11 Kasım 2024 Pazartesi

Ağaçlar

 

Ağaçlar, Örtüşen Tezatlar ve Kağıtlar ve Gürültüler Arasında Bir Aşığın Gülüvermesi

Hermann Hesse’nin Ağaçlar kitabındaki bütün metinler yazarın tüm eserlerinin bulunduğu 20 ciltlik baskıdan derlenmiş. Benim okuduğum Kolektif Kitap tarafından 2019 Şubat 3. baskısıydı ve Türkçesi Zehra Aksu Yılmazer’e aitti. Tam 101 sayfa ama arada ağaç resimleri de var. İçindekilerden bazıları da şiir.



Dediğim gibi yarıya yakını şiir. Böyle yeşil, yemyeşil. Bence yine tam. Böyle hediye etmelik güzel bir kitap. Gerçi bana göre her kitap hediye edilebilir de, bu böyle ara ara okumak isteyeceğiniz bir kitap olacağı için ben de ilk fırsatta kitabı almayı düşünüyorum. Çünkü kütüphaneden aldım, okudum. Kütüphaneye giderken podcast’te denk gelmiştim ve daha önce bir yerde de duymuştum, daha önce bahsetmiş olmam lazım. Hangi podcast’ti? Genel Sesler’di galiba. Daha şimdiden yeni yıl için bir okuma listesi gibi bir şey paylaşıyordu Bilge Hanım. On kitap sanırım, o on kitaptan biriydi Herman Hesse’nin “Ağaçlar”ı. Sonra bir de kütüphanede de görünce, hemen o gün de kütüphaneye gidecektim, dedim ki okuyayım ben bu kitabı.

Bu kitaptaki bütün metinler yazarın tüm eserlerinin bulunduğu 20 ciltlik baskıdan derlenmiş. Ben Herman Hesse’nin Siddhartha’sını okumuştum daha önce, o da Buda’nın hayatını anlatıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Çok çok okunan Coelho’nun “Simyacı”sı gibi bir şeydi yani, o yüzden merak edip okumuştum. Sonra da bir daha denk gelmedik Herman Hesse ile ama bu kitap sayesinde onun da kaleminin ne kadar güçlü olduğunu hatırladım. Bu kitapta öyle başlıklar, öyle bölümler var ki hepsini okusam mı acaba olur mu diye aklımdan geçmişti. Ama o zaman da biraz sesli kitap gibi olacak, o yüzden ben bazıları uzun birkaç alıntıdan sırayla başlayayım hemen.

“Çok hafif, yumuşak bir esinti çıktı, nefes gibiydi ve onca zaman tutunan o yaprakların yüzlercesi, binlercesi dayanmaktan yorularak, inatlaşmaktan, yiğitlenmekten yorularak sessizce, hafifçe, istekle uçuşup gitti. Beş altı ay sımsıkı tutunup direnen yapraklar sıradan bir esintiye, hafif bir nefese birkaç dakika içinde yenik düştü, çünkü zamanı gelmişti, çünkü o zorlu direnişe artık gerek kalmamıştı. Uçuşup savrulmuşlardı, gülümseyerek, olgunlukla, savaşmadan. İncelip hafiflemiş küçücük yaprakları uzaklara sürükleyemeyecek kadar zayıftı esinti, sessiz bir yağmur gibi toprağa ağdı yaprakları ve tomurcuklarının birkaçı daha şimdiden açılıp yeşillenen ağaççığın gibindeki otları ve yolu kapladı. Bu şaşırtıcı ve dokunaklı gösteri ne anlatıyordu bana? Ölümü mü, kış yapraklarının kolay, istekli ölümünü mü? Hayatı mı, ansızın uyanan iradeyle kendilerine yer açan tomurcukların arzu ve sevinç dolu gençliğini mi? Hüzünlü müydü, şenlendirici mi? Bana, bu ihtiyara, yapraklar gibi benim de kendimi hafifçe toprağa bırakmam gerektiğinin işareti miydi bu, gençlerin ve güçlülerin yerini belki de işgal ettiğimi söyleyen bir uyarı? Yoksa kayın yaprakları gibi sonuna kadar inatla ayakta kalmam, daha sonra, doğru anda vedalaşmak kolay ve keyifli olsun diye direnmem, dayanmam için bir çağrı mıydı? Hayır, her rüyet gibi, yüce ve ebedi olanın ifşası, örtüşen tezatların gerçeğin potasında eriyip birleşmesiydi sadece, bir anlam taşımıyor, bir uyarıda bulunmuyordu ama her şey anlamına geliyordu, varlığın sırrıydı ve güzeldi, görebilen için mutluluktu, anlamdı, armağan ve keşifti, Bach’la dolu bir kulağın, Cêzanne’la dolu bir gözün olduğu gibi.”(s.22)

Bach’ı dinlemişliğim var yani eserlerini tabii ki, ama Cézanne’nin herhangi bir tablosunu görmemiştim. Zaten nasıl okunduğunu da çok bilmiyordum. Fransız olunca, ismi de, o e’nin üstünde zaten bu yarım şapka gibi işaretleri var. Onu biliyorum, bak mesela o sesli harflere o harfin okunacağı anlamına geliyor ya. “Madem okunmayacak niye yazıyorsunuz” gibi geliyor benim aklıma, biraz öyle çalışıyor. Ama Fransızca biraz harf israfı olduğu için en azından belirtiyorlar yani. O da güzel bir şey, okunacak bu harf diyorlar.

Yazarımız kelimenin tam anlamıyla yazar yani. Bir yaprak görüp işte neler çıkartabiliyor ondan. Kitap böyle arkadaşlar, tamamı bu şekilde deyip bitirebilirim aslında ama merak etmeyin birkaç alıntı daha var. Ancak bu şekilde ilerleyecek. Şiirden bir yer paylaşmadım, çok şiir okuyamadığım için. Yoksa bu kitabın tamamını aslında seslendirmek isterdim. Mesela daha geçenlerde benim söylediğim işte on beşer gün iki farklı restoranda çalıştım ama sanki bir ömür gibi çok fazla anım var, demiştim. Bilmiyorum, bu burası da bana biraz onu hatırlattı. Tabii sonu da ayrı bir güzel, şöyle demiş yazar:

“Ama orada sadece sekiz gün sekiz gece geçirdiğime inanamıyorum. Ormana yüzlerce kez gitmişim gibi geliyor bana, yüzden fazla gül koparmış, yüz akşam yüzden fazla gülü kestane kasabasının güzel kızlarına vermeyi düşünmüşüm, sonra da kimse istemediği için kararan sokağa kederle atmışım gibi geliyor. Evet, güller çalıntıydı ama kim bilecekti ki bunu? Ne marangoz Kiderlin’in kızı ne de sarışın Martha, ki onlardan biri çalıntı gülü istemiş olsaydı benden, üstüne seve seve yüz gül daha satın alıp armağan ederdim.”(s.34)

Bu gül verme, gülü verme durumu bana üniversitede bir arkadaşı hatırlattı. Şimdi o arkadaş da yarın bir gün belki dinler, bir sorun olur mu ya? Masum bir hikâye. O yüzden ben üniversiteyi Çanakkale’de okudum diye söylüyorum ama sorulunca Çanakkale diyorum ama Biga’daydı yani. Bizim fakülte, hatta Biga’nın da bir köyündeydik. Ama insanlar tabii o köy küçük olduğu için Biga’da yaşardı genelde, oradan gelirdi öğrenciler. Hocalar da Çanakkale’de otururdu, onlar da oradan gelirdi.

Böyle okul yani, herkesin gitmek istemeyeceği bir yerdeydi. Sadece öğrencilerin değil, hocaların da çoğunun böyle zorla gittiği bir yerde. Ve işte o Biga’da bir dere vardır, böyle kışın falan da taşar, böyle çok kötü olur. Ama yazın, böyle baharda güzeldir manzarası ya. O kadar sene de işte orada okumuşum, bak şimdi o derenin adını bilmiyorum, o geldi, onu fark et. İnsan bir öğrenmez mi? Ama Granikos diyorduk biz ona, orada bir kafe vardı Granikos diye.

Neyse, bizim bu arkadaş çok aşık, çok seviyor, bir kıza tutulmuş böyle, artık gözü görmüyor yani başka bir şey. Bir türlü de açılamıyor, söyleyemiyor kıza. İşte ne yapalım ne edelim, biz artık böyle “Senin halin hal değil, derdin ne? Bir derdin var belli, nedir ya?” İşte anlatmaya da çekiniyor en sonunda. Ama lafı ağzından alıyoruz ve madem konuşamıyorsun, söyleyemiyorsun… Onun anlattığına göre kız da bunu seviyor yani, karşılıklı bir… Ama belli ki bir yandan da tabii şüpheleniyoruz ya, platonik mi acaba diye.

Ama en azından o ne derler, zihin fırtınası, beyin fırtınasından bir fikir çıkıyor ve diyoruz ki: “Bir tane kırmızı gül al ve kıza ver, hiçbir şey söyleme, sadece kıza bunu ver. Kız onu eğer alırsa tamam, o da seviyor demektir. Yok eğer almazsa da anlarsın ki karşılıksız.” Bu fikir de yani ne kadar basit ve uygulaması kolay gibi gelse de hakikaten… O arkadaş da böyle artık gaza mı geliyor ne yapıyor bilmiyorum, gidiyor öyle sabah erkenden. O her gün o derenin üstündeki o köprüden geçiyor, kız o minibüslere biniyormuş. Öyle bir bilgi var da, orada sanki böyle karşılaşmış da denk getirmiş veriyormuş gibi bir şey yapacak yani.

Ama sonra anlattığına göre geç de geliyor o arkadaş. O gün bizim yurttaydık, işte yüzünden düşen bin parça. Anlıyoruz tabii, sormuyoruz da öyle. Anladığımız için sonra yeri gelince öğreniyoruz ki o gün tam o derenin üstünde, o köprüde vermiş, o gülü vermeye çalışmış ama kız almamış. Tabii ki kabul etmemiş, karşılıksızmış çünkü bu aşk, birçok aşkta olduğu gibi. “E ne yaptın?” “O gülü derenin üstünden attım” demişti, dereye suların arasında böyle gözden kaybolmuş. Kim bilir nereye gitti.

Burada da biraz benzer bir şeyi anlatıyor yazar. Kendisi de böyle veremez demiş o gülü, çiçekleri kızlara ve sonra başka bir aşık kullansın diye sokağa atarmış. Biraz da hüzünlü bir hikâye aslında ve asıl daha hüzünlü olan hikâye şimdi gelecek:

“Tüm mevsimlerde orada durmuş, benim küçük dünyamda bir yeri olmuştu, sıcağı ve karı, fırtınayı ve sessizliği benimle birlikte yaşamış, sesiyle şarkıya, tınısıyla manzaraya katkıda bulunmuş, zamanla boyu asma çubuklarınınkini kat be kat aşmış, kertenkele, yılan, kelebek ve kuş nesillerinden daha uzun yaşamıştı. Özel bir tarafı yoktu, çok da dikkat çekmiyordu ama vazgeçilmezdi. Meyvelerinin olgunlaşmaya başladığı dönemde her sabah merdivenli patikadan ayrılıp yanına uğramış, gece yere düşen şeftalileri nemli çimlerden toplamış, cebime, sepetime ya da şapkama koyup eve götürmüş, taraçanın korkuluklarının üzerine, güneşe bırakmıştım.
Bu eski tanıdık ve arkadaşın durduğu yerde bir boşluk vardı şimdi, küçük dünyamda açılan bu yarıktan içeriye karanlık, ölüm ve dehşet bakıyordu. Kederle yerde yatıyordu kırık gövde, odunu kıymık kıymık, biraz da süngerimsiydi, düşerken dalları kırılmıştı, halbuki belki de iki hafta sonra o pembe bahar tacını taşıyacak, mavi ya da gri göğe doğru uzatacaktı. Bir daha asla dalından, meyvesinden alamayacaktım onun, bir daha asla resmini yapmaya çalışamayacaktım girift dallarının kendine has, biraz da fantastik yapısının, bir daha asla yazın öğlen sıcağında merdivenli patikadan ayrılıp ince gölgesinde bir an dinlenmek için yanına gidemeyecektim. Bahçıvan Lorenzo’yu çağırdım ve yere yıkılan ağacı ahıra taşımasını söyledim. Orada, yağmurlu bir günde, o sırada yapacak başka iş yoksa, testereyle kesilip odun yapılacaktı. Keyifsizce baktım arkasından. Ah, ağaçlara da güven olmuyordu işte, onları da kaybedebiliyordunuz, ellerinizin altında ölüveriyorlardı, gün geliyor, sizi yarı yolda bırakıp o devasa karanlığın içinde kaybolup gidiyorlardı!
Ağacın gövdesini zar zor sürükleyip götüren Lorenzo’nun arkasından baktım. Elveda sevgili şeftali ağacım! Hiç değilse seninki düzgün, doğal ve onurlu bir ölüm, ki bu yüzden şanslı addediyorum seni, artık dermanım kalmayana kadar, büyük düşman kollarını burkup koparana kadar direndin ve dayandın. Sonunda pes etmek zorunda kaldın, düştün ve kökünden koparıldın. Ama savaş uçaklarından atılan bombalarla parçalanmadın, şeytani asitlerle yakılmadın, milyonlarca insan gibi sürülmedin yurdundan, kanlı köklerinle üstünkörü dikildiğin yerden bir kez daha koparılıp yurtsuz bırakılmadın, çöküşü ve yıkımı, savaşı ve etrafındaki rezaleti yaşamak ve sefilce ölüp gitmek zorunda kalmadın. Senin gibilere yakışan, sana layık bir yazgın oldu. O yüzden şanslı addediyorum seni; bizden daha iyi, daha güzel yaşlandın ve ömrümüzün sonunda yozlaşmış bir dünyanın zehri ve sefaletiyle boğuşan, etrafımızı kemiren ahlaksızlığa rağmen bir nebze temiz hava solumak için mücadele eden bizlerden daha onurlu öldün.”(s.37–38)

Ve sonra o, “Bu ağaçtan kalan boşluğa yeni bir ağaç dikmemi… yazarımız genelde hep dikerdim, hemen dikerdim peşine bir başka fidan” diyor, “ama istedim ki orası boş kalsın.” Hayatta böyle bazen boşluklarımız oluyor, açılan boşluklar, yeri dolmayacak boşluklar… Ve bir ağaç kaybı bu kadar mı güzel anlatılır? Burada da geçiyor ama bir alıntı daha var, ondan sonra ben bahsedeyim. Bu satırlar sayesinde yazarımızın bunları nasıl yazabildiğini de anlıyoruz aslında.

“Her gün birkaç saatimi ormanda geçiririm, dağlalesi ve ciğerotunun yanında mührüsüleyman, inciçiçeği ve lekeli orkide de açtı artık. Bazen resim yaparım ormanda, bazen otlara yatıp uyurum, bazen de uzanıp kitap okurum.”(s.46)

İşte benim hayalimdeki hayat… Bu saydığı çiçeklerin isimlerini bile ben ilk defa duydum, geçtim yani bilmeyi. Ama benim de şöyle bir başımdan geçen, çocukluğuma dair… Gerçi hatırladığım, bana şu an değişik gelen, bir daha da hiç öyle bir çocuk da görmedim yani. Benim böyle o ilkokul çağları değişik… Böyle küçük bir bardağım vardı, böyle çok eskidi zamanla artık ondan yani hiçbir şey içilecek gibi değil. O benim çocukken bal bardağım mıymış neymiş, bebekken öyle ederdi annem. Ama işte belli bir yaştan sonra artık, bal… Ben zaten süt de çok sevmezdim.

Neyse işte o bardağı ben şey yapmıştım, sulu boya bardağı yapmıştım ve evde böyle bazen bana sanki ilham gelir gibi, durduk yerde böyle defterlerimi ayarlardım. Bir ödev falan bir şey değil, zaten ödevle resim yapılmaz herhalde. O bardağı suyla doldururdum, sulu boyaları ayarlardım, oturur böyle kendi kendime resim yapardım. Yani şimdi işte bunlar aklıma gelince diyorum ne tuhaf bir çocukmuşum? Yoksa bu normal bir şey mi bilmiyorum, hiç böyle daha sonradan denk gelmedim. Ben hadi kurşun kalemlerle, işte o kuru kalemlerle yaparsın da, iki saat bir de öyle su ayarlamakla uğraş, şeyle uğraş…

Bir de yani sulu boya, böyle yağlı boya falan da değil, tuvale yapmıyorum, normal resim defterine… Bir de o suyu dökerdim bazen, yer falan şeyler olurdu, annem kızardı. Böyle de bir anım… Sulu boya güzel bir şeydi ama bana da ilk öyle hediye edildiği için çocukken, oradan da bir ayrı bir severim sulu boyayı. Ama işte kaç yıl geçmiş, yıllardır ne bir sulu boya yaptım ne bir şey, resim bile yapmadım. Artık o ihtiyacımı ama sanki böyle yazı yazarak gideriyormuşum gibi geldi bana. Bazen yine aynı o değişik dürtü geliyor ve “Aa” diyorum, “bir şey yazmam lazım, şu bir hikâye yazmam lazım,” hemen böyle bir şeyler karalıyorum unutmamak için. O resimlerin de bak hiçbiri yok. Keşke insan bir yerde bir saklar, muhafaza eder… Yok maalesef.

Neyse gelelim şimdi uzunca bir alıntıya, zaten iki tane alıntım kalmış:

“Ihlamurlar sahiden de çiçek açıyor yine; akşamları, hava kararmaya başlayınca ve çetin işler tamamlanınca, kadınlar ve kızlar gelir, merdivenle dallara tırmanıp küçük birer sepet dolusu ıhlamur toplarlar. Daha sonra, birisi hastalanıp rahatsızlandığında, bununla şifalı çay yaparlar. Haklılar; bu harikulade mevsimin sıcağından, güneşinden, sevinci ve kokusundan neden faydalanılmasın? Çiçeklerde ya da başka şeylerde, uzanıp toplayacağımız, alıp eve götüreceğimiz, daha sonra, soğuk, kötü zamanlarda teselli bulacağımız bir şeyler neden geriye kalmasın?
Tüm güzelliklerden bir torba dolusu olsun saklanabilse ve zor zamanlar için bir kenara koyulabilse keşke! Gerçi o zaman yapay kokulu yapay çiçekler olurlardı elbette. Her gün yanımızdan geçip gidiyor dünyanın bereketi; her gün açıyor çiçekler, parlıyor ışık, gülüyor sevinç. Bazen minnettarlıkla doyasıya içiyoruz bu bereketi, bazen de bıkıp hırçınlaşıyor, adını bile anmak istemiyoruz, oysa etrafımızda her daim bir dolu güzellik var. Zaten sevincin en güzel tarafı, tesadüfi ve bedava olmasıdır; özgürdür sevinç ve Tanrı’nın armağanıdır herkese, ıhlamur çiçeğinin esip gelen kokusu gibi.”(s.53)

Demiş yazar… Bizim de eski iş yerinde kış gelmeye yakın, böyle yavaş yavaş insanlar hasta olmaya başlayınca ıhlamur yapılırdı çayın yanında. Ve o ıhlamur bir demlik yapılırdı yani, sadece sabah güzel olurdu. Ben hemen biraz daha erken gittiğim için alırdım bir bardak, bir daha da içmezdim kolay kolay. Çünkü o aynı demlik hiç bitmezdi, bizim o mutfaktan sorumlu çaycı abimiz — Dede derdik biz ona, biraz yaşlıcaydı — ardından üzerine su çekerdi. Böyle akşama doğru zaten artık ıhlamur olmaktan çıkardı, insanlar şikayet ederdi ama o da ıhlamurun kilosunun fiyatını söylerdi bize. O zaman da bir şey diyemezdik, “Ağaçtan toplanan şey niye bu kadar pahalı?” falan diye de, “Nasıl bu kadar pahalı olur?” diye dert yanardı. Bazen oluyor, oluyor maalesef… Ve son alıntım:

“Bahçenin rahiyası yoktu, orman çağırmıyordu, etrafımdaki dünya eski püskü şeylerin ortalığa saçıldığı bir yer gibiydi, tatsız tuzsuz, cazibesizdi, kitaplar kâğıttı, müzik bir gürültü. Sonbahardaki ağacın yaprakları da böyle dökülür işte, ağaç hissetmez bunu, yağmur süzülürken gövdesinden ya da güneş ya da ayaz, içindeki hayat yavaş yavaş büzülüp kendi içine çekilir. Ölmez ağaç. Bekler.”(s.78)

Bu da çok güzeldi, şiirler başlı başına çok güzeldi — onları çok paylaşamadım ama yani bu kitabı okumadıysanız, bu güzel derlemeyi ilk fırsatta okuyun diyorum. Ben de öyle, yeni yılı falan beklemeyin, ne zaman denk getirirseniz. Bu arada yani yeni yıl geliyor işte, evet yavaş yavaş şu 2024 de bitecek. Bayağı böyle artık o ütopyalarda distopyalarda geçen yılları yaşadık zaten. Yani yenilerine gidiyoruz, ne kadar yaşadığımız da bir soru işareti belki ama ölmüyoruz en azından, ağaçlar gibi bekliyoruz çoğu zaman, dışarıdan öyle görünüyor.

Her bölümde saatlerce sürecek değil zaten, böyle kısası aslında daha makbul ama çenem düşüyor bazen. Bana da alıştınız artık herhalde diye düşünüyorum, iki sezon oldu. Özellikle bu haftadaki durumundan sonra ben de artık biraz rahatladım, daha rahat konuşuyorum, ilk bölümlerdeki gibi değil. Çünkü şöyle bir şey: Ben bunu yazarken de, yazdıklarımı ilk paylaştığım zamanda da hissetmiştim, bir yerden sonra insan artık “Bütün bu yazdıklarımı kimse oturup okuyamaz” diye düşünüyor. O kadar çok oldu ki, o kadar çok oluyor ki, bir yerden sonra her hafta bir şey yapınca… Bu bölümler de artık o kadar çok oldu ki, kimse durup da, hiç beni tanımayan biri bütün bölümleri dinleyemez gibime geliyor.

Öyle olunca da yani anlattıklarım sanki böyle biraz bir sırmış gibi aramızda, “Rahat olabilirsin, kimse bilmeyecek bunları” gibi hissediyor insan. Halbuki bunlar da o ağaçlar gibi internette kalacak yani. Muhtemelen bekleyecek bir yerde, doğru zamanda doğru kişiyle buluşmayı, ilham olmayı ve belki de bunu görüp bu kitabı okuyacak olan insanlar olacak. Ya da tam tersi, bu kitabı okuyup o şekilde bu bölümü bulacak olan insanlar olacak. Onun ihtimali bile beni heyecanlandırıyor. Sonrasında bir de bana yazarsanız, yorum yaparsanız ne kadar güzel olur, sayenizde yeniden hatırlarım bu kitabı ve tekrar okurum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder