28 Ekim 2024 Pazartesi

Dune Sapkınları

 

Dune Sapkınları, Daha Fazla İstediğimiz İsimsiz Şeyler, Sır Tutar Gibi Tanıttıklarımız ve Sevmekten Nefret Etmek

Frank Herbert’in Dune serisiyle devam ediyoruz. Bugün 5. kitap Dune Sapkınları ile karşınızdayım. Tam da az önce bitirdim; bir hafta sürdü. Yine, yine İthaki Yayınları tarafından 2021 Kasım ayında basılan 4. baskıyı okudum. Serinin diğer bütün kitaplarında olduğu gibi, bu kitabı da yine Dost Körpe çevirmişti.


Ancak bu kitapta, ilk dört kitaptan farklı bir şekilde, “Ben Dune’u Yazarken” başlıklı kısa bir açıklama var.

Frank Herbert’in kaleminden çıkmış bu açıklamada, yazar kitabın başarılı olup olmayacağıyla hiç ilgilenmediğini, sadece yazmaya yoğunlaştığını söylüyor. Kitap boyunca bayıldığımız baharatı hikayeye ne amaçla eklediğini ise şöyle açıklıyor:

“…kitabın başarılı olup olmayacağıyla hiç ilgilenmiyordum. Sadece yazmaya yoğunlaşmıştım.”

Diye başlıyor anlatmaya kitap boyunca bayıldığımız baharatı hikâyeye ne amaçla eklediğini şu cümlelerle anlatıyor:

“Öyküde farkındalık yükseltici bir uyuşturucu yer alacak ve böyle bir maddeye bağımlılığın nelere yol açabileceği gösterilecekti. İçme suyu, petrolün ve günümüzde giderek azalan suyun sembolü olacaktı.”

Bunları zaten biliyoruz kaç kitaptır okuduk, sen de anlattın diyeceksiniz belki ama yine hepimizin bildiği ama duymaya ihtiyacımız olan şu sözlerle bitiriyor yazarımız bu kısa giriş kısmını:

“Şimdi, insanların en sık sorduğu soru şu:’Bu başarı sizin için ne ifade ediyor?’
Bu başarı beni şaşırtıyor. Gerçi başarısız olmayı bekliyor değildim. Bu bir çalışmaydı ve ben onu yaptım. Dune Mesihi ile Dune Çocukları’nın bazı kısımlarını Dune’u tamamlamadan önce yazmıştım. Bunları sonradan geliştirsem de, ana öykü aynı kaldı. Ben bir yazardım ve yazıyordum. Başarılı olmam, yazmaya daha fazla vakit ayırabileceğim anlamına geliyordu.
Şimdi dönüp geçmişe bakınca, içgüdüsel olarak doğru şeyi yaptığımı fark ediyorum. İnsan başarı kazanmak için yazmamalı. Yoksa dikkati dağılır ve yazmaya odaklanamaz. Eğer yazıyorsanız, yaptığınız tek şey bu olmalı: Yazmak.
Yazar ile okur arasında gayriresmî bir anlaşma vardır. Birileri kitapçılara gidip de bin bir güçlükle kazandıkları paraları (enerjiyi) sizin kitabınız için harcıyorsa, o insanları eğlendirmek ve çok daha fazlasını, verebileceğiniz her şeyi vermek boynunuzun borcudur.
Benim de en başından beri niyetim buydu.”

Ondan sonra da “Brian Herbert’ın Önsözü” diye bir bölüm geliyor hemen ardından. Benim gibi “Brian Herbert da kim acaba?” diye merak ettiyseniz, yazarımızın oğluymuş kendisi.

Önsözde önce biraz bu kitabın yazılma hikayesinden bahsediyor. Genel olarak Dune’un değil de serinin bu kitabının, yani Dune Sapkınları’nın… Çünkü yazarımız bu kitabın büyük bölümünü Hawaii’de yazmış. Orada, o dönemde kanser olan eşiyle ilgileniyormuş ve gerçekten zor bir durumdaymış.

Yani, tam ünlü bir yazar olup biraz para kazanmaya başlamışken, eşinin kemoterapi süreciyle mücadele etmek zorunda kalmış. Bir yandan da sözleşme imzaladığı için bu kitabı yazmaya çalışıyormuş. Ancak benim üzüldüğüm bir nokta da şu oldu: Brian Herbert, babasının biyografisini yazmış ya, öyle diyor yazının sonunda.

E tamam, onda bir problem yok ama sonra da hızını alamamış anlaşılan ve iki kitap daha yazmış. Gerçi buna ne kadar “o yazmış” denilebilir, bilmiyorum. Ama ben en iyisi onun ifadesini aynen alayım, çünkü o kitapları tek başına yazmamış.

“Babamın biyografisi Dreamer of Dune’da yazdığım gibi, Dune Sapkınları aslında epik öyküyü kronolojik olarak tamamlayacak yeni bir üçlemenin ilk kitabı olacaktı. Bu roman insanoğlunun binlerce yıl sonraki geleceğinde, Dune’daki olaylardan çok sonraki bir zamanda geçer. Frank Herbert 1986'daki vakitsiz ölümünden önce, söz kosunu üçlemenin ilk iki kitabını (Sapkınlar ve Rahibeler Gezgini) yazmıştı fakat üçüncü kitabı yazmadı. Ben babamın taslağı ve notlarından faydalanarak, sonunda büyük finali Kevin J. Anderson’la birlikte yazdım ama bunun için iki roman yazmamız gerekti… Hunters of Dune (2006) ve Sandworms of Dune (2007).”(s.14)

2007'de bu kitapların Türkçesini de yazmamışlar. Dune’un Avcısı ve Dune’un Kum Solucanı gibi çevirebiliriz belki. Bu kitaplar Türkçeye çevrildi mi, onu da bilmiyorum şu an. Bir de bunlar çıktı başımıza! Yani, bu açıdan biraz üzüldüm açıkçası, ama okuyacağımı da çok sanmıyorum. Emin değilim bu kitapları bulabileceğimi, ama bulursam muhtemelen okurum.

Bu arada, o 1984 yapımı filme ulaştım. Onu seyredeceğim. Ayrıca, Dune diye üç bölümlük bir dizi varmış, onu da seyredeceğim. Bunların hepsini o son kitabı okuduktan sonra, hemen peşine izlemeyi düşünüyorum. Bakalım…

Bu kitap, evet, yeni bir üçlemenin başlangıcı olabilir. Çünkü bir önceki kitapta, zaten kum solucanının ölümünü ya da bir form değiştirmesini okumuştuk. Olaylar, onun ölümünden 3500 yıl sonrasını anlatıyordu. Bu kitapta ise onun da üzerinden zaman geçmiş; artık Siona’nın torunları, Siona’nın çocukları ve Bene Gesseritlerin bile göremediği karakterler var. Ve en önemlisi de, Arrakis’in artık “Rakis” olarak anılması. Kalanından olarak isimlendiriliyor. Yazar, genelde son heceleri kullanarak kısaltma yapmış; ama isimler için tam tersini yapıyor, ilk heceleri kullanarak kısaltıyor.

Mesela, Taraza diye bir rahibemiz var, ona Tar diyorlar. Darwi diye bir kadın var, yine bir rahibe; ona da Dar diyorlar. Bu karakterler zaten zamanında arkadaşmış. Onun haricinde Miles Teg var. Teg diyeyim ben ona kısaca. Başar, burada Başar olarak geçiyor. O büyük bir komutan ve Leto’nun tıpkısının aynısı neredeyse. Ama Leto’nun maddi bedeninden daha da uzun; sadece 2 metre boyunda. Son derece karizmatik, acayip bir asker. Artık 300 yaşlarına yaklaşmış, normal bir insan. Ancak bu Teg de ömürlerini uzata uzata yaşadıkları için ihtiyar denilebilecek bir durumda. Zaten emekli olmuş bir karakterimiz.

Yeni bir Duncan Idaho’muz var. Genç bir Duncan, 12 yaşlarından başlıyor ve 15 yaşına kadar geliyor, sanırım yanlış hatırlamıyorsam. Kitabın başlarında Teg, onu eğitiyor. Duncan, rahibe anaların, yani Bene Gesseritlerin gözetiminde ve korumasında yetişiyor. Bu kitapta, ilk defa, sanırım, Tleilaxlıların iç yüzüyle biraz karşılaşıyoruz. Onların nasıl insanlar olduklarını, gezegenlerini ve yeteneklerini öğreniyoruz. Şekil değiştirenler, yüz değiştirenler — yüz dansçıları — kısır oluyorlarmış mesela. Onlar hep efendilerinin emrinde yüz değiştirip, ne derlerse onu yapıyorlarmış.

Ama burada işi daha da geliştirmişler. Artık yüz değiştirmenin yanında bir bilinç transferi gibi bir şey de yapıyorlar. Duncan Idaho da, bir önceki kitapta gördüğümüz gibi, 3000 sene boyunca sürekli yeniden oluşturulduğu için biraz geride kalıyordu. Refleksleri, o dönemdeki insanlara göre daha yavaştı. Ancak Bene Gesseritler, onun bu yönde geliştirilmesini istemişler. Bu yüzden, Duncan bu sefer çok daha hızlı, güçlü ve kuvvetli, tam ideal bir savaşçı konumunda.

Bu kitap böyle bitmez zaten! Çok fazla alıntım var. Benim alıntılardan bir kısmı, büyük bir kısmı sanırım, özet niteliğinde. Tabii ki kitabın son sayfasından da bir alıntım var. Ben o alıntılardan gideyim, çünkü ne konuşacağımı ben de çok bilmiyorum açıkçası. Kitabı da yeni bitirdim, ama biraz kafam karışık.

Son kitabı düşünüyorum, Rahibeler Meclisi idi galiba, yanlış hatırlamıyorsam. Böylece koca bir seriyi bitirmiş olacağız. Bakalım…

İlk alıntım şöyle:

“”Rahibe Analar, Odrade’yi kandırıp dışarıda bekleyen yerarabasına bindirmek için Ses’in yanı sıra çeşitli hilelerden, uyuşturucu bitkilerin dumanından ve kendi haşmetli havalarından faydalanmışlardı.
‘Çok kısa sürecek. Bizi gerçek annen gönderdi.’
Odrade yalan söylediklerini sezse de içinde merak uyanmıştı. Gerçek annem!
Bildiği tek annesini son görüşünde kadın, yüzünde perişan bir ifadeyle kendine sarılmış, pencere önündeki o sandalyede öne arkaya sallanıyordu.
Odrade sonradan o kadına geri dönmekten bahssettiğinde, o anı görüntüsü onun temel bir Bene Gesserit dersini öğrenmesi için kullanılmış.
‘Sevgi ıstıraba yol açar. Sevgi çok kadim bir güçtür; zamanında faydalıydı fakat artık türümüzün devamlılığı için gerekli değil. O kadının hatasını, yaşadığı acıyı unutma.”(s.37)

Bu kitabın ana karakteri Odrade. Bunu, kitabı bitirdikten sonra daha iyi anlayabildim. Aslında, zaten sapkın kelimesi, Bene Gesseritlerin asi olanlarına verilen bir isim.

Ayrıca, “Saygın Analar” diye bir grup da türemiş artık. Yine tamamen kadınlardan oluşuyorlar. Bu biraz balıklarla konuşanlar gibi, ama balıklarla konuşanlar artık bir meclis oluşturmuşlar ve tamamen pasif bir konuma geçmişler. Yani hiçbir şekilde etkileri kalmamış. Onların yerine, onlara benzeyen ama Bene Gesseritlerin daha tehlikeli bir versiyonu olan Saygın Analar çıkmış ortaya.

Aslında kitap, bir anlamda, Saygın Analar ile Bene Gesseritlerin savaşını anlatıyor. Saygın Analar mı acaba bu Dune Sapkınları diye düşündüm, çünkü onlar da “sapkın” kelimesini hak edecek şeyler yapıyorlar. Ama bence “sapkın” kelimesi, Bene Gesseritlerin asi olanları için kullanılmış bir başlık. Yani Odrade ya da Teg’in annesi gibi, o rahibe analardan gelen her emri uygulamayan Bene Gesseritlere istinaden böyle bir kitap adı seçilmiş diye düşünüyorum.

Zaten bir sonraki kitapta, Rahibeler Meclisi’nde, Bene Gesseritlerin kendi iç yapısını daha iyi görüyoruz. Kesinlikle sevgiye karşılar. Sevgi, onlar için ızdıraba yol açan bir şey. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi sevmemek üzerine yetiştiriyorlar çocukları. Daha çocukluktan annelerinden ayrılırken bile, anne kızından ayrılmanın acısını yaşarken ona şöyle bir akıl veriyorlar: “Bak, görüyorsun, seni sevdiği için bu hale düştü. Sen kimseyi sevme.”

Gerçekten inanılmaz ve devam ediyor:

“‘Gündüz düşleri kurmak, bizim simulakış dediğimiz şeyin başlangıcıdır. Simulakış, rasyonel düşüncenin vazgeçilmez bir aracıdır. Onun sayesinde zihnini temizleyebilir ve daha iyi düşünebilirsin.’
Simulakış.
Odrade sabah odası masasında oturan Taraza’ya odaklandı. Çocukluk travmaları, yeniden inşa edilen bellek mekânına dikkatle yerleştirilmeliydi. Bütün bunlar çok uzaklardaki Gammu’da, Kıtlık Zamanları ve Dağılış’ın ardından Danlıların yeni baştan inşada bulunduğu gezegende yaşanmıştı. Dan halki… O zamanlar Dan’a Caladan denirdi. Odrade, tam anlamıyla Rahibe Ana olurken kullandığı baharatın yol açtığı acıyla birlikte bilincine sel gibi akmış olan Diğer Belleklerin tutumuna başvurarak, rasyonel düşünceye sımsıkı tutundu.
Simulakış… Bilinç süzgeci… Diğer Bellekler.
Rahibeler Birliği ona ne güçlü aletler vermişti. Ne tehlikeli aletler. Farkındalık perdesinin hemen ardında bütün o diğer hayatlar yatıyordu; bunlar önemsiz merakı tatmin yolu değil, sağ kalmaya yarayan aletlerdi.
Taraza gözlerinin önünde akan metni tercüme ederek konuştu: ‘Sahip olduğun Diğer Belleklere çok fazla dalıyorsun. Bu da enerjini gereksiz yere harcamana yol açıyor.’
Başrahibe Ana masmavi gözlerini yukarı çevirerek Odrade’ye delici bir bakış attı. ‘Bazen vücudunun sınırlarını fazla zorluyorsun. Vakitsizce ölmene yol açabilir bu.’
‘Baharatı dikkatli kullanıyorum, Ana.’
‘Öyle yapmalısın zaten! İnsan vücudu melanjın da, geçmişinde gezinmenin de fazlasını kaldıramaz!’”(s.37,38)

Burada Baş Rahibe Ana, şu an Bene Gesseritlerin başında olan Taraz isimli bir kadın. Karşısındaki, bu görevleri vereceği kişi ise Odrade. Zamanında ikisi beraber arkadaş olmuşlar aslında. Şimdi de arkadaşlar, ancak aralarında bir alt-üst ilişkisi mevcut.

Ben burayı neden almışım? Şu cümleler hoşuma gitmişti: “İnsan vücudu, geçmişinde gezinmenin fazlasını kaldıramaz.” Biz, geçmişte gezinme deyince onlar gibi diğer belleklere dalmıyoruz elbette. Ama bu bizim, normal insanlar için de geçerli. Sürekli anılarda, hatıralarda yaşamak tehlikeli olabilir.

Bir yerde mi okumuştum, yoksa duymuştum; şöyle bir örnek vardı: “Geçmiş, dikiz aynası gibidir. Ara ara bakmak gerekir. Ama sürekli oraya bakarsan kaza yaparsın.” Bu durumu çok güzel özetliyor ve ben de buna katılıyorum.

Gördüğünüz gibi, Dan artık Caladan olmuş, ona şimdi Gammu diyorlar. Bu son gulam, son Duncan da o Gammu şehrinde yetiştirilecek. Çünkü buradan onu da öğreniyoruz. Duncan, zaten o gezegende büyümüş.

“Solucanlar ona çok ilginç geliyordu. Öylesine iriydiler ki! Büyük bir solucanın boyu, kalenin bir ucundan diğerine kadardı. Tiran öncesi dönemde insanlar solucanları sürerdi fakat Rakis Kilisesi artık bunu yasaklıyordu.
Duncan, Tiran’ın Rakis’teki ilkel yok-odasını keşfeden arkeoloji ekibinin yazdıklarından büyülenmişti. Oraya Dar’üs Balat deniyordu. Arkeolog Hadi Benotto’nun raporlarına ‘Rakis Kilisesi’nin emriyle yasaklanmıştır’ notu düşürülmüştü. Bene Gesserit arşivlerindeki belge numaraları uzayıp gdiyordu ve Benotto gerçekten çok ilginç ifşalarda bulunmuştu.
Duncan, Gaasa’ya, ‘Her solucanta Tanrı İmparator’un farkındalığının birer parçası mı var?’ diye sormuştu.
‘Öyle denir. Ama bu doğruysa bile onlar bilinçli, farkında değiller. Tiran sonsuz bir rüyaya gireceğini kendisi söylemişti.’
Duncan’ın okuduğu her yazının bitiminde özel bir ders ve Bene Gesseritlerin din üstüne açıklamaları yer alıyordu; sonunda ‘Siona’nın Dokuz Kızı ve ‘Idaho’nun Bin Oğlu’ adlı anlatılar çıkmıştı karşısına.
Geasa’nın karşısına dikilip, ‘Benim adım da Duncan Idaho. Bu ne demek oluyor?’ diye sormuştu. “(s.53)

Öyle denir, ama bu doğruysa bile onlar bilinçli farkında değiller. Tiran, sonsuz bir rüyaya gireceğini kendisi söylemişti. Duncan’ın okuduğu her yazının bitiminde özel bir ders ve Bene Gesseritlerin din üzerine açıklamaları yer alıyordu. Sonunda “Siona’nın 9 Kızı ve Idaho’nun Bin Oğlu” adlı anlatılar çıkmıştı karşısına. Duncan, Gasa’nın karşısına dikilip:
“Benim adım da Duncan Idaho. Bu ne demek oluyor?” diye sormuştu.

Bu, Duncan’ın küçük yaşları. O zamanlar onun başına konulan rahibe ana, Bene Gesserit adıyla Geasa. Ancak sonradan bu isim Odrade ile değiştiriliyor. Bu dönemde Duncan, sürekli kitaplardan ve kütüphanelerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyor. Henüz bir gulam olduğunun farkında değil. Kendi adının Duncan Idaho olduğunu biliyor ama ne annesini ne de babasını hatırlıyor. Zaten annesi babası var mı, biz bile bilmiyoruz. Kitapta onlardan pek bahsedilmiyor.

Bu kitabın en güzel şeylerinden biri de şu: yok odalar, yok gemiler, yok küreler… Bunların adı üstünde, ne olduğu çok basit bir mantıkla açıklanabilir. Bunlar Kinler tarafından ya da başka kimler varsa artık, uydular veya radar sistemleri tarafından algılanamayan, görünmeyen nesneler. Gizli odalar, gizli gemiler ve gizli küreler… Bir önceki kitapta, Siona’nın, son Atreides olarak, 3500 yıl sonra bile görünmediğini görmüştük. Ona “yok insan” denmemiş ama onun torunları burada da devam ediyor. Siona’nın kanını taşıyan herkes bir anlamda bir güvence gibi.

Kitabın bölümlerinin başındaki alıntılar bu kez çok çeşitliydi ve güzeldi. Eğitici ve öğretici pek çok şey vardı. Not aldığım alıntılar var, ama bu kez çok fazla şarkı ya da türkü yoktu. Bu yüzden yazarı tebrik ediyorum; gerçekten bu kitap için uğraştığı belli.

Bu kitap, yeni bir üçlemenin altyapısı gibi. Özellikle Tek karakteri çok iyi tasarlanmış. Hikâyede zirveye ulaşıp, sonunda maalesef kendini feda eder gibi bir duruma geliyor. Klasik Frank Herbert sonları diyebilir miyiz bilmiyorum. Beş kitap boyunca genelde bu kalıbı takip ediyor: son 10–15 sayfada sizi bir yere götürüp, sonra bir anda “Hepsi öldü, her şey yok oldu” diyerek insanın moralini bozabiliyor.

Bu arada, serinin son kitabı olarak düşündüğüm kitabın ardından iki kitap daha olduğunu öğrenmek hayal kırıklığı oldu. Neyse, bölümlerin birinin başlangıcında Bene Gesserit öğretisi olarak şu ifadeye rastladım:

“İnsanlar için en iyi yaşam tarzı, her birinin duracak bir yeri olması, genel ortamdaki rolünü ve neler başarabileceğini bilmesidir. Bir insanı yok etmek için durduğu yeri yok etmek yeterlidir.”
-Bene Gesserit Öğretisi(s.59)

Çok büyük sözler bunlar: “Bir insanı yok etmek için durduğu yeri yok etmek yeterlidir,” diyor. Aslında doğrudan alakalı değil ama bu ifade bana emeklilerimizi hatırlattı. Eğer emeklilikten sonra yapacak bir işleri ya da meşguliyetleri yoksa — ki artık hobi edinmek bile bir lüks hâline geldi maalesef — bu insanlar bir boşluğa düşüyor, hastalanıyor ve büyük bir kısmı hayatını kaybediyor.

Tabii bunda bizim sağlıksız yaşam biçimimizin ve emeklilik yaşının da etkisi var. Yüksek diyemeyiz belki ama yine de melanj gibi bir şey tüketmediğimiz için Miles Teg gibi 200–300 yıl yaşayamıyoruz. Şimdi bu konuda bir alıntım var, değişik bir diyalog. Miles Teg, Neden Gammu’yu seçtiklerini sorduğunda gelişen diyaloğu olduğu gibi paylaşmam gerekiyor bence:

“‘Gulâmın kalıtsal prana-bindusu Bene Tleilaxlılar tarafından, talimatlarımız doğrultusunda değiştirildi. Refleksleri günümüz insanlarınınki kadar hızlı olacak. Gammu… Orijinal Duncan Idaho orada doğup büyümüştü. Gulâmın hücrelerindeki kalıtsal özelliklerle oynandığından, başka açılardan onu mümkün olduğunca orijinal koşullarda yetiştirmemiz gerekiyor.’
‘Bunu neden yapıyorsunuz?’ Teg, veri toplamaya çalışan bir mentatın ses tonuyla konuşmuştu.
‘Rakis’te, solucanları kontrol etme yeteneğine sahip bir kız çocuğu keşfedilmişti. Gulâmımız orada işimize yarayacak.’
‘Onları çiftleştirecek misiniz?’
‘Seni bir mentat olarak kullanmak istemiyorum. İhtiyacımız olan şey, askeri yeteneklerin ve orijinal Leto’yla olan benzerliğin. Zamanı geldiğinde gulâmın orijinal anılarını nasıl canlandıracağını biliyorsun.’
‘Yani beni aslında silah hocası olarak kullanacaksınız.’
‘Bir zamanlar tüm ordumuzu kumanda etmiş bir Yüksek Başar olarak bunu kendine layık görmüyor musun?’
‘Başrahibe Ana… Siz emredersiniz, ben de uyarım. Ama bu görevi, Gammu’nun tüm savunması kontrolümde olmadıkça kabul etmem.’
‘O iş ayarlandı bile, Miles.’”(s.67)

Baş Rahibe Ana Taraza, Teg’in ayağına kadar gitmeyi tercih ediyor. Bu da işin önemini açıkça ortaya koyuyor. Teg, böylesine bir talep karşısında durumu hemen kabul etmiyor; önce detaylıca şartları konuşmak gerektiğini gösteriyor. Burada yazar, Teg’in ne kadar sağlam ve tecrübeli bir komutan olduğunu güzel bir şekilde aktarıyor. Kontrolü elinde tutma isteği ve ince ayrıntılara verdiği önem, onun karakterinin derinliklerini gösteriyor.

Diyalog boyunca yazar, neden Gammu’nun seçildiğini ve Duncan üzerindeki değişikliklerin ne olduğunu doğrudan açıklamıyor. Ancak bu konuları merak etmemiz için bir ipucu bırakıyor. Bu şekilde, Duncan’ın performansına kadar neyin farklı olduğunu çözmeye çalışıyoruz.

Bu bölüm, Çin dövüş filmlerindeki ustalarının günlük işlerde bile ustalıklarını göstermelerini anımsatıyor. Mesela Ip Man’da sıradan bir temizlik çubuğu zımbırtısını bile etkili bir dövüş aleti hâline gelebiliyordu. Duncan da burada benzer bir duruma düşüyor — bir tür pasif mücadele var ama tamamen fiziksel olmayan bir şekilde.

O bölümde bana biraz şeyi hatırlattı okurken. Bu Çin dövüş filmlerinde olur, kung fu filmlerinde falan, Ip Man’da da vardı mesela. İki tane usta böyle sıradan bir iş yaparken bile kavga ederler. Yani mesela yemek yiyorlar, işte o kaseler, o çöp çubuklar, her biri bir dövüş aleti gibi kullanılır. Bu adamlar zaten vücutlarının bütün bölümlerini silah olarak kullanıyor. Daha bir de o yetmedi, bütün diğer nesneler. Bir şey vardır mesela, bu ucu tüylü ince bir çubuk. Önünde ucu tüylü bir temizlik zımbırtısı var, ya neydi onun adını da bilmiyorum, ufak tozları falan almak için. Onunla bile hasmını döven bir Ipman vardı, şu an hatırladım. İşte Duncan da bir Saygın Anayla, yani tabii ki dövüşmüyor ama o, bütün hareketleri, şeyleri, o bir şey yapıyor, öbürü başka bir karşılık. Komikti yani bence orası. Ben Dune Çocukları’nda da beğenmemiştim. Küçük Leto’un o ilk zırhı giydiğinde, kum solucanı zırhını giydiğinde yaptığı o şaklabanlıklar hoşuma gitmemişti. Kitaba uymamıştır bence. Burada da bu Duncan’ın yaptıkları, yani o da işte 15 yaşında. Gerçi 15–16 yaşlarında bütün Duncanlar bu sefer belleklerini sahip oluyor, zihinlerine. Yani bir yandan işte Leto gibi oluyor, aslında bir rahibe ana gibi oluyor. Bütün o geçmişleri, bir yandan da genç bir bedende. Onu da mazur görebiliriz belki. Neyse, şimdi şöyle bir alıntım var:

“‘Bizim için tehlikeli değil,’ dedi.
‘Bu da bir görüş,’ dedi Mirlat.
‘Öyleyse haydı görüşlerimizi tartışalım,’ dedi Waff. ‘Ix’ten veya Balıklarla Konuşanlardan korkmamıza gerek var mı? Elbette ki hayır. Onlar bize aitler, bunun farkında olmasalar da.’
Waff susup, sözlerinin etki göstermesini bekledi; en yüksek Ix ve Balıklarla Konuşan meclislerinde, varlıkları henüz fark edilmemiş yeni Yüz Dansçılarının bulunduğunu hepsi biliyordu.
‘Lonca da bize ne saldırır ne de karşı çıkar çünkü tek güvenilir melanj tedarikçileri biziz,’ dedi Waff.
Mirlat sertçe, ‘Peki ya Dağılış’tan dönen şu Saygın Analar ne olacak?’ diye sordu.”(s.79)

Evet, burada Tleilaxlı Waff’la tanışıyoruz. Waff, onların efendisi olarak geçiyor, oradaki en söz sahibi olan insan. Millat da muhtemelen ikinci kişi, onun yerine geçmeye çalışan, burada onu zorluyor. ‘Ne olacak bu memleketin hali?’ diye. Yü dancerlarını artık çok geliştirmişler, öyle bir geliştirmişler ki, Bene Gesseritlerin en iyileri ancak anlayabiliyor. Ama bununla ilgili de kitabın sonunda bir sürpriz olacak bize yazarın ve anlaşışı. İşte bu dokuların, balıklarla konuşanların meclisinde kendi adamlarını hep yerleştirmişler. Bir tek bitlerin içine sokamamak, Meclisi dediği bu rakis de kalan frenler aslında erkeklerden oluşan bir Bene Gesseritler gibi değil. Ya aslında hiçbir güçleri, etkileri yok. Tamamen yan rol gibi bir şey. Onların da zaten hemen başında Tuek diye bir adam var. Hatta hemen ölüyor, bu Waff kendi yanındaki bir yüz dansçısını onun yerine geçiriyor. Hemen o anda hafızasını da alabiliyor, bu yüzden hiç fark edilmiyor. Yani kendi insanları bile anlayamıyorlar uzun süre. Ben şimdi bunları böyle anlatamayacağım, bildiğim için bir alıntı daha almışım onunla ilgili. Şimdi Teg’in çocukluğuna dönüyoruz. Teg’in annesi de bir Bene Gesserit, onu zaten o yüzden çok iyi yetiştiriyor. Bir Leto gibi. Yani aslında Leto değil, Muad’Dib gibi, düzelteyim. Muad’Dib de nasıl annesi çok iyi yetiştiriyordu, her şeyi öğretiyordu. Tek artık onun da gelişmiş versiyonu gibi bir şey. Ona da her şey, tatlık gibi dövüş konusunda zaten usta. Bir de şimdi işte bu Bene Tleilaxan hakkında uyarıyor, annesi şöyle diyor:

“‘İllüzyon, Miles,’ dedi annesi. ‘Onların yöntemi illüzyondur. Tleilaxlılar asıl amaçlarına ulaşmak için daima illüzyonla etkileme yöntemine başvurur.’
Miles izlediği ekrandaki, kukla oyununu andıran sahneden gözünü ayırmadan, ‘Kış Gösterisi’ndeki sihirbaz gibi mi?’ diye sordu.
Annesi, ‘Ona çok benzer,’ diye hemfikir oldu. O da konuşurken ekrana bakıyordu fakat bir kolunu oğlunun omuzlarına, koruyucu bir edayla attı.
‘Şu an kötülüğe bakıyorsun, Miles. Onu dikkatle incele. Gördüğün yüzler bir anda değişebilir. Boyları uzayabilir veya daha kilolu görünebilirler. Babanın görünüşünü öyle iyi taklit edebilirler ki yerine geçtiklerini yalnızca ben anlayabilirim.’
Şaşıran Miles Teg’in ağzı ‘O’ şeklini aldı sessizce. Ekrana bakıyor, babasının CHOAM’ın pongi pirincinin fiyatının yine kaygılandırıcı bir şekilde yükseldiğini anlatmasını dinliyordu.
‘Ve bütün bunların en korkuncu,’ dedi annesi. ‘Yeni Yüz Dansçılarından bazıları kurbanlarının vücuduna dokunmakla onların anılarının bir kısmını özümseyebilir.’
‘Zihin mi okuyorlar?’ Miles başını kaldırıp annesine baktı.
‘Tam öyle sayılmaz. Anıları kopyaladıklarını düşünüyoruz… Holofoto çeker gibi neredeyse. Bunun farkında olduğumuzu henüz bilmiyorlar.’”(s.103)

Yazar burada da aslında bize açıklama yapıyor, bu CHOAM loncanın meclisi gibi bir şey mi, büyük gezegenler arası bir güç, o da ayrı bir güç. Heh, burada da evet, Teg biraz o yolculuğundan bahseden uzunca bir bölüm var, genel bir özet var. Yine onu da paylaşayım da oradan belki bağlayabilirim:

“Teg, Bene Gesserit Rahibeler Birliği’nin, yaşadığı evrendeki en büyük güçlerden biri olduğunu zaten biliyordu… En azından Uzay Loncası’yla boy ölçüşürlerdi; eski Atreides İmparatorluğu’nun çekirdeğini miras alan Balıklarla Konuşanlar Meclisi’nden güçlüydüler; CHOAM’dan çok daha güçlüydüler; Ix İmalatçılarıyla ve Bene Tleilaxlılarla başabaştılar. Tleilaxlılar tanklarda yetiştirdikleri melanj sayesinde Rakis’in baharat tekelini kırmıştı, tıpkı Ixlilerin seyrüsefer makineleriyle Lonca’nın uzay yolculuğu tekelini kırdığı gibi; Rahibeler Birliği’nin bu durumda bile Tleilaxlılarla boy ölçüşebilmesi, çok uzaklara dek uzanan otoritesinin küçük bir göstergesiydi.
Miles Teg artık tarihi iyi biliyordu. Bir gemiyi uzayın büklümlerinin içinden geçirebilenler -tek bir kalp atışı süresinde bir galaksiden çok uzaktaki bir diğerine götürebilenler- sadece Lonca seyrüsefercileri değildi bir süredir.
Okuldaki Rahibeler, Miles Teg’den pek bir şey gizlememişlerid; Atreides soyundan geldiğini orada öğrenmişti. Rahibeler onun üstünde yaptıkları testler yüzünden bu açıklamayı yapmak zorunda kalmışlardı. Onda kâhinlik yeteneği olup olmadğını tes ettikleri barizdi. O da Lonca seyrüsefercileri gibi, ölümcül engelleri önceden görebilir miydi? Testlerde başarısız olmuştu. Sonrasında onu yok-odalar ve yok-gemilerde sınamışlardı. Tüm insanlar gibi o da böyle aygıtları göremiyordu. Fakat bu test için ona giderek artan dozlarda baharat vermelerinin sonucunda Gerçek Benliğinin uyandığını hissetmişti.
Yaşadığı bu tuhaf hissin kendisine açıklanmasını istediğinde, öğretmen Rahibelerden biri, ‘Kendi Başlangıcındaki Zihin,’ demişti.”(s.107)

Yazarımız burada, bu özel gücün Atreides’lerin neredeyse tamamına ait olduğunu, baharat kullanarak onlara da geçtiğini belirtiyor. Ama yani, kitapta özellikle sadece bu -ben mi yanlış hatırlıyorum?- Paul da vardı, ne babasında vardı ne Leto’da. Onlar hiç mi kullanmıyordu baharat? Bilmiyorum. Sonra Beneselitlerde yine az miktarda vardı ama onlarda da artık o zihin aktarımı, özellikle bütün rahibe analarının bir zihinde olması… Bunlar biraz sonradan eklenen şeyler gibi sanki. Ve bu kitapta bizim asıl öğrendiğimiz şey, bir önceki kitapta da sinyalleri verilen gelişme şu olmuş: Tleilaxlılar tanklarda melanj yetiştiriyor, yani baharat yetiştiriyorlar. Hem de böyle tonlarca yetiştiriyorlar, üretiyorlar. Nasıl yaptıklarını da kimse bilmiyor şu an ama onun ticaretine gelişmişler. Yani artık bütün evren rahatlıkla baharat kullanabiliyor, insanların evlerinde, günümüzdeki baharat gibi, yani neredeyse. Ama tabii ki inanılmaz etkileri var. Bir diğer önemli şey de dokuların seyir sefer makineleri, yani uzay yolculuğu tekerleğinin kırılması. Bu da daha önce sadece Lonca’nın elindeymiş ve o seyrüseferçiler, onlar da sadece baharat kullanarak aslında. Şu an baharat kırıldığına göre bu icat bence çok çok oyun değiştiren bir şey değil. Yani bence, sonuçta baharata ulaşmak artık daha kolay ama olur da işte Tleilaxlılar baharat vermiyorum falan derlerse, yine bir çözüm var. İşte bu makinelerle, bu sefer uzay yolculuğu yapılacak. Ama şeyi icat edememişler, görüldüğü üzere o kahinliği yapabilecek bir makine yok hala henüz. Ama işte bu kitapta karşımıza bu ‘yok odalar, yok gemiler’ çıkıyor. E, bu zamana kadar neden bunlar hiç yoktu? Çünkü normal insanlar göremiyor bunları, güvenlik için kullanılan bir şey. Yani bunlar da herhalde yeni yapıldı, yoksa bahsederdi yazar bu zamana kadar diye düşünüyorum. Şimdi bir de Taraza, bu baş rahibe ana, Taraza’ya söyledikleri var, kitabın adının biraz açıklandığı bölüm.

“‘Annen emredilenden fazlasını öğretti sana,’ dedi Taraza. ‘Akıllı kadındı ama sapkınlardandı. Artık hep sapkınlar üretiyoruz gibi görünüyor.’
‘Sapkın mı?’ Teg ister istemez içerlemişti.
‘Biz Rahibeler arasında bir espridir bu,’ dedi Taraza. ‘Başrahibe Anaların emirlerine sorgusuz sualsiz uymamız gerekir. Bunu yaparız da, onlara katılmadığımız zamanlar hariç.’”(s.207)

Burada bir espri yapıyor kendisi, sorgusuz sualsiz uyuyorlarmış, sadece katılmadıkları zamanlar hariç. Ya, bu nasıl bir sorgusuz sualsiz! Akıllı kadınlar tabii. Evet, çok tehlikeli. Ve burada da yine benzer örüntüyü görüyoruz. Nasıl Paul’a, annesi Jessica gereğinden fazlasını öğrettiyse, öğretmeden şeyleri de öğretti ise, yine Teg’in annesi de bu sefer… Ya Teg aslında zaten o, hem Leto’ya benzerliği, hem de bu üstün savaş teknolojileriyle yeni bir Paul izlenimi veriyor insanda. Yaşı da itibariyle, bir de büyük olması… Şimdi geldik Sheeana’ya, onun Odrade ile olan diyaloğu:

“Kızın sesindeki küstahlık karşısında irkilip bir anda sinirlenen Odrade öfkesini bastırmak zorunda kaldı. Bu çocuğu acilen yola getirmek gerekiyordu!
‘Kendini sakinleştir, çocuk,’ dedi Odrade. Bu emri en uygun tenor tonla vermişti ve işe yaradığını gördü.
Sheeana onu tekrar irkiltti: ‘Ses’in bir başka türü bu. Beni sakinleştirmeye çalışıyorsun. Kipuna bana Ses hakkında her şeyi anlattı.’
Odrade dönüp Sheeana’yla yüzleşti ve ona tepeden baktı. Sheeana’nın baştaki üzüntüsü geçmişti fakat Kipuna’dan bahsederken sesinde hâlâ öfke vardı.
‘O saldırıya vereceğimiz karşılığı düşünmekle meşgulüm,’ dedi Odrade. ‘Neden dikkatimi dağıtıyorsun? Saldırganların cezalandırılmasını istersin diye düşünüyorum.’
‘Onlara ne yapacaksın? Söyle bana! Ne yapacaksın?’
Odrade, Şaşılacak kadar kinci bir çocuk, diye düşündü. Bu yönü törpülemek gerekecekti. Nefret de sevgi kadar tehlikeli bir histi. Nefret edebilen biri, bu hissin zıttını da duyabilirdi.”(s.217)

Yine burada Bene Gesserit’in o sevgiye olan nefretini görüyoruz. Yani nefretten bile korkmalarının nedeni, bunun sevgiye dönüşebilecek olması. Onlar için o derece tehlikeli. Sheeana, Siona’nın torunlarından biri, en son Atreideslerden biri diyebiliriz. Yaşı daha küçük, 8–9 yaşlarında ve bir Fremen gibi yaşıyor aslında, çölde, çölün derinliklerinde. Bir gün, büyük bir kum solucanı gelip onun tüm ailesini, evini, barkını yıkıyor ve öldürüyor. Tam karşısına dikiliyor. Sheeana ona hiçbir şey yapmıyor. Sheeana, hatta ona Şeytan diyor, ‘Git buradan’ diyor falan. Kum solucanı gidiyor, ondan sonra daha önce böyle bir kehanet varmış. Bir çocuk çıkacakmış ve o kum solucanlarını yönetecekmiş, onlara sözünü geçirebilecekmiş. Daha sonra bir gün geliyor ve Sheeana onun tepesine çıkıyor, biniyor üstüne. Sanki o eski Fremenlerin yaptığı gibi. Bunu zaten gördükleri an rahipler de sürekli gözetliyor, bir rahipler birliği var. Rakis eski Fremenlerden, onlarda gördükleri anda şok oluyorlar. Bu çocuk işte yeni. Zaten sürekli bir arayış içindeler, tıpkı Mesih arayışı olduğu gibi, bu sefer de onların kurtarıcıları bu kız olacak diye düşünüyorlar. Ona artık çok büyük ihtimam gösteriyorlar. Bunu, tabii öğrendiği anda Bene Gesserit’ler de hemen bir Duncan yetiştirmeye koyuluyorlar. Herkesin kendi planları, hileleri var, anlayacağınız. Beş kitaptır değişmedi bu, muhtemelen de değişmeyecek. Duncan da işte, uyandırma görevi de Teg’in olacak. O bölüm çok güzeldi bence, Tegin’in Duncan’la dövüşmesi çok iyi yazılmıştı. O uyandırma prosedürünü uygularken aklına geçmişte bastırdığı bir itaatsizlik geliyor. Ne denir ona, bir ayaklanmayı bastırması geliyor. Zaten kitabın arka kapağında da yazan o müthiş sözün söylendiği yere gidiyoruz. Burada Teg’le birlikte:

“…o zamanlar henüz orta yaşlı olmasına karşın tanınmış bir Başar’dı. Kavurucu öğle sıcağında en iyi üniformasını madalyasız kuşanarak (ince bir ayrıntıydı bu) Cerbol’daki savaş meydanına çıkmıştı. Yaklaşan asilerin yoluna silahsız çıkmıştı!
Salgırdanların çoğu ona canlarını borçluydu. Hemen hepsi bir zamanlar ona en derin sadakat yemini etmişti. Şimdiyse ayaklanıyor, şiddet uyguluyorlardı. Teg yollarına çıkmakla, ilerleyen o askerlere şöyle demişti:
‘Yoldaş olduğumuz zamanlarda sizin için yaptıklarımı hatırlatacak madalyalar takmayacağım. Sizden biri olduğumu gösterecek hiçbir şey yapmayacağım. Hâlâ Başar olduğumu gösteren üniformamı giydim, o kadar. İsterseniz beni öldürün… İtaatsizlikte o kadar ileri gitmekte kararlıysanız.’
Saldırganların çoğu silahlarını atıp yanına gelmişti; bazı komutanlar yaşlı Başarlarının karşısında diz çökünce Teg, ‘Karşımda eğilmenize ya da diz çökmenize asla gerek yok!’ demişti. ‘Yeni liderleriniz size kötü alışkanlıklar edindirmiş.’
Daha sonra, asilere bazı şikâyetleri konusunda hak verdiğini söylemişti. Cerbol’a kötü davranılmıştı. Fakat Teg onları uyarmayı da ihmal etmemişti:
‘Evrendeki en tehlikeli şeylerden biri, davasında haklı olan cahillerdir. Ama çok daha tehlikelisi, davasında haklı olan bilgili ve zeki bir toplumdur. Zekilerin intikamı öyle korkunç olabilir ki hayal bile edemezsiniz. Yaratmanın eşiğine gelmiş olduğunuz şeye kıyasla, Tiran bile müşfik bir baba figürü gibi kalır!’”(s.322)

Teg’in ne kadar büyük bir karizmasının ve etkisinin olduğunu burada da görüyoruz. Bu kitabı biraz Teg özelinde sanki yazmış yazar; en etkili karakter o. Zaten sapkın da onun annesi olduğuna göre, kendisi de bir anlamda bir sapkın oluyor. Ve duygusal sapkınlar bence tek annesi ve o diğer rahibeler olabilir. Ayrıca Bene Gesseritlerin yetiştirdiği bir asker olduğu için onları korumakla görevli olsa da, sonuçta yine onların yetiştirdiği birisi. Bakalım Bene Gesseritlerin liderlik sırları neymiş. Bir bölümün başındaki alıntı buradan alınmış. Şöyle diyor, Burası da çok etkileyici gerçekten:

“İnsanlar anlık sevinçlerden ya da mutluluk denen o daha derin ruh halinden fazlasını ister hep. Hedeflerimize ulaşmamızı sağlayan sırlardan biridir bu. Daha fazla istenen şey, onu isimlendiremeyen ve (çoğunlukla) farkına bile varmayan insanlar üstünde artmış bir erk sahibi olunmasını sağlar. Çoğu insan böyle gizli güçlere bilinçsizce tepki verir. Dolayısıyla da tek yapmamız gereken, insanların istediği ‘daha fazla şeyi’ bulup tanımlamak ve ona biçim kazandırmaktır; bunu yapınca insanlar peşimizden gelir.”
-Bene Gesseritlerin Liderlik Sırları(s.330)

Yani bizim o hep daha fazlasını istememiz, insanların o acizliği aslında nasıl kullanılıyor, böyle liderler tarafından nasıl kullanılması öğütlenir? Önce o daha fazla istenen şeye bir isim koyun, onu bir tanımlayın, ona bir biçim kazandırın. Bütün reklam sektörü zaten işte bunun üzerine kurulmuş: önce ihtiyaç oluştur. Şimdi artık kitabın ana olayına geliyoruz: Odrade ve , çağırdığı kum solucanına binip nereye gittiklerini bilmeden saatlerce çölün içinde ilerliyorlar. Yani bu Rahibeler Birliği’nin, Sheeana’nın bir Bene Gesserit yapmak istemesi, bir Rahibe Ana olmak istemesi. Sheeana’nın da aslında o yandan buna gönüllü olması çünkü o da yeni şeyler öğrenmek istiyor. Rahipler onu yetiştiriyor ama hiçbir şey öğretemiyorlar; yani neredeyse ondan da zaten çok korktukları için. Ama Bene Gesseritlerin öyle bir korkusu yok. Daha önce Odrade ile Sheeana’nın o diyaloğunda da gördüğümüz gibi, onlar aslında o çocuğu, o asi çocuğu kontrol edebiliyor. O çocuk ne kadar kum solucanını kontrol edebilseydi, istediğini yapıyordu. Bunu tabii insanlar çok bilmiyorlar, farkında değiller, sanki Sheeana onunla konuşuyormuş gibi görüyorlar. Bunu nasıl yaptığını merak ediyorlar, işte bir dinleme cihazı mı koysak üstüne, anlaşılır mı gibi. Bu Waff ne düşünüyor? Waff, tabii bir Bene Gesserit olduğu için hep böyle üç kağıt peşinde. Ama Odrade ile birlikte işte onun kum solucanını çağırmasını izliyorlar. Bakalım gelecek mi, gelince ne yapacak, nasıl konuşacaklar diye bir test gibi bir şey. Bir yandan geliyor, Sheeana’nın çağırdığı kum solucanının ve onun hiçbir şekilde cevap vermediğini görüyorlar. Sheeanabir şeyler söylüyor, o da uyarsa, uyuyor kafasına göre. Ve burada kum solucanı bu sefer onları gezdirmek istiyor, tepeye çıkın diyor. Sheeana çıkıyor hemen, sanki o kanca varmış gibi. Kanca da mesela bu zamana kadar zorunlu olarak, kanca olmadan kesinlikle bilinemez kum solucanının mı diye hep tarif edildi bize. Bunları hiç düşme tehlikesi bile yaşamadan rahat rahat çıkıyorlar. O solucanın kendi derisine falan tutunuyorlar. Kum solucanı saatlerce çölün o derinliklerinde ilerliyor ve sonunda o eski Tabr Siyeçinin bulunduğu noktada bırakıyor onları. Odrade anlıyor bunu daha çok. Çukur gibi bir yerden düşüyor, artık bir mağaraya dönmüş orası yıllarca boş kaldığından ve Odrade burada yere kazılmış arafel kelimesini görüyor. Bunun da anlamının evrenin sonundaki karanlık bulut olduğunu bildiği için hemen Waff’ı geride bırakıyor, orada sen burada bekle diyor, başına da Sheeana’yı dikiyor onu kontrol etsin diye. Çünkü Waff her ne kadar o Bene Tleilaxlıların lideri de olsa, Sheeana’dan insanlık anlamında kutsal gibi bir şey. O yüzden de onu dinliyor ve Odrade de bu tozun, dumanın, kumun içinde kalmış o siyeçin derinliklerine giriyor tek başına. Bu iki sayfada geçiyor kitapta, en sürükleyici yerlerden biriydi gerçekten. Orada tansiyonu çok güzel yükseltiyor yazar. Genelde bu kitapların hep son sayfalarında, o alıştığımız heyecanın tavan yapması durumu burada daha bitmeye 200 sayfa kala, bizi ele geçiriyor diyebilirim. Bene Gesseritlerin bu keşfi ve şöyle bir yazıyla başlıyor: Bu yolculuk, bunlar eski Tiran İmparator Leto’un sözleri, onun yazdığı düşünülüyor.

Odrade ve Waff Sheeana’nın çağırdığı kum solucanına binip nereye gittiklerini bilmeden saatlerce çölün içinde ilerliyorlar ve sonunda onun kendilerini Tabr Siyeçinin bulunduğu noktada bıraktığını anlıyorlar. Odrade burada yere kazınmış Arafel kelimesini görünce bunun “evrenin sonundaki karanlık bulut” anlamına geldiğini bildiği için Waff’ı geride bırakıp tabii başına da Sheeana’yı dikiyor onu kontrol etsin diye, tek başına yıllardır bulunmadığı için toz ve kum içinde kalmış siyeçin derinliklerine kendisi giriyor. Kitabın bu iki-üç sayfası çok sürükleyiciydi. Genelde bu serinin son sayfalarında olan o heyecanın tavan yapması burada daha bitime iki yüz sayfa varken beni ele geçirdi diyebilirim. Bene Gesseritlerin bu keşfi.

“‘SÖZLERİMİ BİR RAHİBE ANA OKUYACAK!’
Odrade’nin karnı buz kesti. Elinde fenerle, bir imparatorluğu satın almaya yetecek melanj hazinesinin üstünde sağa yürüdü. Mesajın devamı vardı:
‘SİZE KORKUMU VE YALNIZLIĞIMI MİRAS BIRAKIYORUM. SİZE, BENE GESSERİTLERITLERIN BEDEN VE RUHLARININ DİĞER TÜM BEDEN VE RUHLARIN AKIBETİNE UĞRAYACAĞINI AÇIKÇA SÖYLÜYORUM.
Sağda bir paragraf daha vardı; adeta Odrade’yi çağırıyordu. Odrade iç bulandırıcı melanja bata çıka yürüdü ve okumak için durdu.
‘KURTULUŞ BİR BÜTÜN OLARAK KURTULMAK DEĞİL MİDİR? BENE TLEILAX’A SORUN, SÖYLESİNLER! YA ARTIK HAYATIN MÜZİĞİNİ DUYAMIYORSANIZ? ANILAR SİZİ SOYLU EMELLERE ÇAĞIRMADIKÇA YETERSİZDİR!’
Uzun odanın sonundaki dar duvarda bir başka yazı vardı. Odrade melanj yığınının tepesinde tökezleyerek yürüdü ve okumak için diz çöktü:
‘RAHİBELER BİRLİĞİNİZ NEDEN ALTIN YOL’U İNŞA ETMEDİ? OYSA BUNUN GEREKLİLİĞİNİN BİLİNCİNDEYDİNİZ. BAŞARISIZLIĞINIZ BENİ, TANRI İMPARATOR’U BİNLERCE YILLIK KİŞİSEL UMUTSUZLUĞA MAHKÛM ETTİ.’
‘Tanrı İmparator’, Çakobsa dilinde değil İslamiyet dilinde yazılmıştı… O dili bilen herkese bariz gelecek, ikinci bir anlamı vardı:
‘Tanrınız ve İmparatorunuzum çünkü beni siz öyle kıldınız.”(s.409–410)

Odrade bunları okuyunca dehşete kapılıyor. Bir yandan da insanların Tiran’a neden şeytan dediklerini, daha doğrusu onun kendisine şeytan diyeceklerini söylediğini hatırlıyor. O zaman onu buraya sürükleyen içindeki tehlike hissinden ölene kadar kurtulamayacağını anlıyor ve buradan çıkıp gitmeye yeltendiğinde her basamağın kenarına kazınmış yazılarla karşılaşıyor bu sefer:

“‘SÖZLERİM GEÇMİŞİNİZDİR,
SORULARIM BASİTTİR:
‘KİMİNLE İTTİFAK KURUYORSUNUZ?
KENDİLERİNE TAPAN TLEILAXLILARLA MI?
BALIKLARLA KONUŞANLARIMIN BÜROKRASİSİYLE Mİ?
KOZMOSTA GEZİNEN LONCAYLA MI?
İNSAN KURBAN EDEN HARKONNENLARLA MI?
KENDİ YARATTIĞINIZ DOGMATİK BİR BATAKLA MI?
SONUNUZ NASIL OLACAK?
ALTI ÜSTÜ GİZLİ BİR ÖRGÜT MÜ OLACAKSINIZ?’
Odrade basamakları çıkarken yazıları tekrar okudu. Soylu emeller mi? Bunlar ne narin şeyler olurdu hep. Çarpıtılmaları da ne kolay olurdu. Fakat daimi tehlikenin içinde güç barınırdı. Bütün bunlar o odanın duvarlarında ve basamaklarında yazılıydı. Taraza meseleyi açıklamasına gerek kalmadan kavramıştı. Tiran’ın ne demek istediği açıktı:
‘Bana katılın!’”(s.410–411)

Bütün bunların hepsinde bir soru işareti var. Yani bu hazineyi bir rahibe ananın bulacağını ve aradan binlerce yıl geçmesine rağmen onların yine tek derdinin kimle ittifak yapacaklarını düşünmeleri olduğunu Leto ta o zamandan görmüş mü, artık bilmiş mi, tahmin mi etmiş, Yazmış bunları sonuçta. Ve altı üstü “Gizli bir örgüt mü olacaksınız?” diye onları bir yandan hem tahrik ediyor, hem tehdit ediyor, hem korkutuyor, birçok şeyi aynı anda yapıyor.

Burada anlıyoruz bu kitapta, daha doğrusu görüyoruz: Bu Harkonnenler insan kurban ederlermiş eskiden. Sırf böyle öldürmek için yetiştirdikleri insanlar olurmuş ve onları ava çıkarırlarmış, o derece kötülermiş yani. Bunu da Duncan hatırlıyordu.

Ve gelelim Burzmali’ye — Burzmali diye bir askerimiz var. Bu da Teg’in yetiştirdiği başarı, ona nazaran daha genç. Şu an hem Teg’e sonuna kadar bağlı hem de onun en yakın adamı diyebiliriz. Kitabın bir bölümünde, artık sonlarına doğru, onun Lucilla ile birlikte bir macerası var. Lucilla da Odrade’ye çok benzeyen başka bir Rahibe Ana, onun genç versiyonu gibi bir şey. Zaten onun klonu olduğunu düşünüyorlar galiba. O da bir Atreides, yine aynı genler.

Zaten dediğim gibi herkes ya Leto’ya benziyor, ya Paul’a benziyor, ya Jessica’ya benziyor. Başka sanki insan kalmamış gibi, ya Duncan’a benziyor. Hazır tutmuş bir karakter var, onun üzerinden ilerleyelim gibi mantık gördüm ben. Neyse gelelim Burzmali ile Lucilla’nın konuşmalarına.

“Burzmali sertçe, ‘Bunu neden yaptın?’ diye sordu. ‘Bunlar bizi Rakis’e göterecek insanlar!’
Lucilla konuşmadan Burzmali’ye baktı; onun korkmuş bir sesle soru sorduğunu fark etmişti. Burzmali, Lucilla için korkuyordu.
Lucilla, Ama onu koşullandırmadım ki, diye düşündü.
Bir şeyi anlayınca afalladı… Burzmali, onun içindeki nefreti fark etmişti. Lucilla Onlardan nefret ediyorum! diye düşündü. Bu gezegenin halkından nefret ediyorum!
Bir Rahibe Ana için tehlikeli bir duyguydu bu. Yine de Lucilla’nın içini yakıyordu. Bu gezegen, onu istemediği bir şekilde değiştirmişti. Gördüğü şeylerin var olduğunu öğrenmeyi istememişti. Zihinsel olarak anlamak, bizzat yaşamaktan çok farklıydı.”(s.541)

Ben sanırım bu son cümle için aldım bu bölümü. Zihinsel olarak anlamak tabii ki yaşamaktan çok daha farklı. Öyle kitaplardan öğrenemezsiniz her şeyi. Bu Bene Gesserit’lerin de biraz düştüğü yanılgı o oluyor — her şeyi okuyarak, öğrenerek, eğitimle öğrendiklerini zannediyorlar. Onu bir de hazmetmesi olduğunu işte böyle sahaya inince anlıyorlar.

Burada Lucilla’nın kızdığı nokta bu. Gammu’da karşısına çıkan bir Fremen — kadın mıydı, erkek miydi, tam hatırlamıyorum — artık o eski asil Fremen ruhunu tamamen kaybetmiş. Çok değişmiş, böyle hiç o eski, o asil Fremen kalmamış. Tamamen böyle köle gibi bir şey olduğundan ona çok kızıyordu, onlardan o yüzden nefret ediyordu. Burzmali de tabii onu uyarıyor.

Bunlar burada böyle bir maceranın içinde. Burzmali ile Lucilla, Gammu’da Duncan’ı aramaya çıkıyorlar. Duncan da onları arıyor gibi bir şey. Öte tarafta da Teg’in hikayesi var. O da artık kendi başına tamamen Saygın Analar’la bir mücadele içerisine giriyor, onların eline düşüyor önce.

Orada bu Saygın Anaların, Tleilaxlıların, hatta diğerlerinin de kullandığı bir yöntem var: İnsanların zihinlerinde kalan bütün bilgileri almaya çalışıyorlar, ölmeden önce ve öldükten sonra da bir süre boyunca bunu yapabiliyorlarmış. Onu yapmasınlar diye Bene Gesserit’lerin çeşitli önlemleri var. O önlemleri de alıyor Teg, ama yine de onun hafızasını kopyalamaya çalışıyorlar, hafızasının derinliklerini, neler bildiğini anlamaya çalışıyorlar.

Teg birden bir süper güce kavuşuyor. Bir süper kahraman vardır, Flash — çok ben de bilmiyorum gerçi de sadece çok hızlı olduğunu biliyorum. Yani bu da onun gibi inanılmaz bir hıza ulaşıyor. Teg yazar buna “çifte görüş” demiş. Yani bu kahinlerin meşhur geleceği görmeleri gibi bir işlevi de oluyor bazen. Ama asıl yapabildiği şey böyle bir kalp atışı hızında kendisinin koşup onlarca kişiyi kendi elleriyle öldürebilmesi. Hiç kimse görmüyor bile, yani o kadar hızlı. Bütün bunları yaparken “onlarca” dedim ama “100 kişi miydi” diye soruyorlar Teg’e. Daha sonra o da “biraz abartmışlar” gibi bir cevap veriyor. Bu öldürdüklerinin çoğu Saygın Analar, yani o çok iyi dövüşçüler. Ama buna rağmen Teg, o baş Saygın Anaların başındaki kadını da öldürüyor. Bunları işte yaptığında şöyle bir düşüncesi var…

“Teg, Gözetlenen kişi görmez, diye düşündü. Gözetleyenlerin de milyarlarca gözü var.
Çifte görüşü burada tehlike olduğunu fakat şu an için şiddet yaşanmayacağını söylüyordu.”(s.579)

Teg’in çifte görüş yeteneği, onun bulunduğu ortamda bir tehlike ya da şiddet durumu olup olmayacağını anlamasını sağlıyor. Bu yeteneğiyle çevresindeki tehditleri fark ediyor ve gerektiğinde o hızlı “moda” geçiyor. İşte bu hızlı mod, tüm dengeleri bozuyor. Saygın Analar tarafından köşeye sıkıştığı bir anda, neredeyse yenilecek gibi göründüğü bir pozisyonda, bir av olmaktan çıkıp avcıya dönüşüyor. Bu dönüşüm, okuru heyecanla sayfaları çevirmeye itiyor.

Yazar, Teg’in bu yeteneğini ve olayların gidişatını öyle ustalıkla kurgulamış ki, bir noktada okuyucu “Acaba Teg her şeyi tek başına kurtarabilecek mi?” diye düşünmeden edemiyor. Ancak Frank Herbert’in diğer kitaplarından bildiğimiz bir gerçek var: Hiçbir zaman bir kişi kalıcı bir çözüm ya da başarı sağlayamaz. Bu tek kişinin zaferi gibi görünse bile, bunun uzun vadede bir çözüm olmayacağını anlıyoruz. Ama okurken yine de “Belki bu kez olacak mı?” diye heyecanlanmamak mümkün değil.

Teg’in bu yüksek gerilimli olayların arasında bir restorana girdiği sahne gerçekten etkileyici bir detayla aktarılmış. Yazar burada karakterin ruh hâlini ve ortamın gerginliğini mükemmel bir şekilde yansıtarak atmosferi çok iyi hissettiriyor.

“Teg içeri girince, nasıl bir yer keşfettiğini hemen anladı. Burası Eski İmparatorluk’ta sık rastlanan türden, otomat garson kullanılmayan bir lokantaydı. Böyle yerler ‘moda’ mekânlar olurdu. Arkadaşlarınıza en son ‘keşfinizden’ bahseder ve kimseye söylememelerini sıkı sıkıya tembihlerdiniz.
‘Fazla ayağa düşmesini istemem.’
Teg buna hep gülmüştü. İnsanların böyle yerleri sır tutarmış gibi yaparak tanıtmasına.”(s.599)

Belli ki yazarımız da buna gülüyor. Bu şekilde buraya yazdığına göre ‘Evet’ var maalesef. Hatta belki benim bu podcast’im için de yapılıyordur. Çok popüler olursam kalite düşer miyim? Düşer muhtemelen. Evet, daha çok şeye dikkat edersin çünkü o zaman daha büyük bir kesime hitap ettikçe daha çok şeye dikkat edersin. İster istemez aklında başka şeyler olur, o rahatlık, ilk günkü şeyler bozulur.

Bunu biz her şey için yapıyoruz. Tatil yerleri için bir arkadaşım şöyle derdi mesela: ‘Doğayı seviyorsan doğaya gitmeyeceksin, o doğayı bozmayacak oradaki yaşamı.’ Çünkü korumak için bazen sırt çevirmek gibi saklamak gerekiyor. Öyle sırt çevirir gibi tanıtmak değil de… Ve yazar onu da çok güzel yapıyor. Bu lokantanın aslında esprisi günümüzdeki normal bir lokanta gibi bir şey olması. Hiçbir şekilde ne diyor onlara — otomat garson, robot garsonlar gibi bir şey geldi benim aklıma — öyle şeylerin kullanılmaması yani. Gayet normal bir şeyi ne kadar olağandışı bir şeymiş gibi göstererek anlatıyor.

Ben de mesela şöyle diyebilirim: Ben o kadar okul okudum, bütün öğretmenlerim normal insandı, hiçbiri otomat öğretmen değildi. Bir böyle demek var, bir de ‘sıradan bir okulda okudum’ demek var. Yazar bunu çok iyi yapıyor ve bu lokantada da Teg’in zaten öyle bir tipi var ki herkes tanıyor onu. O iki metre boyu olduğu için böyle saklanabilecek, gizlenebilir biri değil.

Eski askerleri, onun yanında savaşanlar bu restoranda… Bir hatta gazeteci mi, yazar mı — o zamanlar da gazeteci mi var, hala o da ilginç bir şeydi, haberci diye mi geçiyordu neyse — onun aracılığıyla insanları bir bar gibi bir yere topluyor. Bu sefer orada bu Saygın Analar’a karşı ayaklanacak, artık son hamleyi yapacak ve bir yok gemi ele geçirip Arrakis’e gidecek. Yani Rakis, şu anki adıyla, ve en büyük savaş orada yaşanacak. Kitabın sonu zaten sonlarına geldik artık.

O yok geminin komutasını da Burzmali’ye veriyor. Burzmali’yi de buluyorlar, yanlarına getiriyorlar. Burzmali, Duncan, Rahibe… Rahibe değil, Saygın Ana Murbella mıydı, öyle bir şey. O da onunla, onu çevirecek, dönüştürecekti ama Duncan onu iyi tarafa çekti gibi bir şey. Öyle ne olduğu tam belirsiz, orası da bir soru işareti olarak kalıyor bu kitapta.

Ve bu yok gemi, yani ele geçirilmesi imkansız gibi bir şey, o kadar çok güvenlikli, o kadar çok donanımlı bir şeyken… Teg… Tabii bu ikinci görüşü, ona o inanılmaz hızı veren yetenekleri sayesinde bunu da başarıyor herhalde. Onlardan hiç bahsetmiyor yazar, bir anda bir bakıyorsunuz o yok gemiyi almış, ele geçirmişler. Komutasını Burzmali’e bırakıyor ve Duncan’mış gibi kendisini feda etmek için çıkacak, savaşacak. Ve Odrade de en son kızı olduğunu anladığını göstermek istercesine böyle gelip yanına “Yapman gerekeni yap, kızım” diyor ve fısıldayarak cümlesini şöyle bitiriyor:

“‘Ambardaki o solucan yakında evrendeki tek solucan olabilir.’
Odrade birden durumu anladı: Teg, Taraza’nın planınınn tamamını biliyordu ve Başrahibe Ana’sının emirlerini sonuna kadar uygulamak niyetindeydi.
‘Yapman gerekeni yap.’ Başka söze gerek yoktu.”(s.617)

Şimdi ben de okuyunca nasıl oraya bağlayacağım diye düşünüyordum. O arada bahsetmemiş, bağlamak yerine böyle bir çözüm bulmuşum. Bu yok geminin ambarına o büyük kum solucanını koyuyorlar. Sheeana ile birlikte… Waff orada mıydı? Waff da muhtemelen ellerinde. Yani daha önce bahsetmiştim ya, hani Waff, Sheeana ve Odrade kum solucanının tepesinde işte, Taraza’yı falan bulmuşlardı orada, o melanj bulmuşlardı, onlar öyle.

Ondan sonra da ilerlerken yine kum solucanının peşinde, Teg onların önüne iniyor hemen bu yok gemiyle. Diğerleri de şaşırıyor, ‘nereden bildi bizim burada olacağımızı’ falan. İşte Teg’in öyle bir görüşü var ki artık o ikinci kitaptaki Paul gibi bir şey oluyor. Yani her şeyi biliyor, her şeyi hesaplamış kendince ve doğru da çıkıyor bu görüşleri.

Onları orada kurtarıyor. Yani onlar nereye gideceklerini bilmezken ve anlıyoruz ki evrendeki tek kum solucanı o olabilir derken, Rakis artık yok olacak. O Rakis’i, bütün diğer solucanlar, insanlar, en ufak bir canlı bile kalmayacak kadar çok büyük bir savaş olacak ve bu savaşın başrolünde de Teg olacak tabii ki. Ve Teg ölecek, oraya saldıran bütün o Saygın Analar gibi çok büyük bir patlama gerçekleşeceği satır aralarında söyleniyor. Bunlar muhtemelen son kitapta anlatılacak böyle sayfalarca diye düşünüyorum ben. İnşallah da anlatılır.

Tabii buraya gelmeden önce Odrade, Waff ve Sheeana kendi Bene Gesserit’lerin, o baş rahibeleri de getiriyorlar oraya. Taraza geliyor ve Taraza artık şeyi kabul ediyor gibi bir şey, onu da bir Bene Gesserit yapacaklar. Sheeana da bunu istiyor, kum solucanını işte o da görüyor, ona sözünü geçirebildiğini anlıyor. Ve işte kendi halinde ve çok önemli ‘Gözetmenler’ diye mi geçiyordu, öyle bir Gözetmen Birlik gelecek. Bunları en son bu Tleilaxlarla Rahibeler Birliği müttefik olacaklar gibi bir şey kitabın sonlarına doğru.

Ben aslında bunları Teg’in yok gemiyle gelmeden önce anlatmam gerekiyordu ama şimdi hatırladım, ondan önce oluyor çünkü bu olanlar. Bir başka bir yok gemi geliyor, muhtemelen her şey işte tatlıya bağlanacak, Bene Gesserit’ler rahat rahat Sheeana’yı alıp kurtulacak gibi bir senaryo çizilirken o gemiden Saygın Analar çıkıyor. Hemen orada saldırıya başlıyorlar o lazer silahlarıyla. Taraza’nın hemen gövdesi ikiye ayrılıyor gibi bir şey, yani bacakları kopuyor, kolları… Acayip kanlar, şeyler… Ölecek, hala bir acı çekmemeye çalışıyor orada, bir ağaca tutunuyor falan. O Bene Gesserit eğitimleriyle çığlık atmamaya çalışıyor.

Ve orada Odrade gelip onun alnına başını yaslayıp onun içindeki bu diğer bütün bellekleri kendine transfer ediyor gibi bir şey. Böyle de bir güçleri varmış, böyle bir durumları varmış. Yani bu şekilde devam ediyormuş Bene Gesserit’ler. Bundan da bu zamana kadar hiç bahsetmiyor, geçiyor gibi anlatıyordu yazar. Ama ha böyle de bir sanki Bluetooth değil de bir kızılötesi teknolojileri varmış. Yani iki tane yan yana gelince iki zihin ondan ona aktarılıyor, o biraz Tleilaxların yaptığı gibi, o yüz dansçılarının.

Yani artık yeni Rahibe Ana, Baş Rahibe Ana Odrade oldu diyebiliriz. Ve Taraza ölüyor ya, geçtim Taraza’yı… Zaten artık Dune gezegeni yok oluyor, yani yerle bir oluyor kitaba adını veren gezegen. Ve Odrade bir şekilde hem Bene Gesserit’leri, onların o gelecek nesillerini, hem işte Dune’u gizmi ve daha da önemlisi Sheeana’yı ve son kalan kum solucanını kurtarmış oluyor. Ve son sayfanın son cümlesine geliyoruz:

“Odrade aşağıya, solucana usulca seslendi: ‘Hey! İhtiyar solucan! Planın bu muydu?’
Yanıt gelmedi; Odrade gelmesini beklememişti zaten.”(s.627)

Diye bitiyor bu kitap. Bu Dune Sapkınları kitabıyla ilgili de yapay zekaya kapak fotoğrafı yaptırmakta çok zorlandım. “Sapkınlar” kelimesi yanlış anlaşıldığı için sürekli hata verdi, sanki tuhaf bir şey istiyormuşum gibi.

Ya, bu ChatGPT de artık… Yani internetteki her şeyi bilmiyor bence. Bu kitapların sonuçta internete yüklenmiş hali vardır, ama Türkçe yazdığım için diyeceğim. İngilizce de yazdım. Yani Frank Herbert deyince, Dune deyince bütün kitapları bilmesini beklersiniz. Yok öyle bir şey.

En azından insanlara, bizim gibi ücretsiz versiyonunu kullanan sıradan insanlara sundukları yapay zeka, bu tarz bilgileri biraz bu kitaptaki mentat gibi aslında. Daha çok veriyi senin vermeni bekliyor. Sen ona bir şeyler söyleyeceksin, onlardan toparlayacak.

Onu yani bu kitaptaki sıradan bir mentat da yapıyor. Ben onu mu isteyeceğim? İnsan daha çok… Bu kitaptaki Teg gibi bir şey istiyor mesela, çok daha etkin, çok daha hızlı. O teknolojiye ulaşamadık. Ve koskoca Dune gezegeni yıkıldı. Yani bir şeyleri inşa etmek için bazen yıkmak gerekiyor. En kolay inşa yöntemidir; yani daha doğrusu önce yıkarsın, maalesef. Bunu biz de işte bu büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da, önce bir yıkılsın edilsin, ondan sonra dikeriz yenilerini gibi bir hastalıklı şekilde düşünüyoruz. Maalesef bu kentsel dönüşümün hızı insanı korkutuyor. Yine ben de hiç… Nereden nereye geldim!

Artık serinin son kitabında görüşmek dileğiyle… Kendinize iyi bakın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder