17 Ekim 2024 Perşembe

Dune Mesihi

 

Dune Mesihi, Yüz Değiştirme Yüzsüzlüğü ve Bir Gözlük Hikâyesi

Dune Mesihi’yle Dune serisine devam ediyoruz. Dune Mesihi’ni ilk bölümde söylemiştim. Sanırım ben bu kitabı iki günde okudum, 289 sayfaydı.


Büyük bir merakla, yani nasıl bitirdiğimi bile bilmiyorum. O ilk kitabın da etkisiyle hemen peşinden okumuştum. Yine İthaki Yayınları, çeviren Dost Körpe. Benim okuduğumda 2017 baskısında ilk kitaptaki gibi bir sürü ek yok. Sadece son söz “Gulamın İlahisi” diye bir bölüm var.

Bu kitaplarda ben böyle çok şeyleri sevmiyorum — şarkıları, türküleri çevirmeye çalışıyorlar. Bazıları tabii ki güzel oluyor ama onları orijinal dilinde okumak lazım. Şiir de aynı şekilde, çevirisi çok zordur, hatta kimilerine göre mümkün değildir. Ben de biraz o kimilerine yakınım.

Başlangıçta dokuzlu (IX) Bronzo ile idam hücresinde yapılan görüşmeden alıntılar, tarihin tahlili, Muad’Dib diye bir bölümle başlıyor. Dokuzlu Bronzo derken, Roman rakamıyla yazılmış. Bu acaba IX mi, yoksa X mi? Bir başka dünya mı, Frenler gibi bir tabir mi? Ya da 9 mu? 9'da mı olabileceği aklıma gelmişti. Sonradan öğrendim ki bu insanların zihnini biraz karıştıran bir şeymiş. Çok da bir önemi yok ama söylemek istedim.

Bu kitap benim için biraz bir hayal kırıklığı oldu, yani ilk kitabın tadı yok açıkçası. Özellikle o yüz değiştirenler… İlk kitapta ekolojiyi, bilim kurgunun derinliklerini, tüm dünyaların özelliklerini anlatmışken, şimdi karşımızda yüz değiştirebilen insanlar var. Bunu nasıl açıklayacaksınız? Teknoloji yok, düşünen makineler reddedilmiş, ama ilk kitapta üstü kapalı olarak geçen bu konular burada nasıl işleniyor?

Bu kitapta çok fazla değişik kelimeler var, birçoğunun nasıl okunduğunu bilmiyorum. İkinci filmi henüz seyretmedim (muhtemelen ikinci filmde bu konular geçmez, ilk film Dune’un ilk kitabını iki film olarak çekmiş). Dune Mesihi’nin filmi henüz çıkmadı.

Kitapta biraz Hristiyan anlayışı, kendini feda etme teması var. Bunu önceden çok anlamazdım — bir tokat yiyip öbür yanağını uzatmak gibi bizim kültürümüze çok da uymayan şeyler. Ama yabancı kültürlerde övülen bir davranış bu. Benim hoşuma gitmese de birçok insan beğenmiş olabilir.

Üçüncü kitaba bir bağlama olarak “Dune Çocukları” geliyor sanırım. Hikayenin nasıl devam edeceğini merak etmemi sağlıyor.

İlk filmde Duncan Idaho’yu (Jason Momoa) hemen filmin başında öldürmelerini düşündüm. Türk mantığıyla, belki anlaşamadılar ya da popülerliğini kullanmak istediler diye. Ama meğer adamın çok kritik bir rolü varmış. Aslında ölmediğini, ölmekten beter olduğunu söyleyerek ilk spoilerimızı verdik.

Çok fazla ayrıntıya girmeyeceğim, çünkü girdikçe yanlış bilgiler verdiğimi fark ediyorum. Hikaye o kadar karmaşık ki… Evet, çok fazla dinlenmiyor belki ama ileride kitabın hayranları karşıma çıkıp “rezil etmişsin bu hikayeyi” demesinler diye sadece aldığım notları ve bana düşündürdüklerini paylaşıyorum. Zaten aslında hep böyle yapmaya çalışıyorum da işte arada bazen kendimi kaptırıyorum.

“Irulan sonunda, ‘Scytale, siz Tleilaxlıların tuhaf bir onur anlayınız olduğu söylenir,’ dedi. ‘Kurbanlarınıza hep bir kaçış yolu bırakırmışsınız.’”(s.23)

Irulan, işte o diktatör padişah imparatorun kızıydı. Hatırlarsanız Paul’la evlendi artık ve Paul da padişahın yerini aldı. Sadece Arrakis değil, bütün kainatın, bütün evrenin yöneticisi konumuna ulaştı ve 12 yıl sürmüş bu savaş. Milyonlarca insanı öldürmüşler.

İşte o Paul Muad’Dib’in hep sürekli “Cihat, Cihat” diye gördüğü, bunu engellemem lazım dediği öngörülerin de karşısına çıkan, o geleceği bizzat yaşıyor ve çözüm de bulamamış açıkçası. Bir yandan da artık tuzları kuru, hiçbir şekilde o çölün susuzluğundan eser kalmamış, büyük bir zenginliğe ulaşmışlar.

Irulan da burada Paul’u öldürme planları yapan bir konseyin içine dahil oluyor. Çünkü kendisinden çocuk yapmadığı, kendisiyle birlikte olmadığı için Paul’un Chani olan sevgisini kıskanıyor. Sürekli formalite icabı bir evlilik olduğu için onu da sindiremiyor.

Bu söz, daha önce okuduğum Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı”nda da geçiyordu — kurbanlarınıza bir kaçış yolu bırakın, onları çok fazla zorlamayın — gibisinden. Acaba yazar bunu oradan mı almış olabilir? Kesinlikle okumuştur. Bu kitapta da sürekli hile içinde hile vardır, tuzakların içinde tuzaklar vardır denilip duruyor zaten.

Paul da, tıpkı babası gibi, kendisine tuzak kurulacağını görüyor. Ama hep bazı seçeneklerde kötünün iyisini seçmek zorunda kalıyor. Bazen çok ufak bir geleceğin değişme ihtimali varsa, kendisini bilerek tehlikeye atıyor.

Tleilaxlılar, yüz dansçıları, yüz sanatçıları — her kılığa girebilen bir tür varmış. Tıpkı mentat’lar veya Bene Gesserit’ler gibi. Gerçi onlara şaşırmadım da, buna mı şaşırıyorum bilmiyorum. Bana onlar sanki biraz daha inandırıcı geldi. Ama bunun hiçbir açıklaması yok belki. Şu an benim hayal gücümün kısıtlı olmasındandır. Belki gelecekte böyle değişik varlıklar göreceğiz.

Duncan’ın öldüğünü biliyoruz, ilk kitapta büyük suikast planı başladığında gerçekleşmişti. Ama cesedi henüz kurtarılabilir durumda. Üzerinden çok fazla zaman geçmeden, organlarını kurtarıp yapay zeka benzeri bir bilinç yükleyerek yeniden canlandırabilirler.

Nitekim bunu yaptıklarını ve dünyaya açıkladıklarını görüyoruz. Paul Muad’Dib artık tüm evreni yöneten, seçilmiş kişi — bir Mesih. Onun düşmanları da ona Duncan’ı şekilde robot gibi geri getiriyor. İsmini “Hayt” koymuşlar, bazıları hala Duncan demeye devam ediyor.

Paul’a hediye edilen Hayt, hem bir mentat hem bir savaşçı hem de onun emirlerini yerine getirecek biri. Aslında bir köle gibi. Paul artık öyle bir seviyede ki, her yerde onu överler, ona tapanlar var.

Paul, Hayt’a soruyor: “Senin amacın ne? Gizli bir hedefin var mı?” Hayt ise, mentat olarak programlandığı şekilde doğruları söyleyerek diyor ki: “Ben seni öldürmek için görevlendirildim.”

Buna rağmen Paul, kendinden emin. Küçücük bir ihtimale tutunarak, Duncan’ın geri dönebileceği umuduyla kendini tehlikeye atıyor ve Hayt’ı yanında tutuyor. Hayt, Paul’un kardeşi Alia ile yakınlaşıyor ve ona yavaş yavaş aşık oluyor gibi bir şey ve aralarında şöyle bir uzunca bir diyalog varmış, onu not almışım:

“‘Peki ben özel güçlerimi nasıl dikkatsizce kullanıyorum?’
Hayt, ‘Onları nasıl kullanıyorsunuz?’ diye karşılık verdi.
Hassas bir noktaya parmak basmıştı. Alia elini bıçağından çekip, ‘Neden ağabeyimin kendi kendisinin kuyusunu kazdığını söyledin?’ diye sordu.
‘Haydi ama çocuk! Hani nerede o yere göğe sığdırılamayan özel güçlerin? Mantıklı düşünemiyor musun?’
Alia öfkesini güçlükle zapt etti. ‘Benim yerime sen mantıklı düşün mentat.’
‘Pekâlâ.’ Hayt onlara eşlik eden toptere baktıktan sonra gözlerini tekrar rotaya çevirdi. Kalkan Duvarı’nın kuzey kısmının ardında Arrakeen Ovası belirmişti. Pan ve graben köyleri toz bulutu yüzünden görülmese de, uzaktaki Arrakeen’in ışıkları seçilebiliyordu.
‘Birtakım belirtiler var,’ dedi Hayt. ‘Mesela ağabeyinizin resmi methiyecisinin olması…’
‘Fremen Naiblerinin armağanı o!’
‘Tuhaf bir armağan,’ dedi Hayt. ‘Dostların neden onun övgüye ve pohpohlanmaya alışmasını istesin ki? ‘Muad’Dib halkı aydınlatıyor. Ümmi Naibimiz, İmparatorumuz tüm insanları aydınlatmak için karanlıktan geldi. O bizim efendimiz. Tükenmez pınarın değerli suyu. Tüm evrene, içmeleri için neşe saçıyor.’ Pöh!’
Alia, ‘Böyle konuştuğunu Fremen muhafızlarımıza söylesem, seni küçük küçük doğrayıp kuşlara yem diye atarlar,’ diye mırıldandı.
‘Söyleyin öyleyse.’
‘Ağabeyim doğanın ilahi kanunuyla hükmeder!’
‘Buna kendiniz bile inanmıyorsunuz; neden öyle diyorsunuz?’
‘Neye inandığımı nereden biliyorsun?’ Alia’ya öyle bir titreme gelmişti ki, Bene Gesserit güçleriyle bile durduramıyordu.”(s.135)

İşte bu savaş boyunca 12 yıl geçtiği için tabii Alia da artık büyüdü. Zaten o daha çocukken bile çok acayip bir şey olduğu için annesinin karnında yaşadığı o aydınlanmayla, özel güçleri var yani. Ama işte onları dikkatsizce kullandığını söylüyor burada, onu uyarıyor. Ve abisinin başının derde girdiğini, kendi kuyusunu kazdığını neden? Çünkü işte bu vüzeralarmıştı mıydı, o değişik bir isimlerden biri. Resmi methiyecileri, Fremen naiplerinin armağanıymış yani. Fremlerin içindeki o eski savaş arkadaşlarından bazılarıyla zaten artık arası bozuluyor, onlara uğramadığı için.

Hayt’ın taklit ettiği gibi, onu öylesine övüyorlar ki Paul’u — tükenmez pınarın değerli suyu gibi gösterip nesre saçıyorlar, şöyledir böyledir diye. Kendi kuyusunu kazıyor. Yani aslında sürekli hiçbir zayıf noktası yokmuş gibi övülmesi ile.

Hayt bunu görüyor, zaten bir mentat olarak yetiştirmişler. Kendisine verilen veriler eşliğinde hep bir sonuca gitme, hesap kitap yapma derdinde. Aslında “Gulam” — Osmanlı’da Kapıkulu askeri miydi? Gulam askerleri ayrı bir şey miydi? Öyle bir şey bizde de vardı sanki, devşirmeler için mi kullanılıyordu? Buradan da tarih bilgimin ne kadar zayıf olduğu anlaşılacak belki ama öyle bir şeylerdi — şimdi çok hatırlamıyorum.

Hayt için de “Gulam” diyorlar zaten son alıntımda. Evet, şöyle:

“Bu gulâm, Tleilaxlıların yarattığı bir şeydi; yoksa Paul’ün aklına bu planı o mu sokmuştu? Paul, Bene Tleilaxlılarla doğrudan pazarlık yapmaya kalkacak mıydı?
Rahibe Ana bakışlarını Alia’nınkilerden ayırırken kararsızlık ve çaresizlik içindeydi. Bene Gesserit eğitiminin tuzağının, kazandırdığı güçler olduğunu kendine anımsattı: Böyle güçler insanı kibre ve gurura sürüklerdi. Güç denen şey, onu kullananları kandırırdı. İnsanoğlu gücün herhangi bir engeli, kendi cehaleti de dahil olmak üzere tüm engelleri yıkabileceğine inanma eğilimindeydi.
Rahibe Ana, Bene Gesseritler için tek bir şeyin önemli olduğunu düşündü. Paul Atreides ile (ve hilkat garibesi kız kardeşiyle) zirveye varmış olan, nesiller boyu inşa edilen piramitti bu. Şimdi yapılacak yanlış bir seçim, bu piramidin yeni baştan inşa edilmesini gerektirirdi. Paralel dallar boyunca nesillerce geriye gidilmesi gerekirdi, oysa artık ellerinde en iyi niteliklere sahip döllenme numuleri yoktu.
Rahibe Ana, Kontrollü mutasyon, diye düşündü. Tleilaxlılar bunu gerçekten yapıyor olabilir mi? Ne cazip bir şey! Başını iki yana sallayıp, bu fikri aklından çıkarmaya çalıştı.
Paul, ‘Teklifimi ret mi ediyorsun?’ diye sordu.
Rahibe Ana, ‘Düşünüyorum,’ dedi.
Tekrar Alia’ya baktı. Bu dişi Atreides ile çiftleşmeye en uygun kişiyi yitirmişlerdi… Paul onu öldürmüştü. Ama bir seçenek vardı… gerekli niteliklere sahip bir çocuğun doğmasını sağlayabilecek bir seçenek. Paul, Bene Gesseritlere hayvansı üreme yöntemleri teklif etmeye cüret etmişti! Chani’sinin hayatı için ne kadar büyük bir bedel ödemeye hazırdı acaba?”(s.160)

İşte bu kitabın ortalarında geçen bir diyalog artık konu şekilleniyor. Bu kitap boyunca karşımıza geçecek. İşte burada da zaten tam böyle kilit bir noktayı almışım.

Ben bu eserlerin başındaki o yaşlı rahibe ana Paul’un huzuruna çıkıyor burada. Paul onu çağırttı, ayağına kadar. Çünkü artık işte bütün her yere hükmedebildiği için biraz da intikam alıyor, yani.

Aslında o ilk zamanlar, o ilk kitapta yine ikonik bölümlerden biriydi Paul’un insanlığını sınaması, onun elini o kutuya sokup boğazına gom capları dayayıp ona acı çektirmesi. Burayı da işte onun biraz rövanşı gibi gördüm ben artık.

Bene Gesseritlerin tek bir amacı kalmış, bu kontrollü üreme. Zaten o Bene Gesserit programının bütün amacı Paul’la birlikte patladığı gibi bir şey, olmadı yani. İstedikleri şeye ulaşamadılar. En azından kendi istedikleri yönde.

Paul, eğer bir çocuğu olmazsa nesiller boyu ona gelene kadar yapılan bütün emek de boşa gidecek. Onun hesaplarına göre tekrar buna öyle baştan başlamak da yüzyıllar süreceği için çok mümkün değil artık.

Ama Paul geleceği de gördüğü için Chani’nin hayatının tehlikede olduğunu, onu da öldürmeye çalıştıklarını kendisine ulaşamıyorlar. Bir şekilde ulaşsa da işte en fazla böyle ona hediye edilmesi gibi aracılar kullanarak geliyorlar. Ama Chani hep bir tehlikede.

Onu kurtarmak için Irulan da bir çocuğunun olmasını kabul ediyor, ama tabii normal bir şekilde değil. Günümüzdeki tüp bebek gibi bir şey sanırım burada anlatılan. Ama o da bu bitlerin inancına biraz aykırı, çok böyle o zamana kadar yapılmamış bir şey.

İşte bu diyalogda söylediği kontrollü mutasyon değil de hayvansı üreme yöntemi. O şekilde bahsettiği bu aslında.

Kitabın sonunda onlardan hiç alıntı almamışım demek. Zaten bu iki alıntı da fark ettiyseniz çok edebi bir söz değil. Daha çok olayların akışıyla ilgili hatırlatıcı notlar gibi düşündüm ben.

Bu kitap, ilk kitap gibi o açıdan çok zengin değil. Güzel atasözleri, özdeyişler yok. Her bölümün başlangıcındaki metinler de öyle yok diyeceğim, yani neredeyse vardı ama o kadar.

Arada böyle ilahiler, şarkılar, değişik dokuzlular ve Tleilaxlılar var. Bunu yaptığımda acaba ırkçılık olur mu diye düşündüm. Onlara çok ısınamamak, onların o yüz değiştirme olayının kitapta çok fazla anlatılmaması beni biraz soğuttu.

Ama onlar yani gelişmiş bir medeniyet. Aslında en gelişmiş medeniyetlerden biri. İnsana artık yapay gözler takabiliyor, kör insanların tekrar görebilmesini sağlıyor. Sadece yüz değiştirmek değil, ölü insanı bile tekrar ayağa kaldırıp ona bilinç yükleyip bir robot haline getirebilecek kadar teknolojilerini geliştirmişler.

Yapay zeka yasak diyoruz, el altından şimdi de mesela insan klonlama. Bir doğuyu klonladı diye biliyoruz, sonra kesildi. Artık kazı yapılmıyor, yasak. Ama Çin’de neler olduğunu kimse bilmiyor zaten, dışarıya da kapalı bir ülke olduğu için mutlaka araştırıyorlar, kesinlikle.

Bu CRISPR teknolojisi, insanların genleriyle oynama… Ben de çok meraklıydım eskiden, bunlar hakkında çok okurdum. Ama artık bir yerden sonra çok anlatılanlar kadar gelişmediğini de görüyorsunuz teknolojinin.

Mesela benim ilk göz doktoruna gitme hikayem vardır. Gencim o zamanlar, üniversitedeyim, 20 bile değilim herhalde. 20'li yaşlara yaklaştığım zamanlarda tıbba inanıyordum. O zamanlar çok yakın bir arkadaşım var, Kartal gibi gözü olan, her şeyi okuyan. Yanımızda, sadece benim değil neredeyse kimsenin göremediği şeyleri ona söylüyoruz, o görüyor, okuyor. Ama ben diğer insanlara göre biraz daha az, çoğunluğun görebildiği şeyleri bile göremediğimi, okuyamadığımı fark ettim.

Ve o, yaz işte İstanbul’a geldiğimde doktora da gitmiştim. Şey bekliyorum, böyle işte bir iğne yapacak ya da bir damla verecek. Bir şey yapacak yani, bu uzağı göremememi çözecek. Evet, iyi göremiyorum. E, bunu o zaman çöz diye gelmişim. Bir reçete gibi bir kağıt verdi bana. Gözlük, o makinede meğer numaralarını belirlemiş. Ben orada bozukluğu ölçmeye çalışıyor zannediyordum. Gözlüğün numarasını belirlemiş, “Artık gözlük takacaksın” diyor.

Yok mu demiştim, başka bir çözüm? Bu mu yani? Bu bir çözüm değil ki, bu iyileştirme değil ki zaten. Yani başka bir camın ardından bakmak geçici bir çözüm gibi geliyor bana.

İşte Tıp 21. yüzyılda biraz bu seviyede, birçok konuda. İlk kitapta da bahsetmiştik. Şimdi kitaba dönmem gerekirse, artık anlatasım da kalmadı ama hâlâ anlatıyorum işte. Ne anlatıyorsam, ama sonuna biraz bağlamaya çalışıyorum.

İlk kitapta da bahsetmiştik zaten. En büyük suçlardan biri bu: nükleer silahların, nükleer silahlara benzer şeylerin kullanılmasıyla olsun. Onun bütün hanedanı, soyu kurutuluyor, yani o derece büyük bir ceza veriliyordu. Ortadan kaldırılıyordu, ama Paul bunu işte bir kelime oyunu yaparak, “İnsanlar üzerinde kullanmadım, kalkan üzerinde kullandım” diyerek yapmıştı ve arazisi ele geçirmişti.

Şimdi de ona karşı kullanılıyor, buna benzer küçük bir taş gibi bir şey. Ama atıldığı yerde çok büyük bir patlama oluşturuyor ve civardaki herkesi kör eden bir şey, bir ateş çıkıyor ortaya. Paul orada biliyor yani kurdukları tuzağı zaten kendi ayağıyla gidiyor. Onun da tuzak olduğunu da biliyor, yine de gidiyor. Belki de kendi geleceğini görüyor, gördüğü için en hayırlısı bu mudur, diyor. Bilmiyorum.

Oraları çok açıklamıyorlar bu kitapta. Muhtemelen bunlar diğer kitaplarda bahsedilecek. Bile bile tuzağa gidiyor, yani ama ölmüyor, işte sadece kör oluyor. Hatta o civardaki diğer insanlar da kör oluyor onun yüzünden. Birçok insanın, onların da gözlerinin Tleilaxlıların teknolojisiyle yenilenmesinin masrafını karşılayacağını söylüyor. Ama kendisini istemiyor bunu, mesela. Çünkü kendisi zaten o geleceği görüşüyle etrafını da yine görüyor gibi bir şey, o da çok değişik.

Yani tam anlatılamaz gibi ya da ben anlayamadım, tabii çok da zor bir şey tasvir edileceği için. Orada görmüyorsun ama aslında görüyorsun gibi değişik bir durum. Paul buradan, yani o seçilmiş kişi olduğunu daha da bir ispatlıyor adeta. İşte resmen körken, kör olmasına rağmen gören bir insan düşünün. Her şeyi gördüğünü ispatlıyor size: “Sen şuradasın, şöyle yapıyorsun” diyor, ama gözleri görmüyor o an, oraya bakmıyor.

Kendisine olan inancı daha da perçinliyor bu. Ama Fremenlerin de, işte değişik kültürleri gereği, o katı içine kapalı yapıları gereği, o özgürlükçü yapıları, kimseye bağlı kalmama, o sert çöl ortamında hayatta kalabilme gereği… Bizde de hani “kurtlukta düşeni yemek kanundur” diye bir söz vardır ya, onun gibi. Onların da “çölde kör olan çölde kalır” gibi bir töreleri var. Ayakbağı olmasını istemiyorlar, çünkü kör bir insan işlerine yaramaz. Ona sürekli bakmaları, taşıman gerekir. Paul öyle bir düşkünlükte değil, ama yani onların kültürü bu. Eğer buna karşı gelecekse, kendisine bir ayrıcalık tanımış gibi görüleceği için ondan da çekiniyor.

İlk başta, “Ben görebiliyorum” diyerek o geleceği görüşüyle görebildiğini de işte ispatlıyor. Zaten o örnekleri oradan veriyor. Biz de onun oradan görebildiğini anlıyoruz, ama kör aslında.

Bu bana Matrix’in sonundaki Neo’nun kör olmasını hatırlattı. Orada da çok etkileyici bir sahneydi, yani o makinelerle karşılaşması. Bir yandan görüyor gibi ama gözleri de yanmış. Artık bilmiyorum, esinlenmiş midir o yapımcılar bu kitaptan? İzleri var.

Ayrıca ilk kitapta bahsetmemiş sanırım, ama yazar kendisi de söylemiş Star Wars filmini ilk seyrettiğinde, “Dava açsam kazanırım” demiş. O derece benim kitabımdan birebir şeyler almışlar gibisinden.

Star Wars zaten bildiğim kadarıyla bir kitaptan uyarlama değil, Yüzüklerin Efendisi gibi değil. Ama Star Wars’ın kitabının da tamamlanmış olduğunu söyleyenler de olmuş ya, sanki zaten yazılmışı varmış gibi, sadece isimler değiştirilip mitolojiden.

George Lucas çok fazla etkilenmiş, çok fazla iyi şeyi uyarlamış. Bununla ilgili bir podcast veya YouTube’da bir ses kaydı vardı, orada çok güzel açıklıyorlardı. Bir buçuk saat kadar, bu Mesih kitabından değil ama ilkinden bahsediyorlardı.

Kazablanka filmi de bütün klişeleri almış, kullanmış, ama bunun efsane bir film olduğu gerçeğini değiştirmez diyorlardı ya. Star Wars da öyle. Tabii ki efsanevi bir yapım. Hâlâ dizileri, filmleri, oyunları, oyuncakları var. Bambaşka bir dünyanın katmanlı markası gibi bir şey, sürekli ürün çıkarıyorlar.

Bu kitapta aslında, ilk kitap çok tutunca Frank Herbert bunu nasıl devam ettirebilirim diye biraz zorlamış gibi. İlk kitap zirvedeydi, bitebilirdi, ama belli ki devam edecek. Tıpkı Matrix’in 4 filmi gibi, 5. film de yapılacakmış. İnsan “Yapsınlar da bir yandan” diyor, hiç yapılmamasından iyidir yine.

John Wick filmleri için de böyle düşünürdüm. Bu kitabın diğer dört kitabını da çok merak ediyorum. Şimdiden rahatladım, artık 3. kitabı okumaya başlayabilirim.

Bitirdikten sonra, eğer yapabilirsem bir kayıt alıp diğer kitapları da sırayla bitirmeye çalışacağım. Önümüzdeki bir haftada muhtemelen üçünü de bitirip son kitabı alacağım. Muhtemelen bir ay boyunca Dune evreni ile geçecek. Çünkü kolay değil, kısa sürede bile okusanız etkisi sürüyor.

Podcast’leri de yapmakla uğraşınca, ideal bir süre olacak. Haftada bir bölüm yerine ikiye çıkarmaya çalışıyorum. Bu alt kitap zaten 1,5 ay normalde. Bakalım, belki de bu kaydı atana kadar başlamış olabilirim o projeye.

Kitaptan da epey uzaklaştık. Kitabın sonu aslında duygusaldı. Paul’un artık çocukları oluyor. Chani’nin ikiz çocukları oluyor, ikiz olduğunu da o zamana kadar görmemiş. Bu geleceği görmesi aslında çok kısıtlı. Ben onu geleceği görmek gibi hiç düşünmedim. Daha çok ufak tefek öngörüler var, tam bilemiyor.

Bilse zaten kör olmazdı. Sadece birkaç tane fazla seçenek var. Satrançta 3–4 hamle sonrasını görebilmek gibi. Herkes bir hamle sonrasını düşünür ama 3–4–5 hamleden sonra kombinasyonlar arasında insan kayboluyor. Paul da öyle kaybolmuş bir insan.

Kendini de zaten en son kaybedince, Chani ölüyor ikiz çocuklarını doğurduktan sonra. Çocukların ismi de erkek olana erkek, kız olana kız. Erkek olana Leto ismini veriyor, yine babasının adını. Kız olana Ganimet diyorlar. O da aslında kötü bir anlamı varmış onların kültüründe.

Paul mu kabul ettiriyor, Alia mı, orada küçük bir ayrıntı vardı ama şu an hatırlamıyorum. Bunları not da almamışım, ama etkilendiğim belli.

Paul’un düşmanları, Chani öldüğünde Paul’un da onu Tleilaxlılarlılara verip yeniden canlandıracağını düşünüyorlar. Onu çok sevdiği için. Ama Paul onların tahmin ettiğinden daha fazla sevdiğinden, hiç buna yeltenmiyor bile.

Kumların arasına gidiyor. Ölüp ölmediği de çok belli değil aslında kitabın sonunda. Muhtemelen bunu diğer kitaplarda göreceğiz. Şu an öyle bir hava var ki artık yok oldu. Çünkü oradan geri gelemez zaten, kör ve o çöl o kadar büyük ki hiç peşine düşülemez.

Duncan bile düşünüyor bunu. Çünkü Duncan’ı bir şekilde kendine getirmeyi başardı Paul. Ölünün dirilmesi gibi bir şey bu. Yine Hristiyanlık inancındaki İsa’nın etkisi var: Paul’un kör olması, kendini feda etmesi.

Star Wars belki buradan etkilenmiştir ama Dune kesinlikle İncil’den esinleniyor, etkileniyor diyebilirim. Diğer kitaplarda görüşmek üzere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder