Monte Cristo Kontu, Yalnızlığı Sevdiren Kitap, Kör Eden Mutluluk, Gerekli Mutsuzluk ve Bir Örnekten Cesaret Almak
Alexandre Dumas, bana okumayı sevdiren yazarların başında gelir. Monte Cristo Kontu da en sevdiğim kitaplardan biridir. Üstelik tam anlamıyla daha önce bu kitabı okumamış olmama rağmen. Nasıl oluyor demeyin, anlatacağım.
Daha önce bu kitabı okumamış olmama rağmen, yani elbette şimdi okudum, bu kitabı aylar önce bu cümleyi ve kitaptan aldığım diğer alıntıları yazmışım ve bu not defterini, bu metin belgesini kapatmışım. Bunun üzerine kitap hakkında biraz daha araştırma yaparım diye düşünmüştüm. Bir de kitabın filmlerine, uyarlanmış olan filmlerine biraz bakmak istedim. Bu kitabı okurken sık sık çocukluğuma döndüm, çünkü bende bu kitabın çizgi roman hâli vardı. Bu kitapla birlikte yine aynı yazarın Üç Silahşörleri vardı, bir de Stevenson’un Define Adası. Bu üç çizgi romanı böyle başlar başlamaz bitirmiştim. Sonra hepsini tekrar tekrar dönüp okumuştum, resimlerini defterime çizmeye çalışmıştım, kendi kendime birbirinden acayip oyunlar icat etmiştim. Bir tiyatro canlandırır gibi o karakterleri oynuyordum. Sonra lise yıllarımda görmüştüm, bu kitabın aslında çok daha büyük, tabiri caizse tuğla kadar bir kitap olduğunu ve bütün hikayeyi de baştan sona, yani ezbere bildiğim için artık o kitabı okumak çok içimden gelmedi, erteledim hep bugüne kadar ya da doğru zamanı bekledim diyeyim. Ve doğru zaman da geldi artık. Hazır bu podcast’lere de başlamışken ve artık kitapların üzerine böyle uzun uzun yazmaktansa rahat rahat oturup sadece böyle konuştuğum için bu kitap hakkında da bir bölüm yapabilirim diye düşündüm. Ama işte neredeyse bir buçuk, iki ay oldu. Kitabı okurken sık sık zaten Ezel dizisini de hatırlamıştım. Benim zamanımda zaten tek takip ettiğim ve sonunda bitirmeyi başarabildiğim dizi, Kurtlar Vadisi’yle Ezel çıkmıştı. Ve bu dizide de işte başrolün estetik operasyonla yüzünün değiştirildiği bir senaryo olduğunu duyunca, yani direkt çakması gibi gelmişti Kurtlar Vadisi’nin. O yüzden hiç başlamamıştım ama sonra benim eski muhasebe müdürüm bana bu diziyi neredeyse zorla seyrettirmişti. Çünkü onun seyrettiği dizileri falan konuşurduk, ha bakıyor şimdi ben sadece Kurtlar Vadisi’ni seyretmişim, hiçbir şey konuşamıyorum onunla, onu bilmiyorum, bunu bilmiyorum derken illâ seyredeceksin demişti. Sonra bunu çok beğenince İçerde ve Poyraz Karayel’i de yine o önermişti. Onlar da gerçekten, yine “yerli dizi yersiz uzun” diyoruz ama bunlar çok kaliteli yapımlardı; bir kitap gibi diziler. Yani bunlar da zaten işte Ezel’de Monte Kristo Kontu’nun güncellenmiş, günümüz Türkiye’sinde çekilmiş hâli gibi bir şey diyelim. Kitap kulüplerinden hani bahsetmiştim daha önce; işte insanlar bitirdikleri kitaplar hakkında konuşmak, bir araya gelip bir şeyler paylaşmak istiyor diye, aynı şey aslında diziler için de geçerli. Kimi insanlar için. Bir de bir muhasebecinin görevlerinden biri de muhabbet etmek aslında. Ben biraz futboldan anlıyorum ama çok maç da seyretmem, aslında öyle fanatik de değilimdir. Ve şu an yani neden bunlardan bahsediyorum?
Yazarımız Alexandre Dumas o kadar usta bir yazar ki, bu olay örgüsü inanılmaz. Kitabın daha 100–200 sayfasındaki bir isim, yani bu karakter neden burada diye düşüneceğiniz bir anda, sonuna doğru kitabı karşınıza çıkıyor, çılgın bir rolde. Her şey hep sürekli birbirine bağlanıyor. Birçok tabii versiyonu var bu kitabın ama benim okuduğum İthaki Yayınları’ndan basılmıştı. 1042 sayfa, dipnotları ile birlikte 1054 sayfa. Çeviren de Aysel Altınel. Bu kadar sürükleyici, insan bırakamıyor elinden. Ve çok fazla da alıntı mı var, biraz da o yüzden böyle gecikti, bunu oturup başlamam, bir zaman bulamadım bir türlü. Bu arada sanırım 1975 yapımı bir filmi de vardı, onu seyrettim, değiştirmişler tabii birçok şeyi ama bir buçuk saate yani o kadar sığdırabilirlerdi. Sonra 2002 yapımı bir filmi varmış, onu seyredemedim, öyle bir şey çok emin de değilim. Bir fragman gibi bir şeyini koymuşlar sadece, onu da hiç seyretmedim. Dedim şimdi kafam karışmasın iyice ama bizim yaptığımız bir radyo tiyatrosu versiyonu vardı, orada da çok yani harika seslendirmiş karakterleri. Böyle bir de hep o eski İstanbul Türkçesi; “yapamayacağım, edemeyeceğim” diye konuşuyorlar. Çok güzel yapmışlar ama çok güzel uyarlamış, o da harikaydı zaten. Konu muhteşem. Yani o, özellikle o hapishane sahneleri beni çok etkilemişti. Okurken de, çizgi romanını okurken de. Yazarın muhteşem bir hayal gücü var. Bu benim biraz yalnızlıktan korkmamam, kendi başıma kaldığımda hep bir şeyleri öğrenmeye çalışmam… Sanki her şeyi bu kitaplara sevdalanmam, işte bu öğrenme aşkı diyeyim ya muhtemelen bunun bütün bunların tohumları hep bu kitap sayesinde atıldı. Çünkü Edmond hapishanede öyle bir karakterle karşılaşıyor ki, rahip Faria, bütün hayatı değişiyor. Ve orada zaten beni etkileyen de o bulduğu hazine falan değildi. Onun orada öğrendikleriyle şimdi… Nasıl yapacağız bunu? Ben en iyisi sırayla yavaş yavaş aldığım notları paylaşayım sizlerle ve bir an evvel bu kaydı bitirelim, yoksa biliyorum çok çok uzun oluyor bu bölümler. İlk alıntımı Edmund gibi benim de başıma sık sık gelen bir durumu anlatıyor. Bende miyop var ve gözlük takınca da rahat yürüyemiyorum, hep düşecekmiş gibi geliyor, ayağımı boşluğa basar gibi hissediyorum. Dolayısıyla uzaktaki yazıları okuyup insanları tanımaktansa yürürken yere düşmemeyi tercih ediyorum. Hâlbuki birkaç gün üst üste taksam belki alışacağım ama o da şimdi uzun bir hikâye, onu daha başka zaman anlatırım belki ama işte dediğim gibi benim de başıma böyle bazen sorun oluyor. Bir de ben tokalaşmayı da pek sevmem, o tercihi de hep karşı tarafa bırakırım. İşte sarılacak mıyız, kafamı tokuşturacak mı, öpüyor gibi mi yapacağız yoksa yumruklaşacak mıyız? Ona uymaya çalışırım. Şu elini yumruk yapıp vurmak pandemi öncesi olsa hayatta yapacağım aklıma gelmezdi. Ama işte o günlerde özellikle yapa yapa o kadar çok alıştım ve hoşuma da gitmeye başladı. Sonra ya, insan kendini daha bir gençleşmiş, daha bir enerjik hissediyor. Ama işte onu da başlatan taraf olacak kadar özgüvenli değilim maalesef. En güzeli bence yine eski, o da uzaktan el sallamak ya da hiç vedalaşmamak. Böylece hiç ayrılmamış gibi de oluyorsun sanki. İşte o da mesela yanlış anlaşılıyor, düşmanca bir tavırmış gibi. Oysa ben o uzun merasimleri sevmiyorum bazen. Hiç gidesim gelmiyor içimden ama süreç uzadıkça da hoşuma gitmiyor. Hem birisi sizin dostunuzsa böyle eften püften şeylere kızmaz gibi geliyor. Öyle kalkıp da düşman kesilmesi hiç olmayacak bir şey, olmaması gereken bir şey bence. Demek ki o zaten dostun değilmiş diye düşünüyorum. Ama işte bazı insanlar gerçekten çok alıngan olabiliyor, zor onlarla da yaşamak.
“‘Hey! Edmond! Dostlarını görmüyorsun demek ya da onlardan konuşmayacak kadar kibirlisin, öyle mi?’
‘Hayır sevgili Caderousse.’ diye yanıtladı Dantes, ‘kibirli değilim, ama mutluyum ve mutluluk insanı kör eder, bence kibirden daha çok kör eder.’”(s.26)
Bence kibirden daha çok kör eder. Daha kitabın başlarında, dost zannettikleri arkadaşları ona çatmaya başlıyorlar. Ve evet, ben bunu daha önce bir kitapta, bir yerde okumuştum da üzerine yazmıştım. O zaman da “insan mutsuzken karar almamalı” gibi bir çıkarım yapıyordu orada. Ben de “mutluyken de almamalı” diye o düşünceyi uzatmıştım. Çünkü çok mutluyken de alacağınız kararlardan sonradan pişman olabiliyorsunuz ya, tarafsız bir bakış açısıyla karar veremiyorsunuz. Mutluluk insanı kör edebiliyor yani gerçekten. Ve Edmond zaten çok aşırı saf, çok iyi niyetli, herkesi kendi gibi zanneden, gelecek vadeden bir gemici, bir denizci. Kaptan olacak, sevdiği kızla, Mercedes’le evlenecek. Ve düğün günü ne olduğunu anlamadan, bitmeden yakalanıyor, hapse atılıyor. E, hapse atılmasına da aslında asıl neden ona o iftirayı atanlar kadar karşısına çıkan hâkim miydi, savcı mıydı? Savcı mıydı ama olaylara çok hakim bir savcı: Villefort.
Bu arada, bana da sorsanız mesela “Hiç düşmanın oldu mu?” diye, uzun uzun düşünsem bile aklıma bir isim gelmez. Şimdi uzunca bir diyalog var, ama böyle bir soruya cevap vermek zorunda kalıyor Edmond. Onunla diyaloglarını zaten almışım, şöyle diyor:
“‘Mösyü, hiç düşmanınız var mı?’ diye sordu Villefort.
‘Düşmanım mı?’ dedi Dantes: ‘durumumun bana düşman yaratamayacağı kadar küçük bir insan olmanın rahatlığını yaşıyorum. Kişiliğime gelince, biraz fevri biriyim belki, ama emrimde çalışanlara karşı her zaman bu huyumu yumuşatmaya çalışmışımdır. Emrimde on, on iki tayfa var: onlar sorgulansın efendim, onlar beni bir baba gibi değil, çünkü bunun için çok gencim, ama bir ağabey gibi sevdiklerini ve saydıklarını söyleyeceklerdir.’
‘Ama düşmanınız olmadığına göre belki de sizi kıskananlar vardır: on dokuz yaşında kaptan olarak atanacaksınız, bu sizin yaşınız için yüksek bir görev; sizi seven bir kadınla evleneceksiniz, bu dünyanın her yerinde çok ender rastlanan bir mutluluk; yazgının size verdiği bu iki ayrıcalık sizi çekemeyen insanlar yaratabilir.’
‘Doğru, haklısınız. İnsanları benden daha iyi tanıyor olmalısınız, evet bu olabilir, ama bu çekemeyenler dostlarımın arasındaysa, itiraf edeyim, onlardan nefret etmemek için kim olduklarını bilmemeyi yeğlerim.’
‘Yanılıyorsunuz mösyö. Her zaman çevremizi olabildiğince açık görmemiz gerekir, gerçekten de bana öyle soylu bir genç gibi görünüyorsunuz ki sizin için adaletin her zamanki kurallarından uzaklaşacağım ve sizi benim karşıma getiren ihbar mektubunu size göstererek bu işi aydınlatmanıza yardımcı olacağım.’”(s.56)
Zaten öyle bir diyaloğu almışım ki, Edmond’un ne kadar saf, artık salaklığa varan bir derecede olumlu bir insan olduğunu görüyorsunuz. Ezel’in de öncesinde Ömer’in hali de böyleydi, diziyi seyredenler hatırlayacaktır. Burada da işte bu kötü niyetli hâkimin, Villefort’un eline düşüyor. Aslında önce o mektubu okuyor, yazıyı tabii çıkartamıyorum diye veriyor Villefort’a. Villefort, bu mektubun kendi babasına gönderileceğini ve aslında bir Napolyon yanlısı olan kişinin kendi babası olduğunun ortaya çıkacağını anlıyor ve hemen, “O mektubu burada senin karşında imha ediyorum,” diyerek Edmond’a sanki yardım ediyormuş gibi gösteriyor kendisini.
Edmond, kendisini bir de o dönemin en kötü hapishanesinde buluyor: İf Şatosu’nda. Birkaç hafta geçince zaten artık kimse ziyaretine de gelmiyor, kimseyle zaten görüşmesine de izin vermiyorlar. Atılan iftira çok büyük olduğu ve son derece tehlikeli bir hain damgasını yediği için zaten. Yani hapishanelere düştükten sonra bir süre sonra orada unutulursun ve günler, aylar geçiyor ama o hâlâ suçunun ne olduğunu bile bilmiyor. O hapishane müdürüyle de konuşamıyor uzun süre. Gerçi suçsuz olduğunu da biliyor bir yandan ama neden içeri atıldığını bilmiyor. Yani o kadar kötü, katlanılamaz bir durum ki, bir düşünsenize; insanın içi içini yer. Yani o tek başınalık, karanlık, güneşsiz, havasızlık, rutubet, uykusuzluk ve sadece “hayatta kal ve daha çok acı çek” diye sanki o verilen kötü yemekler, böcekler, fareler… Ve hepsinden daha da kötüsü o yalnızlık.
Tek başına, o dört duvarın içinde geçen günler… Zaman algısını yitiriyor bir yerden sonra ve sadece kendisini değil, aklını da yitiriyor. İntihar etmek için bile bir ölmeyi istemek lazım ama ona duyulacak bir istek bile kalmıyor içinde, en ufak bir güç kırıntısı. Çünkü insan o yalnızlığın içinde bütün bunları da kaybediyor. Az zamanda hastalanıp ölüyor zaten bu mahkûmlar. Ben de şimdi böyle anlatınca sanki yine başımdan geçen tuhaf bir hikayeyi anlatacakmış gibi ya da “bir arkadaşım” diye başlayacağım bir anım yok, merak etmeyin. Ama ben her konuda olduğu gibi burada da biraz pamuk ipliğine bağlı olduğumuzu düşünüyorum. İstediğiniz kadar kurallara uyun, düzgün bir hayat yaşayın; ya bir iftirayla bile bugün de o zindanlarda çürürken bulabilirsiniz kendinizi. İki örnek geliyor hemen aklıma mesela yakın geçmişten: Bu Cübbeli Ahmet Hoca’yla Aziz Yıldırım bir dönem koğuş arkadaşı gibi bir şeylerdi, yani aynı yerde kalıyorlardı. Şaka gibi gerçekten.
Ama benim bu anlattıklarım daha çok işte okuduğum kitaplardan aklımda kalanlar. Zweig’ın Satranç kitabını mesela kaç kere okudum, kaç kere dinledim hiç bilmiyorum. Onu mesela çok güzel okuyordu, çok güzel seslendiriyordu Okan Bayülgen. YouTube’da olması lazım, ben oradan bulmuştum en azından. Ama bir radyo programında galiba seslendiriyor, sonradan onu birleştirip YouTube’a atmışlar. Benim mesela onunla da ilgili şöyle bir düşüncem vardı zamanında: Bu yazdığım, ettiğim işte hikayeleri mesela Bayülgen gibi biri ya da bir Umut Tabak seslendirirse, böyle okusa çok güzel gelir kulağa, herkes beğenir gibi hissediyordum. Yani sanki önemli olan metin değilmiş de onların sesi. O derece hakikaten birkaç gömlek üste çıkartıyor metni. Aynı şekilde bu kurgucular da bence çok değerli bir iş yapıyor. Ben şimdi burada sadece bu kayıtların arasındaki boşlukları, o araya kaynayan sesleri falan silmeye çalışıyorum ya, bu kurgu değil. Bu işini bilen birisi olsa mesela burada da belki bu bölümler çok daha güzel olurdu ve yine böyle alakasız yerlere girdiğimde onları belki komple silip atardı. O yüzden bu kitabı çok küçük yaşlarda okuduğum için yalnızlığı sevmemi de belki bu kitaba borçlu olabilirim biraz. Ama ben bir arkadaşın kıymetini de çok iyi bilirim. Ya nasıl oluyor, bu ikisi birden olamaz gibi geldi şimdi söyleyince ama gayet de mümkün.
Ve kitaba dönecek olursak, diğer hücredeki mahkûmla karşılaştıktan sonra kahramanımızın da hayatı değişiyor. Ama öncesinde daha büyük bir değişim oluyor. Hayata olan bakış açısı değişiyor ve şunun farkına varıyor: Villefort, “Ve kimseye bu mektuptan da söz etme” diyor. Gerçekten de yıllar sonra işte hapishanede karşılaştığı rahip Faria’ya anlatana kadar bundan kimseye bahsetmiyor Edmond, o derece işte onurlu bir adam. Ama orada rahip tabii onun gözünü açıyor: “Senin bu mektubu vereceğin kişi, o savcının babasıydı,” diyor. Ve işte burada da bu adalet dediğimiz şeyin nasıl zamandan zamana değişebildiğini görüyoruz. Rahip Faria’yı da Napolyon’a karşı gelmekten içeri atmışlar mesela, Napolyon baştayken. Ama Edmond da tam tersi, bu sefer Napolyon’a Elba Adası’ndan kaçmasına yönelik bir yardımcı olacak bir mektubu yanında taşımaktan suçlanıyor. O şekilde suçlandığını da aslında anlamıyor, ama hiçbir şey söylemiyorlar. Zaten öyle bir İf Şatosu denilen hapishaneye atıyorlar ki, oraya girdin mi zaten oradan çıkış yok, ancak ölünce çıkıyorsun.
Ama tabii bu hapishanede rahip Faria’yla hemen karşılaşmıyor Edmond. Önce orada biraz sorun da çıkarıyor, neden burada olduğunu öğrenmek istiyor, “Beni buraya yanlışlıkla bıraktınız.” Ama tabii kime şikayet ediyorsunuz ki… Edmond’u tek kişilik bir hücreye alıyorlar ve yıllarca orada kalıyor. Artık kafayı yiyecek yani; karanlıkta, farelerle, böceklerle. Ama işte rahip Faria’yla karşılaşıyor. Rahip bir kaçış planı yapmış, yıllarca kendi hücresinden kazmış ama yanlışlıkla denize bakan duvara doğru çıkmaya çalışırken Edmond’un olduğu koğuşa çıkıyor kazdığı yer. Ve işte orasında anlatan bir alıntım var.
“…bir arkadaşının olması, kötünün iyisi demekti, çünkü paylaşılmış bir tutukluluk artık sadece yarı tutukluluktur. Birlikte yapılan yakınmalar neredeyse dua; iki kişi olarak yapılan dualar da neredeyse Tanrı’ya şükretmedir.”(s.123)
Evet, burada Edmond’un yıllar sonra bir insanla karşılaşması, bir insana dokunması onu hayata yeniden bağlayan bir dönüm noktası oluyor. 1975 yapımı filmde de bu anı çok güzel işlemişlerdi; birbirine sarılıp ağlıyorlardı, ikisi de o kadar uzun süre hücrede kalmış ki, saçları sakalları birbirine karışmış, yaşlı adamlara dönüşmüşlerdi adeta. Halbuki Edmond, hapishaneye girdiğinde daha 19 yaşında bir gençti ve tam 33 yaşında hapishaneden çıkacaktı. Arada geçen yıllar, rahip Faria’yla karşılaşana kadar belki de tamamen kayıp, pişmanlık ve belirsizlik içinde geçmişti; sanki ölmeyi bekliyormuş gibi.
Ama işte rahip Faria ile karşılaşması, Edmond’un yaşadığı bu karanlık günleri aydınlatan ilk umut ışığı oluyor. O da “arkadaşını bulmak, paylaşılan bir tutukluluk” olarak nitelendiriyor bu ilişkiyi, yazarın dediği gibi. Edmond, rahip Faria ile olan dostluğunda yalnızca teselli bulmakla kalmıyor, kendini de yeniden tanıyor. Hatta bu dostluğun ona öğrettikleriyle geçmişe bakıyor ve hatalarına, safça davrandığı anlara bile başka bir gözle bakıyor.
Burada işte yazarın Edmond’un utancı ve pişmanlığı üzerine değindiği bir alıntı var ki, Edmond’un hem kendine hem de yaşadıklarına dair duyduğu karmaşık duyguları çok güzel ifade ediyor. Bu, onun karakterindeki büyümeyi ve içinde saklı kalan kararlılığı ortaya çıkaran bir pasaj.
“Genç adam hiçbir zaman kaçmayı düşünmemişti. Bazı şeyler öylesine olanaksız görünür ki bunları denemeyi bile düşünmez insan ve içgüdüsel olarak bunlardan kaçınır. Toprağın altını elli ayak kazmak, eğer başarıya ulaşılırsa denize dik inen bir uçuruma ulaşmak için bu işe üç yıl emek harcamak, elli, altmış, belki de yüz ayak yükseklikten düşerken eğer nöbetçilerin kurşunları sizi daha önce öldürmemişse kafa üstü kayalara çakılarak parçalanmak için kendinizi aşağı atmak; eğer tum bu tehlikelerden kurtulabilmişseniz bir fersah yüzmek zorunda olmak, bütün bunlar yazgıya boyun eğmemek için fazlaydı ve Dantes’in yazgıya boyun eğmeyi neredeyse ölüme kadar götürdüğünü gördük.
Ama şimdi genç ada bir yaşlı adamın tüm enerjisiyle yaşama asıldığını ve ona hiç umut edilmeyecek çözümleri sunduğunu gördüğü için düşünmeye ve kendi cesaretini ölçmeye koyuldu. Onun yapmayı hiç düşünmediği bir şeyi bir başkası denemişti, ondan daha yaşlı, daha güçsüz, daha az becerikli bir başkası, ustalık ve sabır sayesinde, bu inanılmaz iş için gereksinimi olan tüm aletleri kendi kendine edinmiş ve sadece kötü bir hesaplama bunu başarısızlığa götürmüştü: tüm bunları bir başkası yapmıştı, öyleyse hiçbir şey Dantes için olanaksız değildi: Faria elli ayak oymuştu, o yüz oyacaktı; Faria elli yaşında iken eseri için üç yıl uğraşmıştı; onun yaşı Faria’nınkinin yarısı kadardı, o altı yıl uğraşırdı, rahip, bilgin, kilise adamı olan Faria If Şatosu’ndan Daume, Ratonneau ya da Lamarie adalarına denizden gitmek için tehlikeye atılmaktan korkmamıştı; o, denizci Edmond, o, çoğu zaman denizin dibinde bir mercan damarı aramış kahraman dalgıç yüzerek bir fersah yapmakta duraksayacak mıydı? Yüzerek bir fersah yapmak için ne gerekiyordu? Bir saat mi? Pekala! kıyıya adımını atmadan saatlerce denizde kalmamış mıydı? Hayır, hayır. Dantes’in sadece bir örnekten cesaret alması gerekiyordu. Bir başkasının yaptığı ya da yapacağı her şeyi Dantes yapardı.”(s.128)
Bazen ihtiyacımız olan, sadece böyle bir örnek görmek, insanın karşısına çıkması. “En çok vakit geçirdiğin o beş kişinin ortalamasısın,” deniyor ya, biraz da onun gibi. O beş kişi kim? Hayatında olmak istediğin insanı, o zaman etrafına çekmen lazım. “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” İşte Dantès, yani Edmond Dantès… Bu arada, ikisi de aynı kişi. Bazen ben de Dantès diyorum. Bu kitaptaki karakterlerin de birkaç tane adı olabiliyor; unvanları, diğer isimleri ya da kendilerine yeni bir kimlik kazandırmak için biraz geçmişi silmek adına uydurdukları karakterler… İşte Edmond için de bu, Monte Cristo Kontu oluyor aslında ama oraya daha geleceğiz. Şu an hâlâ hapisteyiz.
“‘Hayır, ama suçlu haline gelmek istemiyorum. Bu zamana kadar sadece cansızlarla işim vardı, oysa şimdi siz bana insanlarla işimiz olacağını söylüyorsunuz. Bir duvarı delebilir, bir merdiveni çökertebilirim, ama bir insanın göğsünü delemem, bir canlıyı yok edemem.’
Dantes şaşırmış gibi hafif bir hareket yaptı.
‘Nasıl,’ dedi ‘özgür kalabilecekken böyle bir titizlik mi sizi alıkoyacak?’
‘Ama, ya siz,’ dedi Faria, ‘neden bir gece masanın ayağı ile gardiyanınızın başına vurup öldürmediniz, giysilerini giyip kaçmayı denemediniz?’
‘Çünkü böyle bir şey hiç aklıma gelmedi,’ dedi Dantes.
‘Böyle bir cinayet için içinizde büyük bir korku, hiç düşünmediğiniz büyük bir korku duyduğunuz için aklınıza gelmedi,’ dedi yaşlı adam; ‘çünkü basit ve izin verilen şeyler için doğal isteklerimiz doğru çizgimizden sapmaamız konusunda bizi uyarır. Doğası gereği kan döken kaplanın -ki bu onun yaşam biçimidir, görevidir- sadece bir şeye gereksinimi vardır bu da koku alma duyusunun ona erişebileceği yerde bir av olduğunu haber vermesidir. Kaplan hemen bu ava doğru sıçrar, üstüne çıkar ve onu parçalar. Buo onun içgüdüsüdür, ona boyun eğer. Ama insan tam tersine, kandan iğrenir, cinayetten iğrenen hiç de toplumsal yasalar değildir, doğa yasalarıdır.’
Dantes’in kafası karışmıştı: bu aslında o farkında olmadan aklında ya da daha doğrusu ruhunda olup bitenlerin açıklamasıydı çünkü bazı düşünceler akıldan, bazılarıysa, yürekten gelir.
‘Hem sonra,’ diye sürdürdü Faria, ‘hapishaneye girdiğimden bu yana neredeyse on iki yıldır aklımdan tüm ünlü kaçışları geçirdim. Çok ender olarak bunların başarıya ulaştığını gördüm. Şanslı kaçışlar, başarıyla sonuçlanmış kaçışlar dikkatlice düşünülmüş ve yavaş yavaş hazırlanmış kaçışlardır.”(s.129)
İşte burada da hesap kitap yapmanın öneminden bahsediyor Faria. Zaten Dantès, içten içe böyle yavaş yavaş Faria’yı tanıdıkça ona hayran oluyor ve ona “Kim bilir, özgür olsaydınız daha neler yapardınız?” diye sorunca, şöyle bir cevap alıyor:
“Belki de hiçbir şey: zekamın geri kalanı değersiz işlerle uçup gitti. İnsan zekasının içine gizlenmiş bazı gizemli hazineleri açığa çıkarmak için mutsuzluk gerek; barutu patlatmak için basınç gerek. Tutukluluk, benim dağılmış tüm yeteneklerimi bir tek noktada topladı; daracık bir boşlukta birbirlerine çarptılar; biliyorsunuz bulutların çarpışmasından elektrik doğar, elektrikten şimşek, şimşekten de ışık.”
Diye açıklıyor Faria. O kadar çok şey biliyor ki, ve “Bunların hepsini sana öğreteceğim,” diyor Edmond’a. Ama burada söylediğine göre kendisi de bu kadar çok şey bildiğinin farkında değilmiş; “Özgür olsaydım, belki de bu bilgiler uçup gidecekti,” diyor. Bazı gizemli hazineleri açığa çıkarmak için mutsuzluk gerekir. Biz hep mutsuzluğu olumsuz bir şey olarak algılıyoruz; ama zaten mutsuzluk olmasaydı mutluluk diye bir şey de olmazdı.
Edmond, bir şekilde hapishaneden çıkmayı başarıyor. Detayları anlatmayayım, çünkü kitabı henüz okumamış olan veya okumak isteyenler olabilir aramızda. Bu bölümde, fazla ipucu verip heyecanı kaçırmamaya çalışacağım. Hapishaneden çıktıktan sonra, Jacopo isimli bir gemici kurtarıyor onu. Edmond’la Jacopo arasında şöyle bir diyalog geçiyor:
“‘Ayın kaçındayız?’ diye sordu Dantes gelip yanına oturmuş olan Jacapo’ya, If Şatosu’nu gözden yitirirken.
’28 Şubat,’ diye yanıt verdi Jacopo.
‘Hangi yıl?’ diye yeniden sordu Dantes.
‘Nasıl? Hangi yıl mı? Hangi yılda olduğumuzu mu soruyorsunuz?’
‘Evet,’ dedi genç adam, ‘hangi yılda olduğumuzu soruyorum.’
‘Hangi yılda olduğumuzu unutunuz mu?’
‘Ne diyorsunuz! Bu gece öyle çok korktum ki,’ dedi Dantes gülerek, ‘aklımı yitirdim; öyle ki belleğim karmakarışık oldu: bu nedenle hangi yılın 28 Şubatında olduğumuzu soruyorum.’
‘1829 yılının,’ dedi Jacopo.
Dantes tutuklanalı günü gününe on dört yıl olmuştu.
If Şatosu’na on dokuz yaşında girmiş, otuz üç yaşında çıkmıştı.
Acı bir gülümseme geçti dudaklarından; Mercedes kendisinin öldüğünü sanmış olmalıydı. Bu zaman süresince ona ne olduğunu sordu kendi kendine.
Sonra bu kadar uzun, bu kadar acımasız olan tutukluluğunu borçlu olduğu o üç adamı düşünürken gözlerinden düşmanca bir ışık geçti.
Ve Danglars, Fernand ve Villefort’a karşı hapisteyken ettiği acımasız intikam yeminini yeniledi.”(s.176)
Burada yazar, aslında kaç yıl geçtiğini anlatmak için bu diyalogu tasarlamış gibi geliyor bana. Edmond, hapishanede öğrendiği şeyleri de çıkar çıkmaz ilk diyalogunda gösteriyor; yalan söylemeyi, rol yapmayı ve insanları kontrol etmeyi öğrenmiş. Jacopo biraz şüpheleniyor, nereden geldiğini merak ediyor; fakat Edmond, konuyu hiç açmayarak ve kendinden emin konuşarak bu şüpheyi ortadan kaldırıyor. Bu sırada, yazar Edmond’un gözlerinde düşmanlıkla yanıp sönen ışığı “intikam” olarak betimliyor.
İntikam, korku ya da komedi gibi bir tür olmasa da aslında bir alt kategori. Bir arkadaşım bana “Aklımda çok iyi bir intikam filmi var ama şimdi söylemeyeyim,” demişti. Çok ince düşünceli olduğu için hemen, “O zaman ben sana bir intikam filmi önereyim,” dedim ve *Old Boy*’dan bahsettim. Türkçeye “Yaşlı Delikanlı” olarak çevrilmiş, orijinal Kore yapımı bu filmi söyleyince arkadaşım gülmeye başladı, çünkü zaten söylemek istediği film oydu. *Old Boy* gerçekten de sert bir film; izleyen bir daha unutmak isteyebilir ama unutamaz. Sonradan Hollywood’un Amerikan versiyonunu çektiğini duydum, ama onu izlemedim.
Edmond ise intikam yeminiyle hapisten kaçtıktan sonra kendisini kurtaran gemide bir süre kaptanlık yapıyor. Dikkat çekmeden denizcilikle uğraşıyor; denizciliği çok iyi bildiği gibi, içeride öğrendiği birçok bilgiyi de kullanıyor. Artık tek yapması gereken, Rahip Faria’nın bahsettiği Monte Cristo Adası’ndaki hazineyi bulmak. Hazineye ulaştığında, kendisini “Monte Cristo Kontu” olarak yeniden yaratıyor ve hikaye adeta yeniden başlıyor.
Önce Marsilya’ya gidiyor; burada Mercedes’in Fernand Mondego ile evlendiğini ve bir çocukları olduğunu öğrenince büyük bir şok yaşıyor. Ancak, babasının başına gelenleri öğrendiğinde daha büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor.
“‘Eh!’ dedi Carerousse, ‘bunu benden iyi kim bilebilir ki?.. O iyi adamla kapı komşusuyduk… Ah! Tanrım! evet: oğlunun ortadan yok oluşundan hemen hemen bir yıl sonra zavallı ihtiyar öldü!’
‘Neden öldü?’
‘Doktorlar hastalığına… mide bağırsak yangısı dediler sanırım, onu tanıyanlar acıdan öldüğünü söylediler… onu neredeyse ölürken gören ben ise onun…’
Caderousse durdu.
‘Neden öldü?’ dedi kaygıyla rahip.
‘Açlıktan öldüğünü söylüyorum.’
‘Açlıktan mı?’ diye bağırdı rahip, iskemlesi üzerinde sıçrayarak, ‘açlıktan ha! Beş para etmez hayvanlar bile açlıktan ölmüyor! Sokaklarda başıboş dolaşan köpekler kendilerine bir parça ekmek atan merhametli bir el buluyorlar; ve bir insan, bir Hıristiyan, onun gibi Hıristiyan olduklarını söyleyen başka insanların ortasında açlıktan ölüyor ha! Olanaksız! Ah! bu olanaksız!’”(s.207)
Evet, okurken kendimi kaybettim, o anları tekrar hatırladım. Edmond, burada Monte Cristo Kontu olarak değil, bir rahip kılığına giriyor. Beni biraz *Görevimiz Tehlike* (Mission Impossible) hatırlattı; ilk filmlerinde Tom Cruise, maskeyi kafasından çıkarıyordu. Eski kitaplarda bu başkasının kılığına girme ve onu yutturma olayları biraz fazla oluyor, aslında ben pek sevmiyorum. Ama bu kitapta o kadar rahatsız edici değildi.
Ve Kader Usta, her ne kadar sinirlerimi bozmuş olsa da, bir saat gibi, arada doğruyu gösterdiği de oluyor. Mesela, şöyle güzel bir tespiti var:
“Zaten ben inanıyorum ki, aramızda kalsın, o bütün bunları oyalanmak için, unutmak için yapıyordu, kalbindeki ile savaşmak için kafasına bu kadar çok şeyi dolduruyordu.”(s.239)
Gibi, kendisinden beklenmeyecek bir çıkarım yapmış. Mesela şimdi yine aslında kitabın başlarında sayılır ama 300 küsürüncü sayfalarındanmış. Şöyle uzunca bir paragraf var elimde, bakayım ben de okurken hatırlayacağım inşallah.
“‘Ne mi oldu?’ dedi kont, ‘anlamıyor musunuz? Ölecek olan bu insan denen yaratık, benzeri kendisiyle birlikte ölmeyeceği için öfkeli ve kendisinin yoksun olacağı yaşamdan o yararlanacağı için sevinmek yerine, bıraksalar onu dişleri ve tırnaklarıyla parçalayacak. Ah! İnsanlar, insanlar! Karl Moor’un söylediği gibi, timsah ırkı!’ diye bağırdı kont iyi yumruğunu kalabalığa doğru uzatarak, ‘sizi ne kadar iyi tanıyorum, siz kendinize yaraşırsınız!’
Gerçekten de Andrea ve celladın iki yardımcısı tozların içinde yuvarlanıyorlardı, hükümlü durmadan bağırıyordu: ‘O ölmeli, onun ölmesini istiyorum! Beni tek başıma öldürmeye hakkınız yok!’
‘Bakın bakın,’ dedi kont iki genci de ellerinden tutarak, ‘bakın, çünkü bu benim için çok ilginç; yazgısına boyun eğmiş, idam sehpasına doğru yürüyen, bir korkak gibi ölmeye giden bir adamdı bu, doğru, ama sonuçta karşı koymadan, acı acı yakınmadan ölelecekti, ona bu gücü veren neydi biliyor musunuz? Onu avutan neydi biliyor musunuz? Cezasına sabırla katlanmasını sağlayan neydi biliyor musunuz? Bir başkasının onunla korkusunu paylaşmasıydı; bir başkasının da onun gibi ölecek olmasıydı; bir başkasının ondan önce ölecek olmasıydı. İki koyunu kasaba, iki öküzü mezbahaya götürün ve onlardan birine arkadaşının ölmeyeceğini anlatın, koyun neşeyle meleyecek, öküz zevkten böğürecektir; ama insanın, Tanrı’nın kendine benzeterek yarattığı insanın, Tanrı’nın ilk, tek en yüce yasa olarak insanı sevmeyi benimsetmek istediği insanın, Tanrı’nın, düşüncesini dile getirebilmesi için ses verdiği insanın, arkadaşının kurtulduğunu öğrendiği zaman ilk çığlığı ne olacak? Bir küfür. Doğanın bu başyapıtına, yaradılışın kralına, insana saygılar!’”(s.323,324)
Diye yazmış yazar, yani ne kadar acayip böyle tespitler. Ve evet, işte insan böyle bir şey ceza çektiğinde burada şöyle bir bölüm vardı, sanırım iki kişiyi idam edecekler ve birini bağışlıyorlar. Burada da tabii yine Edmond parmağı var, ama o diğer kişi, halbuki, yani sevin sen, sen niye üzülüyorsun? Üzülmek de değil, niye isyan ediyorsun? Bu da bir şekilde öleceksin, sana değişen bir şey yok. Kitabın ortalarında da yine muhteşem bir cümle var, böyle duvarlara yazılması gereken, araba arkalarına yazılabilecek bir söz:
“Her kötülüğün iki ilacı vardır: zaman ve sessizlik.”(s.427)
Bizde de zaten “Zaman her şeyin ilacıdır” diye bir söz olsa gerekti. Ayrıca bu kitabın sonunda da geçecek olan o efsane cümleye de buradan bak, aslında yazar bir gönderme de yapmış gibime geldi. Bunu da şimdi fark ettim. İnsan okurken de anlayamıyor, işte bu harika bir kurgu gerçekten. Bu kitap bir kurgu harikası. Ve evet, şimdiki alınım da fark ediyorum. Villefort, Krallık savcısı, şöyle diyor:
“‘Eğer bu yasa benimsenseydi mösyö,’ dedi krallık savcısı, ‘bizim yasalarımızı çok sadeleştirirdi ve böylece yargıçlarımızın, biraz önce söylemiş olduğunuz gibi artık yapacakları çok fazla bir şey olmazdı.’
‘Belki bir gün bu da olur,’ dedi Monte Cristo; ‘insanların buluşlarının karmaşıktan basite doğru gittiğini, basitin de kusursuz olduğunu biliyorsunuz.’”(s.456)
Yani 21. yüzyılda biz bunu daha yeni yeni öğreniyoruz. “Less is more” denilen şey aslında çoktur. Tabii ki bu daha önce de söylenmiştir mutlaka. İşte burada kitapta geçtiği gibi, basit diye belki sadece bizim dilimizdir, bilmiyorum. Diğer dillerde de böyle olumsuz bir anlamı var mı kelimenin? Aslında kusursuza yakın bir ustalıkta barındırıyor sadelik, yalınlık. Monte Cristo demiş, artık kısaca Monte Cristo. Aslında bir yaradı ama her seferinde uzun uzun “Monte Cristo” diye de geçmiyor. Kendisinden bazen “Monte Cristo” diye de söz ediyorlar ve geçmişi de bilinmiyor. İşte biraz o, “Ezel gibi.” Oradan da bir merak salıyor. Çok, çok zengin bir kont ama nereden olduğu, nereden geldiği bilinmediği için Fransa’da, Paris’te daha da dikkat çekiyor. Ve bu zenginliğin de aslında nasıl gelebileceğini kendisi şöyle açıklıyor:
“‘Çok büyük yardımlar yapıyorsunuz,’ dedi ziyaretçi, ‘sizin zengin olduğunuz söyleniyor ise de, fakirler için size bir şeyler vermek istiyorum, benim armağanlarımı kabul etmek lütfunda bulunur musunuz?’
‘Teşekkür ederim mösyö, dünyada tek bir konuda titizimdir, bu da yaptığım iyiliğin benden gelmesidir.’
‘Ama yine de…’
‘Bu değişmez bir karardır. Ama arayın mösyö, bulursunuz: ne yazık ki her zengin adamın yolu üzerinde yanından sürtünerek geçtiği yoksullar vardır.’”(s.627)
“Çok mal haramsız olmaz” gibi bir düşünce. Evet, aslında bir önceki alıntıyla da daha uygun olabilirdi ama şimdi geldi aklıma. Dilenciler mesela, zenginleri değil, başka dilencileri kıskanır derler. Biraz o da değişik, güzel bir sözdü. Ve artık kitabın sonlarına geliyoruz ama benim alıntılarım bitecek gibi değil. Ya kolay değil yani, gerçekten böyle bir kitabı o kadar çok yerin zaten altını çizebilirsiniz ki. Neyse ki ben bu kitapları genellikle kütüphaneden aldığım için hiçbir şekilde altını çizmiyorum. Ondan da yırtıyorum. Böylece:
“Ruhtaki yaraların şöyle bir özelliği vardır, gizlenirler, ama kapanmazlar, her zaman acı verirler, her zaman dokunulduğunda kanamaya hazırdırlar, her zaman yürekte canlı ve açık kalırlar.”(s.794)
Evet, bunu da Freud mu demişti? En büyük psikolojik açıklamaları Rus edebiyatından, Dostoyevski’den öğrendim gibi buna benzer bir sözü vardı. Rus edebiyatı, evet, çok zengin ama işte Fransız edebiyatı da en az onun kadar büyük yazarlar yetiştirmiş. Kıyaslamaya gerek yok. Ve insan ruhuna dair böyle bir açıklama: Bu yaralarımız gerçekten hiç kapanmıyor. Belki de en ufak bir hatırlandığında da yine ilk günkü kadar değil aslında. Yani zamanla hafifliyor bence, ancak evet, her an yeniden kanamaya başlayabiliyor. Burada da işte o, kendisini öldü zannedip de Fernand’la evlenen Mercedes’in nasıl bir insan olduğuna dair bir çıkarımda bulunuyor.
“Mercedes hiçbir zaman gerçekten sefalet çekmemişti; gençliğinde sık sık kendi kendine yoksulluktan söz etmişti, ama bu aynı şey değildi, gereksinim ve gereklilik, aralarında büyük ayrım olan iki eşanlamlı sözcüktür.”(s.953)
Bu arada Mercedes, yani Edmund, atılan iftirayı, o iftirada evlendiği adamın da payının ne olduğunu bilmiyor. Bunu ona Edmund ispatlıyor; o mektubu satın alıyor. Yarısından sonra ciddi bir servet harcıyor. Hatta onu alabilmek için öyle bir zengin oluyor ki Edmund, o paraların, tutarların hiçbir değeri yok, yani onun gözünde. Zaten işte kitabın bu sonlarında parayla ilgili bakış açısı biraz değişebiliyor. Onları da çok güzel aktarıyor yazar. Şöyle bir alıntı yapmışım mesela:
“Cüzdanında bir milyon olan Debray’nin yüzü kıpkırmızı oldu, bu hesaplı adamın yapısı ne kadar az şiirsel olsa da, biraz önce bu evde iki kadın olduğunu, bu kadınlardan onuru haklı olarak kırılmış birinin mantosunun kıvrımları arasında bir buçuk milyon frankla fakir olarak gittiğini, onuru haksız olarak kırılmış, ama felaketinin ortasında soyluluğunu koruyan ikincisinin ise birkaç kuruşla kendini zengin gördüğünü düşünmekten kendini alamadı.”(s.958)
Burada, evet işte o soylu dediği kişi Mercedes. Çünkü kocasının gerçek yüzü çıktığında, bir hain olduğu ortaya çıktığında, ondan kalan bütün mirası reddediyor. Kendine yeni bir hayat kurmaya çalışıyor sıfırdan. Ama işte o diğer kadın diye bahsettiği kişi, mesela o da böyle iflas eden bir kocanın iflas etmiş görünüyor ama yine de milyonları var. Ancak kendisini son derece fakir hissediyor. Çünkü aslında ikisi de burada zenginlikten fakirliğe düşmüş. Ama Mercedes’in zamanında daha bir fakirlik görerek oralara gelmesinin mi etkisi var, ya da tamamen kişiliğinin, karakterinin mi bir yansıması, bilemiyorum. İkisi de olabilir.
“‘Her şeyi bir yas perdesinin arkasından görmek zayıf ruhlara özgü bir şeydir; kendi ufkunu yaratan ruhun kendisidir; ruhunuz üzüntü içinde, size fırtınalı bir gökyüzü yaratan da işte o.’”(s.958)
Bunu da biraz kendim için not almışım sanırım. Çünkü her şeyi böyle olumsuz gören, her şeyin kötü tarafından bakan insanlar benim de çevremde var. Ve bu, zayıf ruhlara özgü bir şeydir, diyor yazar. Ya öyle olmamak lazım. Yani bence çok saf gibi o Edmond’un, özellikle kitabın başlarındaki hali gibi, her şeyi böyle toz pembe de görmemek lazım. Ama öbür tarafta işte iki uç. Denge, zaten o kadar önemli ki. Denge, kilit bir kelime.
Evet, kitabın artık sonlarında şimdi görünce hatırladım. Hatırlayınca bak, yine o kadar kasvetli. Okurken böyle kendinizi kötü hissettiğiniz o hapishane bir yandan ama işte o kadar da büyülü bir yere çevriliyor ki yazar tarafından. Edmond, Faria’yı gördükten sonra, tanıştıktan sonra, orasıyla ilgili bir bölüm geçtiğinde bile insan bir heyecanlanıyor. Orayı işte yeniden ziyaret ediyor. O şato artık hapishane olmaktan çıkmış yıllar sonra ve kendi koğuşunu buluyor. Orada işte gardiyan, gardiyan da değil artık. Gerçi tutuklu da olmadığı için. Yoksa var mıydı? Çok da hatırlamıyorum şimdi. Açıkçası yanlış da bir bilgi vermeyeyim, direkt diyaloğu paylaşayım.
“‘Size meşalemi bırakıyorum.’
‘Hayır, onu alın.’
‘Ama ışıksız kalacaksınız.’
‘Ben geceleri de görürüm.’
‘Bakın hele, onun gibi.’
‘O kim?’
’34 Numara. Söylenenlere göre o, karanlığa o kadar alışıkmış ki hücresinin en karanlık köşesindeki bir topluiğneyi görürmüş.’
‘Bunu başarabilmesi için on yılını vermesi gerekti,’ diye mırıldandı kont.”(s.1005)
İşte bu 34 numara. Zaten kendisi 10 yıl sonra o karanlığı daha iyi görmeye başlamış. Yüzü de zaten solgun, güneşsiz kalmaktan. O içeride yıllarca kalmış, bu da bir karizma katıyor aslında kendisine. Diğer insanlar, bu işte açık tenliler, beyaz tenliler, gereksiz yere övülür ya. Günümüzde de tam tersi, işte bronzlaşan insanlar. Bunun için de solaryuma giden insanlar bana hep çok garip geliyor. Ama böyle de bir şey var.
Ve işte o hapishaneden devam ediyoruz:
“Duvarın öteki yüzünde bir yazı gözüne çarptı. Yazı yeşilimsi duvarın üstünde hâlâ beyaz kalmıştı ve belli oluyordu.
‘TANRIM!’ diye okudu Monte Cristo, ‘AKLIMI KORU!’
‘Ah, evet!’ diye haykırdı, ‘İşte son günlerimin tek duası. Artık özgürlük istemiyordum, aklımı istiyordum, çıldırmaktan ve unutmaktan korkuyordum. Tanrım! Aklımı benden almadınız ve anımsadım. Şükürler olsun Tanrım, şükürler olsun!’”(s.1005)
Artık bütün intikamını almış. Yani buraya geldiğinde Edmond, bir anlamda Faria’nın saygısını iletmek istiyor; onun için geldi buraya. Ve işte o son duası, “Aklımı koru.” Bu da bana Stephen Hawking’in “Peki aklım?” diye sorduğu o anı hatırlatıyor. Hastalığını öğrendikten çok kısa bir süre sonra, yani bütün vücut fonksiyonlarını yitirecek ama o hala yapacağı çok iş olduğunu bildiği için, çok kıymetli bir bilim insanı olduğu için “Peki aklım?” diye soruyor. Yani bunu kaçımız sorabiliriz şu an? Öyle bir haber alsak, tabii Allah korusun, onu düşünmenizi istemiyorum. Ama yani akıl gerçekten çok önemli.
Ve son alıntımda, evet, biraz uzunmuş ve moral geçiyor. Burada da onun kim olduğunu hiç söylemedim galiba şimdi. Ama nasıl böyle kısaca anlatabilirim onu da bilmiyorum. O yüzden söylemeyeyim, zaten kimleri söyleyebildim? O kadar. İş Bankası yayınlarında, bu iki cilt olarak 1500 sayfalık bir kitap. Benim okuduğumda, böyle küçücük yazılarla ve bayağı büyükçe bir kitaptı. Normal bir kitap gibi de değildi; boyutu da büyüktü ve zor sığmıştı yani çantama, öyle düşünün.
Ve işte 15 gün sürem var. Aldığımda süresini uzattım mı hatırlamıyorum ama o kadar emindim ki bitireceğim çünkü biliyorum yani konuyu. Hatta size biraz şöyle de bir şey söyleyebilirim: Bu bölümü belki bitirmeniz daha zor olabilir, bu akıcılık, uzak saçma sapan konuşmalarım kesinlikle kitapla kıyaslanamaz.
“‘Kont,’ dedi Morrel, ‘siz tüm insan bilgilerinin bir özetisiniz, benim üzerimde, bizimkinden daha ileri ve daha bilgili başka bir dünyadan gelmişsiniz gibi bir izlenim yaratıyorsunuz.’
‘Bunda biraz gerçek payı var Morrel,’ dedi kont onu o kadar güzelleştiren hüzünlü gülümsemesiyle, ‘ben acı adlı bir gezegenden geldim.’
‘Bana söylediğiniz her şeye, anlamını daha fazla araştırmadan inanıyorum kont, bunun kanıtı da şu: bana yaşamamı söylediniz ve ben de yaşadım, bana umut etmemi söylediniz, ben de umut ettim ya da neredeyse umut ettim. Hattâ size, daha önce bir kez ölmüşsünüz gibi bir şey sormaya cesaret edeceğim kont, bu insanın canını yakıyor mu?’
Monte Cristo Morrel’e anlatılmaz bir sevgi ifadesiyle bakıyordu.
‘Evet,’ dedi, ‘evet, eğer inatla yaşamak isteyen bu ölümlü kılıfı sert bir biçimde paramparça ederseniz kuşkusuz bu insanın canını çok yakıyor. Eğer etinizi bir hançerin görünmez dişleri altında inletirseniz, en küçük sarsıntının acı verdiği beyninizi, her an yolunu kaybetmeye hazır akılsız bir kurşunla delmek isterseniz kuşkusuz acı çekersiniz ve umutsuz can son saatlerinizin ortasında hayatı bu kadar pahalıya malolmuş bir huzurdan daha iyi bularak, çok kötü bir biçimde terk edersiniz.’
‘Evet, anlıyorum,’ dedi Morrel, ‘hayatın da ölüm gibi acılı ve keyifli sırları var, önemli olan onları bilmek.’
‘Çok doğru, Maximilien, şimdi önemli sözcüğü buldunuz. Ölüm, bizim onu iyi ya da kötü yorumlamakta gösterdiğimiz özene göre, ya bizi bir dadı kadar tatlılıkla sallayan bir dost, ya da ruhumuzu bedenimizden şiddetle söküp çıkaran bir düşmandır.”(s.1035)
Şimdi okurken moralin yani okumakta ben zorlandım, geçtim. Anlamayı derin sözlerin karşısında moralini hemen “Evet, anlıyorum,” demesi komik geldi bana biraz. Ama orada tabii çok ciddi de bir konu, ölüm konuşuluyor; ciddi bir konu konuşuluyor. Ve ölüm bir dost ya da düşman olarak algılanabilir, tamamen sizin bakış açınıza bağlı. Nasıl bir hayat sürdüğünüzü de buna bağlı. Bunu bizim radyo tiyatrosunda da çok güzel kullanıyorlardı. Son cümle, kitabın son cümlesi:
“Beklemek ve umut etmek!”(s.1042)
Aslında Edmond, kendisini gördüğü ve onun da bir anlamda onun değil ama onun sevgilisinin hayatını kurtararak onu da hayata bağlıyor. “Sadece dayan, bir sabret, bekle; yoksa moral de, yani hayatına son verecek,” diyor. Hiç, artık sevdiği kadın ölmüş. Oralar da çok güzeldi; mesela, hiç onlardan bahsedemez. İnanılmaz bir kitap, bir kurgu klasiği. İki bölümde ancak bitirebildim; öğlen başladım. Aslında bir bölüm, evet, bir bölümde aldım. Bu ses kaydını öğlen dışarıdan çocuklardan çok ses geliyordu. Akşam da komşulardan mı ses geliyordu, yine bir yerlerden ses geliyordu. Orada da bırakmak zorunda kaldım. Şu an sabah saat 8 ve dışarıdan kuş sesleri, bilmiyorum, geliyor mu, ulaşıyor mu size? Arabalar da sürekli geçiyormuş. Ben onu da aslında caddeye bakmıyorum. Benim oturduğum evde insanlar işe gidiyor. Yani ilk defa böyle normal hayatımın akışında olan bir romanı değil de, kendi en sevdiğim romanı biraz da cesaretle alıp okudum. Umarım beğenmişsinizdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder