18 Kasım 2024 Pazartesi

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları

 

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, İnsanlığın Süper Gücü ve Tuzu Kuru Olan Benim Renkli Okul Yıllarım

Haruki Murakami’nin bu kitabını Salı günü sabah başlayıp, Çarşamba akşamı bitirdim. Başka bir kitap olsa iki günde okudum der geçerdim ama nedense bitirdiğimde Çarşamba günü olması bana sanki bunun bir anlamı varmış gibi hissettirdi.



Öncelikle hemen benim okuduğum kitaptan bahsedeyim. Doğan Kitap’ın 15. baskısından okudum ve çeviren Hüseyin Can Erkin’di. Ben bu kitabı okuyalı bayağı bir oldu. Hatta okuduktan sonra, “Ben Okurum”da çok güzel bir bölümü de vardı. Deniz Yüce Başarır’ın podcasti, çok güzel anlatıyordu orada. Onun konuğu da vardı. Eğer kitabı okuyup sevdiyseniz bence önce onu dinleyin. Ben öyle yapmıştım, sonra da bu podcasti yapmama gerek yok gibi düşünmüştüm daha iyisini yapamayacağım için. Biraz da bu ilk sezonda çok fazla Murakami kitabı olmasından dolayı araya biraz zaman girsin bakalım dedim ve hemen kitabın ilk cümlesini paylaşayım sizlerle:

“Tsukru Tazaki, üniversite ikinci sınıftayken, temmuz ayından ertesi senenin ocak ayına kadar neredeyse sadece ölmeyi düşünerek yaşadı.”

Evet, böyle bir cümleyle başlıyor. Kitaplarda ilk cümleler önemli diye boşuna demiyorlar. Buradan nasıl bir hikaye çıkacak? Artık sadece alıntılarım var ve bu kitabın bana zamanında hissettirdikleri, biraz da o podcastten aklımda kalanlar. Bunun haricinde hiçbir not yok, korkuyorum o yüzden okumaya. Ama üzerinden çok daha uzun bir süre geçmesine rağmen, “Mesleğim Yazarlık” kitabı hakkında konuşabildiğim gibi bunun hakkında da konuşurum diye ümit ediyorum ve başlayalım bakalım:

“Dışlanma ve yalnızlık, kilometrelerce uzunlukta bir kablo haline gelmiş, devasa bir vinç o kabloyu gıcırtılar eşliğinde sararak germişti. Sonra o gerginleşen hat yoluyla, gece gündüz demeden deşifre edilmesi güç mesajlar gelmeye başlamıştı. O sesler, ağaçların arasından esen sert rüzgâr gibi, bir şiddetlenip bir hafifleyerek kulaklara iğne gibi batıyordu. (s.12)”

Muhteşem bir betimleme o vinç. Bilmiyorum sizin de gözünüzün önüne geldi mi? Biz zaten Türk halkı diyeceğim, İtalyanlarda da varmış bu vinçleri, iş makinelerini seyretme hastalığı. Hatta İtalyanlar ona bir kelime de bulmuşlar o insanlara ama unuttum şimdi onu. Bu kitapta da vinçlerin değil ama trenlerin, tren istasyonlarının önemli bir yeri var ve Tsukuru Tazaki’nin, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin o renksiz olmasının da çok güzel bir anlamı var kitapta. Ben muhtemelen almışımdır alıntıyı diye şu an bahsetmeyeyim, yeri gelince söylerim. Bu kitapla ilgili ciddi spoiler verebilirim, o yüzden peşin peşin uyarayım. Zaten işte ilk cümlesini gördünüz, zor bir kitap. Bir yandan çok güzel, insanda çok farklı duygular uyandıran ama yer yer okuması da zor, duygusal konular içeren bir roman. Burada işte o arkadaşlarından bahsediyor, renksizliğinden:

“Ayrıca, Tsukuru Tazaki dışında, diğer dördünün tesadüfen ufak bir ortak noktası daha vardı. Soy isimlerinde renklerin yer alması. Erkeklerden birinin soyadı Akamatsu yani ‘kızıl çam’, diğerininki Oumi yani ‘mavi deniz’di. Kızlardan birinin soyadı Şirane yani ‘ak kök’, diğeriniki de Kurono yani ‘kara ova’ydı. Yalnızca Tazaki (‘girintili çıkıntılı kıyı’) soyadının renklerle alakası yoktu. Bundan dolayı, Tsukuru en baştan itibaren hafif bir dışlanmışlık hissine kapılmıştı. Elbette adında renk olup olmamasının kişiliğiyle herhangi bir alakası olamazdı. Bunu çok iyi anlayabiliyordu. Ama yine de bir tür hayal kırıklığına kapılmış, kendisini de şaşırtacak ölçüde incindiğini hissetmişti. Diğerleri çok doğal bir şeymiş gibi, birbirlerini renkleriyle çağırıyorlardı. ‘Kızıl’, ‘Mavi’, ‘Ak’, ‘Kara’ diye. Ona ise sadece ‘Tsukuru’ diyorlardı. Eğer benim soyadımda da bir renk olsaydı ne kadar hoş olurdu, diye Tsukuru defalarca ciddi ciddi düşünmüştü. İşte o zaman her şey mükemmel olurdu. (s.14)”

Bunları okuyunca, benim de soyadımda bir renk geçtiği için (gerçi Kara, Ak bunlar renk midir emin değilim, siyahla beyaz renk değildir derler çünkü) ama ilginç bir denk gelmeydi benim soyadımda da bir renk olması. Kendimi sanki böyle ayrıcalıklıymış gibi hissetmiştim. Ama bununla ilgili de kötü bir anım benim de var mesela. Bir sınıfta bir Türkçe öğretmeni, hiç unutmuyorum, bize espri yaparak kendisini ilk tanıttığı derste şöyle bir giriş yapmıştı. Demişti ki (şimdi tam hatırlamıyorum kaç tane ablası varmış), işte bir sürü ablası varmış, tek erkek çocuk oymuş. “Ben hep tek kaldım, yalnız kaldım” diye şikayet ediyordu. Bir de sonra biz gülelim diye şakayla karışık, işte “Bütün ablalarım da” diyordu, “hayvanın birini bulup evlendi.” Tabii sınıf gülüyor, kahkaha attıktan sonra O “gerçekten diyorum”, diye devam ediyor. “Hepsi bir hayvan buldu.” Sonra da hepsinin soyadını söylüyor, işte kimisi Kuş, kimisi Kartal, kimisi Aslan, kimi Kaplan… hepsinin soyadında bir hayvan vardı dedi. Tabii ben de güldüm bunu duyunca ama sonra hiç renk vermemeye çalıştım çünkü benim soyadımda bir de hayvan da var. Çocuklar da malum, akran zorbalığı… Bu da böyle bir anı, devam edelim, dönelim kitabımıza.

“Diğerlerinden kopup tek başına kaldığında, tıpkı cezir zamanı denizin yüzeyinde kapkara, uğursuz bir kayanın ortaya çıkıvermesi gibi, öylece kalakalacağı endişesi sık sık zihnini yokluyordu. (s.21)”

O kadar bağlısın ki arkadaşlarına o yaşlarda, hayat hakikaten ondan ibaretmiş gibi görüyorsun. Ondan başka bir dünya yok, o 4–5 en yakın arkadaşın... Benim de vardı, hatta lisede en arka dörtlü bizdik. En arkanın bir önündeydim ben. Ben bir de yani hep o zamana kadar hep en önlerde oturmuş bir insan olarak kendim de zorla en arkalara geçerdim. Gözüm biraz da belki ondan bozuldu öyle tahtayı görmeye çalışırken işte… Babam bir gün, alışkın zaten benim hep derslerim iyi olduğu için hocalar kötü bir şey söylemez, biraz da kayırırlardı açıkçası. Çünkü bizde öyle bir şey vardır, bir çocuğun matematiği iyiyse, tamam! Artık görmezden gelinir yani diğer bütün her şey. Bende de öyle kurtarıyordum bir şekilde. Benim bir de sözel de fena değil, dil bilgisi, gramer, kompozisyon olarak falan, hatta onun sayesinde İngilizceyi de bu zamana kadar onlarla kurtardım.

Ve işte o ilkokul, zaten toplantıya da gelmezdi babam da, neyse artık biraz da zorluyorlardı “mutlaka gelsinler” gibisinden. Babam böyle hiç unutmuyorum geldiğinde işte “Ya iyiymiş, güzelmiş, dersler de fena değil, kötü bir şey söylemiyorlar, ama” dedi “Sınıfta 4 kişinin adını saydılar, bunlardan uzak dursun çocuklarınız, bunlar hayta, hiç derslerle alakası yok” gibisinden bir şey söylemiş bir tane hoca. Hepsi değil, bir tanesi galiba yapmış. Yanlış yani bence, böyle velilere öğrencilerin hedef gösterilmemesi lazım. Bilmiyorum pedagoglar öneriyor mu böyle bir şey, cidden böyle demişler. Ve babam o isimleri saydı, ben başladım gülmeye. Dört kişinin beşincisi de benim yani aslında, ama hoca beni derslerim iyi diye… Ben de dedim yani açık açık babama: “Baba onlar benim en yakın arkadaşım, hiç öyle kötü çocuklar değiller, işte biraz dersleri kötü sadece ama onların da aslında farklı yetenekleri var” gibisinden. O zaman bile yani işte bak, babam ne kadar olgun bir insanmış. Hiç kızmadı bana, “Sen” demişti “işini bilirsin gibi, ben sana güveniyorum” diye öyle arka çıkmıştı, destek olmuştu, duygulanmıştım baya.

Zaten biraz da onu biliyorum yani, babam bana hiçbir şekilde kızmayacak diye onun rahatlığıyla söylemiştim. Yoksa öyle bir durumda insan saklar normalde. Ve hocanın da yaptığı işte yani… Çok da kötü aslında. Zaman zaman etkilediler benim hayatımı, hiç kimse bilmez ama. Ben iki saatlik yoldan gidiyorum liseye. Süper lise diye bir şey vardı bizde. Hatta benden sonra bitti. Anadolu Lisesine dönmüştü bizim lise de. Oraya giderken iki saat yol gidiyorum ve işte her sabah böyle geliyoruz. Okulun sonlarına doğru artık böyle sıcaklar bastırmış, sürekli bir internet kafe furyası var. Öğrencilerin çoğu kaçıyor okuldan, hiç derse gitmiyorlar.

Bir hafta beni de böyle hepsi toplanmış kapıda, ikna etmeye çalışıyorlar. Çünkü okula girdin mi çıkış yok artık, kapıda bekçiler falan var, kaçamıyorsun yani öyle kolay kolay. Daha hiç kapıdan girmeden yolda çeviriyorlardı beni. Bir gün şöyle bir argümanla gelmişlerdi: “Ya bugün matematik yok, e diğer dersleri zaten hallediyoruz, sözel onlara girmesek de bir şey olmaz” diye böyle, bir haftanın -bizim de ilk üç gün matematik yoktu- o Pazartesi, Salı, Çarşamba böyle okula gidiyormuş gibi her gün kaçtık. Sonra geldi işte Perşembe günü, matematik var artık, “Of” diyoruz “Artık matematik var.” Bu sefer de o bizim fırlama arkadaş “Ya nasılsa gelsek de anlamıyoruz” gibi bir çıkış yaparak yine beni ikna etmişlerdi.

İkna edemezler aslında da benim de demek ki gidesim yokmuş. O ara çok bunalmıştık çünkü son senesiydi okulun. İşte bu üniversite hazırlık şeyleri falan, zaten o benim o dört arkadaş daha okul biter bitmez dershaneye yazılmıştı. Ben de diyorum işte “Durun bir açıklansın.” Onlar öyle indirimli yazılmışlardır. Şimdi “mezuna kalmak” diyorlar ya, üniversiteyi kazanmak için bir sene daha hazırlanıyorsun falan, biz öyle “mezuna kalmak” demiyorduk o zaman. Bayağı okulu bitirip boşta kalmak gibi bir şeydi, çok tasvip edilen bir şey değildi yani. Onun o stresi de vardı üzerimizde.

Okula işte herkes dershanelere gidiyordu. Dershanede de bir de aynı konuları öğreniyorsun ediyorsun, okulun bir anlamı kalmıyordu. Bir yandan okuldaki eğitimin ne kadar boş olduğunu görüyordun. O Perşembeyi de işte matematik var diye bu sefer gitmedik. Cuma günü de üç saat üst üste İngilizce mi ne vardı, o da çekilmez diyerek… O bir haftanın beş gününde de yok yazılmıştım. Hiç okula kapıdan bile girmemiştim. Arkadaş önemli, çocuklarınıza dikkat edin arkadaşlarına… Benim babamın yaptığı da zamanında demek ki çok da doğru değilmiş. Şimdi bunu anladım ya… Kötü şey de yapmadık gerçi. Her seferinde çünkü öyle boş boş internet kafeye, PlayStation’a falan gitmiyorduk. Güzel gezdiğimiz zamanlar da oluyordu.

Neyse şimdi benim Tazaki’lik dönemlerini geçelim. Biraz da bu aslında şu an sonradan anlıyorum, bu işte yalnız kalmaktan korku… Şimdi en iyi arkadaşların gelmeyecek sınıfa, sen orada tek başına arka dörtlü de… Hatta işte o üç ders İngilizcenin olduğu bir hafta gelmiştik. Artık sınıfta kalacağız yoksa. On dokuz buçuk gün yazmışlardı bana devamsızlığa, o kadar yani zorlamışız sınıra kadar. Yirmide kalıyordun. O Cuma işte, şey demişti hoca, “Ooo,” dedi “Beyefendi bugün gelmişsiniz, okula teşrif etmişsiniz…” falan. Utanmıştım o zaman da, şimdi böyle gülüyorum ama kötü bir durumdu yani. Ayıp oluyordu yani hocalara gerçekten. Ama danışıklı dövüş gibiydi, çoğu kişi zaten rapor ayarlıyordu. Şimdi de öyle mi bilmiyorum.

Hatta bizim bir arkadaş okuldan kaydını alıp Açık Öğretime mi geçmişti, öyle bir şey. Çok mantıklı öyle bakınca zaten, hem diploma notun falan da yükseliyor Açık Öğretim olunca. Okul puanı gibi bir şeyler var mı şimdi bilmiyorum ama… Ya bu okul sisteminin işte yozlaşması, dershanelere, özel okullara biraz zorunluluk, özel üniversitelere, bunların mahalle başı her tarafta üniversite olması, eğitim problemi… Şimdi biz geçelim Renksiz Tsukuru’ya.

“Sara, doğruca Tsukuru’nun gözlerinle bakarak. ‘Bunu aklında tutsan iyi edersin. Geçmişi ne silebilirsin, ne de yeniden inşa edebilirsin. Çünkü bu, senin varlığını silmekle aynı şey olur.’
‘Nasıl oldu da konu buraya geldi acaba?’ dedi Tsukuru, kısmen kendi kendine soruyormuş gibi, fakat neşeli bir sesle. ‘Bu olayı şimdiye kadar hiç kimseye anlatmamıştım, anlatmaya niyetim de yoktu oysa.’
Sara hafifçe gülümsedi. ‘Bu olayı birilerine anlatmaya ihtiyaç duyduğun için olmasın? Hem de senin sandığından daha fazla?’ (s.41)”

Evet, ben de az önce anlattıklarımı hiç kimseye anlatmamıştım daha önce. İşte o bizim o arkadaşlar, bunlar sonra aynı dershaneye mi yazılmışlardır, bir şey yapmış, hepsi mezuna kalmıştı. Ben hiç denemelerde bile almadığım kadar yüksek bir puan alınca, yani dedim ki bu puanı kullanayım, kamu yönetimi de… O zamanlar işte kaymakam olacağız, hakim olacağız zannettik. Hoşuma giden, bir de sözel bir bölüm olunca rahat rahat yaparım diye düşünmüştüm. Aslında düşündüğüm gibi de oldu, sadece o KPSS’yi, eğer TDK’ye göre düzgün söylersek, hesap edemedik. Orada bir hesap kitap hatası yaptık. Ve şimdi bunları burada hiç tanımadığım insanlara anlattığıma göre demek ki anlatmaya ihtiyaç duyuyormuşum. Tıpkı Sara’nın da dediği gibi… Sara, burada Tsukuru’nun sonradan karşılaştığı kız arkadaşı olması lazım, yanlış hatırlamıyorsam. Bir de yine kitabın başlarında, benim kendimle ilgili gördüğüm için aldığım bir alıntı var.

“Tsukuru bir dergide ya da gazetede görmüştü. Yapılan bir ankete göre dünyadaki insanların yaklaşık yarısı kendi isminden hoşnut değildi. (s.57)”

Bu yüzdenin iki yarısına da girdim ben. İşte o da birinci sınıf - bana göre on beş sene örgün okusam da en zor sınıftı- kalem böyle elimi yara yapardı yazmaktan. Bir de çok küçükken başladığım için okula ve hoca beni sevmezdi pek, hissediyorsun yani. O dönemler biraz da karışıktı. Sırf ismimden dolayı aslında bana böyle bir ön yargı… Benim iki tane adım var uzun uzun böyle, soyadım da dediğin gibi hem renk var hem hayvan var. Adımı da fark ettiyseniz sanki gizli bir ajanmışım gibi ısrarla söylemiyorum. Bir açılış bölümünde söylemiştim galiba.

Ben bu bahsettiğim filmleri, kitapları, dizileri falan da açıklamalara yazmıyorum, o birçok podcastte yapıldığı gibi. Çünkü o tarz verilen bilginin çok faydalı olduğunu düşünmüyorum. Armut piş ağzıma düş! Merak ediyorsan ararsın, zaten hemen çıkar karşına. Ama işte birinci sınıfta iki tane adımı zar zor yazıyorum zaten. Yazmayı çok büyük hevesle başlayıp çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım ben zaten okula başlayınca. Hep aynı şeyleri sayfalarca yazmak! Düz çizgi çek, yan çizgi çiz, yok bilmem nokta koy… Yani bu nasıl bir eğitim sistemi?

Zaten biz bir de fişlerle öğrenmiştik okumayı, artık onlar da kalmamış galiba. Ya gerçekten hatalıydı. Mesela okurken parmağınla takip etmek yasaktı. Yasaktı yani cidden, “yapmayın” falan değil. Hoca böyle cetvelle tak diye vurmuştu kafama, kafama mı elime mi artık hangisi çok da hatırlamıyorum, hocanın da günahını almayayım ama bana özel değil yani, onu herkese yapıyordu. Yanlış! Çünkü sonra ben yıllar sonra bir hızlı okuma kursuna da gitmiştim. Orada da en kötü ihtimalle parmağınla diyor, takip etmek gerek. Bir kalemle göze rehberlik etmek çok gerekli, faydalı bir şey o hızlı okumak için özellikle. Bize işte bunun tam tersini sanki bir de doğruymuş gibi öğretiyorlar, hem de döverek… Yani bu nasıl eğitim ben anlamadım! Cem Yılmaz’ın dediği gibi birinci sınıfı okuyup bırakacaksın aslında da işte zorunlu da… Nedense on iki çok fazla bence.

İşte ben yazın okullar açılmadan önce de burada böyle kayıtlar aldığım için arkadan zaten sizlere de geliyordur sürekli böyle çocukların bağırışları çağırışları. Ben de farkında değildim o zamana kadar böyle dışarıda bu kadar ses olduğunun, bu kayıtları almaya başladıktan sonra fark ettim okulların kapalı olduğunu… Okullar kapalıyken yani bu çocuklar zaten yerinde durmuyor, aileler hep Korona döneminde de hatırlarsınız, insanlar “Çocuklar okula gitsin, başımızdan gitsinler de nereye gidiyorlarsa gitsinler” gibi bir kafadalar maalesef. Nasıl bir artık… Neyse, neyse ben de haddimi aşmayayım.

Ve işte o ismimden bahsedecektim güya. Sınavda da zorunluluk tutardı hoca. Bari bir ismi yaz de, bir tanesine nokta koy. Onda da bir şey var, bir görüş ayrılığı. Kimisi diyor işte ilk ismi kısaltmak gerekir, doğrusu odur ama işte çoğu yerde de bakıyorsun ikinci isim kısaltılıyor. Hangisini kısaltırsan kısalt, öbürüyle hitap eden çıkıyor. Bir yerde bankacılar çok sever, hemen beni aradıklarında ilk sordukları soru: “Hangi isminizle hitap edelim, hangi isminizi kullanıyorsunuz?” Hemen seni kandıracak ya, bir bağ kuracak, adınla hitap edecek sana, sen de kendini özel hissedeceksin falan…

Yani birinci sınıfta bütün isimlerimi yazma zorunluluğundan dolayı benim hemen sıra arkadaşım da böyle Ali’ydi, soyadı da böyle tek hecelik bir şey, iki-üç harflik falan, Ali Koç gibi bir şeydi yani, şu an hatırlamıyorum. Ben görürdüm de onu hemen yanımda zaten, çocuk yazıyor… Ben adımı yazana kadar o kaçıncı soruya geçerdi. İster istemez telaş yapıyorsun. Bir de o zaman çok sinir olurdum yani, bu kadar uzun bir isme ne gerek vardı gibisinden… Optik formlar da sığmazdı. Çünkü ÖSS’ye girmiştik. İşte ÖSS o zaman üniversite sınavları. Yok, LGS içindi galiba, LGS olması lazım. Liseye giriş sınavında optik formu postayla mı gönderiyorduk? Öyel bir şey vardı. O şu anda da var mı? İyice kendimi yaşlı hissettim ama öyle bir şeylerdi.

Yani öyle bir saçmalıklardan hep böyle karışıklıklar çıkıyordu ve üç hece bile bence çok bir isim için. Zaten onu hemen iki heceye kısaltır, indirirler. İsmi kısaltmak da bana hoş gelmiyor, onun yerine direkt iki hecelik bir isim koy. Ama iki isimde bence bir sıkıntı yok. İki isim… Öyle yazılar da görüyorum bazen, bazıları hatta bilimsel bir iş gibi çıkar işte, yok çocuk iki kişilikli olur, çift karakterli olur, çocuklarınıza iki isim koymayın… Yahu kültürel bir şey bu, git Güney Amerika’ya, 4–5 tane ismi var yani herkesin. Ve seçeneğinin olması bence güzel bir şey.

Ama günümüzde de şey yapıyorlar, biri böyle çok “modern” isim, diğeri çok eski bir isim koyuyorlar. Çocuk tabii o zaman yeniyi seçiyor ve ne olursa olsun, ismini kendin seçmediğin için, genellikle atanan bir şey olduğu için… Ya muhtemelen anne babalar günümüzde ama eskilerden artık dedeler, nineler falan da giriyordu muhtemelen devreye, aile büyükleri denilen o ihtiyar heyeti… Ve öyle de bir şey ki bir yandan seni tanımlıyor. Aslında hayatta herkes seni o isimle anıyor, o isimle biliyor, o isimle sesleniyor. Çok zor zaten böyle bir şeyden insanın hoşnut olması. Ben de çok denk gelmem kendi ismini sevene, yarı yarıya olabilir gerçekten bu. Bir de böyle okunmayan isimler var… Mesela şimdiki alıntım da geçecek…

“‘Franz Liszt’in ‘Le Mal du Pays’ adlı parçası. ‘Hac Yılları’ derlemesinde birinci yıla, İsviçre kısmına koymuş.’
‘Lö Mal dö..?’
‘Le Mal du Pays, Fransızca. Genelde sıla özlemi ya da melankoli gibi anlamlarda kullanılır, ama ayrıntısına girecek olursak, ‘kır manzarasının insanın yüreğinde yarattığı nedensiz hüzün’ denilebilir. Tam olarak çevrilmesi zor bir deyim gerçi.’ (s.61)”

Burada işte o iki üç kelimeyle kır manzarasının insanın yüreğinde yarattığı nedensiz hüzün, demek. Fransızcada da demek böyle değişik kelimeler varmış. Ben bunlara daha çok Almancada denk gelirdim. Onların da böyle çok acayip kelimeleri var, resmen upuzun bir olayı, durumu betimleyen. Burada da kitaba, ismini veren eserden dem vurmuş yazar. “Haç Yılları” zaten tuhaf gelmişti bana. Bir kitabının adı zaten başlı başına bir de böyle değişik isimli “Haşlanmış Yumurtalar Diyarı” mı “Haşlanmış Harikalar Yumurtası” mı ne, öyle bir şeyi de vardı. Acayip isimli kitapları oluyor Murakami’nin. Bunu da unutmayayım diye yazmışım muhtemelen.

“‘Aşçı garsonu sevmez, her ikisi de müşteriden nefret eder’ dedi Haida. ‘Arnold Wesker’in Mutfak adlı oyununda öyle der. Özgürlüğü elinden alınan insan mutlaka birilerinden nefret etmeye başlar. (s.64)”

Bu da biraz iş hayatıyla ilgili sanki. Aşçı garsonu sevmez, her ikisi de müşteriden nefret eder. Patron da müşteriyi seviyor ya! Sevmiyor da işte, “müşteri her zaman haklıdır” mantalitesi. Aslında onun gözü cebinde, para peşinde. Bütün bunların da nedeni, olumsuzluğun nedeni aslında özgürlüğü elinden alınan insan. Var ortada mutlaka birilerinden nefret eden. Ben böyle hep sırayla alıntılardan gidiyorum. Ama bu kitapta ne oluyor? Tamam, anladık Tsukuru’nun dört tane arkadaşı varmış ama diyeceksiniz belki bu arkadaşları dışlıyorlar Tsukuru’yu, hayatlarından çıkartıyorlar ve Tsukuru şok oluyor. Kendi kabuğuna kapanıyor, ilk cümlede yazdığı gibi ölümü bekleyerek geçirdiği çok uzun bir dönem var, yani sadece ölmeyi istediği.

Bu biraz da gençlik, toyluk. Hayatın sınırı çok az olunca, yani şöyle düşünün, beş yaşındaki bir çocuk için bir sene hayatının beşte biri, hatırladığı yarısı, hayatın çok çok önemli bir kısmı… Mesela işte o benim bahsettiğim birinci sınıfın, çok büyük bir bahçesi vardı o okulun. Koştururdun, bir şeyler yapar, işte o çocukluğun enerjisi. Gerçi ben ilk zamanlar teneffüse çıkamazdım, teneffüse çıkmaya da korkardım. Hep sınıfta dururdum. İşte yıllar sonra böyle bir yerde denk geldim, biz oradan da taşındığımız için. böyle ayaklarım beni kendiliğinden o okula götürdü. Yani o ilçeye gelince yürürken bir baktım, benim ilk okulum. Birinci sınıfım! Birinci diyorum çünkü ben ilk üç sınıfı da üç farklı ilçede -üç farklı okulda- okumuştum. O okulun bahçesini bir gördüm, o kadar küçük ki! Şimdiki birçok okulun çeyreği kadar bir şey neredeyse. Bayağı bir küçükmüş hakikaten, okul da zaten çok eskimiş. Yenisini de yapmamışlar, dönüşüme de girmemiş. İnanamadım gözlerime, “Ya burası mı?” dedim. O benim hayalimdeki, o zihnimde kalan kocaman okul küçücük yermiş ama işte ben altı yaşındayken, o benim için kocaman bir yerdi.

Demek ki Tsukuru da orada hayatı o arkadaşlarından ibaret görüyor, onlar onu dışladığında da bütün dünya onu dışlamış gibi geliyor, kendisinin bir değeri olmadığını, zaten o renksizliğin verdiği… Ergenlikten beri o gruba tam olarak girememiş aslında. Ama sonradan ilerleyen yerlerde görüyoruz ki arkadaşları aslında o renk olayının falan hiç farkında bile değiller. Onu öyle kırdıklarını, hepsi kendi aralarında birbirine renk söylüyor ama Tsukuru’ya bir renk vermediklerinin bilincinde değiller. Bunu öyle gaddarlık olsun diye de yapmıyorlar. O da güzel bir aydınlanmaydı ileride Tsukuru’nun yaşayacağı.

O yüzden aslında işte çocuklara ben de kızıyorum böyle bazen, dışarıda çok bağırıyorlar ediyorlar diye ama biz de aynıydık. O yaşlarda hiç düşünmezsin yani.

Çok eski zamanlarda öyle bir çiçek varmış, hatta “hasta çiçeği” denilen. İşte pencereye koyarmış evinde hasta olan, o çiçeği görenler oradan geçerken sessiz konuşurlarmış güya. Öyle bir şey rivayet edilir, buna “güya” diyorum çünkü gerçekliğine inanamıyorum, ütopik bir şey geliyor bana artık şu an. Çünkü ne öyle bir saygı kaldı, ne öyle bir incelik, ne öyle bir düşünce. Nerelere geldik biz? En iyisi dönelim Japonya’ya:

“O sıralarda Tokyo’da olup biteni merak edip etmediğini sorar Midorigava. Başlı başına bir gösteri. Her gün bir yerlerde yeni bir patırtı çıkıyor. Sanki dünya altüst oluyor. Bunları kaçırdığın için pişman değil misin?
Dünya öyle kolay kolay altüst olmaz, diye yanıtlar Haida. Altüst olan insanlardır. Böyle bir şeyi göremedim diye de pişman olmam. (s.73)”

İşte burada Haida, Tsukuru’nun o renkli arkadaşlarından biri. İş güç sahibi olan, Tokyo’da bir firmada çalışan bir tanesi vardı, o olması lazım. Artık büyüdü yani, o aradan zaman geçtikten sonra Tsukuru bir yolculuğa çıkıyor. “Hac Yılları” parçası biraz belki ondan dolayı konmuştur. O insanın yüreğindeki nedensiz hüznün kaynağını bulmaya çalışıyor Tsukuru. Çünkü kız arkadaşı o yönde ona yol mu gösteriyor diyeyim, öğüt mü veriyor, istiyor mu, öyle konuşuyorlar işte. Ondan sonra ona karar veriyor gibi bir şeydi bu olay örgüsü. Sanki Murakami’nin ilk dörtlemesinde de vardı, “Yaban Koyunun İzinde” yanlış hatırlamıyorsam, benzer bir yolculuğa. Ya zaten Tolstoy’un dediği gibi bütün iyi hikâyeler ya bir yolculukla başlar ya da şehre yeni birisi gelir. Bu kitapta şehre yeni giden de, yolculuğa çıkan da Tsukuru oluyor.

“‘Sizin müziğinizde kesinlikle insanı harekete geçiren, dolaysız bir güç var. Ben cazdan pek anlamam, ama o kadarını görebilirim.’
Midorigava zahmetli bir durumla karşılaşmış gibi başını iki yana sallar. ‘Evet, deha dediğin gerçekten de bazı durumlarda insana kendini iyi hissettirir. Hoş görünürsün, insanların dikkatini çekersin, işler yolunda giderse para da kazanırsın. Kadınlar senin peşine düşer. Eh, yokluklarındansa olmaları daha iyi elbette. Fakat deha dediğin şey var ya Haida, ancak bedensel ve zihinsel olarak muazzam bir odaklanmayla desteklenirse işlev kazanır. Beynindeki vidalardan biri yerinden oynasa ya da vücudundaki bir bağ kopuverse, bu deha şafak vaktindeki sis gibi dağılıp gidiverir. Sözgelimi, azıdişlerin sızlaca, omzun tutulsa, doğru düzgün piyano çalamaz hale gelirsin. Doğru söylüyorum. Bu benim başıma gerçekten de geldi. Tek bir çürük diş, ağrıyan bir sırt yüzünden, insanlara geçirmek istediğin o güzelim hayal ve tınılar kolayca heba olur gider. İnsan bedeni her zaman kırılgandır. Karmaşık bir sistem üzerine kuruludur ve bu sistem ufacık şeyler yüzünden sık sık bozulur. Dahası, bir kez bozuldu mu, çoğu durumda onarılması da zordur. Çürük diş, omuz tutulması tedavi edilebilir, ama bir sürü onarılamayacak şey var. Bir adım ötede ne olacağını bilemediğin, böylesine tekinsiz bir zemin üzerinde bel bağladığın dehanın ne anlamı olabilir ki?’
‘Evet, deha gelip geçici olabilir. Bunu hayatlarının sonuna kadar korumayı başaran insan sayısı da azdır belki de. Fakat deha bazen ruhani açıdan büyük bir sıçrama da yaratabilir. Bireyi aşan, evrensel, neredeyse bağımsız bir olgu olarak.’
Midorigava bir süre ciddiyetle onun bu dediklerini düşünür. Sonra konuşur.
‘Mozart ve Schubert genç yaşta öldüler, ama müzikleri ölümsüz oldu. Senin söylemek istediğin bu mu?’
‘Diyelim öyle.’
‘Böylesi bir deha, nihayetinde istisnadır. Çoğu durumda böyle bir dehaya sahip olmanın bedelini öder insan; ömrü törpülenir, erken ve zamansız bir ölüme tamam demek zorunda kalır. Bu insanın ortaya canını koyduğu bir takas gibidir. Takasa giriştikleri Tanrı mıdır, yoksa şeytan mı, işin orasını bilemem.’ (s.79,80)”

Burası gerçekten çok etkileyiciydi. Çok da uzunmuş ama çok şey anlatıyor. Bence hem yazarın görüşleri burada yansıtılmış, onun o diğer kurgu dışı kitaplarını da okuduğum için, işte “Koşmasaydım Yazamazdım”da, “Mesleğim Yazarlık”ta bahsettiği… Beden ve zihin arasındaki bağlantı, denge, o bağ çok kırılgan. Bizde mesela Peyami Safa’nın o “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda mı geçiyordu, yoksa başka bir sözü müydü, “Dişi ağrıyan insan, dişi ağrımayan herkesi mutlu zanneder” gibi bir tespiti vardı. Aynen öyle işte, yani hasta olduğumuzda nasıl her şeyimiz… İşte yine o küçük çocuk halimizden geliyor insana. Sadece hastalıktan ibaretsin, diğer insanlar ne kadar mutlu! “Ne kadar şükretsem az” dedikleri… İşte bu yüzden doğru, hem öyle hissediyor hem ona inanıyorsun. Çünkü sahip olduklarımızın kıymetini bilmiyoruz ve o dehaya sahip insanların ömrünün törpülenmesi, erken ve zamansız ölümü…

Yani bilemiyorum, böyle genel geçer bir şeyden söz edilebilir mi? Ama bir bedeli olduğu kesin. Çünkü kendini kaptırıp yaptığın işlerde büyük başarılara ulaşabiliyorsun. Birçok insan da, birçok sanatçı da, birçok düşünür, bilim insanı bu şekilde kendini besleyip gayet uzun yıllar yaşayanları da var. Öyle kendini fiziksel olarak da tüketmek şart değil yani bence. Ve şimdi Sara’yla konuşması var kahramanımızın:

“‘Şöyle bir düşününce tuhafıma gidiyor’ dedi Sara. ‘Sence de öyle değil mi? Temelde insanların birbirine karşı ilgisiz olduğu bir çağda yaşadığımız halde, başkaları hakkında muazzam miktarda bilgiyle çevrelenmiş durumdayız. Yeter ki isteyelim, insanlar hakkındaki bu bilgileri rahatlıkla elde edebilirim. Buna rağmen, yine de başkaları hakkında gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz.’ (s.125)”

Evet, bak bu anıyı unutmuştum. Mesela işte bilgi çağı, hele şimdi internet, birçok şeyi iki tıkla öğrenebiliriz. Benim adımı söylememe nedenim biraz o yani. Zaten merak eden, tanımayan, bilmeyen varsa bu zamana kadar çok rahatlıkla hem öğrenebilir hem de bir yandan da aslında zaten umurumuzda da değil açıkçası! İlgisiziz birbirimize karşı.

Ben mesela eskiden yapardım onu, artık yapmıyorum. İnsanlara böyle tanıştığım zaman isminin anlamını sorardım. Bazılarının bundan biraz rahatsız olduğunu gördüm, o yüzden bıraktım. Yani adının anlamını bilmeyen insanlar var, çok doğal geliyor bu onlara. Bana tuhaf geliyordu ya, nasıl yani? Kimisi de işte “Herkes de bunu soruyor, bir anlamı yok” falan deyip kızanlar da oluyordu bazen. Biraz da ondan bıraktım belki de. Ama bunu hiç merak etmeyen insanlar da olabiliyor. Merak duygusu işte öyle bir törpüleniyor, öyle bir üstü örtülüyor ki bu eğitim sisteminde, özellikle ailede başlayan bir süreç bu belki de. Kendi ismine ilgi duymayan, doğal olarak ilgi dediğin şey de zaten bir merak, gittiği zaman muazzam miktardaki bilginin de hiçbir anlamı kalmıyor.

Şimdi de işte o karakterlerle tek tek hesaplaşıyor, karşılaşıyor, konuşuyor, olayın iç yüzünü öğreniyor Tsukuru ve onlardan artık lakaplarıyla, o nickleriyle, renkleriyle bahsediyor bundan böyle.

“Mavi bir süre, kendi ağırlığıyla sarkan söğüt dallarını izledi. Sonra sessizliğini bozdu. ‘Bunun nedeniyle ilgili olarak senin aklına hiçbir şey gelmiyor mu?’
‘On altı yıl boyunca o nedeni düşünüp durdum. Fakat şimdi bile hiçbir fikrim yok.’
Mavi, kafası karışmış gibi gözlerini kısıp, burnunun ucunu parmağıyla ovaladı. Bir konuda derinlemesine düşündüğünde alışkanlık olarak hep böyle yapardı. ‘O gün ben sana öyle söyleyince sen de, ‘Anladım’ diyerek telefonu öylece kapattın. İtiraz da etmedin. Derinlemesine sorgulamaya da kalkmadın. Bu yüzden ben de doğal olarak senin konu hakkında bir şeyler bildiğini düşündüm.’
‘İnsanın yüreğinde gerçekten derin bir yara açıldığında söyleyecek tek sözcük bile gelmiyor aklına’ dedi Tsukuru.’ (s.145)”

Burada onun o dışlanma anını ilk öğrenişi görüyoruz. Bu soyadı Mavili olan, artık ben de kitapta geçtiği gibi renkleriyle hitap edeceğim, Mavi haber veriyor Tsukuru’ya “Seninle artık görüşmek istemiyoruz” diye bir telefon ediyor. Başta aslında iletişimi direkt kesiyorlar, koparıyorlar. Kapılarına geldiğinde ailesinden biri çıkıp “Evde yok” ya da “Müsait değil” gibi gönderiyor, telefonlarına çıkmıyorlar falan. Ama artık Tsukuru da yani merak ediyor, niye o dördü birden ulaşmışlar, zaten görüşmüyorlar. O yokmuş gibi davranıyorlar. Artık Mavi dayanamıyor. Ve üzerinden de geçmiş, aradan on altı yıl geçmiş yani.

Tsukuru da hayalindeki işi yapıyor şu an. O, trenleri çok seven, tren istasyonlarına hayran olan bir insan ve bir tren istasyonu mühendisi gibi bir şey mi oluyor, öyle değişik bir iş varmış Japonya’da muhtemelen. Bizde çok… Bizde de vardır tabii. Hatta benim bir arkadaşım da metroda öyle bir işe mi girmişti, ne yapmıştı mühendis olarak. Neyse, işte herkes farklı farklı yere savrulmuş artık, aradan on altı yıl geçmiş. O olay kapanmış, unutulmuş. Ama tabii ki Tsukuru’nun için hiç unutulmamış. Daha yeni yeni de kız arkadaşının yönlendirmesiyle bu işin peşine düşmeye karar veriyor ve Mavi burada ilk defa itiraf ediyor ona. Onu aradığında Tsukuru daha çocukken, “Anladım” deyip kapatmış telefonu. Ne yapsın yani çocuk? “Biz seninle artık görüşmek istemiyoruz, bizi bir daha arama” gibi sert bir çıkış yapıyordu orada, başka bir seçenek de bırakmıyor yani. Nedenini de söylemiyor. Tsukuru işte ondan sonra bunalıma giriyordu ve burada da öğrenemiyor. Yani anlıyoruz ki Mavi de bilmiyormuş aslında. O dörtlü grupta iki kız, iki erkek, kızlardan biri…

“Benim babam o kadar uzun süre üniversitede hocalık yaptı ki öğretmenlere özgü birtakım alışkanlıklar edinmişti. Evin içinde bile bize bir şeyler öğretip aydınlatmaya çalışır, kürsünün tepesinden ders verir gibi konuşurdu. Çocukluğumdan beri o tavrından nefret etmişimdir. Fakat bir an farkına vardım ki artık ben de aynı şekilde konuşmaya başlamıştım.’ (s.180)”

İşte bu hem yazarımızın tespiti, hem bunu neredeyse bütün aile ilişkileri konu alan kitaplarda görebilirsiniz, eğer o kitaplar gerçekçi işlenmişse. Daha yeni işte “Babalar ve Oğulları”nı okumuştum ben de, bilmiyorum bundan önce mi yayınlarım onu. Orada da geçiyordu benzer bir durum. Bunu birçok filmde sizde de görürsünüz. Kendi hayatınızda da görürsünüz.

Belli bir yaşa gelince sizi yetiştiren insanların belki de en sevmediğiniz huylarına bir bakarsınız ki, sizin de huylarınız aynısı olmuş. O beğenmediğiniz özellikler, siz yapıyorsunuz ki zaten çoğunda beğenmeme nedeni de bir saçma olur genelde. Sırf böyle ergenlikten, o karşı çıkma dürtüsüyle sevmediğiniz şeyler olur, aslında olumlu şeylerdir. Hatta arkadaşlarınız falan sever böyle, “Aa işte” derler, “Senin annen baban ne kadar iyi”. Sen anlamazsın onu o an, o senin normalin olduğu için.

Bu da hayatla ilgili aslında çok değişik bir ipucu veriyor. Büyük konuşma, insanları bilip bilmeden eleştirme, gibi şeyler de öğütlenir ya sürekli. Bilmiyorsun çünkü sen onun neler yaşadığını, hangi yollardan geçtiğini, o seçimleri nasıl yaptığını. Belki benzer bir duruma düşsen sen de onu yapacaksın, aynı şekilde hareket edeceksin. Ya da o belki senin şu anki durumunu çoktan yaşadı, geçti, üzerinden yıllar geçti ve öyle birine dönüştü ve yolun sonunda belki sen de aynısı olacaksın, aynısı olmasa benzeri. O zaman şu an eleştirdiklerine dönüşme potansiyeli olan bir canlısın yani sen de. Bilmiyorum anlatabildim mi, çok mu karışık oldu?

Siyaseti konuşmayı ben o yüzden hiç sevmem. Hem çözüme de ulaştırmıyor hiçbir taraf, sadece eleştiriyor. Hem de bilmiyorsun onun arkasındaki nedenleri, sebepleri. Oturduğun yerden çok rahat… Bütün berberler, kuaförler size dünyayı kurtarır iki dakikada, sizin saçınızı keserken. Dikkat ederseniz her şeyi bilirler, çünkü hiçbir sorumlulukları yok. Sen madem bu kadar biliyorsun, niye burada saç kesiyorsun? Kahvede okey oynayan amcalar, dedeler de aynı şekilde her şeyi bilirler, çözmüşlerdir. Öyle kolay değil işte. Ben de oturduğum yerden mesela onları eleştiriyorum, o da ayrı bir ironi.

Neyse, daha fazla kendimize de yüklenmeyelim durduk yere. Ama bu öğretmen çocuklarında bir değişik bir durum var gerçekten. Ya çok iyi öğrenciler oluyorlar ya da böyle tamamen alakasız. Arada kalan ben pek görmedim. Benim de vardı öyle birkaç tanıdığım. Zor bir şey öğretmen çocuğu olmak, çok güzel gibi geliyor bir yandan da. İşte ters de tepebilir, değişik… Denge, denge burada da önemli.

“Evet, doğru. Tsukuru Tazaki şu ana kadarki yaşamında ihtiyaç duyduğu her şeyi elde edebilmişti. Bir şeyi isteyip de ulaşamadığı, bu yüzden ıstırap çektiği hiç olmamıştı. Fakat öte yandan bir şeyi gerçekten isteyip, uğruna eziyete katlanarak elde etmenin sevinci de, anımsadığı kadarıyla bir kez bile yaşamamıştı. (s.205)”

Bahsettiğim gibi Tsukuru Tazaki hayalindeki o işe kavuşuyor, aslında en sevdiği şeyle uğraşıyor tren istasyonlarıyla. Ama buna da çok kolay ulaşıyor! Hemen üniversiteyi bitirir bitirmez. Onun o yüzden o tadını da alamıyor. Bilmiyorum ama bir insanın o ıstırap çekme, acı çekme ihtiyacı da var sanki. O bir olgunluk gerektiriyor, “Hamdım, piştim, yandım” gibi. Sanki insanın pişmesi gerekiyor. Öyle olunca daha tatlı oluyor ulaşılan hedef. Bu da yine hayatın çok ilginç bir durumu, bazen insan öyle kendi başarısının da kurbanı olabiliyor.

“Tsukuru sandalyedeki oturuşunu düzeltip, buzlu sudan bir yudum içti. Geriye bir tek sessiz hüzün kalmıştı. Göğsünün sol tarafında, delici bir aletle deşilmiş gibi kesik kesik bir sancı vardı. Delinen yerden kanının ılık ılık aktığını bile hissediyor gibiydi. Evet, muhtemelen kandı bu akan. Böyle bir acıyı uzun zamandır, o dört arkadaşı onu terk ettiğinden beri, hiç yaşamamıştı. Gözlerini kapattı, kendini suya bırakır gibi bir süre o acı âleminin içinde yüzdü. Hâlâ acı hissedebiliyor olması iyiydi. Öyle düşünmeye çabaladı. Acı bile hissedemeyecek hale gelmek, işte bu feci bir durumdu. (s.212)”

Evet, yine az önceki alıntıyla da sanki alakalı, aradan bir on sayfa falan geçmiş. İnsana bazen acı çekmek bile hayatta olduğunu hissettiriyor. En azından güzel bir şey gibi oluyor. Hiçbir şey hissetmemek gerçekten çok daha kötü ve bir insana verilebilecek en büyük ceza da onu görmezden gelmektir, onun varlığını görmemek. Bunu da bana birisi söylemişti, şimdi kim söylemişti onu düşünüyorum, hatırlayamadım. Şey demiştim ona, çünkü bu benim hayatta çok sinir olduğum bir şeydir, birileri bana böyle bir şey danışır, ben de ona işte söylerim “şöyle şöyle yapabilirsin, ben olsam şöyle şöyle yapardım.” Genelde tarzım odur ama o kişi de kalkar benim dediğimin tam tersini yapar. Yani buna çok sinir olurum. Buna sinir olan yakınımda da böyle kaç kişi vardı, hep anlatırlar kendi ailelerinden, eşlerinden, dostlarından başından geçenleri. Yani bu demek ki insanın doğasında var, normal karşılamak lazım bunu. Ama bir gün işte o kişiye söylediğimde dedi ki: “En azından seni dinliyor! Ya da en azından sana sormuş. Senin fikrini, sen belki öyle düşünüyorsun, fikrini dikkate almadı gibi hissediyorsun ama” demişti, “dinlemesi bile aslında çok şey ifade eder. Ya hiç dinlemeseydi, ya hiç sormasaydı?” diye sordu. Ve o zaman ben bir işte aydınlanma yaşamıştım. Yani gerçekten öyle, seni dinlemek zorunda değil ki arkadaş!

Ben de öyle herkese her şeyi soruyorum ama ne kadar onların dediklerini yapıyorum? İnsan yine en son kendi istediği şeyi yapıyor aslında ve biraz o istediği cevabı arıyor gibi bir şey. Çoğu insan böyle yapar, kendi doğrularını kim söylüyorsa ona sorar. Zaten bunun doğruyu aramakla alakası yok, tamamen kendini haklı çıkarmaya yönelik, vicdan rahatlatmak gibi bir şey.

“Anlaşılmak lükstür” diyordum ben eskiden. Sonra “İnsan Olmak” kitabını okuyunca Engin Geçtan’ın, öğrendim ki kendini anlatabilmek de, o da biraz senin sorumluluğun. Doğru ifade edebilmek, “beni anlamıyorlar” deyip geçmek çok kolay. Sen bakalım ne kadar anlatabiliyorsun, anlatıyor musun ya da deniyor musun? Bunun için uğraşıyor musun, bunun için emek veriyor musun? Bunlar da çok önemli. İğneyi kendine çuvaldızı başkalarına… Bak bu da mesela güzel bir atasözümüzdür. Bazen de işte o aşırıya kaçma huylarım… Ben çuvaldızı kendime batırırım yani, kendime daha çok yüklenirim. O da yanlış, bu kadar da değil. Sen kendini de korumalısın. Hiçbir zaman dünyanın tüm yükünü tek başına sırtlanmamak lazım. Aciz bir insanız yani. Her şeye gücümüzün yettiği, yetebileceğini de çok büyük bir yanılgı. Öyle bir hataya da düşmemek gerekir. Onu insanlara güç versin diye gaza getirmek için söylüyorlar belki ama o da felakete götürüyor bir yandan insanı. Neyse biz devam edelim:

“Olga güldü. ‘Hangi dilde olursa olsun, açıklanması güç meseleler yaşamımızda hep olur.’
Tsukuru başını sallayarak onayladı. Yaşamla ilgili tespitler yapmak, belki de Finlilerin ortak özelliğiydi. Belki de, kışların uzun geçiyor olması bunda etkili oluyordu. Fakat Olga haklıydı. Bu, dille ilgisi olmayan bir meseleydi. Herhalde. (s.225)”

Burada o renkli arkadaşlarından birinin eşi Finli’ydi, yanlış hatırlamıyorsam. Çok iyi de bir insandı. Hatta orada onunla da konuşuyorlardı falan, iyi anlaşıyorlardı. ondan da çok şey öğreniyordu. Ya insanın aradan böyle yıllar geçip çocukluk arkadaşıyla tanışması… Zaten Facebook ilk çıktığı zaman ben yine lisedeydim o zaman. her şey de benim lise dönemime denk geldi. Hep oralardan örnek vermem de ne yapayım yani o döneme denk geliyor. Birçok insanın da, mesela daha benden büyük olanlar o dönem hep anlatırlar, böyle çocukluk arkadaşlarını, ilkokul arkadaşlarını falan bulmuşlar Facebook sayesinde. Sonra ne oldu bilmiyorum. Zaten Facebook şeye döndü diyorlar, yaşlılar, emekliler kıraathanesi. Bizim öyle bir yer açılmış, belediyenin. Ne derler ona, sosyal tesis, çay bahçesi gibi bir şey. Oralar gibi görünüyor şu an Facebook galiba. Bilmiyorum… Mesela geçenlerde Instagram kapatılmış mıydı, engellenmiş miydi, öyle bir şey olmuştu ya bizim ülkemizde. Sadece dışarıdan falan giriyorlar. Bir olay olmuştu birkaç gün, ben onu mesela fark etmedim çünkü girmiyorum.

Benim telefonum biraz eski bir model olduğu için, bir senedir yeni telefon alacağım, daha denk getiremedim, fırsatım olmadı yani. Arada bakıyorum böyle yeni modellere falan ama yani şu anki telefonumu da böyle yavaş yavaş çözüyorum. O yüzden hâlâ kullanmaya devam ediyorum. Bazı uygulamalara girince telefon komple kapanıyor, “ben bunu artık kaldıramam” diyor yani. İşte GPS falan girmiyorum, giremiyorum kesinlikle. WhatsApp’a bakıyorum, aniden %10'a %20'ye falan düşüyor şarj, “şarj et beni” diye uyarıyor. Şarja takıyorum %70–80 oluyor bir anda. Komik yani. Ama alıştım ona da, huysuz böyle bir arkadaş gibi. Bazı şeylere girince de işte internette bir şey ararsam biliyorum kapanacak hemen. O yüzden telefondan bakmıyorum o tarz şeylere.

Neden anlatıyorum şu an bunları? Konu nereden buraya geldi? Facebook’tan bahsediyordum işte, yaşlılardan, yaşamla ilgili tespitler yapmaktan. Bilmiyorum şu an Instagram’ı falanı zaten çok anlamıyorum da ben. O çok acayip, her taraftan yani neye tıklasan ekranda bir şey oluyor. Kalpler, bir şeyler, ateşler, gülücükler, değişik değişik insanlar, hiç tanımadığın… Keşfet zaten benim için keşfetME. Yani tam tersi, ben de çünkü bir şeyin o sonunu getirme… Onun sonu yokmuş galiba, istediğin kadar o scroll down’mı diyorlar, aşağı indirme. Benim için eziyet yani, ben böyle bir şey kaldıramam. O yüzden de bu Instagram’a bir türlü alışamadım, çok kullanmıyorum, kapandığını bile fark etmedim yani. Biraz bu podcast için açmıştım bir hesap, oraya da girmiyorum. Ne zamandır oraya haftada bir resim atmak, yani bana bu ses kaydını alıp montajını yapıp Spotify’a yüklemekten daha zor geliyor. İşte biraz alışkanlıklarla alakalı.

“İşte o an, Tsukuru nihayet her şeyi kabullenmeyi başarabildi. Tsukuru Tazaki ruhunun derinliklerinde anlayabiliyordu artık. İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine, bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi. (s.266)”

Tsukuru artık o dönüşümünü tamamlıyor, kahramanın yolculuğu burada artık süper kahramana evriliyor tabiri caizse. Çünkü kabullenmeyi öğreniyor, bu insanın, insanlığın süper gücü. Aydınlanma evresi, o her şeyi kabullendiği an. Kabullenebilirim diyebilmek, çok fazla şeyi — neredeyse her şey diyeceğim ama o kadar da değil. Tabii ki çok az ama çok az şeye etkin var, çok az şeyi değiştirebilirsin tek başına. Çünkü biz acılarımızla — yazarımızın kırılganlık dediği, “pamuk ipliğine bağlılık” diyorum ben de ona — varız.

Affetmek, kabullenmek çok güçlü eylemler. Tam tersi zannedilir, özür dilemek de mesela aynı şekilde. Hep yanlış anlaşılır bizde, sanki dileyeni küçültüyormuş gibi. Tam tersidir aslında, oradaki o denge çok acayiptir. Bunu keşfedince sana gerçekten bir aydınlanma gelir ve gerçek uyum da böyle bir şey. Yine kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri, “inşa etmek” diye görünce hatırladım.

“İstasyon inşa etmekten farkı yok. Eğer geçici bir süre için bile olsa, büyük anlamı ve amacı olan bir şeyse, ufak tefek hatalar yüzünden yıkılıvermesi, yok olup gitmesi söz konusu olamaz. Mükemmel olmasa bile, ilk yapman gereken istasyonu inşa etmek. Öyle değil mi? İstasyon olmazsa, trenin durabileceği yer de olmaz çünkü. Dahası, değer verdiğin bir insanı karşılayabilmen de mümkün olmaz. Eğer orada rahatsız edici bir şey görürsen, daha sonra yeri geldikçe el atarsın. Önce istasyonunu inşa et. Ona özel bir istasyon. Orada durması gerekmese bile, trenlerin kendini tutamayarak durmak isteyecekleri bir istasyon. Öyle bir istasyonu kafanda canlandır, somut bir şekil ver, renk ver. Sonra adını çiviyle temeline kazı, can üfle. Senin buna yetecek gücün var. Gecenin karanlığında o soğuk denizi tek başına yüzerek aşmayı başarmış bir adamsın ne de olsa. (s.279,280)”

Diyor burada Tsukuru, hayatın da aslında işiyle ne kadar benzer olduğunu, bütün bu ilişkilerin aslında insanlara özel bir istasyon inşa etmekten ibaret olduğunu anlıyor. Bu biraz o “Babam ve Oğlum” filmindeki “ona bir oda ver baba” bölümü gibi. Birilerine ait, buna istasyon diyebilirsiniz, oda diyebilirsiniz, “başımın üstünde yerin var” deriz biz mesela, kalbinde bir yer olabilir, bir yer insanlara ait, diğer insanlara ait, onun bulunabileceği, onu oraya sabit koyacağın.

Mesela tehlikeli bir yanlış soru vardır bizim küçük çocuklara sorduğumuz, “babanı mı daha çok seviyorsun, anneni mi” gibi sorular. Yani çocuğu da zaten afallatır. Bilmiyorum ama bence pedagojik olarak da uygun değil yani böyle sorular. Herkesin ayrı bir yeri olduğunu, hepsinin yerinin ayrı olduğunu öğretebilmek lazım insanlara. Her şeyin bir yeri ve zamanı, ayrı bir değeri ve zihninizde o insana bir yer inşa ettiğiniz zaman o hep orada oluyor yani. O onun ölüp gitmesi de değiştirmiyor bir şeyleri, onun size kötü bir şey söylemesi de belki. Çünkü siz orayı o güzel anılarla doldurduğunuz için…

Yani bilmiyorum kitabı ne kadar anlatabildim? Anlatamadım. Aslında çok anlatmaya da çalışmadım zaten. Son cümlesini de mesela not almamışım bu kitabın, çünkü öyle bir huyum yoktu eskiden. Dune’dan sonra başladı. Bir de, onda her şeyi nedense bir anlatma şeyi geldi bana. Hiç öyle bir podcast yapma amacım yok aslında, böyle kitapları başından sonuna özet geçmiyorum. Bu alıntılar bende bu kitaptan iz bırakan yerlerdi. Murakami yine çok güzel bir kitap yazmış, arkadaşlığı dostluğu değişik bir şekilde ele almış diyebilirim. Murakami severler, sever bu kitabı. Ben de bayağı bir unutmuşum aslında, üzerinden böyle 3–5 yıl geçtikten sonra belki tekrar okuyabilirim. Çünkü bu tekrar okumak isteyebileceğim bir Murakami kitabı.

Ya da belki bir çılgınlık yapar bu kendi podcastimi dinlerim, her ne kadar kendi sesimden artık bıkkınlık gelse de. Yine de dinlemem lazım, sonuçta bunları kendim için yapıyorum. Ama ben bunları yazıya da geçiriyorum, hem Medium’da paylaşıyorum hem de bir blog da açmıştım. O blogu güncelleyeceğim böyle ayda bir falan da oraya bir bakmak istiyorum. Bunların bir yazılı hali, bir yazılı şekli de olsun eliminin altında diye. En azından alıntılarım, merak ederseniz oraya da bakabilirsiniz, zaten “hesapkitappodcast” diye arayınca çıkacaktır.

Böylece şu anda okuyup bitirdiğim, kaydını almadığım hiçbir Murakami kitabı kalmadı. Demek ki yeni bir Murakami kitabı okuyabilirim, o yüzden de mutlu oldum şimdi. Size niye söylüyorum bunu? Mutluluklar paylaştıkça çoğalırmış, belki siz de mutlu olursunuz.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder