoruz. Onu paylaşsam yeterli olacak:

“Savunma hatlarını yarıp geçtim Leto.
Siona o gizemli günlükleri düşündü. O şifreli yazılarda intikamını almasını sağlayacak bir şeylerin gizli olduğunu hissediyordu.
Seni mahvedeceğim Leto!
Seni mahvedeceğiz! diye düşünmemişti. Bu Siona’nın tarzı değildi. Bu işi tek başına yapacaktı.
Dönüp nehir kıyısındaki çimenliğin ardındaki meyve ağaçlarına doğru, uzun adımlarla yürümeye başladı. Yürürken yüksek sesle, eski Fremen âdetleri uyarınca kendi ismini de söyleyerek, durmadan aynı yemini ediyordu: ‘Siona İbn Fuad el-Seyefa Atreides seni lanetliyor Leto. Bütün yaptıklarının hesabını vereceksin!”(s.21)

Yine kitabın başında yazarımız tek tek kartlarını açıyor ve bize bütün tarafları, saflarını açıklıyor. Biz de kitabın sonuna kadar kimin kazanacağını merakla okuyoruz. Benim bu yolculuğum da bir haftayı geçti diyebilirim, bir türlü bitiremedim bu kitabı. Ama hep işin sonunda ne olacak, hep bir “Siona nasıl sınanacak?”, “O sınavı geçebilecek mi?” soruları kafamda dönüp duruyordu. Çünkü o sınavı geçemezse öleceği sürekli söyleniyor.

Eğer geçerse babası gibi taraf değiştirecek mi? Leto’nun hizmetine girecek mi? O zaman biz bu kadar sayfadır ne okuduk? Leto yine babası gibi kendini feda mı edecek? Yoksa Duncan bu sefer kendini öldürtmek yerine, deyim yerindeyse, “kedi olalı bir fare tutabilecek mi?” gibi birçok sorunun cevabını o son 10 sayfaya kadar öğrenemiyorsunuz. Bunun verdiği heyecanla ben de günlerce okumaya devam ettim bu kitabı.

Bir de az önce Siona’nın adına dikkat ettiyseniz; “İbn Fuad el-Seyefa Atreides” diye uzayıp gidiyor. İnsan okurken Arap sanıyor ama meğer Yunan asıllıymış. Atreides’ler artık Fremenleşmiş belki ama dünyadan bu kadar az bahsediliyorken bu kitapta, yani dünyaya dair neredeyse sadece Leto ve muğlak şeyler biliniyor olması bana hep tuhaf gelmişti. Belki kalan iki kitaptan öğreniriz dünyaya ne olduğunu.

Ama Leto bu soy durumunu nasıl özetlemiş diyeceğim, bakıyorum şu an, o da biraz uzunmuş.

“Bu sözcükleri yazmamdan üç bin standart yıldan uzun zaman önce, II. Leto Atreides olarak doğdum. Babam Paul Muad’Dib idi. Annem onun Fremen odalığı Chani’ydi. Anneannem Faroula, Fremenler arasında tanınmış bir şifacıydı; bitkilerle şifa dağıtırdı. Babaannem Jessica, Rahibeler Birliği’nin Rahibe Analarının güçlerini taşıyan bir erkek arayışı içindeki Bene Gesseritlerin dölleme planlarının bir ürünüydü. Annemin babası Liet-Kynes, Arrakis’in ekolojik dönüşümünü düzenleyen gezegenbilimciydi. Babamın babası Leto Atreides, Atreus Hanedanı’ndan gelmeydi ve ataları Yunan idi.
Soyumdan yeterince bahsettim!
Dedem Leto bir Yunan’a yakışır şekilde, can düşmanı Baron Vladimir Harkonnen’ı öldürmeye çalışırken vefat etti. Her ikisi de artık içimde, atalarımdan kalan belleklerin arasında huzursuzca yaşıyor. Babam bile huzurlu değil. Yapmaya korktuğu şeyi ben yaptım ve şimdi onun gölgesi, bunun sonuçlarına katlanmak zorunda kalıyor.
Altın Yol bunu gerektiriyor. Altın Yol ne? diye soracaksınız. Altın Yol insanoğlunun varlığını sürdürebilmesinden başka bir şey değil. Bu yol her zaman için, insanoğlunun geleceğini ve oradaki tuzakları görebilen biz kâhinlerin sorumluluğunda olmuştur.
Varlığını sürdürebilmek.”(s.22)

Daha böyle sayfalarca devam ediyor ve ilk üç kitabın özetini yapıyor bize uzun uzun. O açıdan çok güzel aslında ama bir yerden sonra sıkıyor böyle sürekli aynı şeyleri okumak. Bir de şu IX’liler var, galiba bütün bu Altın Yol muhabbetinin altında yatan onların icatları olacak.

“Oysa Ixlilerin neler icat edebileceklerini veya üreteceklerini kim bilebilir? Kim bilebilir?
Ben bilmiyorum. En azından hepsini.
Ama Ixlilere sempati duyuyorum. Teknolojilerine, bilimlerine, makinelerine olan inançları öyle sağlam ki. Ixliler ve ben birbirimizi anlıyoruz, çünkü bizler inanan kişileriz (neye inandığımız önemli değil). Benim için bir sürü cihaz yapıyor ve böylece gözüme girdiklerini sanıyorlar. Mesela okuduğunuz bu sözcükler diktatel denen bir Ix cihazıyla yazıldı. Düşünceleri aklımdan belirli bir biçimde geçirdiğimde diktatel çalışmaya başlıyor. Yaptığım tek şey o şekilde düşünmek; diktatel bu düşünceleri benim için, yalnızca bir molekül kalınlığındaki ridulyan kristalinden kâğıtlara geçiriyor. Bazen düşüncelerimin o kadar kalıcı olmaya materyallere basılmasını emrediyorum. Siona bu kalıcı olmayan ciltlerden ikisini çaldı.
Siona’m büyüleyici, değil mi? Onun benim için önemini anlamaya başladıkça, onun gerçekten ormanda ölmesine izin verip vermeyeceğimi bile sorgulayabilirsiniz. Ama bu konuda hiç şüpheniz olmasın. Ölüm son derece kişisel bir şeydir. Ben genellikle biri söz konusuysa asla karışmam. Onun herhangi bir aşamada ölmesine göz yumabilirim. Ne de olsa kendi zaman ölçüme göre çok kısa bir sürede, onun yerine yeni bir aday bulabilirim.
Ama yine de beni bile büyülüyor. Siona ormandayken onu seyrettim. Ama sonuçta Siona… Siona’dır. İşte bu yüzden kurtları durdurmadım. Bunu yapmam hata olurdu. D-kurtları yalnızca gayemin bir uzantısı ve gayem gelmiş geçmiş en büyük yırtıcı olmak.
-II. Leto’nun Günlükleri”(s.25)

Şimdi tekrar okuyunca ben de daha iyi hatırladım. Bu kitabın başındaki ve sonundaki o ek bölümler, belli ki Leto’dan çok daha sonra keşfedilen gerçek günlüklerden alıntılar. Çalıntı olanlar değil yani. O yüzden bu ek bölümler çok daha fazla bilgi içeriyor. Demek ki çalıntı günlükler, Leto’nun öyle çok da önemli olarak görmediği düşünceler. Genelde bölümlerin başlangıcında bu çalıntıları okuyoruz.

Leto’nun burada “En büyük yırtıcı” dediği de işte o dev kum solucanı, Fremenler’in “Şeyh Hulud” dediği varlık olsa gerek. Şimdi de koskocaman bir sayfanın tamamını okumak istiyorum çünkü bu diyalog çok güzeldi. Gerçi tam olarak bir diyalog değil aslında. Leto burada Duncan’lardan biriyle konuşuyor ama daha çok onun düşüncelerini okuyoruz.

Ben en iyisi hiç tarif etmeden yazayım, sonra üzerine konuşuruz.

“Şimdi de tarihten, Siona’nın isyanının tarihinden bahsediyor. Birazdan da lafı Siona’nın bir kez daha paçayı sıyırmasına getirip bana öğüt vermeye başlayacak şüphesiz.
‘Sıradan bir isyan değil bu,’ diyor.
Böyle demesi, tekrar sözlerine odaklanmama yol açıyor! Budala. Tüm isyanlar sıradan ve son derece sıkıcıdır. Daima aynı yolu izleyip aynı şekilde gelişirler; hepsi birbirine benzer. İsyana yönelten faktör, adrenalin bağımlılığı ve kişisel güç kazanma arzusudur. Tüm asiler içten içe aristokrattır. Bu yüzden onları kolayca kendi tarafıma çekebiliyorum.
Duncanlara bunu kaç kez açıkladım… neden beni dinlemiyorlar? Bu Duncan ile de tartıştık bu konuyu. Hatta burada, yeraltı mezarlığında tartıştık; ilk tartışmalarımızdan biriydi.
‘Hükmetme sanatı, radikal unsurlara asla inisiyatif tanımamayı gerektirir,’ demişti.
Nasıl da ukalaydı. Her nesilde radikaller türer ve bunu engellemeye çalışmamak gerekir. ‘İnisiyatif tanımaktan’ kastı bu. Onları ezmek, bastırmak, kontrol altına almak, engellemek istiyor. Polis ve asker zihniyetinin birbirine ne kadar benzediğinin canlı kanıtı.
Ona demiştim ki: ‘Radikaller ancak onları bastırmaya kalkışırsan tehlikelidir. Önerilerini en iyi şekilde değerlendireceğini göstermelisin onlara.’
‘Onlar tehlikelidir. Tehlikelidir!’ diye ısrar etmişti. Sözlerini yeterince tekrarlarsa doğru olacaklarını sanıyor.
Yöntemimi yavaş yavaş, adım adım anlatmıştım ve beni dinler gibi yapmıştı.
‘Bu onların zayıf yönü Duncan. Radikaller daima her şeyi fazla basite indirgeyip düşünür… siyah ve beyaz, iyi ve kötü, onlar ve biz gibi. Karmaşık meseleleri böyle basitleştirerek kaosun yolunu açarlar. Senin söylediğin şekilde bir hükmetme sanatıysa kaosun efendisi olmaktır.
‘Hiç kimse her sürprizle başa çıkamaz.’
‘Sürpriz mi? Sürprizlerden bahseden kim? Kaos sürpriz değildir. Kaosun öngörülelbilir nitelikleri vardır. Örneğin düzeni ortadan kaldırır ve aşırı unsurların gücünü artırır.’”(s.38)

Daha bu konuşma devam ediyor birkaç sayfa daha. Leto’nun genelde herkesle konuşması bu şekilde işte. Bir cümle söylüyor ama iki saat böyle açıklama yapıyor her şeye. Sanırım şimdi beni daha iyi anlamışsınızdır. Bu konuştuğu da kitapta karşımıza çıkan ilk Duncan, birazdan Leto’yu lazer silahıyla öldürmeye çalışacak ve yaralamayı da başaracak hatta ama sonunda kendisi ölecek tabii ki. Leto zaten onun bu asi konuşmalarından şüpheleniyor ve daha önceki onlarcasında olduğu gibi onun da yolun sonuna geldiğini anlıyor. Kendisi için sıkıcı gerçekten böyle bakınca. Özellikle de her seferinde aynı şeyler oluyorsa insan sıkılır tabii.

Şimdi de Moneo’yla olan bir diyalog var ve tabii ki uzunca biraz. Yine başlıyor ben şöyle yırtıcıyım, böyle yırtıcıyım diye, bulmuş Moneo gibi sessiz, sakin adamı, korkutuyor:

“‘Sürüsünü geliştiren bir yırtıcıyım.’
‘Ama nasıl olur Lordum? Bizden nefret etmiyorsunuz.’
‘Beni hayal kırıklığına uğratıyorsun Moneo. Yırtıcı, avından nefret etmez.’
‘Yırtıcılar öldürür Lordum.’
‘Ben de öldürüyorum, ama nefret etmeden. Av açlığı dindirir. Av iyidir.’
Moneo başını kaldırıp, Leto’nun gri katmanlar arasındaki yüzünü dikkatle inceledi.
Yoksa Solucan mı geliyor? Belirtileri fark edemedim mi? diye düşündü.
Belirtileri korkuyla aradı. Ama Leto’nun dev gövdesi titremiyor, gözleri parlamıyor, işe yaramaz yüzgeçleri sallanmıyordu.
Moneo, ‘Açlık duyduğunuz şey nedir Lordum?’ diye sormaya cesaret etti.
‘Gerçekten uzun vadeli kararlar alabilecek bir insan soyu. Bu yeteneğin püf noktası nedir, biliyor musun Moneo?’
‘Defalarca söylemiştiniz Lordum. Fikrini değiştirebilme yeteneği.’
‘Değiştirebilme, evet. Peki, uzun vadeden kastımı biliyor musun?’
‘Sizin için binlerce yıl olsa gerek Lordum.’
‘Moneo, sonsuzluğun karşısında benim binlerce yıllık hayatım bile küçücük bir nokta gibi.’
‘Yine de bakış açınız benimkinden farklı olsa gerek Lordum.’
‘Sonsuzluğun açısından bakıldığında, uzun vadeli diye tanımlanan her şey aslında kısa vadelidir.’
‘Yani hiç kural yok mu Lordum?’ Moneo’nun sesi biraz histerik çıkmıştı.
Leto gerilmiş adamı sakinleştirmek için gülümsedi. ‘Belki bir kural vardır. Kısa vadeli kararlar uzun vadede genellikle başarısız olur.’”(s.85)

Bu cümleyi diğer kitaptan da hatırlayanlar olmuştur, orada da bu kısa vadeli kararlar üzerine uzun uzun konuşmuş olmam lazım. Bir de Leto’nun bu üçbin yıl içinde başardığı bir diğer önemli şey de Sözel Tarih diye bir şey uydurması ve insanların ona inanmasını sağlamak olmuş. Bene Gesseritlerin sadece döllenme planlarını almamış yani Leto, onları o karmaşık inanç sistemini de kendine göre şekillendirmeyi başarmış. Bu arada başta çiftleşme programı demiştim galiba ama okurken doğru kelimeleri hatırladıkça düzeltiyorum elimden geldiğince. Bu Sözel Tarih gibi bir şey daha vardı ama neydi şimdi bak onu hatırlamıyorum. Sayısal tarih değildi onu biliyorum da, Yazılı Tarih miydi, neyse o da belki ilerideki alıntılarımda vardır. Şimdi gelelim öğrendiğim hidrolik despotizm kavramına:

“Hidrolik despotizm kavramı, sulama kanallarından akan su sayesinde insan nüfusunun artması ve o suya muhtaç hale gelmeleriyle ortaya çıkmıştır. Su kesildiğinde çok sayıda insan ölüyordu.
Bu fenomen, insanlık tarihinde sık sık tekrarlanmıştır, sadece su ve tarım ürünleri değil, borularla ve diğer dağıtım şebekeleriyle kontrol edilen petrol ve kömür gibi hidrokarbon yakıtlar da hidrolik despotizm amacıyla kullanılmıştır. Bir zamanlar elektrik gibi bir enerji kaynağı bile, dağıtımının yalnızca tüm bölgeye yayılan karmaşık bir tel ağıyla yapıldığı dönemde, hidrolik despotizm aracına dönüşmüştü.”(s.96)

Şimdi neden bundan bahsediliyor bu kitapta diye kafanız karışabilir. Zaten bir yere de bağlanmıyor ama Leto’nun Arrakis’te melanj üretimini tamamen kontrol ettiğini ve herkese kendi isteğine göre paylaştırdığını görüyoruz okurken. Sadece küçük bir çöl var hemen onun kalesinin sınırında. Bazen oraya gidiyor zaten kafa dinlemek için. Muhtemelen oradan topluyor baharatı ama bak bundan da hiç bahsedilmiyor kitapta sanki. Bunu da şimdi fark ettim. Zaten Leto hiç baharat tüketmiyor. Kendisi zaten üretebildiği için öyle bir ihtiyacı yok ama baharat depolayan herkesin zulasını patlatıyor ve bunu kesinlikle yasaklıyor.

Unutmadan Leto’nun ordusunun tamamen kadınlardan oluştuğunu söylemiştim ama onların adının Balıklarla Konuşanlar olduğundan bahsetmemiştim galiba. Bu ismin anlamını açıklarlar diye bekledim hep ama üstü kapalı bir şekilde bir espirisi olduğunu söylüyor Leto sadece. Ama neden sadece kadınlardan bir ordu kurduğunu açıklıyor:

“Askeri kuvvet olarak kadınları seçmem Duncanlara hep tuhaf gelmiştir, oysa Balıklarla Konuşanlarım her anlamda geçici bir ordudur. Kadınlar vahşi ve saldırgan olabilseler de, savaşa yaklaşımları erkeklerinkinden çok farklıdır. Yaratılışın beşiği olmaları sebebiyle, son kertede öldürmekten çok yaşamı korumaya meyillidirler. Altın Yol’un en iyi muhafızları olduklarını kanıtladılar. Eğitimlerinde bu amaca ağırlık veriyorum. Onları gündelik rutinlerinden bir süreliğine kurtarıyorum. Ayrıca hayatlarının geri kalanı boyunca keyifle anımsayacakları nice ortak anılar ediniyorlar. Kız kardeşlerinin arasında yetişerek, daha önemli olaylara hazırlanıyorlar. Böyle bir dostluk ortamını paylaşmak, insanı her zaman için daha büyük şeylere hazırlar. Kız kardeşleriyle birlikte yaşadıkları günler, nostalji perdesinin ardından bakıldığında olduğundan farklı görünür. Şimdiki zaman, geçmişi işte böyle değiştirir. Birbirleriyle çağdaş olan kişiler aslında farklı farklı zamanlarda yaşar. Geçmiş durmaksızın değişir, ama bunu çok az kişi fark eder.
-Çalıntı Günlükler”(s.108)

Burası gerçekten bayağı kafa açan bir yer. Şimdiki zamanın geçmişi değiştirmesi ve çağdaş kişilerin farklı farklı zamanlarda yaşaması… Bunu ben de bazen düşünüyorum. Buradaki zaman bile, atıyorum, İstanbul’un içindeki semtlerde değişiyor. Resmen farklı tarihlere gidebiliyorsunuz. Anadolu’nun bir köyüne gitseniz, “Şimdi 2024 mü yaşanıyor orada?” diye düşünebilirsiniz. Bunu kesinlikle küçümsemek ya da kötülemek için söylemiyorum. Ama zaman aynı değil; bir metropol hayatıyla bir kasaba hayatı arasında, ikisinin de 21. yüzyılda yaşandığına şaşırırsınız.

Benzer şekilde, mesela Tokyo’nun robotlarla dolu, teknolojinin son noktasına kadar gelindiği bir yerle, Afrika’da temiz suya ulaşamayan insanların bulunduğu bir yer şimdi aynı çağda mı yaşıyor? Bu biraz bizim de düşünmemiz gereken bir şey.

Geçmişin sürekli değişmesine gelirsek, bunun bir gerçekliği de var. Biz anılarımızı her hatırladığımızda aslında yeniden yazıyormuşuz. Yani anılar sabit değil, hard diske kaydedilmiş gibi durmuyor. O yüzden geçmişi daha güzel hatırlıyoruz; genelde olumlu şeyler aklımızda kalıyor. İşte “90’lar ne kadar güzeldi” diyoruz. Halbuki o zamanlarda da yaşanmış birçok sıkıntı vardı, ama onları unuttuk, daha çok güzelleri kaldı aklımızda.

Eski şarkılar mesela… Sanki hep güzel şarkılar yapılıyormuş gibi geliyor, “90’lar pop” diyoruz. Halbuki aralarında ne kadar rezil şarkılar vardı, onlar unutuldu gitti. Sadece güzelleri hatırlıyoruz. O açıdan bakınca, geçmiş durmaksızın değişiyor.

Gerçekten ilginç bir konu. Şimdi, Leto’nun burada yaptığı çok güzel bir tespit var, ona değinmek istiyorum.

“Idaho, Leto’ya sırtını döndü.
Leto Ne hayret verici bir insan hareketi, diye düşündü. Zayıflığını kabullenişin ve reddedişin bileşimi.
Leto, Idaho’nun sırtına bakarak konuştu:
‘İnsanları tamamen bilgilendirmeden ve onaylarını almadan kullanmamı kabullenemiyorsun haklı olarak.’
Idaho, Leto’ya doğru hafifçe döndü. Sonra başını kaldırıp, onun deri katmanlarıyla çevrelenmiş yüzüne baktı; başını biraz öne uzatarak onun masmavi gözlerinin içine baktı.
Leto Beni inceliyor, ama sadece yüzümden bir şeyler okuyabilir, diye düşündü.
Atreidesler hizmetkârlarına insanların yüz ve vücut dillerindeki küçük belirtileri yorumlamayı öğretirdi; Idaho bu konuda iyiydi, ama şimdi gerçeği anladığı belliydi: Leto ondan da iyiydi.
Idaho genzini temizledi. ‘Benden yapmamı isteyeceğiniz en kötü şey ne olabilir?’
Leto Tam bir duncan gibi konuştun! diye düşündü. Bu da klasik bir soruydu. Idaho, Atreideslere sadakat yeminine bağlı kalarak Leto’ya hizmet edeceğini, ama kendi ahlak anlayışının dışına çıkmayacağını söylüyordu.
‘Beni ne pahasına olursa olsun koruyacak ve sırrımı saklayacaksın.’
‘Ne sırrı?’
‘Ben de yaralanıp öldürülebilirim.’
‘Tanrı değil misiniz yani?’
‘Mutlak anlamda hayır.’
‘Balıklarla Konuşanlarınız asilerden bahsetti.’
‘Evet, varlar.’
‘Neden?’
‘Henüz gençler ve onları benim yolumun daha iyi olduğuna ikna etmedim. Gençleri bir şeylere ikna etmek çok zordur. Doğuştan bilgi küpüdürler ne de olsa.’”(s.117)

Bu Duncan birazdan ölecek zaten. Yine kendini öldürecek, yani Leto’ya saldıracak bir lazer silahıyla. Tleilaxlılar’ın hediyelerini de böyle arada gizli amaçlarını gerçekleştirmek için, Leto’yu öldürmek adına kullanabiliyorlar. Buna zaten alışkın olan Leto, durumu çok iyi biliyor.

Bir de şöyle bir alıntı var… Neyle ilgiliymiş diye merak ediyoruz, ama aslında Leto insanları uyarıyor her zamanki gibi.

“Efsaneleri ve iç rahatlatıcı yalanları bulup kabullenmekse çok daha kolaydır. Bir hakikate ulaştığında, geçici bir hakikat bile olsa, hayatında acı verici değişiklikler yapmanı talep edebilir. Hakikatlerini sözcüklerin arasına gizlemelisin. O zaman, doğal muğlaklık seni koruyacaktır. Sözcükleri hazmetmek, sözsüz kehanetlerin sivri hançerlerinin darbelerini hazmetmekten daha kolaydır. Sözcükleri kullanarak, korunun içinde herkesle birlikte şunu haykırabilirsin:
‘Neden kimse beni uyarmadı?’
‘Oysa ben sizi uyardım. Bunu sözcüklerle değil, örneklerle yaptım.’”(s.159)

Bir de Siaynoq diye bir kelime var, Leto’nun sadece Balıklarla Konuşanlara söylediği ve adeta onlara ait özel bir sözcük. Anlamını da bir tek onlar biliyor, Leto Duncanlara bile söylememiş bunun ne demek olduğunu ama sonunda Moneo’ya kimseye söylemeyeceğine dair yemin ettirdikten sonra başlıyor açıklamaya:

“‘Pekâlâ. Siaynoq içtenlikle konuşan kişiyi onurlandırmak anlamına gelir. İçtenlikle söylenmiş şeylerin anımsanışını ifade eder.’
‘Ama Lordum, içtenlik aslında konuşan kişinin kendi sözlerine… inandığı anlamına gelmez mi?’
‘Evet, ama Siaynoq ayrıca ışığın gerçekliğini sergilediği fikrini de içerir. Kişi gördüğü şeyleri aydınlatmayı sürdürür.’
‘Gerçeklik… fazlasıyla belirsizlik barındıran bir sözcük Lordum.’
‘Doğru! Ama Siaynoq aynı zamanda heyecana kapılmak anlamını taşır ve yeni ölmüşleri sorguya çeken Kayıt Meleği Sihaya’nın adından gelir.’
‘Tek bir sözcüge çok fazla anlam yüklenmiş Lordum.’
‘Sözcüklere istediğimiz kadar anlam yükleyebiliriz. Bunun için tek gereken, konsensüs ve bunun oluşturulmasında temel alınacak bir gelenektir.’
‘Bunları Balıklarla Konuşanlara söylememi neden istemiyorsunuz Lordum?’
‘Çünkü bu sözcük onlara ayrıldı. Onu bir erkekle paylaşmam hoşlarına gitmez.’”(s.179)

Yine oyun içinde oyun içinde oyunlar işte. Bu kitabın yarısından çoğu böyle kelime oyunlarından oluşuyor. Tabii her seferinde böyle konuşmuyor Leto, şimdi onun da hakkını yemeyelim. Arada eski kitaplardaki gibi tek bir cümleyle nokta atışı yaptığı da oluyor. Mesela şu cümle bence günümüzü de aydınlatacak kadar doğru:

“Makineler kullanıcılarını, birbirlerine de makineymiş gibi davranmaya sevk eder.”(s.219)

Bir de yazarımız şöyle bir ters köşe yapıyor. Kitaba başladığımız dönem tam da on yılda bir yapılan festival dönemine denk geliyor. Leto’nun Balıklarla Konuşanlarını onurlandırdığı ve tabiri caizse insan içine çıktığı tek etkinlik gibi bir şey bu festivaller. Oraya gitmek için de ordularını önüne alıp uzun uzun yürüyor ve o sırada da genelde asilerin saldırılarına uğruyor. Danışıklı dövüş gibi yani, herkes her şeyin farkında ama yine de bu ritüelleri gerçekleştiriyorlar her on senede bir. Okurken biz de bazen anlıyor gibi oluyoruz bunun nedenini ama genellikle tuhaf geliyor. Herhalde bu yürüyüşte başına gelecek olanlar sonunda ölecek o yüzden bu kadar uzun anlatılıyor diye düşünmüştüm ben mesela ama sonra şöyle bir cümle geçti satır aralarında:

“Yürüyen bir topluluğun kontrol edilmesi daha kolaydır.”(s.230)

Bütün bu yürüyüşlerin altında yatan neden bu mu yoksa? Peki ya günümüzde insanların yaptığı yürüyüşler? Valla bilmiyorum, kafam karıştı benim. Bir de şunu söylemek lazım, Leto’nun kurduğu bu sistemde bütün gezegenleri kadınlardan oluşan ordusu Balıklarla Konuşanlar koruyor. Herhangi bir mahkeme yok, biri bir suç işlediğinde Leto ya affediyor ya da onu öldürtüyor. Tabii bu durumda ortada bir hapishane de yok. Buna ihtiyaç da yok çünkü aslında bütün gezegenler küçük birer hapishaneye dönmüş durumda. Çünkü baharatı da kendi tekelinde bulundurduğu ve sadece Bene Gesseritlere, Ixlilere,Tleilaxlılara, Loncadakilere ve kalan diğerlerine sadece isyan etmeyecekleri kadar verdiği için gezegenler arası yolculukları sağlayan seyrüseferciler iptal olmuş gibi bir şey. Hazır Tleilaxlılar demişken onlar da sadece Duncan üretip onu Leto’ya karşı kullanmıyorlar. Arada başka şeyler de deniyorlar. Mesela tamamen düşmanı olabilecek nitelikte birini de üretmişler zamanında, Malky adında ve o da yanlış hatırlamıyorsam Leto’nun Moneo’dan önceki başyaveriymiş ve tabii ki aralarında ciddi anlaşmazlıklar yaşanmış ama sonuç olarak o da Leto’yu alt etmeyi başaramamış. Bu sefer Malky’nin tam zıttını üretmişler. Çok anlayışlı, şefkatli, iyi yürekli bir kadın: Hwi Noree. O kadar iyi bir insan ki bu Hwi, Leto’yla empati yapıp onu anlayabiliyor. Binlerce yıldır evlenmeyen Leto’nun aklını öyle bir çeliyor ki Leto onunla evlenmeye karar veriyor. Tabii olaylar buradan sonra iyice karışıyor. Biraz Türk dizilerine dönüyor ortam. Leto’nun bu zamana kadar adeta damızlık olarak kullandığı Duncanlarından bu sonuncusunu Siona’yla evlendirmek istiyor. Tabii ki onların ne düşündüğünün bir önemi yok Leto için. Duncan zaten bütün kadınları etkileyebilecek kadar yakışıklı, Atreideslere de sadık. Siona da son Atreides. Her şey gayet mantıklı Leto açısından bakınca. Ama işte aşkta mantığın pek bir yeri olmadığı için Siona biraz da Leto’ya olan nefreti yüzünden Duncan’a hiç yüz vermiyor. Ama okurken biz de Leto gibi bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyoruz. En azından bana öyle gelmişti ama kim nereden bilebilirdi ki Duncan da Hwi Noree’ye aşık olacak? Bir de Leto’nun Balıklarla Konuşanlarının gizli lideri gibi bir şey olan, Duncan’ın kadın versiyonu gibi benim gözümde canlanan Nayla diye bir kadın var ki o da Siona’ya aşık gibi bir şey. Tabii ki Leto’ya sonsuz bir bağlılığı var ama Duncan’dan da çok etkileniyor. Öyle ortaya karışık gibi bir şey ama o da ciddi şekilde bozuyor dengeleri. Aşk üçgeni mi artık dörtgeni mi nedir ben pek anlamam bu işlerden, orasını da size bırakıyorum. Biz geçelim Hwi’yle Leto’nun konuşmalarına:

“‘İnsanları gezegenlerinde tutmak, haylazlık yapmalarını engelliyor.’
‘Aslında daha önemli bir işe yarıyor. Onlarda yolculuk yapma arzusu uyandırıyor. Uzaklara gidip tuhaf şeyler görme ihtiyacı uyandırıyor. Yolculuk kavramı giderek özgürlükle eşanlamlı hale geliyor.’
‘Ama baharat azalıyor,’ dedi Hwi.
‘Özgürlüğün değeri de her gün artıyor.’
‘Bu yalnızca umutsuzluğa ve şiddete yol açar,’ dedi Hwi.
‘Atalarımdan olan bilge biri… aslında o adam bendim, biliyor musun? Geçmişimde hiçbir yabancının olmadığını anlıyor musun?’
Hwi başını huşuyla sallayarak onayladı.
‘O bilge adam, servetin bir özgürlük aracı olduğunu gözlemlemişti. Ama servet peşinde koşmak köleleşmeye giden yoldur.’
‘Lonca ile Rahibeler Birliği kendi kendilerini köleleştiriyor!’
‘Ixliler, Tleilaxlılar ve diğer herkes de. Ah, arada sırada gizli melanj depoları keşfettilkleri oluyor, bu da hırslarının azalmasını engelliyor. Çok ilginç bir oyun, değil mi?’
‘Ama şiddet olayları patlar verince…’
‘Kıtlıklar ve zor zamanlar olacak.’
‘Burada, Arrakis’te de mi?’
‘Burada, orada, her yerde. İnsanlar geçmişten, tiranlık günlerimden eski güzel günler diye söz etmeye başlayacak. Onların geleceğinin aynası olacağım.”(s.292)

Şimdi bunları okuyunca da insanın Leto’ya hak veresi geliyor. Ve yolculuğun özgürlükle eşanlamlı hale gelmesi ne kadar değişik bir bakış açısı değil mi? Hiç böyle düşünmemiştim daha önce. Ama okur okumaz da aynen öyle diye geçtim içimden. Ben mi çok safım yoksa Leto mu çok uyanık ya da bütün bunların sebebi yazarımız mı? Ve tabii ki servetin bir özgürlük aracı olması ama onun peşinde koşmanın köleleşmeye giden yol olduğu gerçeği. Bunu yine okuyabilirsiniz başka kitaplarda. Ya da belki hiç kitap falan okumayıp Fight Club gibi yine kitaplardan uyarlanmış filmlerle anlarsınız bu gerçeği. Eğer bu kadar imkanı kullanmayı reddederseniz de muhtemelen yaşayarak öğrenirsiniz bunu.

Yine gelelim benim çok altına imzamı atmak isteyeceğim bir bilgiye daha. Ben Moneo için sürekli başyaver deyip durdum ya hani, aslında danışmanlık yapıyor yani. Peki bunları neye göre seçiyor Leto? Hangi özelliklerine dikkat ediyor onun cevabı da şu cümlelerde gizli:

“Onlar da asi miydi?’
‘Çoğu öyleydi.’
‘Nasıl seçiliyorlar?’
‘Kendilerini seçtiler diyebilirim.’
‘Sağ kalmakla mı?’
‘O da var. Ama sadece o değil. İyi bir danışman ile kötü bir danışman arasındaki fark beş saniye kadardır. İyi danışmanlar çabuk karar verir.’
‘Makul kararlar mı?’
‘Genellikle işe yarayan kararlar. Kötü bir danışman ise tereddüt eder, işi uzatır, komitelerin toplanmasını ve araştırmalar yapılıp raporlar yazılmasını ister. Bu davranışları ciddi sorunlara yol açar.’
‘Ama doğru karar verebilmek için bazen daha fazla bilgiye ihtiyaç…’
‘Kötü bir danışman kararlardan çok raporlarla ilgilenir. Hatalarına bahane olarak gösterebileceği raporlar olsun ister.’
‘Ya iyi danışmanlar?’
‘Ah, onlar sözlü emir vermeyi yeğler. Emirleri sorunlara yol açtığındaysa yalana başvurmadan bunu açıkça söyler ve etraflarında sözlü emirlerini akıllıca yerine getirebilecek insanlar bulundururlar. Genellikle en önemli bilgi, bir terslik olduğu bilgisidir. Kötü danışmanlar hatalarını gizler, ta ki artık çok geç olana dek.’
Leto, Hwi’nin onun hizmetindeki insanları, özellikle de Moneo’yu düşünmesini izledi.
‘Karar verebilen insanlar,’ dedi Hwi.
‘Bir tiran için bulunması en zor şeylerden biri, gerçekten karar verebilen insanlardır,’ dedi Leto.”(s.295)

Okullarda ders olarak anlatılabilecek, öğretilmesi gereken şeyler bence bunlar. Bilmiyorum belki işletme, kamu yönetimi gibi bölümlerde bahsediyorlardır bunlardan. En azından yüksek lisans programlarında falan. Gerçi tiranlara nasıl danışman olabiliriz gibi bir şeyi öğrenelim demiyorum kesinlikle. Yanlış da anlaşılmayalım durduk yerde. Ama bunlar sadece o tür danışmanlıklar için geçerli nitelikler değil bence. İnsanın kendine danışırken bile aldığı kararların hızı çok önemli. Bazı şeylere zaten beş saniyede karar verdin verdin! Yoksa geçmiş olsun. Daha önce bahsetmiştim Mel Robbins bunun üzerine kariyer kurmuş bir kişisel gelişimci diye. 50 küsur dile çevrilmiş kitabı var sırf bu beş saniyede harekete geçmenin önemini anlattığım. Hiçbir yerde bulamadım Türkçesini, görsem onu da okuyacağım ama işte bulamadım. Neyse Leto’nun Hwi’yle konuşmalarına dönelim biz beş saniye içinde.

Bu kitabın çok büyük bir bölümü böyle Leto’nun diğer karakterlerle konuşmalarını içeriyor ve bu benim için güzel bir şeydi çünkü ben zaten böyle şeyler okumayı severim. İnsanın kendi kendine konuşmasını bile severim, bilinç akışı tekniğini o yüzden belki bu kadar çok tercih ediyorum. Hwi de böyle konuştukça daha iyi anlıyor Leto’yu ve onu anlamayan Siona’yı da ikna etmesi için “Ona açıklasan” diyor ve Leto yine muhteşem bir cevap veriyor:

“Haklı olduklarına inanan insanları asla konuşarak ikna etmeye çalışma!”(s.317)

Çünkü ikna edemezsin diye devam etmesini isterdim bu cümlenin ama burada bitiriyor Leto. Cidden konuşarak ikna etmek diye bir şey, özellikle de kendisini haklı sanan insanlara karşı hiç olmayan bir şey. Ben hiç bir tartışma programı görmedim ki bir taraf “Ya evet, doğru söylüyorsun” desin. Tabii o zaman benden başka kim seyreder o programı? Olmayacak bir şey istediğimin farkındayım yani.

Unutmadan, Leto’nun Hwi’yle evlenme kararını duyan Moneo elbette buna ilk başta karşı çıkıyor. Hatta hiç benim beklemediğim kadar da sert çıkışıyor ama Leto ona bu evlilik kararını neden aldığını şöyle açıklıyor:

“Moneo, ‘O kadın size bir çeşit büyü yapmış,’ diye suçladı.
‘Elbette. Bunun için ona öyle minnettarım ki. Düşünmenin gereklililği reddedersek, ki reddedenler var, derin düşünme yetimizi yitiririz Moneo… duyumları anlamlandıramaz oluruz. Bedeni reddedersek, bizi taşıyan aracın tekerleklerini sökmüş oluruz. Ama eğer duyguları reddedersek, iç dünyamızla olan tüm bağımızı yitiririz. Benim en çok özlediğim şey duygulardı.’
‘Lordum, şunu ısrarla söylüyorum…’
‘Beni kızdırıyorsun Moneo. Bak, bu da bir duygu.’
Leto, Moneo’nun hiddetinin geçtiğini, buzlu suya sokulan kor halindeki demir çubuk misali içinin soğuduğunu gördü. Ama Moneo’nun içinde hâlâ biraz buhar tütüyordu.
‘Kendimi düşünmüyorum Lordum. Sizi düşünüyorum… bunu biliyorsunuz.’
Leto yumuşak bir sesle konuştu: ‘Bu da senin duygun Moneo; duygularına saygı duyuyorum.’”(s.322)

Bu kadar konuştuktan sonra sonunda geldik kitabın en büyük merak unsurlarından birine, Siona sınanıyor. Leto’nun çölünde günlerce hayatta kalma mücadelesi vermesi gerikiyor Siona’nın. Tıpkı bir Fremen gibi. Elbette ona hiçbir şekilde yardımcı olmuyor Leto, sadece onunla birlikte çölün ortasına kadar geliyor ve onunla orada duruyor. Onun için hava hoş demek isterdim tam burada ama Arrakis o kadar değişmiş ki o çölün ortasındayken bile bir süre yağmur yağıyor ve Leto’nun sudan ne kadar çok zarar gördüğünü orada bir kez daha görüyoruz. Bu bizim bilmediğimiz bir şey değil zaten ama Siona bunu görünce hemen aklına kazıyor. İçi hâlâ nefret dolu Leto’ya karşı. Bu yolculuk boyunca yumuşar gibi oluyor ama yok, hayır. Leto onun her sorduğu soruyu yanıtlıyor ama ona asla yol göstermiyor. Siona ona “Bu yön nasıl… diğerlerinden farksız mı?” diye sorduğunda mesela “Hep bu yönde ilerleyeceksen evet.” diye cevap veriyor. Ben de bu sayfanın fotoğrafını bu yüzden mi çektim acaba diye düşünürken altlarda şu cümleler gözüme çarpıyor:

“Siona tekrar yola koyuldu… bu kez daha yavaş yürüyor ve arada sırada yıldızlara bakarak yönünü saptıyordu. Yolu Leto’ya doğrulatmıştı, ama şimdi kendine rehberlik ediyordu. Onun bitkinliğini ve akıl karışıklığını hisseden Leto, Siona’nın içinde nelerin yüzeye çıkmakta olduğunu biliyordu. Çölde insan yol arkadaşlarına karşı derin bir güven duymaya başlardı; şimdi Siona’ya da aynı şey oluyordu.
Leto Biliyoruz, diye düşündü. Çölde yol arkadaşlarından ayrılırsan, kumullarla kayalıklar arasında kaybolup gidersin. Çölde tek başına yolculuk etmek ölüm demektir. Burada yalnızca solucanlar tek başına yaşayabilir.”(s.396)

Siona bu yolculuğun ilk iki günü ağız maskesini takmayı unutuyor. Hem de babası Moneo onu defalarca uyarmış olmasına rağmen. Leto hiçbir şekilde bunu hatırlatmıyor ona ama içi içini yiyor bir yandan da. Bilerek mi takmıyor, nasıl bunu unutur diye sorup duruyor kendi kendine. İnanamıyor yani onun bu hatayı yapabilmesine. Dolayısıyla ölmeyi haketti diye de düşünüyor bazen. O kadar zamandan sonra iyice susayınca yaptığı hatayı anlıyor Siona ama çok geç kaldığını da anlıyor. Üç gecelik daha yolunun kaldığını öğrenince ölebileceğini de anlıyor. Tabii Leto bu esnada bizi engin bilgilerinden mahrum bırakmıyor:

“Leto onun hareketlerindeki mesajı tanımıştı… Siona hayatı tehlikeye girmiş Fremenler gibi davranıyordu. Atalarının ortak bir deneyiminin… patiyehin, yani ölüm sınırındaki susuzluğun tamamen bilincindeydi.
Toplayıcı-kesesinde birikmiş birkaç damla suyu da bitmişti. Leto onun kesedeki havayı emdiğini duydu. Siona maskesini takıp boğuk bir sesle konuştu:
‘Kurtulamayacağım, değil mi?’
Siona’nın gözlerine bakan Leto orada ölüme yakın insanların gözlerinde beliren düşünsel netliği, başka zamanlarda nadiren ulaşılan keskin farkındalığı gördü. Bu farkındalık yalnızca insanın sağ kalması için gerekli şeyleri güçlendirerek öne çıkarırdı. Evet, Siona tedah riagrimiyi, yani zihin açan ıstırabı yaşıyordu. Çok yakında hayati bir karar vermek zorunda kalacaktı, oysa çoktan karar verdiğini sanıyordu. Leto artık Siona’ya çok kibar davranması gerektiğini belirtilerden anlıyordu. Onun her sorusunu açıksözlülükle yanıtlamalıydı, çünkü her soruda bir yargı gizlenirdi.
Siona ısrarla, ‘Değil mi?’ diye sordu.
Hâlâ biraz umudu vardı.
‘Belli olmaz,’ dedi Leto.
Siona bunu duyunca umutsuzluğa kapıldı.
Leto’nun niyeti bu değildi aslında, ama bunun sık yaşandığını biliyordu… insan doğru ama muğlak bir yanıt alınca, bunu en büyük korkularının doğrulanması şeklinde yorumlardı. Siona iç geçirdi.
Ağız maskesi yüzünden boğuk çıkan sesiyle tekrar Leto’nun ağzını aradı: ‘Döllenme programında bana özel bir yer verecektin… niyetin buydu.’
Bu soru değildi.
Leto ‘Herkesin niyetleri vardır,’ diye karşılık verdi.
‘Ama benim açıkça kabul etmemi istiyordun.’
‘Bu doğru.’
‘Sana dair her şeyden nefret ettiğimi bildiğin halde, kabul etmemi nasıl bekleyebiliyordun? Dürüst cevap ver!’
‘Rızanın üç temeli vardır: Arzu, bilgi ve şüphe. Doğruluk veya dürüstlüğün bu işle pek ilgisi yoktur.’
‘Lütfen benimle tartışma. Ölüyorum, biliyorsun.’
‘Seninle tartışmayacak kadar çok saygı duyuyorum sana.’
Leto ön bölütlerini biraz kaldırarak rüzgârı yokladı. Rüzgârın getirdiği hava şimdiden ısınmaya başlamıştı, ama hâlâ Leto’yu rahatsız edecek kadar nemliydi. Leto hava koşullarını kontrol etmeye çalıştıkça kontrol edilmesi gereken birçok şeyin çıktığını anımsadı. Mutlakların peşine düştükçe aşırılıklara yaklaşıyordu.”(s.415,416)

Benim de bundan sonra sadece iki alıntım kalmış. Ki biri son cümle zaten dolayısıyla biz de bu uzun yolculuğun sonuna geliyoruz artık. Ama bunları tekrar okuyunca kötü hissettim Leto için. Aslında Siona için kötü hissetmem gerekir ama kitabı bitirdiğim için olayların hiç burada gözüktüğü gibi sonlanmayacağını çok iyi biliyorum.

“Idaho heyetteki diğerlerine bakınca, onların da cüppelerinin fazla dar olduğunu gördü. Hayatlarının bir yansımasıydı bu. Dar giysiler insana hareket serbestliği vermez, kısıtlardı. Bu insanlar da serbest değildi… kısıtlanmışlardı!”(s.447)

Bu tespiti de bence güzeldi. Bizim de günümüzde hep dar dar giymeye özenmemiz aslında bizi kısıtlıyor. Yani en güzeli her zaman bol giymektir diyeyim ve devam edeyim. Devam edeyim derken son cümleler kaldığı için devam etmeyeceğim.

Biraz o kitabın sonundan bahsetmem gerekirse ki gerekmiyor bence aslında ama yine de bahsedeyim. Leto sonunda Mone’u da ya ikna ediyor gibi bir şey, düğün hazırlıklarına başla diyor. Hwi ile evlenecekler artık. Duncan ise bunu bir türlü kabullenemiyor. Yani aklında hep o Hwi olduğu için bunu iptal etmenin peşinde. Biraz o kendi hırslarına kapılıyor ve Siona da bunun farkında. Onun o kıskançlığını kullanarak Leto’yu öldürme planları yapıyor. Çünkü Leto, düğünü Siona ile Ida’nın yerleştikleri köyde yapmak istiyor. Onların o yerleştikleri bölgede yapmak istiyor. Yine oraya gitmek için böyle günlerce yürüyüşe çıkıyorlar ve tam ona ulaşacakları zaman bir köprüyü geçmeleri gerekiyor. Nehirler, denizler var artık biliyorsunuz. Hatta bu nehre Leto, Duncan’ın adını vermiş.

Duncan, Siona ve yanlarına şeyi de almışlar. O balıklarla konuşanların en güçlüsü, Duncan’a benzeyen dediğim Nayla, komutanı Nayla ya da. Leto ısrarla hep şoyle bir emir veriyor kitabın başından beri: “Siona ne diyorsa yap.” Yani hiç beni öldürmeni söylese bile yap. O derece Siona’ya itaat etmeni istiyorum senin,” diyor. Ya bu kadar tehlikeli bir emri neden veriyor, kendi hayatını da tehlikeye atarcasına? Biliyor mu acaba sonunu ki zannetmiyorum. Yani orada işte o büyüklüğünün gücüne kapılıyor Leto. Muhtemelen “Bana bir şey yapamazlar,” gibi düşünüyor ve Siona, Nayla ve Duncan’ı da kullanarak…

Sadece Nayla’da olan bir lazer silahı var. O silahla birlikte, o köprünün tam köprüyü geçeceklerken, Leto bir aracın üzerinde… Leto’nun artık ayakları falan yok. Böyle yarı solucan olduğu için arabanın içinde ilerliyor. Yani tekerlekleri, şeyleri var o arabanın. Süpansiyonları var, uçabiliyor gerektiğinde. Önce arabanın tekerleklerini Nayla patlatıyor, sonra ipleri kesiyor. Ve bu arabadan tabii ki Hwi ile birlikte oturdukları için ilk önce Hwi düşüyor ve ölüyor. Duncan da orada “Onu niye öldürdün?” falan diye isyan ediyor. Çok büyük hayal kırıklığına uğruyor. Orada oyuna getirildiğini anlıyor Siona tarafından. Ama tabii ki Siona’nın tek amacı intikam. İntikam denebilir mi buna aslında bilmiyorum. Tek amacı Leto’nun ölmesi. Leto’dan kurtulmak, o 3500 yıllık hükümdarlığa son vermek.

Leto suya düştüğünde hemen… O çok fazla sürmüyor. O kum solucanı bedeni, onu bir anda hapsediyor. O suların içinde yaşayamıyorlar, ölüyorlar. Çünkü Leto böyle bir et parçası gibi kalıyor yani ortada. Bu da işte… Yani ne kadar kolaymış aslında onun ölmesi. Bu kadar 3500 yıl sen yaşadın. Hiç mi yıkanmadan, hiç mi bir suya girmedin? Bu nasıl yaşamak, böyle hayat mı olur gibi şeyleri de sorgulattı insana.

Ama son olarak da şöyle bir uyarıyor. Hala Siona’ya inanıyor. Yani aslında Leto o Altın Yol’u gerçekleştirdiğini düşünüyor muhtemelen. “Askerler,” diyor, “bu balıklarla konuşanlar, Duncan’la yana olacaklar,” gibi bir kehanette bulunuyor. “Sen işte dikkat et,” ve Siona’nın neden bu kadar özel olduğunu, Altın Yol’u artık neden gerçekleştirdiğini zannettiğini de anlıyoruz. Çünkün Leto, hiçbir gelecek öngörüsünde, kehanetlerinde Siona’yı göremiyor. Yani o artık bu kahinlerin görüşlerinden kurtulabilmiş oluyor. Yani sonunda o zamana kadar… Çünkün demek ki her seferinde hepsini görebiliyormuş insanlık.

Çünkü bu Dokuzlular, Tleilaxlılar’ın bir makine yapacakları söyleniyor. Hiç seyrüseferci olmadan bile uzayda yolculuk yapabilecekleri bir makine tasarladıkları ya da diğer bir rivayete göre, aynı Leto gibi böyle geleceği gören bir makine tasarladıkları. Yani bunlar işte muhtemelen diğer kitaplarda anlatılacak. Şu an böyle sadece ufak ufak yem atılıyor olabilir, altlığı yapılıyor. Ne olacağını biz de bilmiyoruz kitap itibariyle. O insanlığın sonunu getirecek muhtemelen böyle bir şey olacak. Ve Siona, onların bile göremeyeceği, göremediği bir insan olduğu için çok önemli, çok değerli.

Nayla, Letoya’ya o kadar büyük bir bağlılık içindeydi ki, Nayla bir Brutus gibi Leo’yu sırtından vuruyor, yani sonunu getiriyordu. Kitabın son sayfasındaki son cümlelerde, işte o en başta söylediğim: “Neydi o şeyin adı?” Rakis gezegenindeki keşif, Darüs Balat’ta yapılan keşifte gizli rapordan şu cümlelerle bitiyor:

“Geleceğimize kulak kabartarak, o günlüklerin geçmişimizde saklı kaldığı süre kadar ilerisini dinlemeliyiz. O sayfalarda ne gibi keşifler yapılabileceğini tahmin etmeye çalışmayacağız. Biz sadece ‘Bu keşifler yapılmalıdır,’ diyoruz. Bize kalan bu en önemli mirasa nasıl sırt çevirebiliriz? Şair Lon Bramlis’in dediği gibi: ‘Bizler sürprizler pınarıyız!’”(s.508)

Yani, bu Ron’un bıraktığı gerçek günlüklerin, o çalıntı olmayan, gerçek yazdığı günlüklerin şifrelerini kırmam lazım, onları çözmemiz lazım, diyor. Demek ki hakikaten altın yolu bulmuş Leto. Sonuçta insanlık devam ettiğine göre, ya da belki de kuruntu… Bütün bunların hepsi, hiç onun böyle bir şey yapmasına ihtiyaç yoktu, gerek yoktu. Ama bilmiyoruz bunu. Artık diğer 5. kitapta göreceğiz, muhtemelen. Şimdilik benden bu kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder