25 Kasım 2024 Pazartesi

İnsanlar

 

İnsanlar, Dert Getiren Güzellik, Yeteri Kadar Zaman, Bölünemeyen Yalnız Sayılar ve Canlanmayan Büyük Sayılar

Matt Haig’in okuduğum üçüncü kitabı olan İnsanlar’ı beğeneceğimden hiç şüphem olmadan görür görmez aldım. Okuduğum ilk iki kitabını da kitabın hemen başında “Yazar hakkında” başlığıyla verdikleri bilgileri yazarın diğer kitaplarını da belirttiği için not aldım hemen.



“Kitapları bugüne kadar kırktan fazla dile çevrilen ve pek çok ülkede çoksatanlar listelerine gire MATT HAIG, Domingo Yayınevi’nden çıkan Gece Yarısı Kütüphanesi, Zamanı Durdurmanın Yollar, Nevrotik Bir Gezegenden Notlar, İnsanlar, Rahatlama Kitabı ve Yaşama Tutunmak İçin Nedenler’in haricinde The Radleys, The Possession of Mr. Cave, The Dead Fathers Club ve The Last Family in England kitaplarının da yazarıdır.
Ayrıca Haig, yazdığı çocuk ve genç yetişkin kitaplarıyla Blue Peter Kitap Ödülü’nü kazanmış, üç kez Carnegie Madalyası’na aday gösterilmiştir.”

Kitabın zaten kapağında da Gece Yarısı Kütüphanesi’nin yazarından diye yazıyor ama İnsanlar başlığının altında çok güzel bir köpeğin resmi var. İtiraf etmeliyim ki kitabı biraz da bu yüzden almıştım. Yoksa hemen arka kapakta da yazan ödüllere aday olması gibi şeyler beni pek etkilemiyor. Ama belki duymak isteyenler vardır diye onları da söyleyeyim: Edgar Allen Poe Ödülü En İyi Roman, Goodreads Okur Ödülleri En İyi Bilimkurgu ve İmpac Dublin Edebiyat Ödülüne aday olmuş bir kitap bu. Yazar hakkındaya da araya sıkıştırdıkları gibi yazarın kitapları Domingo Yayınevi’nden çıkmış ve benim okuduğum 2023 Mart’ta basılan 7. Baskıydı ve çeviri Elif Ersavcı’ya aitti.

Tam üç ana bölümden oluşan kitabın bu özelliğini 119. sayfada başlayan ikinci bölüme gelene kadar fark etmemiştim. Halbuki kocaman bir başlıkla Birinci Bölüm diye yazıyor önsözden sonra. Üstelik “Topladım gücümü elime” diye bir alt başlığı da var ki bunun da anlamını sonradan öğreniyoruz. Öncesinde dediğim gibi bir önsöz var ama onu acaba okumasam mı diye düşündüm ben önce. Daha önce bahsetmiş olmam lazım bir bölümde, bu tarz önsözler bazen kitap hakkında çok fazla spoiler içerebiliyor diye, özellikle başka yazarlar tarafından yazılmışsa ama baktım bunda öyle bir durum yok gibi duruyor. Kısa zaten bir buçuk sayfa falan ve okuyayım dedim. İyi ki de okumuşum çünkü kitabın içeriğine ait bir bölüm o da aslında. Bütün bu kitabı, bir uzaylı dostumuzun yazdığını görüyoruz çünkü. Yani insanı insana elinden geldiğince insanca ve insanla anlatmak için yazmış bu kitabı güya. Böyle bir kurgusu var ve sanırım bu yüzden bilimkurgu demişler. Hatta durun daha fazla kıvranmayayım da önsözün ilk cümlelerini paylaşayım en iyisi:

“Bu satırları okuyanlarınızın büyük çoğunluğunun insanları bir mitten ibaret olduğuna inandığını biliyorum, ama ben size onların gerçekten var olduklarını bildirmek üzere buradayım. Bilmeyenler için söyleyeyim, insan dediğimiz şey orta zekâlı ve iki ayaklı bir yaşam formu; evrenin çok ıssız bir köşesinde yer alan küçük ve sulu bir gezegende, büyük ölçüde yanılsamalarla dolu bir varoluş sürdürüyor.”

Ana bölümden sonraki kısa bölümlerin de her birinin kendine ait bir başlığı var. Dolayısıyla çok kolay okunuyor. Arada başlığı olmayan sayfalara da denk geliyorsunuz ve orada da anlıyorsunuz ki bu uzaylı dostumuz onu dünyaya gönderen gözlemcilerle konuşuyor. Gayet çekingen bir şekilde açıklama yaptığı bir cümlenin altına yazılan tamamı italik ve buyurgan bir cümleyle ona bir anlamda emir verdiklerini ya da hesap sorduklarını anlayabiliyordunuz. Ama bu iletişim nasıl yapıldığı hakkında çok bir fikriniz olmuyor. Muhtemelen telepati gibi bir şey. Bu arada uzaylı dostumuzun bir matematik profesörü kılığında dünyaya geldiğini ve görevinin bu matematik profesörünün çözdüğü bir denklemi silmek, onu anlattığı herkesi de öldürmek olduğunu anlıyoruz. Tabii bu biraz sürüyor çünkü önce onun dünyaya az da olsa alışmasına ve her şeyin ne kadar saçma olduğunu görmesine şahit oluyoruz. En çok da kitaplarımıza şaşırıyor:

“Mağazalar açılmak üzereydi. Çok geçmeden öğreneceğim üzere, insan kentlerinde her yer mağazaydı. Vonnadoryalılar için denklem kabinleri neyse Dünyalılar için de mağazalar oydu.
Bu mağazalardan birinin vitrininde bir sürü kitap görünce insanların kitapları okumak zorunda olduğunu hatırladım. Oturup bütün kelimeleri arka arkaya okumaları gerekiyor. Ve bu da zaman alıyor. Çok fazla zaman. İnsanlar bir kitabı alıp yutamıyor, aynı anda farklı ciltleri çiğneyemiyor ya da sonsuza yakın bilgiyi birkaç saniyede sindiremiyorlar bizim gibi. Kelime kapullerini ağızlarına atamıyorlar tek hamlede. Düşünsenize! Hem ölümlüler, hem de o değerli ve sınırlı vakitlerinin bir kısmını okumaya ayırmak zorundalar. İlkel bir tür olmalarına şaşmamamk gerek. Bir bilgi birikimine ulaşmalarına yetecek kadar kitap okuyup bu bilgiyle istediklerini yapabilecek duruma geldiklerinde ölüveriyorlar ne de olsa.
Bu yüzden, gayet anlaşılır bir şekilde, insanlar okumak üzere oldukları kitabın ne tür bir kitap olduğunu bilmek istiyorlar. Aşk hikâyesi mi, cinayet hikâyesi mi, yoksa uzaylılar hakkında bir şey mi okuyacaklarını bilmeleri gerekiyor.
İnsanların kitapçılarda kendilerine sordukları başka sorular da var. Kendilerini akıllı hissetmek için okudukları kitaplardan biri mi ellerindeki, yoksa akıllı görünmek adına okumamış taklidi yapacaklarından mı? Onları güldürecek mi, ağlatacak mı, yoksa pencereye bakıp yağmur damlalarını izlemelerine mi sebep olacak? Hikâye gerçek mi, yoksa uydurma mı? Beyinlerini mi çalıştıracak, yoksa daha aşağı bölgelerdeki organlarını mı? Müritler yaratacak kitaplardan mı, yoksa müretlerin yakacakları kitaplardan mı? Matematik hakkında mı, yoksa evrendeki diğer her şey gibi matematikten doğan bir kitap mı?”(s.18)

Yazarın biraz kitaplar hakkındaki görüşlerini de görüyoruz, bir hafif bir eleştiri var sanki burada. Belli ki İngiltere’de de basılan değişik değişik kitaplar var tabii ki doğal olarak onlara bir gönderme yapıyor gibi hissettim ben ya da insanların okuma alışkanlıklarını ama bu kitap da sonuçta bir çok satan kitap birçok insan sırf bu yüzden belki de okumak istemeyecek. Ve matematik! Onların o matematikle olan ilişkisi, o asal sayılarla. Bir de işte bu çıplak olarak yakalandığı, tutuklandığından sonra böyle kısa bir süreliğine akıl hastanesine de giriyor orada. Hatta uzaylı olduğunu söyleyen bir adamla da tanışıyor seviniyor falan ama görüyor ki sonra hakikaten deliymişim orada geçiyordur bu cümle yok. Bir bölümün başlangıcında mı geçiyordu deliller başlıklı bir bölüm var. Evet onun ilk cümleleri:

“İnsanlar prensip olarak delilerden hoşlanmıyorlar; iyi resim yapan deliler hariç, ama onlardan da hoşlanmaları için de o insanların ölü olmaları gerekiyor.”(s.33)

Ya bunu deyince aklınıza ilk Dali mi geliyor yoksa Van Gogh mu onu da merak ediyorum açıkçası. Bu iki isim de son okuduğum kitaplarda benim de biraz aklımda kalmıştı. Van Gogh’da geçiyor, Dune’un son kitabında. Dali de “Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı” deneme kitabının kapağındaki resim ona aitti. O aslında yani yaşarken de belli bir öne kavuşmuştu ama Van Gogh hakikaten nasıl desem hayattayken hiç kıymeti bilinmemiş bir insan. Bu matematik profesörü asal sayılarla ilgili bir denklemi çözmüş, Ray hipotezi mi diyor, Rayman mı diye okunuyor da artık bilmiyorum. Ve onu çözerse ya onu çözdüğü takdirde bunu açıkladığında çok büyük bir aşama kaydedecek bir iş, dünya, dünyalılar, insanlar ve bunu da o gelişmiş medeniyetteki uzaylılar istemiyor. Çünkü bizim felaketimiz olabilirmiş işte burada o atom bombalarına çeşitli gönderme yapıyor. Daha önceki buluşların insanların buna hazır olmadığı, dolayısıyla hem bu teorinin ispatlandığı bütün belgeleri yok edecek bu uzaylı görevi bu, hem de bunu açıkladığı insanları öldürecek. Zaten onun için öldürmek çok kolay, o sol elindeki güçle birlikte telepatiye benzer şeyler yapabiliyor, hipnotize edebiliyor insanları, aynı o biraz daki Muat tip gibi sesi kullanma şeyi var yani gücü var. Dili öğrenmesi zaten herhangi bir kitapta bir metinde 50–100 tane kelime okusa bütün dili çözüyor mantığını, bunu da hatta bir Kozmopolitan dergisini okuyarak yapıyordu. O yüzden oradan da böyle değişik komik bilgiler… Kitap aslında bu mizahı çok güzel kullanmış böyle yerinde bazı bölümlerde çok güldüm, onlara da geleceğim. Bu matematikçinin de bir köpeği var Newton adında. O da hiç sevmezmiş Newton’u, çekememezlik varmış. Bu bilim insanlarının arasındaki o ego savaşlarına da biraz değiniyor. Ona da bir gönderme var burada, köpeğinin adını o yüzden Newton koymuş yani. Ve bu köpek de işte artık yaşlı, gözleri çok görmüyor, işte ayağında bir sakatlık var falan ama bu uzaylının iyileştirme gücü de var. Gerçi onu kullandığında çok kendi başı ağrıyor falan, enerjisi tükeniyor, çok rahat yapabildiği bir şey değil ama yeri geldiğinde yapıyor ve bu köpeği de fark edince hemen onu iyileştiriyor, gözlerini iyice açıyor. Ondan sonra da bu köpek onu tabii ki çok seviyor çünkü o zamana kadar onun farklı bir insan olduğunu, gerçek matematikçi olmadığını bir o köpek anlıyor. Yani eşi bile bütün o saçmalıklarına rağmen o tuhaf konuşmalarına… Bunu da işte aslında o baştaki yadırgadığını, daha doğrusu benim yadırgadığını bölümlerini iyi kullanıyor, iyi yediriyor. Yani aslında yazar o bölümler öyle boş değil. O sayede birçok şeyi kabullendirmek, yaşadığına insanları inandırıyor. O yüzden “Hala birçok şeyi hatırlamıyorum” diyerek o tuhaf davranışlarını gizleyebilir ama köpeği kandıramıyor yani. Buna rağmen ancak onu da iyileştirdikten sonra onların aralarında da bir bağ oluşuyor ve onu çok seviyor o dakikadan sonra ve yavaş yavaş o da köpeğe ısınmaya başlıyor, onu dışarıda gezdiriyor falan çok güzel. İyi bir dost. Onunla konuşuyor, onun böyle gözlerinden anlıyor onun ne demek istediğini. Öyle bir bölümüm var sokakta parka çıkardığı sırada sanırım bu.

“Sohbet tükenince müsaade istedim ve Newton beni büyük bir çimenlik bulana kadar peşinden sürükledi. Köpeklerin bundan çok hoşlandıklarını keşfetmiştim. Çimlerde koşup özgür numarası yapmayı ve birbirlerine, ‘Biz özgürüz, biz özgürüz, bakın, bakın, ne kadar özgürüz,’ diye bağırmayı seviyorlardı. Gerçekten üzücü bir manzaraydı ama başta Newton olmak üzere köpeklerin işine geliyordu. Kendilerine yutturmayı seçtikleri bu kolektif yanılsamaya, eski kurt benliklerine karşı hiçbir nostalji duymadan, canı gönülden teslim oluyorlardı.
İnsanların dikkate değer yanlarından biri de buydu, diğer türlerin yaşam biçimlerini şekillendirip asli doğalarını değiştirebilme yeteneği.”(s.100)

Yine biraz insanları eleştiriyor gibi hissetmiştim ben “Biz özgürüz, biz özgürüz” diyen o köpekten aslında çok da bizim de farkımız yok maalesef ve bundan sonraki alıntım. Evet yine o çok güldüğüm bölümlerden biri bu köpekle işte anlaştıktan sonra müziği de keşfediyor, müziğin ne kadar değişik etkileyici bir şey olduğunu. O daha önce hiç normalde o matematikçinin dinlemeyeceği plakları falan çalıyor, şarkıları dinliyor. Bir şeyler yiyor, çok saçma sapan şeyler yiyor karnı acıktığında, bilmiyor tabii hiçbir şeyin tadını. İşte ekmeğin üstüne pudra şekeri döküyor mesela, “Çok kötü oldu” diyor, baharatlar döküyor çeşitli, “Yok olmadı bu da” en son. Ama tabii ki bu Amerikalıların çok sevdiği fıstık ezmesi, onu sürüyor ve bu sefer beğeniyor. Bakıyor köpek de çok seviyor, beraber o bütün kavanozu bitiriyorlar ve on an sonra işte bu köpekle zaten konuşabildiği, anlaşabildiği zamanlar çok güzel. Çünkü ben bunları da okurken de biraz gerçekten bir köpek söylüyormuş gibi canlandı gözümde onların o neşesi, heyecanı, o anda oluşu, o ısrarlı tekrar tekrar aynı şeyleri söylemeleri güzeldi bence. Bu bölüm de öyle başlıyor. Bu ilk cümleler köpeğe ait:

“Doğru düzgün bak. Daha iyi bak. Yarım yamalak baktın.
Daha iyi bakım. Hatta kavanozun içini gösterdim ona. Hâlâ inanmıyordu, o yüzden kavanozu burnunun dibine soktum, istediği de buymuş zaten. Hah, gördün mü, hâlâ biraz var. Bak, Hiç yerfıstığı ezmemiz kalmadığına ikimiz de ikna olana kadar yaladı kavanozun içini. Yüksek sesle güldüm. Daha önce hiç gülmemiştim. Çok tuhaf bir duyguydu ama kötü değildi. Sonra oturma odasına geçip koltuğa oturduk.
Neden buradasın?
Köpeğin gözleriyle sorduğu soru bu muydu bilmiyorum ama cevap verdim. ‘Bilgi yok etmek için buradayım. Bazı makinelerin devrelerinde ve bazı insanların zihinlerinde olan bir bilgiyi yok ediyorum. Amacım bu. Öte yandan hazır buradayken insanlar hakkında bilgi topluyorum. Ne kadar değişkenler? Şiddete ne kadar meyilliler? Kendileri ve başkaları için ne kadar tehlikeliler? Kusurları, ki kusurlarının az olmadığı kesin, üstesinden gelinemeyecek türden mi? Yoksa umut var mı? Aklımda böyle sorular var, hem de olmaması gerektiği halde. Buradaki öncelikli amacım birilerini yok etmek çünkü.’
Newton bana boş boş, ama yargılamadan baktı.”(s.108)

İşte burada da o köpeklerin bilgeliği, onu da çok güzel işlemiş yazar. Yani o kadar zaman geçiyor aslında burada, birkaç gün geçiyor ve ona ciddi ciddi “Neden buradasın” diye soran tek canlı köpek oluyor. Ve daha sonra da işte bu yargılamadan bakması, bu uzaylı dostumuzu aslında insanlığa yaklaştıran en önemli anlardan biri oluyor. Daha sonra ikinci bölüme geçiyoruz. Bu ikinci bölüm üç tane özleyişle başlıyor. Ben de yeri gelmişken hepsini paylaşmak istiyorum çünkü çok güzeller.

“A’nın B’den yapıldığını ya da tersini söyleyemezsiniz. Kütle, etkileşimdir.”
-Richard Feynman

Hiç böyle düşünmemiştim ben daha önce. Aslında sürekli bir etkileşim halindeyiz her şeyle, sürekli değişiyoruz. Entropiyi de bu şekilde mi açıklıyorlardı, sürekli bir dağılış, yok olma hali? Onunla çok bunun bir alakası yok galiba ama “Bütün parçaların toplamından daha büyüktür” diye mesela yine güzel bir söz vardı, onu da hatırlattı bana. Neyse biz diğer alıntılara geçelim.

“Hepimiz yalnızlığını çektiğimizi bilmediğimiz bir şey yüzünden yalnızız.”
-David Foster Wallace

Bu da onun sözüymüş. Yalnızlığımızın nedenini aslında çok da bilmiyoruz. Daha doğrusu neyin yalnızlığını çektiğimizi… Da biraz acıklı bir durum ve bir o kadar doğru. Son olarak da:

“Bizim gibi küçük mahluklar bu enginliğe yalnızca sevgiyle katlanabilir.”
-Carl Sagan

Bu da zaten bu kitabın mottosu gibi bir şey olmuş, bunun üzerine yazılmış bence bu kitap. Ve ondan sonra bir bölüm şeyle başlıyor, Shakespeare’in. Tabii ki çok fazla şiir var bu kitapta ama böyle o kadar tuzunda ki böyle ikişer cümleler olduğu için yani. Hem ne çeviri olduğu anlaşılıyor ne öyle benim gibi çok şiirden anlamayan insanları rahatsız ediyor. Burayı da okuyayım hemen. Yok, öncesinde bir bölümün son cümleleri de varmış. Ondan sonra o Shakespeare’in Hamlet’inden şiir var. Orası da evet ilk defa acı hissettiği zaman.

“Acı hissetmenin senin için de mümkün olduğunu, acıyı kontrol edemediği anladığın zaman olan buydu. Savunmasızlaşıyordun. Sevgi, acı ihtimalinden doğuyordu çünkü.”(s.160)

Ve bundan sonra gelen bölüm “Eğimli Çatılar” başlıklı, işte burası Hamlet’ten bir bölümle başlıyor ki zaten burada ben bir şüphelenmiştim, dedim bu Shakespeare daha sonra çıkacak karşımıza belli ve çıkıyor güzel bir espriyle. Ama önce bunu okuyalım:

“Uyumakla biter yalnızca
İnsanın kalp ağrısı ve binlerce sarsıntı
Tenin miras aldığı”
-William Shakespeare, Hamlet(s.161)

Ve dediğim gibi, aradan yani, aslında bayağı bir bölüm geçiyor ama eğimli çatılar… Yani onu da söyleyeyim mi size bilmiyorum, biraz fazla spoiler olacak, o yüzden söylemeyeyim. Ama bu matematikçinin tabii ki ergen bir oğlu var ve onunla çok iyi anlaşamıyor. Bunu anlamak için profesör olmaya gerek yok. Hiç anlaşamıyorlar hatta. Çünkü bu adam işte o denklemle, o teoriyle kafayı bozmuş. Sürekli onu çözebilmek için gece gündüz onunla uğraşmış, ailesini hep borçlamış. O yüzden aralarında çok soğuk bir ilişki var ama Uz tabii bunları zamanla keşfediyor. Onlarla daha büyük, daha doğru bir bağ kuruyor. Aslında oğlunun adı Gulliver bu arada. Bir zaman tanıyor ona, bütün o ergenlikleri işte anlıyor. Daha mantıklı olduğu için Uzaylı daha iyi geçiniyor yani. Ve işte eşiyle de beraber, sanki ilk çıktıkları zamanki gibi yemeğe çıkıyorlar, geziyorlar, tiyatroya gidiyorlar. Kadın da tabii şaşırıyor bir yandan eşinden. Çünkü bir kafa izni alıyor, bir hafta kadar. O süre zarfında da zaten o ilk iki bölüm özellikle, yani 4–5 günden ibaret. Ve geldik en çok güldüğüm yere:

“Bazen ihtiyacınız olan tek güç sabırdı. Gulliver sonunda dışarı çıktı. Elleri ceplerinde, kapının çevresine dayanıp bana baktı.
‘Facebook listemdekilere bir şey yaptın mı?’
‘Yapmış olabilirim.’
Gülmemeye çalışıyordu.
Bir şey söylemeden aşağı indi ve birlikte televizyon izledik. ‘Kim Milyoner Olmak İster?’ diye bir yarışma programı vardı. Çoğu insan sorusu gibi bu da retorik bir soruydu tabii.
Bir süre sonra Gulliver mutfağa gidip bir kâseye ne kadar mısır gevreği ve süt sığdırabileceğini deneyerek (tahmin edebileceğinizden daha fazlası sığıyordu) kâseyle birlikte tavan arasına geri döndü. Isobel Arts Theatre’da sahnelenen avangard bir Hamlet yorumu için bilet ayırttığını söyledi. Anladığım kadarıyla oyun babasının yerine geçen adamı öldürmek isteyen, intihara meyilli bir prens hakkındaydı.
‘Gulliver gelmiyor,’ dedi Isobel.
‘İsabet olmuş,’ dedim ben de.”(s.195)

Yani bunu… Bak, yine gülüyorum. Okuduğumda da çok gülmüştüm, çok güzel bir espri yani bence. Ve işte çocuğun “Facebook listemdekiler bir şey mi yaptın?” demesi… Çok daha gelişmiş bir medeniyetten geldiği için uzaylı zaten bilgisayarları şöyle iki tıkla her şeyi çözüyor, çok rahat siteleri, hesapları hackleyebiliyor. Şakalar… Çünkü ona bir akran zorbalığı yapıyorlar, intikamını alıyor yani bir şekilde. O yüzden işte oğluyla da araları gittikçe düzeliyor. Karısının adı Isobel, onunla böyle vakit geçirdikçe onunla da araları hiç olmadığı kadar iyi oluyor. Ve burada yine “İyi ki aldım, almışım.” dediğim bir notum var. Bunun ileride bir yere bağlanacağını da bilmiyordum ama bu örnek hoşuma gitmişti. Bunu da çok güzel kullanmış yazar. Yani kitaptaki kurgu hakikaten güzel o açıdan. Siz de kitabın sonunu tahmin edebilecek misiniz? Ve bu arada, evet, uzaylı açısından insanlar… Yani ben hiç Einstein’ı böyle düşünmemiştim.

“Parlak zekâlı insanlardan biri, Albert Einstein adlı Almanya doğumlu bir fizikçi, türünün kendisi kadar parlak zekâlı olmayan üyelerine görelilik kuramını şöyle açıklamıştı: ‘Elinizi kızgın bir sobaya soktuğunuzda bir dakika bir saat gibi gelir. Güzel bir kızla geçirdiğiniz bir saatse bir dakika gibidir.’
Peki ya güzel kıza bakarken elinizi kızgın sobaya sokmuş gibi hissediyorsanız? O neydi peki? Kuantum mekaniği mi?”(s.204)

Einstein’ın Almanya doğumlu bir fizikçi olması… Aslında “Alman” da demiyor. Yani zaten Alman gibi gelmiyor bana Einstein. O, Hitler döneminde yaşayan bir Alman. Yani ad da aslında… Neyse. Üç bölümde tek bir alıntı var. Üç bölümün de adı Yaralı Geyik Sıçrar En Yükseğe:

“İnsanın arzusuna yalnızca bu arzunun tersinden geçerek ulaşabilmesi insani olan her şeyin mükemmelliğindendir.”
-Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme

Bu adam da “Kirke Goo” diye telaffuz ediliyormuş galiba, öyle bir şey hatırlıyorum, öyle bir şey duymuştum. Ama işte mesela onu da söylemek tuhaf geliyor insana, komik geliyor bazen. İşte doğrusunu bilseniz de ben yine “Kierkegaard” demeye devam edeceğim.

Ve bu da çok derin bir söz. Kolay kolay anlaşılabilecek, okuyup geçilebilecek bir şey değil. Yani ancak yaşayarak anlaşılabilecek bir cümle.

Ve evet, o değişik yere geldim, hemen onu anlatayım size. Kitabın sonlarına doğru, tam 7 sayfadan ve 97 maddeden oluşan Bir İnsana Tavsiyeler başlıklı bir liste yapıyor uzaylı dostumuz. Artık oğlu gibi gördüğü Kuler’in bilgisayarında bir dosyaya yazıyor bunları. Çünkü artık onları terk edecek, demeyeyim de ayrılacak. Yani evden kovuluyor. Çünkü eşi onu aldatıyor ve bunun bir ihanet olduğunun bile farkında değil. Onun için normal bir şey gibi geliyor. Hatta rahat rahat söylüyor: “Bir öğrencimle birlikte oldum.” falan diye. Kadın başta şaka yaptığını zannediyor. Daha sonra ayrıntılarını anlatınca iyice deliriyor. “Güzel, ben de senin değiştiğini zannetmiştim!” falan filan deyip, bunu kapı dışarı ediyor. “Bir daha gözüm görmesin seni!” diyor yani.

O da tam onlara iyice alıştığı, bir anlamda o kadına da âşık olduğu dönemde böyle bir şey yaşayınca, bu listeyi yapması çok güzel, hoş bir ayrıntı. Ve ben de aslında bunun hepsini okumak isterdim size ama dediğim gibi, 97 madde… 97, 100 de değil. Bir asal sayı, en sevdiği asal sayı onlar için. Çünkü dediğim gibi, asal sayılar çok özel bir önem taşıyor. Ve ben de her sayfadan böyle bir iki maddeyi aldım:

“13. Hiç doğmayabilirdin. Varlığın imkânsıza yakın bir ihtimal. İmkânsızı reddetmek kendini reddetmektir.
14. Hayatında 25.000 gün olacak. Bunların bir kısmını unutamayacağın şekilde yaşadığından emin ol.”(s.261)

Ben de hemen burada, Hesap Kitap Podcast olarak, 25.000 günün yaklaşık 3.571 hafta ya da diğer deyişle 68,5 yıl yaptığını söyleyeyim. Çünkü bu büyük sayılar insanın zihninde çok canlanmıyor, ne ifade ettiği anlaşılmıyor. Bir de ben, düz hesap olsun diye, bunu 4.000 hafta olarak düşünürdüm, söylerdim bazen. Belki denk gelmişsinizdir. Onu da bir TED konuşmasında duymuştum ki o da yaklaşık 77 yıl yapıyordu.

Bunların böyle saat, saniye cinsinden söylenme şekilleri de var ama onlar iyice insanı depresyona sokuyor. Çok az vaktimiz kaldığının bilincine varıyorsunuz o zaman. Çünkü maalesef bu 25.000 gün gerçeğini öğrendiğinizde, zaten bu 25.000 günün bir kısmını harcamış oluyorsunuz. Tepenize bir sayaç gibi o günlerin sürekli arttığını ya da azaldığını… Azalıyor mudur, artıyor mudur? Böyle bir sayaç olsaydı hangisi daha mantıklı olurdu? İkisi de vardır muhtemelen.

Şimdi, bilgisayarlarda, müzik programlarında falan, videolarda da oluyor galiba bazen. Orada toplam süre de yazabiliyor, tıklıyorsunuz hemen üstüne, bu sefer eksi olarak gittikçe azalan bir saniye de oluyor. Ben öyle kullanıyorum genelde onu. Toplam süresi değil de ne kadar kaldığı… Onu bilmek bana daha mantıklı gibi geliyor. Ama hayat için olsa, böyle bir şey istemezdim aslında.

Bu arada, evet, bir maddeyi de sadece kitabı okuyanların anlayabileceği bir madde olsun diye almışım.

“26. Yakınlarında bir radyo olsun hep. Radyolar hayatını kurtarabilir.”(s.262)

Bunun nedenini de söylemeyeyim artık. Onu başta böyle çok satır arasında veriyor ve iyi de bir yazar olduğu için işte onu kullanıyor. Sonradan burada maddeleri eklemesi de güzel, hoş bir ayrıntı olmuş.

Ben de bıraktım artık radyo dinlemeyi. Cenk & Eren programları çok sürmedi, yani bir sene falan sürebildiği için o bütün bölümlerini indirdim zaten arşivime. Biraz unutmayı bekliyorum; aradan zaman geçince tekrar dinlerim diye. Şimdilik sadece YouTube’la kaldık. Belki o eski Power FM kayıtlarına da başladım tekrar.

Bir de bu yeni telefonlarda artık radyo olmuyor ya… Eskiden mesela tuşlu telefonlarda bile kendiliğinden gelirdi, kulaklık takıp dinlerdin. Şimdi bir internet gerekiyor ve öyle olunca da ben, yani radyo dinleyeceğime podcast dinlerim, daha mantıklı geliyor bana. Zaten bu podcastleri ben bir radyo kaydı gibi düşünüyorum bazen, deyip geçelim bir sonraki 33. maddeye… Bir sonraki değil de, onu almışım.

“33. Evrendeki en zeki yaratıklar siz değilsiniz. Hatta gezegeninizdeki en zeki yaratıklar bile siz değilsiniz. Kambur balinaların şarkılarındaki tonal dil Shakespeare’in tüm eserlerinden daha karmaşıktır. Bu bir yarış değil. Ya da evet öyle. Ama kafana takma.”(s.263)

Burada da evet, size şunu sormak için aslında biraz da almıştım. Shakespeare’den yine mesela örnek veriyor. Shakespeare’in eserlerinden daha karmaşıkmış kambur balinaların şarkılarındaki tönel dil.

Ben hiç Shakespeare okumadığım için, daha önce bir kitabını bitirmediğim için, o cümleyi okuyunca çok bir duygu da hissetmiyorum aslında. Ama siz olsanız, yani eğer çok büyük bir Shakespeare hayranıysanız, buna sinirlenir miydiniz? “Ne demek efendim, işte Shakespeare bir dahi!” gibi mi düşünürsünüz burada, yoksa böyle bir örnekte Shakespeare’in kullanılması sizi boşlukta mı hissettirir?

Sonuçta burada onun adının geçmesinin nedeni, belki de yazarın onu en büyük edebiyatçı olarak görmesi. Ama işte bu yine bir bakış açısı farkı. Kimisi orada onu aşağılıyormuş gibi de düşünebilir, kimisi yüceltiyormuş gibi de düşünebilir. Size hangisi daha yakın?

Bir de şu örnek verilir mesela: Olasılık ve sonsuzluğun gücünü anlatmak için, bir odaya bir maymun ve bir daktilo koyarsanız ve onun tuşlara basmayı öğrenmesini sağlarsanız, yeteri kadar zaman geçtiğinde maymun bile Shakespeare’in bütün eserlerini yazabilir diye bir görüş var. Bir teori mi denir artık buna, ne denir?

Oradaki kilit kelime “yeteri kadar zaman.” Ben buna katılmıyorum aslında ama işte o “yeteri kadar zaman” öyle bir kavram ki her şeyi susturuyor. Yani sizi haklı olabileceğine inandırıyor. Çünkü ihtimal dâhilinde. Evet, rastgele de bassa bütün tuşlara, bir yerden sonra en dahi diyebileceğin yazarın bile eserleri ortaya çıkabilir.

Ya da işte Pi sayısı… Pi sayısının sonsuza kadar gittiği, virgülden sonrasının bir türlü tükenmediği düşünülürse ve o sayıların çeşitli kombinasyonlarının harflere denk geldiğini varsayarsak, Pi sayısının içinde de bugüne kadar yazılmış bütün kitaplar var. Öyle bakarsak, sizin TC kimlik numaranız da var, banka hesap numaranız da, bütün şifreleriniz de. Çünkü sonsuza kadar gidiyor.

İşte oradaki o kilit kavramı anlayamıyoruz. İnsan ne büyük sayıları canlandırabiliyor kafasında ne de sonsuzluğu… Bu yüzden, 55. maddeye gelelim.

“55. Dünya’da teknoloji sahibi tek tür siz değilsiniz. Karıncalara bak. Gerçekten. İnce dallar ve yapraklarla yaptıkları şeyler inanılmaz.”(s.264)

Ben bir de arıların çok teknolojik hayvanlar olduğunu düşünüyorum. Karıncalar da zaten birbirleriyle iletişim kurabiliyorlarmış galiba. O işte kafalarının ucunda anten gibi bir şey var ya, uzaktan iletişime geçebildiklerine dair bir teori de var. Öyle bir şey okumuştum hatta.

Yazık, böyle bir deney de var. Bir karınca kocaman bir çikolata mı buluyor, marş mı, bir şey bırakmışlar öyle önüne. Gidiyor, sonra kendi arkadaşlarına haber verecek. Diğer karıncalar da hep öyle yapar ya, biri görür, gider, sonra 40–50 tanesi birden gelir, hep beraber taşırlar onu. Ama bu deneyde, o karınca geri geldiğinde yiyecek artık orada olmuyor.

Düşünsenize, o karıncanın düştüğü durumu! Gerçekten “yalancı çoban” gibi… Bizim deneylerimiz çoğu zaman hoş değil zaten. Ama uzaylı dostumuz şöyle de bir not yazmış:

“59. Sayılar hoştur. Asal sayılar güzeldir. Bunu anla.”(s.264)

Demiş zaten, 59 da bir asal sayı. Dediğim gibi, bu uzaylılar asal sayılarla kafayı bozmuşlar.

Sonra burada bir istisna mı yapmışım? Çok güzeldi çünkü buradaki 79. madde… O yüzden bu sayfadan aslında yine iki alıntı sayılır, dört madde paylaşmışım ama üçü peş peşe geliyor.

“74. Kuark dünyadaki en küçük şey değildir. Hani ölüm döşeğindeyken geriye bakıp da keşke daha çok çalışsaydım deme ihtimalin var ya, o ihtimal o kuarklardan bile daha küçük çünkü öyle bir şey olmayacak.”
75. Kibarlık çoğu zaman korkudur; incelikse her zaman cesurluk. Ama seni insan yapan şey başkalarını umursaman. Daha çok umursa, daha insan ol.
76. Kafanda her günün adını cumartesiye çevir. İşin adını da oyuna.”(s.265)

Yani bu peş peşe üç madde güzeldi bence ya. Bu fikir zaten başlı başına muhteşem. Yani insanlara 97 tane madde yazacak olsam ne yazarsın? Bunu bence siz de düşünün ve “kibarlık korkudur, incelik cesurluk” diyor. Burada da acaba nasıl bir çeviri yapıldı, onların o gerçek kelimeleri neler? “Kibarlık”tan daha böyle yapmacık herhalde olması lazım. “İncelik cesurluk duruşu” demiş çünkü işte o inceliği çok göremiyoruz biz. Ve bu gün muhabbetini de yapıyor birkaç yerde. Pazartesiden cumaya çok bir fark olmadığını, insanların hep aynı döngüde çalıştığını, hafta sonu da işte pazarın bile çok mutlu geçmediğini. Çünkü ben de evet hatırlarım çalıştığım dönemden pazarın. Çünkü ertesi pazartesi. Bizim dilimizin de azizliği o günlere isimlendirmesi şaka gibi. O isimleri o yüzden yani tek tatil aslında cumartesi. Tek böyle rahat insanların yaşayabildiği. Ki bizde aslında haftalık çalışmada 6 gün maalesef çoğu yerde. O yine altı gün, yarım gün de olsa çok bir anlamı yok. Sonuçta yine gidiyorsun, gününü ziyan ediyor. Bu sayfada geçen diğer alıntım:

“79. Leonardo da Vinci sizden değil, bizdendi.”(s.265)

Buna da gülmüştüm. Burada tabii ben biraz daha böyle Messi, Ronaldo falan bekliyordum ama böyle bir madde bekliyordum yani. Da Vinci yazmış tabii. Evet o da bizim bir kardeşimiz. Son bu maddelerden alıntım da şu.

“88. Kendini öldürme. Dört bir yanın zifiri karanlık olduğunda bile öldürme. Hayatın sabit olmadığını unutma. Zaman, uzamdır. O galaksinin içinde sen de hareket ediyorsun. Yıldızları bekle.”(s.266)

Oğluna bir nasihat olarak. Bu açıdan da özellikle böyle çoğu edebi eserin hep böyle intiharla bitmesi, sonlanması ya da bazen yazarların hayatlarını böyle intiharla sona erdirmesi beni hep zaten üzmüştür. Bu madde de o yüzden bence önemli. Bu arada bir onun numarasını yazmamışım, bakayım o kaçmış. 92. Evet kitabın da böyle hemen yanımda olmasının faydaları.

“92.Eğer çocukların olursa ve bir çocuğunu diğerinden daha çok seversen bu sorunu halletmeye çalış. Çünkü aradaki fark tek bir atom kadar bile olsa çocuklar bunu hissedecektir. Ve tek bir atom dev bir patlama için yeterlidir.”(s.266)

Yani benim bir çocuğum olmadığı için bilmiyorum böyle bir şey olur mu. Bu da evet korkutucu bir şey, dikkat edilmesi gerekir. Hele bir de bunu böyle alenen açık açık söyleyen analar babalar var. Eyvah eyvah. Ve gelelim 94'e. Bu da biraz çocuğuna yine kişisel ama bence herkes kendine de bir şeyler çıkartabilir.

“94. Akademisyen olmak zorunda değilsin. Hiçbir şey olmak zorunda değilsin. Zorlama. Kendi yolunu ara ve sana uyan bir şey bulana kadar aramayı bırakma. Belki de hiçbir şey uymayacak. Belki de sen bir hedef değil, yolsun. Sorun değil. Sen de yol ol. Ama bu pencereden bakmaya değecek bir yol olsun.”(s.267)

Yani işte herhalde bunu bir gerçek bir babanın söylemesi için uzaylı olması lazım yani. Çünkü daha işte son dinlediğim, onu da dinlediğimde üzülmüştüm, Ortamlarda Satılacak Bilgi’nin sunucusu ve onun da bir akademisyen olma durumu varmış galiba ve bu podcast işlerinden sonra bırakmış mı vaz mı geçmiş çok orasını şimdi hatırlamıyorum ama babası tabii buna içerlemiş, sistemini belirtmiş, üzmüş. Yani kısacası onu nasıl ifade ettiğini hatırlamıyorum ama üzülmüş. Merve Hanım orada da şey diyor hatta yani “Ben iki yıldır Türkiye’nin en çok dinlenen podcastini yapıyorum, bunun hiçbir önemi yok senin için” demiş yani babasına, düşünmüş içinden geçmiş galiba diyememiş de yani, onu duyunca üzülmüştüm gerçekten. Ama bence bir üniversitede işte bir kürsünün arkasında böyle kendisini sırf o dersten geçebilmek için not almak için isteksizce dinleyeceği işte onlarca yüzlerce insana ders vermesinden şu an bütün Türkiye’ye hatta bütün dünyaya yani onu böyle hevesle dinleyen insanlara ders vermesi bir şeyler anlatması çok daha değerli bence ama işte sigortası var mı kaçtan yatıyor varsa da işte emekli olacak mı. Bunlar biraz ana babalar için daha önemli olduğu için onlar da tabii öyle bir sistemin içinden geldiklerinde aksini çok kabullenemiyor çünkü benim de hayalim. Yani bir gün sırf böyle yazdıklarımla acaba geçinebilir miyim. Sadece kitap okuyarak ve şeyler yazarak o hayatımı idame ettirecek kadar bir para kazanabilir miyim bunun hayalini kuruyorum yani bazen. Ama bunu başarsa bile şu an işte onu anladım birçok göz tarafından yine aslında başarısız görüneceksin. Anlaşılmayacak biraz deli ressamlarımız gibi belki de sana yine deli gibi bakacaklar ya. Mesele para kazanmak da değil yani neyse. Burada biraz fazla içimizi döktük. Biraz da siz kendi içinize dönün bakın. Size yine bir ödev vereyim bu kadar akademiden konuşmuşken bir ödev vermeden olmaz bir proje ödevi olsun bu sizin için. Çünkü son madde 97 maddeye geleceğim. Bu maddeler arasında geçmiyor ama yine benim çok sevdiğim bir söz vardır “en çok vakit geçirdiğin beş kişinin ortalamasısındır” diye. Siz de bu son maddede yazanları o beş kişiden en az birine söyleyin. Ama yok bunu yapamıyorsanız söyleyemiyorsan acilen o beşliği değiştirin. Çünkü bu son madde uzaylı dostumuzun da en sevdiği asal sayı olan 97 şu:

“Seni seviyorum. Bunu hiç unutma.”(s.267)

Bunun üzerine evet daha fazla konuşmayacağım. Dediğim gibi biraz da siz konuşun. Ben bir sonraki alıntıya geçeyim. Bu evet aslında son alıntı. Bundan sonra bir son sözden bir bölüm var. Uzaylı dostumuzun geçirdiği o değişim artık insan oldu yani bir anlamda.

“Anladım ki burası güzel bir gezegendi. Belki de gezegenlerin en güzeliydi. Ama güzellik kendi dertlerini de yaratıyordu. Bir şelaleye, okyanusa ya da günbatımına bakınca bunu biriyle paylaşmak istiyordunuz.
‘Güzelliğe sebep olunmaz,’ demişti Emily Dickinson. ‘Güzellik sadece olur.’
Bir bakıma yanılıyordu. Işığın uzun mesafelerde dağılımı günbatımını yaratıyordu. Güneş’le Ay’ın uyguladığı çekim kuvveti ve Dünya’nın dönüşü gelgite yol açıyor, okyanus dalgaları kumsalda gelgit yüzünden kırılıyordu. Sebepler bunlardı.
Gizem, bunların nasıl güzelleştiğindeydi.
Üstelik eskiden, en azından benim gözümde, güzel değildiler. Dünya’da güzelliği deneyimleyebilmek için acıyı deneyimlemek ve ölümü bilmek gerekiyordu. Gezegendeki güzelliklerin çoğunun zamanın geçmesi ve Dünya’nın dönmesiyle ilgili oluşu bu yüzdendi. Bu tür doğal güzelliklere bakınca üzgün hissetmeminz ve yaşanmamış bir hayatı özlemeniz de bu şekilde açıklanabilirdi.”(s.273)

Bu güzelliklere daha önce hiç böyle bir açıdan baktınız mı bilmiyorum. Zamanın geçmesiyle zaten zamanla bir alıp veremediği var yazarın. Zamanı durdurmanın yolları kitabı da işte biraz bunu anlatıyor zaten. Orada sörfçü bir karakter vardı. Ben sanki bu uzaylı onun uzaylı versiyonu gibi hissettim yani birçok şeyi çözmüş. Nirvana’ya ulaşmış derler ya aydınlanmış bir rehbere dönüşüyor. Gezegendeki güzelliklerin çoğunun zamanın geçmesiyle ilgili olması güzeldi yani. Arada böyle tuhaf şeyler olsa da güzel espriler de vardı ve güzel bir yere bağlanıyordu. Matt Haig kesinlikle iyi bir yazar ve kitabın sonunda da iki sayfalık bir not biraz da teşekkür bölümü var. Nasıl bittiği belli zaten bu başlıktan. Yazarımız editörlerinden düzeltmen ellerine kadar onlarca isme tek tek teşekkür ediyor ama ilk iki paragraf benim için daha anlamlıydı o yüzden son olarak onları paylaşmak istiyorum:

“Bu hikâyeyi yazmak aklıma 2000 yılında, panik atakların pençesindeyken geldi. O sıralar insan hayatı hikâyedeki isimsiz anlatıcıya ne kadar tuhaf geliyorsa bana da o kadar tuhaf geliyordu. Yoğun ama mantıksız bir korku içinde yaşıyor, kendi başıma hiçbir yere gidemiyordum. Beni biraz olsun sakinleştirebilen tek şey okumaktı. Bir tür çöküş yaşıyordum, ama R. D. Laing’in (ve daha sonra Jerry Maguire’ın) dediği gibi, çöküş bir yandan da çıkış demekti. Kulağa tuhaf gelse de ben de kişisel cehennemimde geçen o günlerimden pişmanlık duymuyorum artık.
Zamanla iyileştim. Okumak işe yaradı. Yazmak da öyle. Bu yüzden yazar oldum. Kelimelerle hikâyelerin insanın kendini yeniden bulması için yollar, haritalar sunduğunu keşfettim. Edebiyatın insan hayatı ve aklını kurtarabildiğine gönülden inanıyorum artık. Ama anlatmak istediğim bu ilk hikâyeye, insan olmanın tuhaf ve çoğunlukla korkutucu güzelliğine bakma girişimime dönebilmek için bir sürü başka kitaptan geçmem gerekti.”(s.282)

Diyor. Böyle devam ediyor. Bunu da mutlaka okuyun kitabı bitirdikten sonra. Bakalım bizim başka hangi kitap ardan geçmemiz gerekecek ama bugünlük bu kadardı. Biz de teşekkür edelim bu kitabımızın yazarına, çevirmenlerine, editörlerine, yapımcılarına. Sizlere de ayrıca teşekkür edeyim buraya kadar geldiniz, okudunuz, eşlik ettiniz bana.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder