Dune, Bu Kadar Uzun Olmaz Diye Reddeden Maymun Zihinlerin Durmanın Mutluluk Olduğunu Bilememesi
Frank Herbert, bu kitaptan önce iki bilim kurgu daha yazmış ama onlarla çok bir başarı kazanamamış. Zaten yazarımız 40'lı yaşlarına kadar o kadar çok işte çalışmak zorunda kalmış ki, bir anlamda kelimenin tam anlamıyla hayatta kalma mücadelesi vermiş o dönemlerde. Ama ben o yılları sanki bu kitap için malzeme toplamış gibi düşünüyorum.
Daha fazla uzatmadan, birçok insanın da anladığı gibi Dune kitabıyla, Dune serisiyle karşınızdayım. İthaki Yayınları, “Bilim Kurgu Klasikleri” diyerek bir seri başlatmış ve onun ilk kitabı. Doğu Körpe çevirmiş bu kitabı ve 652 sayfa. Sonunda da ekleri var, o eklerle birlikte 710 sayfa.
O ekleri de hemen söyleyeyim size:
- Dune Ekolojisi
- Dune Dini
- Bene Gesserit’in Saikları ve Hedefleri Üstüne Rapor
- Eşraf Almağı (Soylu Hanedanlara Dair Seçme Alıntılar)
- İmparatorluk Terminolojisi
- Harita için Kartografik Notlar
Böyle iki sayfaya yayılmış bir harita da var. Ben çok bir şey anlamadım o haritadan ama terminolojiyi, o sözlük gibi olan sayfaları başladım. Biraz sonra baktım olmayacak, döndüm tamamen önce dedim bir o kelimeleri öğreneyim.
Şimdi bu bölüm nasıl olacak, nasıl bitecek, bir haftadır aslında onu düşünüyorum. Kitabı okudum, hatta hemen ikincisini de okudum. Bu kitabı bir 10 günde falan okudum böyle sindire sindire. Her bölümün başlangıcında alıntılar var, küçük, değişik, genellikle Prenses Irulan’ın yazdığı. Aynı bu kitabın sonundaki ekler gibi, zaten onları çok beğendim ben.
Bu yazarımız öyle çok uğraşmış ki, gerçekten bu kitap için bambaşka bir dünya — dünya da değil, birçok dünya, evren — oluşturmaya çalışmış. Ve ben bu kitaptan neredeyse tam 1.5 saatlik bir kayıt almıştım. Sonra o kaydı bilgisayara attığımda bir de ne göreyim: sadece son 15–20 dakikasının falan sesi düzgün alınmış, diğer kısımları hiçbir şekilde alınmamış, dümdüz çizgi olarak duruyor.
Ara ara, evet, zaten bu podcast işinden şandır; o kadar profesyonel stüdyolarda kayıt alanlar bile ya bir işte kayıt tuşuna basmazlar, ya bir yedek alma sorunu olur, ya yanlışlıkla silinir. Bir şekilde saatlerce uğraşılan emek heba olur, kurtarılamaz ve en baştan alınmak zorunda kalınır. Bu da çok büyük heves kırıcı bir şey.
Sadece ben burada aldığım notları okuyup üzerine bir şeyler söylediğim için, bugünlerde bambaşka bir bölüm olacak bu. Şimdi o 1.5 saatte bu kitabı özetlemek gibi, çok fazla spoiler vermeden özetlemek gibi bir çılgınlık da yapmıştım aslında kendimce. Bugün ona hiç girişmek istemiyorum çünkü o zaman muhtemelen bir buçuk saate de geçecek. Kafam daha çok karışık şu an, çok daha hem heyecanlıyım hem yani neler söyleyeceğim, neler anlatacağım, o kadar çok şey var ki.
Mesela o kaydımı da biraz hatırlamaya çalışıyorum. Hemen şöyle başlamıştım: Daha önce bu kadar popüler bir seri okumamıştım ben. Yani en azından kendi seçerek bir “Açlık Oyunları”nı okumuştum Suzanne Collins’in. Onun da sonradan filmi çekilmişti. Mesela o yüzden benim için ayrı bir yeri vardır. Ve hiç bilmiyordum onu, bir kitapçıda, kitapçı önermişti bana, tam 2012 yılında askere gidecekken yanıma birkaç kitap almıştım. Ama bir de kitapçıya uğrayıp, böyle “bu aralar çok satan bir seri” hiç de sormam normalde, ama o gün öyle İzmir’de nedense sormuştum ve “Açlık Oyunları”nı önermişti. Israrla “bunu çok satıyoruz bu ara, çok sürükleyici” demişti. “Kaç kitap?” dedim, “Üç kitap, bitti mi?” “Bitti” deyince dedim “tamam.” Çünkü ben bitmesine önem veriyorum, artık beni de tanıdınız yavaş yavaş. Çünkü benim biraz öyle başladığım şeyleri bitirmeye yönelik bir takıntım var. Tamamlanmamış şeyleri çok sevmiyorum, bitmesini bekliyorum.
Nereden bileyim sonradan 4. kitabın çıkacağını. Yani o “Yılanlar”ın bir şeysi diye bir 4. kitap vardı, ama fena değildi. Onu da okudum yazıldıktan, çevrildikten sonra. Ve sonrasında filmleri seyrettiğim için, filmler de güzeldi bence, fena değildi.
“Yüzüklerin Efendisi” var, bu kitapla çok kıyaslanan. Onun kitaplarını ben okumadım ne yazık ki, filmlerini seyrettim tabii ki. Hatta diziyi de seyrettim, “Güç Yüzükleri”ni. O da muhteşem bir evren. Hiç şu an bu kitapla bence kıyaslamaya gerek yok ama kitaplarını okumadım mesela, okuyasım da gelmedi açıkçası. Çünkü her şeyi bildiğim için, filmleri de seyrettiğim, hakim olduğum için konuya, kitabı ya sevmezsem gibi bir korku… Bir yandan da çok uzun bir seri olduğu için, birçok kitap var, daha onu okuyacağıma hiç bilmediğim kitapları okurum gibi bir düşüncem var. Ama onu da okumak istiyorum aslında.
Daha öncesinde asıl okumak istediğim Harry Potter serisi var. Onun mesela hiçbir filmini de seyretmedim. O da ben çok daha küçükken, ilkokuldayken falan yazılmıştı galiba. O zamanlar çok popülerdi, okuyamamıştım ben o ara. Sonra filmleri çekilmişti ve hiçbir filmini ısrarla hala bugüne kadar seyretmedim. En ufak bir spoiler, bir şey görsem duysam, duymamaya çalışıyorum. Yani kendimi ondan izole etmeye çalışıyorum ki önce kitapları okuyacağım, sonra filmleri seyredeceğim ve eminim çok beğeneceğim, düşünüyorum daha şimdiden.
Bu kitabı artık takip ettiğim birçok insan, birçok hem kanalda hem arkadaşlarımdan en sevdikleri kitap olarak söylüyorlar. Filmleri de tam bu aralar çıkıyor, işte iki tane filmi çekildi. ‘84’de gerçi çok değişik bir filmi çekilmiş, ama şu anki filmleri tuttu mesela sanırım. Ve ben ilkini de seyretmiştim, beğenmedim açıkçası, çok hoşuma gitmemişti. Uykum gelmişti hatta sonlarına doğru.
Sonra Barış Özcan’ın bir inceleme videosunu seyretmiştim ve “Aa” dedim, “Yani bu ne kadar derinmiş, çok daha fazla şey anlatıyor.” O zaman dedim keşke işte bunun kitabını okusaydım ve baktım altı kitap. Yani gözüme kestirdim şu an ilk kitabı. Sadece bu 600–700 küsur sayfa, sanırım diğerleri daha bir 300–400 sayfalık. İkinci kitabı zaten iki günde bitirdim, “Dune Mesihi.”
Önce bir altı kitabın hepsini bitirip sonradan üzerine mi konuşsam diye düşündüm, o zaman iyice artık saatler sürer bu kayıt. O yüzden her kitabı ayrı ayrı yapmak daha mantıklı benim için. Böyle olunca da şimdi sadece iki kitabı okuyup diğerlerini okumadan bir an evvel bu kaydı almak istiyorum ki kafam iyice karışmasın, hepsi birbirine girmesin, karman çorman olmasın konular. Şu an bile ilk iki kitabın “acaba hangisi hangisindeydi” şeyleri, ikinci kitapta da olabilir. Ve spoiler içerecek bu, ister istemez içerecek. Çok yine böyle kritik yerleri söylememeye çalışacağım ama gerek alıntılarımda gerek aklıma gelen değişik yerlerde… O yüzden önce mutlaka, bence imkanınız da varsa, kitabı okumaya çalışın. Kitabı okuyanların eleştirilerini, yorumlarını da çok merak ediyorum. Onların da her türlü görüşüne açığım.
Biraz yazarın da işte dediğim gibi hayatını araştırmaya çalıştım, ama o da kitap hakkında bahsediyor ve bu altı kitabın hepsini bir bütün olarak… Baktım böyle İngilizce röportajlar falan, “Oo diğer kitaplardan da bahsediyor” hemen kapattım. Yani hiç oradan da bir spoiler almak istemiyorum. Dolayısıyla çok fazla araştırmadım yazarı ve kitap hakkında yazılanları, çünkü tamamı hakkında konuşuyorlar kitabın.
Dediğim gibi ‘84’te bir filmi David Lynch çekmiş. Mesela bu iki filmin kıyaslaması… Bugünkü filmde işte o filmi biraz yerden yere vurmuşlar ama yani 1984 diyoruz. Ve zaten bu kitapta da teknolojinin, bilgisayarların kullanılmaması… Aslında yapacaksan o zaman yapsın, kolaysa… O açıdan bence David Lynch çok muazzam bir iş çıkarmıştır diye düşünüyorum, çok da iyi bir yönetmen. Bugün yapılan bence açıkçası biraz teknolojinin kaymağını yiyor.
Bu şöyle de bir tabir vardı sanırım: İşte film… Bir film, Avatar için diyorlardı bunu galiba, işte filmin her şeyi hazırmış ama günümüzün teknolojisi bunun çekilmesine müsait değilmiş, bunun için yıllarca beklemişler. Son, ikinci film miydi, ilk film miydi… O da mesela çok değişik bir evren oluşturuyordu, tasarlıyordu. Çok zor yani bu işlere kalkışmak.
Ve yazarımız bu kitabı yazdığında, 1965 yılında yayınlanmış ilk olarak, ’65 yılının Ağustos ayında. Hatta 20'ye yakın yayınevine kabul ettirememiş kitabı. İlk kitabı, sadece ilk kitabı yazıp bitirdiğinde… Zaten ilk kitap aslında bitiyor, ikinci kitap onun tamamen devamı gibi değil. İlk kitapta hikaye bitiyor, sonlanıyor, orada bitse bitermiş yani. Ama tabii yazarımız bu kitaptan sonra öne kavuştuğu için devam serilerini yazmış gibi görünüyor.
Ama işte o ilk zamanlar uzunluğundan dolayı birçok yayın evi hiç okumamış bile. Çünkü o dönemlerde bilim kurgunun kısası makbulmüş, “bu kadar uzun bilim kurgu olmaz” demişler, hep geri çevirmişler. Ama işte basıldıktan sonra da Hugo ve Nebula en iyi roman ödüllerini almış. Hatta bunlardan birini de ilk almış, Hugo ödülünü müydü… İlk Nebula ödülünü almış sanırım. 2003 yılında da dünyanın en çok satan bilim kurgu romanı olarak gösterilmiş.
Ama işte Yüzüklerin Efendisi’yle kıyaslıyor… Yüzüklerin Efendisi’yle çok da kıyas kabul etmez, Yüzüklerin Efendisi çok çok daha fazla satmış bir kitap, çok daha fazla popüler diye düşünüyorum. Ve 90'lı yıllarda da oyunu yapılmış, nasıl bir oyun hiç bilmiyorum, oyunu da varmış yani bu kitabın. 2000–2003 yılları arasında dizisi çekilmiş, bunların hiçbiri çok başarılı olmamış. Şu an başlanan seri, şu an çekilen film çok daha başarılı gibi görünüyor, çok daha tutmuş gibi görünüyor. İkinci filmi de ben seyretmedim, dediğim gibi bu kitapların tamamını bitirdikten sonra seyretmeyi düşünüyorum. Şimdi nasıl konuya gireceğimi de bilemiyorum açıkçası. Önce bir şunu gözünüzde canlandırın diye söylüyorum: Kitap günümüzden 21.000 yıl sonrasında geçiyor. Yani Matrix filmini düşünün mesela, orada makinelerle insanların bir savaşı oluyordu. Hiç bize onu göstermiyorlardı ama o başlangıcında, o Neo’nun uyandığı o Matrix evrenini canlandırırsanız gözünüzde… Orada makineler kazanmıştı aslında ve insanları işte enerji olarak kullanıyorlardı.
Burada da yine benzer bir savaş olmuş, ama bu sefer insanlar kazanmış bu savaşı. Böyle bir gelecekten bahsediyoruz, birçok farklı farklı gezegenler var. Dünyanın yanı sıra… Dünya zaten yok olmuş gitmiş gibi. Bir böyle bir gelecek… Arada böyle değişik değişik kelimeler, işte terminoloji… Bazılarını anlıyor gibi oluyorsunuz, bazılarını okurken de açıklıyor, ama bir an işte dediğim gibi ben “ne okuyorum” böyle oldum ve hemen o kitabın sonundaki o İmparatorluk Terminolojisi’ni açıp önce bir hepsini bir okumak istedim. Bence bunu ekleyerek çok güzel yapmışlar.
Ve buradaki kelimelerin bazılarına da aşinayız. Mesela şimdi ilk kelime “aba” ve anlamını da şöyle demişler: “Fremen kadınlarının giydiği uzun bol giysi, genellikle siyah olur.” Bizde de bir atasözümüz vardır zaten: “Aba altından sopa göstermek” miydi, değnek mi gösteriyor… Ama bu aba o aba değil anlaşılan. Siyah renkli, bol ve kadınlar giyiyor, bildiğin çarşaf yani.
Ama işte çok acayip bir şeymiş gibi de anlatmış yazarımız. Geçenlerde de annemin yanından bir geçerken “Bunlar da her yerde” diye böyle söylenmiş kendi kendine. Annem de yazık, kötü hissetmiş o zaman ama tabii bir şey diyememiş, hemen geçip gitmiş yanından. Bana anlattı sonradan, ben de her zamanki gibi yine gönlünü almaya çalıştım kendimce. Ona da sık sık söylerim yani… Halbuki Amerika’da adamlar giyiyor bu çarşafı, caddelerde, metrolarda adım başı görebiliyorsunuz yani onları ve kimsenin de bir şey dediği yok, böyle bir ötekileştirmeye çalışmıyorlar. Sadece küçük çocuklar görünce onları heyecanla “Aa Batman!” diyor.
Yani geçen Bibliyoterapi’nin bir bölümünde denk gelmiştim. Bibliyoterapi de, yine çok güzel bir kitap podcasti… Aslı Perker, Tuna Kiremitçi sunuyor. Her bölümde bir konu üzerine 4–5 tane kitap öneriyorlar. Bir de yeni bir şeye başlamışlar, Sineterapi gibi bir şey. Artık arada böyle film önerdikleri de olacakmış. İşte o bölümde Tuna Kiremitçi çok güzel anlatıyordu, şöyle bir şey diyordu: İşte “Birileri sizi aşağılamaya, küçümsemeye ya da ötekileştirmeye çalışıyorsa, bu aslında onun kendisine karşı duyduğu değersizlik hissinin göstergesidir” diyordu. Yani “bu insanlara şefkat göstermek gerek” diyordu.
Tabii ben şimdi onun gibi böyle güzel ifade edemedim ama aklımda bunun gibi bir şey kalmış. Bu kitapta da yani baştan sona birbirlerini öteki olarak gören insanların hikayesi anlatılıyor aslında. Mesela daha işte ilk kelimeden Fremenler, çöl insanları… Dune çöl gezegeni olarak geçiyor yani Arrakis, onun bir diğer adı da… Burada bir damla suyun bile çok çok büyük bir önemi var, çünkü bu gezegende su yok gibi bir şey. Tamamen artık çöl ve arka kapakta da şöyle bir tek cümlelik bir özeti var aslında kitabın:
“Kuma gömülü kehanetlerin suya ulaşma mücadelesi”
Diyor şimdi nasıl toplayacağım, kelime kelime gidelim isterseniz. Ben böyle birkaç kelimenin anlamlarını burada not almışım, biraz da unutmamak amacıyla. Mesela o işte Matrix gibi bir savaştan bahsetmiştim. Bene Gesserit’ler var, bir de düşünen makineler denen aygıt var. Robotların yok edildiği Butleryan Cihadı’nın ardından temelde sadece kız öğrencileri için kurulan zihinsel ve fiziksel eğitim veren kadim okul demişler. Yani kız kuran kursları gibi canlanmıştı benim gözümde.
Bunlar gerçekten bu fiziksel eğitim dedikleri çok iyi dövüş ve yakın dövüş. İşte o kama denen küçük bıçakları, şeyleri var, onlarda ustalaşmış. Artık böyle sesi de kontrol etme gücüne sahipler, insanların düşüncelerini okuma, geleceği bir yere kadar görme gibi çeşitli güçleri var.
Bütün bunları da zaten aslında Melanj denen baharatın, bir çeşit baharat, sayesinde yapıyorlar. Melanj denen baharat sayesinde yapıyorlar ve bu baharat da tabii ki nerede yetişiyor? Çöl gezegeninde, sadece çöl gezegeni Dune’da, Arrakis’te. Dolayısıyla bu Arrakis denen gezegeni çeşitli hanedanlar yönetiyor. Sürekli yönetiyor dediğim, orayı bir anlamda diğer gezegenleri, işte o baharatı sağlayabilmek için sırayla hep başka başka hanedanlar, hiçbir hanedanın tekelinde değil.
Ve oraya geldiğinde de son yıllarda Harkonnen denen bir hanedanlık yönetmiş ve böyle çok da zulüm etmiş. Yani oradaki Fremen’lere, insanlara — Fremen işte o çöl gezegeninde yaşayan insanların adı. Onlar da bir Bedevi gibi düşünülmüş ama aslında Tuaregler denen bir kavim varmış, onlardan esinlenilmiş. Öyle bir Bedevi gibi değiller yani, bazı böyle biraz evet içlerine kapanık bir kültürleri var, kendilerini korumaya çalışıyorlar değişik. Ama bir yandan bilgelikleri de var.
Harkonnen’lerden nefret ediyorlar, yıllarca onların o sert yönetimi altında ezildikleri için. Harkonnen’lerden nefret eden hanedanlık da Atreides. Atreides, kitabımızın ana kahramanı Paul’ün hanedanlığı. Onun babası Dük Leto, o Leto’nun oğlu Paul ve annesi de Jessica. Jessica da bir Bene Gesserit.
Bene gesserit: “Düşünen makineler” denen aygıtlar ile robotların yok edildiği Butleryan Cihadı’nın ardından, temelde sadece kız öğrenciler için kurulan, zihinsel ve fiziksel eğitim veren kadim okul.
Heh, şimdi buradan geldik yavaş yavaş, her şey böyle birbirine bağlanacak. Bu Butleryan Cihadı dedikleri şey de yine arkada terminolojide:
Butleryan Cihadı: Bilgisayarlara, düşünen makinelere ve bilinçli robotlara karşı L.Ö. 201(lonca öncesi) de başlatılıp, LÖ 108'e kadar süren dinsel savaş. Savaşın temel ilkesi T.K. İncili’nde şöyle geçer: “İnsan gibi düşünen makineler yapmayacaksın.” (Bkz. Büyük İsyan)
Yani işte her kelime böyle açıklıyor güya, ama oradan oraya, oradan oraya. Burada bahsettiği L.Ö., Lonca Öncesi sanırım. T.K. İncili de Turuncu Katolik İncili, yani derlenmiş kitap olarak geçiyor. O da Ekümenik Çevirmenler Kurulu’nun ortaya koyduğu dini metin. Aralarında Maomedi Sünni, Mahayana Hristiyanlığı, Zen Sünni Katolikliği ve Budist-İslami geleneklerin de olduğu en kadim dinlerden öğeler içerir deniyor.
Yani yazar burada zaten Libya’da gazetecilik de yapmış sanırım, İslamiyeti, İslam’ı çok iyi biliyor, diğer dinleri ve 1965 yılında dediğim gibi tamamlandığı için o Beat kuşağının da sonlarına denk geliyor sanırım. O Melanj yerine tabii kendisi çeşitli uyuşturucuları, o kafa yapan maddeleri de denemiş sanırım veya biliyor en azından neler olduğunu ve her şey böyle işte karman çorman birbirini karıştırmış. Ve çok ileri bir gelecekte de geçtiği için kitap rahatlıkla kendi dünyasını kurmuş yani.
Mesela “cübbe” kelimesi şöyle açıklanmış:
Cüppe: Arrakis’te genel olarak damıtıcı giysinin üstüne giyilen çok amaçlı pelerin (ısıyı emmeye veya yansıtmaya ayarlanabilir, hamağa veya barınağa dönüştürülebilir.)
Şimdi buradan damıtıcı giysi olduğunu anlamamız gerekiyor. İşte her kelime böyle bir başkasıyla…
Damıtıcı Giysi: Arrakis’te icat edilmiş, vücudu bütünüyle saran giysi. Mikro-sandviç dokusu, ısıyı dağıtma ve vücut atıklarını süzme özelliğine sahiptir. Geri kazanılan nem, toplayıcı-keselerden çıkan su tüpü sayesinde yeniden kullanılır.
İşte bu Arrakis Fremen’leri bu elbiselere muhtaç, bu elbiselerle yaşamak zorunda. Yoksa o çölde 2 saat bile dayanamıyor, öyle bir sıcaklık. Tam biz de işte bu Ağustos ayında alıyorum ben bu kaydı, muhtemelen Eylül’e yayınlayacağım ama çok sıcak. Ama öyle de bir giysiyi ister miydim yani? Kendi vücut atıklarını içmek zorunda kalıyorsun. Çok acı bir sıvı olarak söylüyorlar. Onu da doğal olarak ağzını falan işte yara yapıyor.
Bir de işte 1965'te hayal ettiği için bunları, bugünkü teknolojiyi de bilmiyor. Gerçi çok da gelişmedi yani. Bugün işte bir tişört giyiyorsun, su gibi oluyor yine dışarıda. O nem toplayıcı değil de en azından o ısıyı dağıtma, yansıtma gibi şeyler keşke şu anda da olsa.
Gom Jabbar var mesela, onu da not almışım:
Gomcebbâr: Tahakküm eden düşman; başarılı olunamazsa ölümle sonuçlanan insanı farkındalık sınavında Bene Gesserit Gözetmenleri tarafından kullanılan, ucu metasiyanürlü, özel bir zehirli iğne.
Sonra bu Arrakis’in iki tane ay var, Arrakis’in iki tane uydusu var mesela. İlk ay, büyük uydusu olarak geçiyor ve geceleyin yükselen ilk ay yüzeyinde insan yumruğunu andıran bir şekil göze çarpar diyor. İkinci ayın ise yüzeyinde kanguru faresini andıran bir şekil var. Kanguru faresi de o çölde yaşayabilen, küçük böyle kalabilmeyi başarmış. Zaten o damıtıcı giysiyi biraz ondan ilham alarak yapmışlar. O da böyle vücut sıvısıyla hayatta kalabilen küçük böyle şirin bir hayvan.
Daha öncesinde şöyle bir şey ben duymuştum: Amerika’da sanırım bu gökteki aya reklam vermek gibi bir şey olmuş. O Amerika’nın işte ünlü kola markalarından bir tanesi aya kendi reklamını yansıtmak istemiş ama sonra bunu kabul görmemiş mi, Birleşmiş Milletler mi karşı çıkmış, öyle bir şey. Çünkü yani ay senin değil, ona nasıl reklam vereceksin? Belki yarın bir gün yaparlar ama şu an için en azından olmamış ve çok da acayip bir şey olur. Yani gökyüzünde ayda öyle bir markanın işte her gece çıktığını görseniz… İşte Afrika’daki bir kabilede yaşayan bir insanı düşünün mesela, adamlar akıllarını kaybedebilir. Bize bile ilk günler biraz garip gelir.
Sonrasında burada ama işte o kendiliğinden orada doğal olarak görünen o kanguru faresi önemli. Muad’Dib deniyor hatta o hayvana da. Böyle küçük küçük bilgileri arada sıkıştırmaya çalışıyorum ve ilk alıntıya geçiyor korkuya karşı dua diye bir şey var:
“Korkmamalıyım. Korku katilidir aklın. Korku, mutlak yıkım getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Onun etrafımdan ve içimden geçip gitmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiğinde, onun izlediği yolu görmek için iç gözümü kullanacağım. Korkunun geçtiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım.” (s.23)
Paul, zaten İncil’de de geçen bir isimmiş. Sanırım Antakya’da yaşamış olan Aziz Paul’un hayatıyla benzerlikler varmış Paul’un hayatında. Paul, Atreides hanedanının veliahtı, yani bir anlamda babası Leto Atreides’in varisi. Dune/Arakis gezegeni onlara verildiğinde, aslında bir yandan bunun kendilerine yönelik bir — nasıl diyeyim — suikast planı olduğunun da farkında olabileceklerinin, bir tehlike olduğunu, Harkonnen’lerin özellikle onlara karşı olduğunu biliyorlardı. Ama ne olduğunu, nasıl bir şekilde yapacaklarını bilmiyorlardı. Bütün kendi yakın çevresindeki adamlarından da emindi; onlarla çok iyi ilişkileri vardı çünkü kendi adamlarına çok değer veren, çok lider ruhlu bir yöneticiydi.
Paul da onun oğlu ve annesi bir Bene Gesserit. Bu Bene Gesserit’lerin de bir çiftleştirme programı gibi bir şeyleri var; kendi içlerinde yıllardır gelmiş olan. Bunlar artık üstün insan gibi bir şey oldukları için kendi doğuracakları çocuğun cinsiyetine kadar belirleyebiliyorlar. Ve ona da ısrarla “Sen kız çocuk doğuracaksın” denmiş, ama o Leto’ya çok aşık olduğu için, biraz da onun soyunun devam edebilmesi için bir erkek çocuk doğuruyor ve işler burada karışıyor işte. Çünkü normalde onun bir kızı olması planlanıyor, onun olacak kızıyla da işte diğer Harkonnen’lerin çocuğu evlenecek de, oradan onların o çiftleşme programının nihai hedefi olan Kwisatz Haderach denilen bir erkek Bene Gesserit olacaktı.
Aslında Bene Gesserit’ler hep kadın oluyor, o yüzden de geleceği bir yere kadar görebiliyorlar; geleceğin tamamını görebilme gibi bir yetkiye sahip değiller. Bunu sadece bir erkek Bene Gesserit’in yapabileceğini düşünüyorlar. Onun için de işte, hep öyle — yani aslında Hitler’in, Nazilerin yaptığı gibi, öjeni mi deniyordu buna — üstün insanı bulma çabası gibi bir şey.
Çünkü işte bütün bilgisayarlar, yapay zeka hep reddedildiği, teknoloji reddedildiği için, artık insanların çeşitli sınıflara ayrılması ve her birinin farklı işlevlere sahip insanlar olmasına neden olmuş bu durum. Bir şeyi işte reddetmek öyle kolay değil. “Peki onun yerine ne koyacaksın?” İşte Mentat denen bu işlem yapan insanlar çıkmış.
Bunlar sanki bir bilgisayar gibi zihinlerinde verilen verilerle — ya bir şey sorduğunda zaten senden önce bir veri istiyor: “Bana bütün verileri doğru şekilde söyle” diyor, “ben sana sonucu söyleyeyim.” Bu da aslında bir geleceği görmek gibi, ama daha çok plan, program, hesap kitap işleri gibi şeyleri yapan Mentat’lar var.
İşte bu kadın Bene Gesserit’lerin o gizli, gizemli bir tarikat gibi — aslında dini bir bağları da var. Sonra çeşit çeşit hanedanlar, bütün bu hanedanların toplandığı CHOAM mı, Landsraad mı — bir Padişah İmparatoru denen Shaddam var. IV. Shaddam mıydı, V. Shaddam mıydı, kötü bir tiran imparator. Yani bu da zaten Shaddam, Saddam der gibi.
Bütün bunların içinde Paul, gerçekten hem önce Bene Gesserit’lerin, sonra Atreides’lerin umudu. Ama Bene Gesserit’lerin aslında bir yandan da planladıkları şekilde gelmediği için, eğer Kwisatz Haderach ise, bu Paul onlar için çok da büyük bir tehlike. Bir yandan da bu asiliği öngöremiyorlar. Yani bütün olayı değiştiriyor Jessica.
Paul dünyaya geldiğinde, onu bir Bene Gesserit olarak yetiştiriyor, ona kendi bildiği bütün her şeyi öğretiyor. Sonra babası Leto’nun işte — çok önemli gezegenlerde arasında — Idaho mıydı, Gurney Halleck miydi, çok iyi dövüş ustaları bunlar tarafından yetiştiriliyor. Sesi kullanmayı öğreniyor annesinden — yani bu “Ses”iyle insanlara emir vermek, komut, onların bir anlamda istediğini yaptırabilmeyi öğreniyor.
Bu Arrakis’e gelecekleri için çöl gezegeni hakkında da Fremen’ler hakkında öğrenebileceği her şeyi öğreniyor. Bu çöl gezegeninde, o kumların içinde yaşayan o kum solucanlarının, dev kum solucanlarının — Shai-Hulud denilen — baharatın oradan yetiştiğini, baharatın etkilerini… Bu baharat mesela öyle bir şey ki bağımlılık da yapıyor bir yandan. Ama bu işte Mentat’ların zihinleri için gerekli, Bene Gesserit’in işte gelecek tahmini için gerekli, uzay gemilerinde “seyrüsefer” denilen o uzay gemileriyle gezegenler arası yolculuk yapan Uzay Loncası pilotlarının yollarını bulabilmeleri için gerekli.
Yani bir yakıt aslında bir yandan — petrol gibi bir şey diye de düşünebiliriz, altın gibi de düşünebiliriz — hepsinden çok çok daha değerli ve bağımlılık da yaptığı için yaşlanmayı da geciktiriyor. Dolayısıyla bu Arrakis’i yönetmek de çok önemli.
Ve Paul’un aklına işte bu — eğer Arrakis’te Fremen’lerle dostluk kurabilir, onları bir müttefik olarak, o “asi” diye nitelendirilen insanları emri altına alabilirse, Harkonnen’lerle olan o düşmanlığı, hatta sadece Harkonnen’leri de değil, bütün diğer hanedanları, bütün o İmparatoru, Shaddam’ı bile yenebilir.
Hem yani İmparatorluktan emir gelmiş “Sen artık Dune gezegenini yöneteceksin” diye. Bunu hem reddetme gibi bir seçenekleri de yok, hem de iyi yönünden bakmaya çalışıyor. İşte o da oradan para kazanacaklarını, tekrar hanedanın güçleneceğini söyleyerek ikna etmeye çalışıyor Paul’u. Ama bir yandan da işte bunun bir tuzak olduğunun farkında, bunun bir tuzak olduğunu düşünüyor. Bunun her an — böyle tetikteler yani — ama nereden, ne tehlike geleceğini bilmedikleri için böyle bir ortamda, böyle gergin bir ortamda başlıyor hikâye.
Ve annesi de Paul’u o yaşlı Bene Gesserit’lerin başındaki kadına götürüp bir testten geçmesini istiyor. Oradan bir sahne var hemen daha kitabın başında, bu olanlar.
“‘Neden insanları bulmak için sınav yapıyorsunuz?’ diye sordu.
‘Sizi özgürleştirmek için.’
‘Özgürleştirmek mi?’
‘Bir zamanlar, insanlar düşünme işini makinelere devretmiş, böylece özgürleşmeyi umut etmişlerdi; ama bu, makinelere sahip başka insanların onları köleleştirmesine yol açtı sadece.
Paul, ‘İnsan gibi düşünen makineler yapmayacaksın,’ diye alıntıladı.
Yaşlı kadın, ‘Butleryan Cihadı’na ve Turuncu Katolik İncili’ne gönderme yaptın,’ dedi. ‘Ama T.K. İncili’nin asıl söylemesi gereken şuydu: İnsan aklını taklit eden makine yapmayacaksın.’” (s.27)
Evet, bunu unuturum diye işte alıntı olarak da almışım. Bu aslında yani kitabın üzerine yazıldığı ana düşünce gibi bir şey.
Ve bu testi de işte insanları bulmak için yaptıklarını söylüyor. Paul elini bir kutuya koyuyor ve elini eğer çekmeye kalkarsa, o Gom Jabbar denen iğneyi boynuna, boğazına batıracağını söylüyor kadın ve ölecek tabii ki onu yapar yapmaz, zehirli çünkü bu iğne. Ve eline içeride ne olacağını da bilmiyor, ama elini soktuğu anda müthiş, inanılmaz bir acı çekiyor. Ve o zamana kadar dayanan bütün insanlardan daha çok da dayanmayı başarıyor ve kendini ispatlıyor bir anlamda.
Yani insan olmanın aslında acıya dayanmak anlamına geldiğini anlatmak istiyor yazar, biraz bana öyle gibi gelmişti. Ve şöyle bir alıntım var:
“Sağır bir insanın duyamayacağı gerçeğini hatırla. Öyleyse biz hepimiz duyamayanlardan olamaz mıyız? Hangi duyulardan yoksunuz ki, etrafımızdaki bir başka dünyayı göremiyor ve duyamıyoruz? Etrafımızda ne var ki biz…”(s.66)
Biz, yani bugün bile bilim insanları kaç duyumuz olduğu hakkında bir fikir birliğine sahip değil. Bize zamanında işte hep ‘5’ diye öğrettiler bunları, ama o işler o kadar kolay değilmiş. Ben de bunu sonradan öğrendim. Zaten gözüne fazlasıyla güvenen ve ‘görmeden inanmam’ diyen insanlar için, ben de işte o sınırlı bilgilerimle şu kadarını söyleyebilirim ki görebildiğimiz şeyler o kadar az ki…
İşte mor ötesi ve kızıl ötesi denen o ışınları göremiyoruz mesela, sadece bu ikisinin arasındaki o renk skalasını görebiliyoruz. Hayvanlar daha farklı şeyler görüyor işte — yarasalar, gece hayvanları daha başka. Bazı hayvanlar işte siyah beyaz… Sonra mesela her baktığımız bir yere gözümüzü diktiğimizde gözümüzden bir ışık çıktığı, bir ışın çıktığı, yine bu ‘görem’ dediğimiz skaladaki renk skalasında… ‘Nazar’ dediğimiz şeyin aslında o ışığın çarpmasından, negatif enerji doluysa eğer bir bakış… Yani nazar diye bir şey var, yani bu bilimsel olarak da hatta ispatlanmadan mı?
Ayrıca şöyle de bir şey var: Bir insan kendisine bakıldığını anlayabiliyor, hiç görmese bile. İşte bu da aslında o ışınları hissedebildiğimizi anlatıyor bize. Çok değişik bir şey. Bir de şimdiki alıntım var, bu da biraz komik diyeceğim… şimdi, olmayacak, komik değil:
“‘Bunu nasıl yaptığını, kaygılarını bir anda kenara atıp gündelik meselelere geçmeyi nasıl becerdiğini bana bir gün anlatmalısın,’ dedi Dük. ‘Bene Gesseritlere özgü bir şey olsa gerek.’
‘Kadınlara özgü,’ dedi Jessica.”(s.81)
Evet, bu da gerçekten kadınlara ait bir özel güç gibi bir şey: Bir anda gündelik işlerine geçebiliyorlar, bir anda kaygılarını bırakıp sonra başka bir şeye de geçebiliyorlar. Aynı anda üç-dört kadın üç-dört farklı meseleyi konuşabiliyor. Siz dinlerken bile karşıdan hangisi ne diyor, o orada, o orada… ‘Bu konuya nasıl girdin? Bu ne? Ne alakası var?’ Bu başka bir şey söylüyor, hepsine de cevap veriyor öbür kadın mesela. Siz anlamıyorsunuz bile.
Bu da işte yine aynı şekilde bilimsel olarak açıklanmış, ispatlanmış bir şey: Kadınların beyni incelendiğinde sağ ve sol lob arasında — Corpus Callosum diye isim geliyor ama bilmiyorum — o ikisini bağlayan doku diyeyim, bağ… Latince adını şimdi hatırlayamıyorum, o bağ daha kuvvetliymiş kadınlarda, daha kalınmış biz erkeklere göre. O yüzden çok daha ‘multi task’ mi diyeyim, daha böyle farklı işleri aynı anda yapabilme özelliğine, bütün açıdan bakabilme özelliğine sahipler.
Sonra mesela yine geçenlerde bir yerde denk gelmiştim: Dikkat eksikliği bozukluğu muydu, işte buna sahip insanların — dikkatini toplamakta zorluk çeken insanların — aynı zamanda bu ‘hiper fokuslanma’ gibi bir yönleri de varmış. Bazı durumlarda da tamamen etraftan soyutlanıp o şeye odaklanabilirlermiş. Bu da bir süper güç gibi bir şey yani, aslında iki uç noktalarda…
Yani… bu insanlar — neden bunu söyledim — işte erkeklerin de aslında bazı konularda daha net, daha böyle keskin, daha kararsız kalmadığı durumlar olabiliyor. Mesela en azından daha duygusal olmuyoruz birçok konuda. Onun da işte çeşitli faydaları olabiliyor yer yer gibi. Aslında biri birinden fazla değil yani, taş-kâğıt-makas oyunundaki gibi hepsi birbiriyle çeşitli durumlarda üstünlük sağlıyor.
Şöyle bir cümlem var:
“Zihin bedene emredince, beden itaat eder. Ama zihin kendi kendine emredince direnişle karşılaşır.”
Okuyana kadar bu cümleyi benim de hiç fark etmediğim bir şeydi: ‘Doğru, bedene hükmetmek, bedene emretmek görece daha kolay, ama kolaysa işte o aklına, zihnine bir şey söyle bakalım.’ İşte o ‘maymun zihni’ diyorlar ya, bütün fikirler, şeyler sürekli, hiç durmayan bir radyo frekansı gibi bir şeymiş aslında zihin. Sürekli bir şeyler geliyor, geliyor… Bunların arasından işte o doğru bilgiyi — ‘içindeki sesi dinle’ diyorlar ya — işte o doğru sesi duyabilmek zaten asıl mesele.
Baharatın tadından burada bahsediyorlar, biraz tarçın gibi geliyor Jessica’ya ilk başta, ama Doktor Yueh onun tadının asla iki kez aynı gelmediğini söylüyor. ‘Hayat gibi, her kullanışı farklı bir yüzünü sergiler’ diyor.
Ve geldik Doktor Yueh’ye… Bu Doktor Yueh’nin de karısı bir Bene Gesserit, ve Harkonnen’ler onu esir alıyorlar. Bu sayede de onun o zayıf noktasını kullanarak onu ele geçiriyorlar ve ihanet etmesini sağlıyorlar. O içerideki hain aslında Doktor Yueh oluyor. Onun sayesinde bir suikast girişiminde bulunuyorlar ve bütün Atreides’leri yok edecekler.
Ama Doktor Yueh bir yandan da, o da bir Mentat olduğu için, onun da kendi planları var, şeyleri var. Güvenmiyor aslında Harkonnen hanedanına ve onu yok edebileceğini düşünüyor. Leto’nun ağzındaki bir dişi bir zehirli gaz dolu bir kapsülle değiştirip, o şekilde onun Baron Harkonnen’le karşılaştığında o kapsülü patlatarak onu da öldüreceğini, intikam alacağını düşünüyor. Bu şekilde buna sığınıyor, yani aslında böyle bir umudu var.
Ve Paul’u ve annesi Jessica’yı çöle bırakıyor, onların kaçmasına izin veriyor, onları teslim etmiyor yani. Çöle bırakıyor onları bir şekilde… Ama çölde de işte normal bir insan iki saat bile dayanamayacağı için onların öldüğünü varsayıyorlar. Oradan sağ olarak çıkıyorlar.
Ve her bölüm böyle küçük küçük alıntılarla başlıyor demiştim. Bunlar okuması çok zevkliydi, sırf onları okuyabilmek için insan bir bölümü bitirmesi geliyordu. Bazen o bölümlerden biri mesela şöyle başlıyor.
“Muad’Dib’in öylesine çabuk öğrenmesinin sebebi, ilk eğitimini öğrenmek üzerine almış olmasıydı. Bu konuda aldığı ilk ders de öğrenebileceğine inanması gerektiğiydi. Pek çok insanın öğrenebileceğine inanmaması, daha da fazlasının ise öğrenmenin zor olduğuna inanması afallatıcıdır.”(s.101)
İşte ‘öğrenmeyi öğrenmek’ gerçekten en önemli şeylerden biri, ve Muad’Dib, yani Paul, bunu da ilk öğrendiği şey olarak not almışlar burada. Paul’u gerçekten çok iyi yetiştiriyorlar, gelecekte bu eğitimleri de onun karşısına sürekli çıkıyor yani.
Ve kitabın içinde bir atasözü olarak da yer alan bir söz var, ben bunu duymamıştım daha önce:
“Sonuna dek izlenen yol insanı hiçbir yere götürmez. Bir dağın gerçekten dağ olup olmadığını anlamak istiyorsanız, ona biraz tırmanmanız yeter. Dağın tepesine çıkarsanız dağı göremezsiniz.”(s.106)
Yine çok anlamlı, gerçekten öyle. Özellikle de bende, çünkü işte o bir şeyi bitirme takıntısı var: bir şeyi yarın bırakmama, sonuna gelme. Bu şimdi çoğu zaman çok güzel bir şey, eğer doğru bir işle uğraşıyorsanız. Ama bazen de diyelim yanlış veya zararlı bir şey olduğunda, bunu devam ettirmenin bir anlamı yok. Hatayı gördüğün anda orada hemen durmak gerekiyor bence. Ve bu melanj — yani baharat — için sanırım söylenen bir cümle var:
“Arzulanan bir şeyin yakında olması, insanı aşırı haz düşkünlüğüne iter.”(s.110)
Yani hep bunun tam tersi gibi görünür, uzaktaysa daha çok onun peşinden koşarız zannedilir. Ama yakında olunca da o aşırı haz düşkünlüğüne itiliyor gerçekten. Elimizdeki şeylerin değerini bilmediğimizi söylerler ama bir yandan da onlara bağlıyız bağımlıyız. İşte Fremenler mesela suları yok içecek belki bir damla suyun çok kıymetli olduğu bir yerde yaşıyorlar ama baharat da çok fazla. Hepsinin gözleri hiç göz akı kalmayacak kadar mavileşmiş, masmavi olmuş aşırı melanj kullanmaktan, tüketmekten. Sonra yine bir cümlem var:
“Armağan onu verenin lütfudur.”(s.158)
Mesela bu da artık nerede geçiyorsa, geçtiği yer çok etkileyici. Gerçekten şu an sadece o duygu var içimde ama neresi olduğunu tam çıkartamıyorum. Paul’un Fremenler arasında kabul edildiği andı galiba, o karşısındakinin suyunu kabul ettiği.
Burada işte çoğu sözde hep böyle su üzerine. İşte “su sözü mü”, “suyun suyum olsun mu”, işte “ölürsen ötekine suyun kalıyor” gibisinden. Ölülerinin bile o vücudundaki kanı su olarak kullanıyorlar. Bu onlar için çok önemli bir şey. Birisi öldüğünde onun bütün mirası — karısı, çocukları — onu öldürene geçiyor. Mesela böyle de bir, nasıl diyeyim, kültürleri var, töreleri var.
Fremenler’e Paul da oraya işte gittiğinde, o çölde hayatta kalabilmek için ilk başta, sonra da biraz mecburiyetten biraz da tercihen Fremen oluyor. Yani onlar gibi biri oluyor, artık onları kabul etmek durumunda kalıyor. Çünkü onların lideri olacak, onlarla işbirliği yapmak zorunda kalacak, birbirlerine muhtaç bu iki grup diyebiliriz.
Ve Paul’un artık yavaş yavaş önce Mentat olarak yetiştirildiğini anlıyor. Bunu da bir yerden, bir yaştan sonra ona söylemek gerekiyormuş — o mentat eğitimini aldığını. Ama sadece dediğim gibi, işte sadece bir Mentat da değil, annesi onu hem bir Bene Gesserit olarak yetiştiriyor. O aranan, beklenen kişi, o Mesih olduğu umudu gün geçtikçe yükseliyor, çoğalıyor. Rüyalar görüyor, bu gördüğü rüyalar çıkıyor, geleceğe yönelik şeyler oluyor. Tam bir seçilmiş insan profiline gittikçe oturuyor. Hem diğer insanlar tarafından hem kendisi bir beklentiye giriyor ister istemez. Bununla ilgili de şöyle bir alıntım var:
“Muad’Dib gerçekten de geleceği görebiliyordu, ama şunu anlamalısınız ki böyle bir gücün sınırları vardır. Görme yetisini düşünün. Gözleriniz olsa bile, ışıksız göremezsiniz. Bir vadinin dibindeyseniz, vadinin ötesini göremezsiniz. Aynı şekilde, Muad’Dib de bulunduğu gizemli arazinin ötesini her zaman göremiyordu. O bize tek bir muğlak kehanet hükmünün, belki de bir sözcüğün yerine başka bir sözcüğün seçilmesinin bile geleceği tamamen değiştirebilieceğini söyler. O bize ‘Zamanın görüş alanı geniştir ama içinden geçerken zaman dar bir kapıya dönüşür,’ der. Açık seçik görülen, güvenli yolları seçme dürtüsüyle hep mücadele etti ve ‘Böyle yollar eninde sonunda mutlaka durgunluğa götürür’ diyerek bizleri uyardı.”(s.302)
Diyor ki, mesela bu da muhtemelen bir bölümün başında geçiyor. Yani geleceği görebiliyor, ama bu geleceği görmek de şöyle bir şey: Olası yüzlerce, binlerce belki değişik şeyi görebilme durumu var. Aynı anda olası birçok senaryoyu, geleceği görme durumu var bir anda ve bunlardan hangisinin olacağını bilmiyor. Bir anlamda burada tıkanıyor.
Yani aslında bir ab-ı hayat suyu gibi bir şey var, bir acı zehir. Annesi de bu Fremen’in içine girdiğinde Bene Gesserit olduğunu açıklıyor. İlk başta onu öldürmemeliyiz diye düşünüyorlar. Onların içinde de bir Rahibe Ana kültürü var. O Rahibe Ana da zaten zamanında oraya daha önceden gelmiş olan bir Bene Gesserit kadının, onların içinde çeşitli kehanetler, böyle tohum eker gibi ektiği, onların kültürüne girdiği ve onları “İleride size bir Mesih gelecek, sizi kurtaracak, bu Dune gezegenini cennete çevirecek” gibisinden şeyler söyleyerek kendini de orada kabul ettirdiği ve Rahibe Ana olarak nesilden nesle sürekli aktarılan bir kendi yolunu bulmuş.
Orada ve gelecek olan kişinin de annesinin Bene Gesserit olacağını söylemiş, öyle bir şeydi. Onun Bene Gesserit olduğunu öğrenince Paul’a olan bakış açıları da iyice değişiyor. “Ah” diyorlar, işte “Lisan al-Gayb”, işte “Kwisatz Haderach”, artık her neyse — Mesih, seçilmiş kişi, bekledikleri kişi, o kurtarıcı.
O da işte onların arasında kabul edildiğinde kendi adını Muad’Dib olarak seçiyor — çöl faresi. O ikinci ayda çıkan, sürekli de orada işte kendini hatırlatan, gökyüzünde bir anlamda tam böyle stratejik olarak da seçilmiş bir isim yani. Yine değişik bir cümlem var:
“Nelerden tiksinirsiniz? Bir insanı gerçekten tanımak için bunlara bakmak gerekir.”(s.318)
Hiç bu kitapta geçecek bir cümle gibi değil böyle okuyunca, ama bunu da almışım. Hep böyle tam tersi, işte ‘Neleri seversin?’, ‘Nelerden hoşlanırsın?’ gibi şeyler düşünürüz biz daha çok. Ama neden tiksindiğin de seni gerçekten tanıtan özelliklerden biri olabilir.
Ve yine, heh işte, bu sefer yazmışım bunu. Prenses Irulan’ın yazdığı “Muad’Dib’in Çocukluk Tarihi” diye bir alıntı var daha bir bölümün başında diyor ki:
“Daha on beşindeyken, sessizliği çoktan öğrenmişti bile.”(s.332 Prenses Irulan, Muad’Dib’in Çocukluk Tarihi)
İşte bu Prenses Irulan, Padişah İmparator’un — o bütün evrenlerin üstündeki tek imparatorun — kızı. Çok stratejik bir yerde, yani çok önemli bir konumu var. Ve burada işte Muad’Dib’den bahsediyor. Muad’Dib artık öyle bir efsaneleşmiş ki, “şöyleydi, böyleydi” — bir yaptığı bin katılarak anlatılıyor. Ama onun düşüncesi ise, yine bu bölümde geçiyor sanırım, şöyle diyor:
“Durmak, diye düşündü. Dinlenmek… gerçekten dinlenmek.
Mutluluğun durabilmek, bir anlığına da olsa durabilmek olduğunu fark etti. Durmanın mümkün olmadığı yerde mutluluk da olmazdı.”(s.337)
O kadar doğru ki, ben de şu an durmak istiyorum. Yani yoruldum, 40 dakika olmuş. Durmak, durabilmek özgürlük alametidir zaten. Yani öyle başka birinin emri altındayken kafanıza göre istediğiniz zaman duramazsınız. Ve kitabın sonlarına doğru geliyoruz, hiçbir şey anlatamadan bitecek ama eklerden de birkaç alıntı var. Merak etmeyin, şöyle:
“Jessica, İhtiyatlı olmamız, sabretmemiz gerektiğini biliyoruz ama sabırsızlanıyoruz, diye düşündü. Gereğinden fazla beklemenin kötü olacağını da biliyoruz. Fazla beklersek şevkimizi kaybederiz.”(s.536)
Evet, işte ihtiyatlı olmakla çok fazla beklemek arasındaki fark… Ve çok fazla beklemenin de gerçekten şevkini kaybetmek gibi bir yan etkisi var. İşte ben de bu kitabı kaç hafta önce bitirdim. Geçen hafta aldım kaydını, 1,5 saatlik kaydı, ama ses kaydını alamam. O da işte bak nasıl oldu…
Şimdi ben bu ses kayıtlarını telefondan alıyorum. Şu anda bir mikrofon takıyorum, yaka mikrofonu, ve ayrı bir program indirmiştim — ses kaydı programı. Ondan başlıyorum ama o programda bir seçenek daha var: Telefonun kendi mikrofonunu kullanmak gibi. Telefonu da böyle uzaktan, sadece bu alıntıları okuyabilmek için bir yandan açık tutuyorum. Ses kaydını alıp almadığımı göremiyorum, yani devam eden kaç dakika olduğunu bile göremiyorum, ancak en son bitirdiğimde görebiliyorum.
Ve dediğim gibi, işte o programın bir özelliği daha varmış, sana seçme imkanı veriyor. O da eğer telefon mikrofonunda takılı kalırsa değiştirmen gerekiyormuş. Ama yani akıllı telefonsun sen — ben eğer telefona mikrofon bağlıyorsam, kaydı o mikrofondan almak için bağlamışımdır. Yoksa psikopat değiliz, durduk yerde hem mikrofon bağlayayım hem telefonun mikrofonundan kaydetmeye çalışayım? Niye böyle bir seçenek var? O bile bir saçmalık. Tamam, hadi koydun bunu opsiyonel, ama niye uyarmıyorsun? En azından bir hata vermiyorsun.
Ve neden son 10 dakika? O zaman mı fark ettin de normal mikrofona geçtin? Muhtemelen ben o arada bir şeyler yaptım, burada tıkladım falan, gitmiş. Yani işte bir buçuk saat, yazık…
Ah, şimdi insanlar yani o makinelere boşuna savaş açmamış. Bir gün yapay zeka da işte… İnsan da dalga geçiyor. Bir şey söylüyorsun, hiç olmayacak cevaplar veriyor, diyorsun ki “söylediğin yanlış.” “Aa özür dilerim” diyor, “pardon” diyor falan. Şöyle bir şey istiyorsun, o istediğini yapmıyor.
Mesela eskiden YouTube’da bu altyazı yazmak diye bir şey vardı, bazı videolara insanlar kendileri yazardı o altyazıları, eklerlerdi. Şimdi otomatik olarak kendiliğinden ekleniyor ki zaten eklenmesi lazım. Bu şu an nasıl ses kendi ses kaydından metne çevrilebiliyor? Okuduğunda çok kolay çevriliyor mesaj yazarken. Mesela YouTube’daki videoda neden olmasın? Oluyor işte şimdi artık otomatik kendiliğinden. Çok birebir olmuyor ama büyük oranda oluyor.
Ve o çok birebir olmadığından ve çok saçma sapan da imla kurallarına hiçbir şekilde uymadığından, ben de onları işte ChatGPT’ye atıyorum ve diyorum ki “Bana bunları düzgün bir şekilde, imlasını düzelt, ver.” İlk zamanlar çok güzel yapıyordu mesela. Gittikçe artık… Daha akıllanması gerekmiyor mu bu yapay zekanın? Hayır, şimdi artık “verdiğin metin çok uzun” diyor, onu “kısalt” diyor. Sen kısalt! Vermişim o kadar… Tek şekilde Ctrl+A, Ctrl+C yapıyoruz yani, hepsini seçip, tümünü seçip kopyalıyorum.
Şimdi böyle kendim bölüm bölüm atmaya başladım. Onları da işte kendi yorumunu katıyor artık, hiç benim söylemeyeceğim, kurmayacağım cümleleri… Bakıyorum böyle satır aralarında yakalıyorum, diyorum “sen ne yaptın?” Yani “ben sana yorum ekleme” diyorum. “Aa pardon özür dilerim” diyor, uyarıyı yine aynı şeyi falan… Deli edecek yani insanı.
Daha bugün böyle yani… Bu size sunulan zaten bu ChatGPT ne kadar oldu? Bir sene olmadı galiba, oldu mu? Kim bilir bu makinelerle, bu yapay zekayla bir savaş olur mu? Olursa biz kazanabilir miyiz, bilmiyorum. Ama şu an kesinlikle hiçbir yapay zekanın Dune gibi bir kitap yazabileceğini sanmıyorum.
Ve geldik kitabın son cümlesine artık. Yani spoiler… Spoiler kaygısı olan zaten kalmamıştır herhalde, saatlerdir konuşuyoruz. Varsa da geliyor büyük spoiler, son kez uyarayım:
“Düşünsene Chani. O Prenses, Paul’ün soyadını taşısa da, bir odalık gibi bile yaşayamayacak… evli olduğu adamdan asla sevgi göremeyecek. Oysa biz Chani, biz odalık unvanını taşısak da… tarihe eşler olarak geçeceğiz.”(s.652)
Evet, kitabın sonunu hatırladım. Jessica Chani’ye şöyle diyor: Paul’un rüyalarında gördüğü ve sonradan karşısına çıkan Fremen kız ona âşık oluyor. Tabii ki, daha görür görmez çok etkileniyor ondan ve o da Paul’un Fremenlere uyum sağlamasına yardımcı oluyor ilk zamanlar.
Ama tabii ki bir Fremen olarak Paul’un onunla evlenmesi kolay değil. Zaten Paul’un babası Leto da Jessica ile evlenmişti. Jessica sadece bir odalık olarak kalmıştı, çünkü evlilik orada siyasi amaçlarla yapılıyor. Dük olduğu için genelde bekâr kalıyor ki, her an diğer hanedanlıkla evlilik potansiyeli olabilsin. Bizde de olan, ailelerin evlenmesi gibi bir anlayış var ya, orada da öyle. 20.000 yıl sonra bile değişmemiş bazı şeyler.
Paul da mecburen Princess Irulan ile evleniyor, Padişah’ın kızıyla, kitabın sonunda. Çünkü onun yerine geçecek, artık kendisi bütün evrene hükmeden büyük İmparator olacak. Dune gezegenini ele geçiriyor kitabın sonunda. Büyük savaşta aslında nükleer silah kullanmak yasak, çok büyük bir suç. Bunu da yazarın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki zamanda yazdığı çok belli oluyor. O insanların içindeki korku nasıl işlemişse… Halbuki Amerikalı bir yazar; Japon olsa kim bilir neler yazacaktı.
Nükleer silah kullanmak kesinlikle yasak ve kullanan kişinin bütün hanedanı yok edilecek gibi kabul görmüş bir anlaşma var. Bir insana karşı kullanılması yasak, ama Paul orada kurnazlık yapıyor. “Ben bu silahı Padişah’ın gemisinin zırhına karşı kullanıyorum” diyor ve onları yeniyor.
Bu İmparatorun Sardaukar denilen çılgın askerleri var. Nereden geldikleri de çok açıklanmıyor burada, sanırım diğer kitaplarda açıklanacak. Sırf onların yetiştiği bir gezegen varmış. Çok acayip savaşçılar bunlar; normal bir askerin 10 katı, 20 katı kadar etkili, güçlü, yenilmez savaşçılar zannediliyor. Ama Fremenler onlardan çok daha güçlüymüş meğer. Bunun da hiç farkında değiller.
Çünkü Fremenleri de Muad’Dib Paul yetiştiriyor. Hem annesi o gizli bilgileri, o Bene Gesserit usullerini, hepsini öğretiyor. Fremenler de o şekilde zaten bir ordu kuruyorlar. Yıllarca onların içinde kalarak onlara liderlik ediyor Paul ve gezegeni kurtaracağını söylüyor.
Çünkü zaten bu Arrakis’e, bu Dune gezegenine, Kynes diye bir ekolojist çok önceden geliyor. Tabii onu kabul etmiyorlar bu Fremenler ilk başta, onu öldürmeye bile çalışıyorlar. Ama bu Kynes de yanlışlıkla kendisini öldürüyor, kendi bıçağının üstüne düşüyor. Bunu da bir işaret olarak algılıyorlar bu sefer. Dediğim gibi, daha önceden Bene Gesserit olarak içlerine yerleşmiş olan, o içlerine sızan Bene Gesserit efsanesinin gerçekleşeceğine olan kehanet geliyor akıllarına. “Yoksa gönderilmiş adam o muydu?” diye düşünüyorlar. Çünkü bu Kynes’in de oğlu oluyor sonradan. Paul Kynes’in karısı da bir Fremen oluyor. Hatta ondan işte bu kitabın sonundaki eklerde yer alan bir alıntı var, Dune İklimi bölümünde geçiyor.
“Kynes iki artı ikinin kaç ettiğini soran bir çocuğa cevap veren öğretmen edasıyla konuşarak, ‘Üç ila beş yüz sonra,’ dedi.
Daha az gelişkin bir halk, hayal kırıklığıyla bağırıp çağırabilirdi. Ama Fremenler sabırlı olmayı kamçılı adamlardan öğrenmişti. Söylenen süre umduklarından biraz uzundu, ama o kutlu günün eninde sonunda geleceğine hepsi emindi. Kuşaklarını sıkılaştırıp işlerine geri döndüler. Yaşadıkları hayal kırıklığı, Arrakis’in cennete dönüştürülmesi umutlarını tuhaf bir şekilde artırmıştı.”(s.659)
Diyor işte, şimdi kitabı bitirdikten sonra ben bunları okudum.
Tabii o diğer… Neydi o antoloji mi, diğer terminolojide olduğu gibi o iklimini, dinini, şeylerini hepsini tek tek okumadım, sadece o terminolojiyi okudum.
Ve kitabı bitirdikten sonra da sırayla, ek birden 2'den başlayıp devam ettim dün. İklimi burada anlatırken kendisi işte bir sürü araştırma yapıyor. Kendisi ekolojist. O gezegenler arası gezegenleri nasıl yaşanabilir hale geldiğini, gelebileceğini araştıran bir insan. Dün gezegenini anlatırken, oradaki insanlar işte burada suyun olabileceğini, yetiştirilebilecek… anlatmaya çalışıyor. Bu insanlar yani, yani hiç hayatlarında deniz görmemiş, okyanus görmemiş onlara işte Denizi, Okyanusu, gökten yağmur yağan o diğer gezegenleri anlatıyor. Suda boğulmak diye bir şey mesela hiç hayalleri bile akılları almıyor. Yani mesela böyle bir şeyin olabileceğini ama onları ikna ediyor ve bütün yaptığı o araştırmalardan, hesap kitaptan sonra 500 yıla yakın bir yıl sabretmeleri gerektiğini söylüyor. Bunu normal bir insana söylersen yani şu an işte tam tersi senaryoyla biz karşı karşıyayız. Mesela işte buzullar eriyor, küresel ısınma, bin bir türlü iklim krizi. 50 sene, 100 sene belki sonrası tehlikede olduğu söyleniyor. Çok da değil yani, bir 50 sene, 100 sene sonrasının ciddi anlamda tehlikede olduğu, krizin kapıda olduğu söyleniyor. Ama biz hiçbir şekilde ya da büyük bir çoğunluğumuz hiç göremeyeceği için muhtemelen o kadar sonrasını hiç umurumuzda bile değil. He, çocuklarımız bizden sonrakiler başının çaresine baksın kafasında. Dışarıdan bakıldığında yani eminim ki, tabii ki içimizde hiç kimse, hiçbirimiz öyle düşünmüyordu ama hareketlerimiz bu yönde. En azından hiçbir şey yapmıyoruz. Bu ama işte tam tersi olsa, yani şu an işte çöl gibi bir gezegende yaşasak, bir damla suya muhtaç kalsak ve 500 yıl sonra eğer çalışmaya devam edersek, bir sulak bir gezegen olabilir burası dense bize ya, biz yine umutla bakmayız. Muhtemelen böyle sabırlı olamayız ama daha olası. En azından sonra Dune Dini bölümünden bir alıntım var:
“İlk ekümenik toplantılarda iki büyük gelişe sağlandı:
1.En azından bir hükmün tüm dinlerde ortak olduğu fark edildi: ‘Ruhunu çarpıtmayacaksın.’
2.Ekümenik Çevirmenler Kurul oluşturuldu.”(s.668)
İşte bu kurul o turuncu Katolik İncilini yazıyorlar ya bir işte, din oluşturmaya çalışıyorlar. Bu bütün insanları makinelere karşı da toplayabilmek için bir anlamda işte o nükleer silahı yasaklayabilir de. O baharatın hep sürekli elde edilebilmesi insanları çalıştırabilmek için aslında ve en sona yine şöyle bir alıntım var: Bu da bizim biraz bir atasözüne benziyor.
“Hızın getirdiği acıları Şeytan yüzünden çekmiyor muyuz? (Bir Fremen deyişi olan ‘Hız Şeytan’dan gelir’ sözünün kökeni bu cümledir. Şöyle düşünün: Vücut hareket (hız) esnasında üretilen her yüz kalorilik ısıya karşılık aşağı yukarı yüz yetmiş gram ter adar. Fremenler tere bekka, yani gözyaşı derler; bu sözcüğün bir anlamı da şudur: ‘Şeytan’ın ruhunuzu sıkarak çıkardığı hayat özü.’)”(s.675)
Yani susuzluktan artık kafalar gitmiş, her şeyi böyle su olarak yorumlarlar. Paul’un o ilk katil olduğu bir fremeni öldürüp, fremenlerin arasında kabul edildiği zaman onun anıldığı törende ağlaması, gözyaşı dökmesi diğer bütün fremenleri çok etkiliyor. Mesela orada, halbuki Paul ne yaptığının farkında değil, öyle çok da duygusal açıdan ağlamıyor. Aslında onu mesela filmde daha bir sanki üzüldüğü için ağlıyor gibi göstermişler, çok da öyle bir pişmanlık duymuyordu. Yani daha çok “Ben bu adamın mirasını kabul etmek zorunda mıyım ben, ne yapacağım bunun suyunu?” gibi düşünüyordu biraz. Ya Paul aslında biraz o elde ettiği güçle yozlaşır gibi görüntü sergiliyor. Bir yandan da o gelecekte gördüğü cihadı engellemek istiyor. Aslında amacı böyle bir şey olmasın istiyor ama bir yandan o intikamını da almak istiyor, babasını öldüren o Harkonnen hanedanından, hatta ona bu tuzağın kurulmasında işbirliği yaptığını düşündüğü o büyük imparator’dan. Bütün bu insanları baharatı yok etmekle tehdit ediyor. Aslında onunla yola getiriyor: “Ben burada eğer baharat çıkmasını engellersem, diyor, siz hepiniz bütün dünya biter, diyor yani ve uzayda bir seyahat edebilir ne işte geleceği gören veges elitlerin işte mentatlarınızın yararlanabilirsiniz işte bağımlı oldukları şey elinde olunca istediği gibi onlara hükmedebiliyor.” Fremenleri de eğittiği için onların da hepsini çok elit birer savaşçıya dönüştürdüğü için prenses Irulan ile evleniyor ve ikinci kitap “Dune Mesihi” onu da hemen gelecek bölümlerin birinde… Ve ilk kitap böylece bitiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder