Babalar ve Oğullar, Dur Diyebilmek, Baytar ve Hayat Sandığımız
İvan Sergeyeviç Turgenyev’in Babalar ve Oğullar kitabı ilk olarak 1862 yılında yayımlanmış ve orijinal adı “Babalar ve Çocuklar” şeklindeymiş aslında. Nedense bizde böyle çevrilmiş ve öyle kalmış. Gerçi ben “Babalar ve Çocuklar” diye bir baskısını da görmüştüm sanki ama benim okuduğum kitap Şule Yayınları’nın Aralık 2016 baskısıydı. Türkçesi de İpek Menekşe’ye aitti.
Babalar ve Oğullar dünya edebiyatı için, Rus edebiyatı için nasıl çok önemli bir yere sahipse, benim için de ayrıca bir önemi vardı. Yani biliyordum, sürekli hep “okuyacağım, okuyacağım” dediğim, okumak istediğim ama doğru zamanı beklediğim bir kitap olmuştu. Başlığından ötürü de biraz korktum açıkçası. Yani ben “Babam ve Oğlum” filmini de mesela çok sonradan seyretmiştim, üzülürüm ağlarım diye. Ve evet, üzülmüştüm de hakikaten ama seyrettim yani sonuçta.
Bu kitap da aynı şekilde, biliyorum bir gün okuyacağım ama bir vesile çıkmasını bekliyorum. O, Polat Alemdar’ın sözü zannedilen ama Al Capone’a ait meşhur bir söz vardı. Aynı orada bahsettiği gibi, işte bu tarz okumayı çok istediğim kitaplar, bir sabah karşıma çıkarsa önemsemiyorum, öğlen aynı kitap yine bir yerde denk gelirse tesadüf deyip geçiyorum. Ama aynı kitabı akşam da görürsem, bir arkadaşım bahsederse, biri bir mesaj atarsa, bir yorum yaparsa ya da bir yerde karşıma çıkarsa hiç affetmiyorum, okuyorum o kitabı.
Okumaya başlayınca bitiyor zaten, önemli olan başlamak ve bu kitabı da başladık ve bitirdik çok şükür. Çünkü okunacak çok şey var, yani hayat kısıtlı, zaman kısıtlı. Bir yandan da işte bu kitaplar benim için emniyet subabı gibi bir şey. Yani işte bak, Harry Potter serisini bir türlü okuyamadım, başlayamadım. “Onu da mı okumadın?” diyen biri olsa, “Daha ben Babalar ve Oğulları okumadım” diyebilirdim.
Yani bu zamana kadar, şu anda da mesela aynı şey Karamazov Kardeşler için geçerli, onu da okuyamadım, bir türlü başlayamadım. Yani işte denk gelmedi, yoksa onu da çok okumak istiyorum. Hatta belki içinizden o romanı da çok sevenler varsa “Hemen şu an bu yaptığın işi de bırak ve onu oku” da diyebilirler, o derece önemli bir kitap olduğunu biliyorum. Ama işte denk getireceğiz bir gün, bir yerde okuyacağız inşallah.
Ve bu kitap sonunda denk geldi, hem de okuma grubum sayesinde. Zaten orada, o bizim listemizde olduğunu görünce çok sevinmiştim. “Ha” dedim, “sonunda evet, kitabı okuyabileceğim” ve okudum, bitirdim. Hemen iki günde su gibi aktı geçti, muhteşem bir kitap. Neden bu kadar önemli olduğunu hem okuduktan sonra hem üzerine konuştuktan sonra daha da iyi anladım.
Dile kolay, 1862 yılında yayınlanmış bu kitap ve “Babalar ve Çocuklar” şeklindeydi birebir Rusça çevirisi ama bize nedense “Babalar ve Oğullar” diye çevrilmiş ve öyle de kalmış. Gerçi ben “Babalar ve Çocuklar” diye bir kütüphanede görmüştüm ama “bu değildir” diye hiç bakmamıştım bile. Keşke bir açıp baksaymışım o an, artık basiretim mi bağlandı ne oldu? Oluyor bazen böyle, insan bir bakar yani değil mi? Oraya kadar gitmişsin. Gidip başka bir kütüphaneye gitmiştim, bulmuştum bu kitabı ve benim okuduğum da Şule Yayınları’nın 2016 baskısıydı. Özellikle söyleme gereği hissettim çünkü yazar romana şu cümlelerle başlıyor:
“‘Piotr, henüz görünmedi değil mi?’
Bu soru 1859 Mayısının yirmisinde, kırk yaşını biraz geçmiş, üzerinde tozlu ceketi ve kareli pantolonu bulunan ve şapkasını takmadan S’deki konaklama istasyonunun alçak basamaklarında beliren bir beyefendi tarafından sorulmuştu.”
Bu işte kitaptaki babalardan biri sorduğunda, oğlu tahmin edeceğiniz üzere… Ve yazar güncel bir roman yazmış, 1862'de yayınlanıyor ama 1859 Mayıs’ın 20'si diye de hatta tarihlere kadar vermiş. Ya bugün mesela bir roman yazıyorsunuz 2024 yılında ve 2022'de başlatıp 2023'e, 24'e kadar getiriyorsunuz o romanı. Ve bu romanda her şeye baş kaldıran, hiçbir kural, hiçbir güç, otorite tanımayan bir karakter oluyor başrolde. Her şeyi eleştiriyorsunuz, yani böyle bir şey yazmak işte hiç hiç kolay değil.
Bunu başarmış Turgenyev, bu tehlikeli işe atılmış. Bu yüzden yerden yere vurulduğu da olmuş. Hatta hayatının bir döneminde bir ay kadar galiba hapis de yapmış Rusya’da zaten. Yani o baskı dönemi, baskı rejimi… Dostoyevski de… O, gerçi onun kumar sorunları da vardı. Şöyle bir güzel yanı var mesela: Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, bunlar hep aynı dönemin yazarları, birbirlerinden etkileniyorlar, birbirleriyle yarışıyorlar. Yani inanılmaz bir çağ gerçekten o dönem.
Ama bu kitap mesela Batı’da ilk tanınan Rus romanı olmuş. Bununla birlikte açılmış. Ya Gogol’un “Palto” kadar, hatta belki de bazılarınca ondan da daha önemli görülmüş bu kitap. Nihilizmin böyle ete kemiğe büründürmek çatışmasını da anlatıyor işte içinde. O Babalar ve Oğullar, iki farklı neslin aradaki o fark o kadar çok ki, ne yaparsan yap kapanmayan, gittikçe açılan mesafe… Bunu çok iyi anlatmış yazar ve bütün bunların arasında bir de inanılmaz bir aşk hikâyesine sığdırmış. Çok çok güzeldi, çok beğendim ben bu kitabı.
İyi ki okumuşum dedim. Şimdi baştan uyarayım, kitabın başından sonuna, her yerinden artık spoiler olacak. Eğer siz de okumadıysanız bu kitabı, okuyup da gelin bence. Bana kalırsa sonrasında devam edin isterseniz. Ya da benim düşünceme göre bu kitabın sonunu da bilseniz, başını da bilseniz hiç fark etmez. Okumadıysanız bu bölümü tamamen dinledikten sonra da okuyabilirsiniz. Yeter ki okuyun yani, o okunması gereken bir kitap.
Bence özellikle babalar tarafından ve 20'li yaşlarından sonra bütün gençler tarafından da, üniversite dönemindeki gençler tarafından da okunabilir rahatlıkla. Liseliler tarafından da okutulup anlaşılabilir. Böyle geniş kitlelere yayılan, yayılabileceği gibi bana göre bir aşk romanı da bu. Aynı zamanda çok romantik insanlar da okuyabilir sonuna kadar. Ama tabii sabredin, öyle başlarda Bazarov’a inanıp da “Bu kitap da boş, hiçbir şeyin önemi yok” deyip geçmeyin. Çünkü kitap boş değil, çok hoş.
Şöyle zorlukları var tabii, ilk defa eğer bir Rus romanı okuyorsanız, Rus edebiyatına girdiyseniz isimler… Evet, herkesin iki üç tane ismi var. Annesi başka bir şey diyor çocuğuna, babası başka bir şey diyor, bir o baloda başka bir şey söylüyorlar, arkadaşı başka bir… Böyle yani. Onu ama çok fazla karakter yok, yani 5–6 kişi arasında dönüp duruyor olaylar. O açıdan bence çok güzel. Zaten sayfa olarak da 300 sayfa bile değil, 250 küsürdü benim okuduğum kitap, yanlış hatırlamıyorsam. Onu da yazmışımdır muhtemelen, söylerim yeri gelince. Çünkü kitabın sonundan da notum var. Bir çırpıda okunabilecek akıcılıkta harika bir roman diyeyim ve ilk alıntıma başlayayım artık, çünkü uzun olacak bu bölümde muhtemelen.
“Baba da oğul da Pavel Petrovicth’in o an orada olmasına çok sevinmişi; insanın bir an önce kurtulmak istediği onu içten etkileyen durumlar olur.”(s.30)
Burada Arkady, oğul diye bahsettiği, kitabımızın ana kahramanı gibi görünen ama aslında bir yancı olan Bazarov’un arkadaşı görevinde. Ama ana kahraman o, mutlu sona ulaşan da o zaten. Kendisi bir öğrenci, üniversiteden… Doktor olacak, yine doktor olacak kendisi gibi bir arkadaşı var Bazarov. Onunla birlikte kendi evlerine gidiyor. Babası Nikolay Petroviç, Pavel Petroviç de onun amcası, eski bir asker mi o da.
Ve işte o ilk uzun ayrılık döneminden sonra insanın bir an önce kurtulmak istediği içten durumlar… Yani o durum çok hoştur, güzeldir aslında, ama bir an evvel de bitsin istersiniz. O çok sürdükçe çünkü o duygu da iyice karmaşıklaşır, şaşırırsınız. “Tamam evet çok mutluyuz şu an ama böyle mi kalacak? Hadi devam edelim” gibisinden.
Orada bir yabancının… Yabancı demeyeyim ama bir üçüncü kişinin, Pavel Petroviç, işte orada amcası, babasının kardeşi… Onun da orada olması durumu kurtarıyor. Ama şöyle de bir durum var ki Pavel Petroviç, yani eski o askerliğin verdiği de bir durum olarak çok daha otoriter, çok daha… Yani liberal görüşlü gibi görünen, aslında biraz muhafazakâr ve nasıl diyeyim, gençlerle babası kadar en azından daha rahat anlaşamayan, çok ılımlı olmayan… He evet, hoşgörülü değil yani o kadar.
Bazarov da çünkü hiç anlaşamıyor ve sürekli çatışıyor. Bazarov çünkü bir nihilist… Oralara da geleceğim muhtemelen. Evet, tam da ondan bahsettiğim bir bölümüm varmış.
“İki kardeşin durumu birbirinden çok farklıydı. 1848'de ise bu fark azalmıştı. Nikolai Petrovicth karısını kaybetmiş, Pavel Petrovicth de hatıralarını; ölümünden sonra Prenses’i düşünmemeye çalışıyordu. Nikolai Petrovicth’in iyi yaşanmış bir hayatı vardı, oğlu gözlerinin önünde yetişiyor, büyüyordu. Pavel Petrovicth ise aksine gençlik bittiğinde yaşlılık henüz gelmemişken, pişmanlıkların umutlara, umutların da pişmanlıklara yakın olduğu o belirsiz döneme girmekte olan yalnız bir bekârdı.”(s.43)
Diye tanımlıyor burada amcasını. Yani amcası bir burada prenses diye belirttiği bir kadına âşık oluyor ve ondan sonra hayatı tepe taklak ilerliyor. Çünkü aşkına karşılık bulamıyor. Babası da eşini kaybetmiş, yani Arkady’nin annesi… Ve bu iki kayıp bu iki kardeşi birbirine yaklaştırmıştır.
Bu göreceğimiz çiftlik hayatı… Zaten toprak sahibiler, asiller. Yani aslında işte bir sürü işçileri, köylüleri, aslında o döneme göre serleri, köleleri var. Tuzları kuru yani aslında, ama tam orta çaplı bir zenginlik. Yani çok da… Göreceğiz kitabın ilerleyen bölümlerinde benzer bir durumda mesela Bazarov’un da ailesi. Onun da babası doktor, yine çiftlikleri var, bir sürü çalışanları, şeyleri var ama odası daha küçük, evleri biraz daha eski, daha az toprakları, dönümleri var. Yani aralarındaki fark bu şekilde.
Ama bence ikisi de… Bir sürü hizmetçileri, atları var, şeyleri var, her şeyleri var. Yani aslında bir çiftlik hayatında yaşayan bunlar. Kesinlikle Rusya’nın geleceği, yani o dönem için geleceğe umutla baktıkları yetişmiş çocuklar bunlar. Nereye kadar gidecekleri… Sınırı yok o dönem için, her şey olabilir. Bazarov özellikle çok zeki, karizmatik de birisi olduğu için ve sözünü de hiç sakınmadan… Yani Rusya için de çok önemli bir şahsiyet, Rusya için bile bir umut kaynağı.
Yani Pavel için ise artık iş işten geçmiş. Yani o zamanında yüzbaşılığa kadar yükselmiş ve onun da geleceği çok parlak… Kılıç diyor. Ona karşılık bulamayınca her şeyden vazgeçip, hayattan da vazgeçip, işte bir bekâr olarak… Bu tanım işte çok güzeldi, o yüzden ben aldım bu alıntıyı: “Pişmanlıkların umutlara, umutların da pişmanlıklara yakın olduğu belirsiz dönemde yaşıyor.”
Ve şimdi fark ediyorum bunu aslında… Bazarov… Eğer onu hemen şimdi söyleyeyim mi, yeri gelince söylerim… Bazarov, Pavel olabilirmiş diyeyim. Bence siz anlayacaksınız zaten birazdan ne demek istediğimi. Ve Arkadi de amcasının o hikâyesini daha ayrıntılı, çok daha güzel… Benim burada yaptığım saçma sapan özet gibi değil de her şeyi anlatıyor. Aslında anlatmak zorunda kalıyor çünkü Bazarov, yani sınırı yok hiçbir şekilde, onlara bir saygı göstermiyor, küçümsüyor onları. Yani Arkady de işte mecburen hem onun hikâyesini anlatıyor hem de onu küçümsememesi, ters olması gerekecek kadar büyük sözlerden oluşuyor. Şöyle diyor Bazarov:
“‘Kim küçümsüyor ki?’ diye sert sert yanıtladı Bazarov. ‘Yine de söylemeliyim, bütün hayatını bir kâğıt üzerine oynayan, bir kadının aşkı uğruna tehlikeye atan ve o kâğıt boş çıktığında küsüp hiçbir işe yaramaz hale gelinceye kadar kendini koyveren birine ben adam demem. Onun mutsuz olduğunu söylüyorsun, sen daha iyi bilirsin ama onun bütün o geçici heveslerinden vazgeçmediği muhakkak. Eminim o iğrenç Galignani’yi okuduğu ve ayda bir, bir çiftçiyi falakadan kurtardığı için kendini ciddi ciddi üstün bir yaratık olarak görüyordur.’”(s.45)
Birçok yazara, hep böyle edebiyatçılara, şairlere öfke kusuyor Bazarov. Yani “Bunlar boş iş, okuyacaksınız işte madde ve karanlık mıydı, madde ve bir şey…” Gak yine unuttum, not almıştım aslında ama kâğıt yanımda yok şu an. “Okuyacaksınız onu okuyun” diyor, “Fizik okuyun, kimya okuyun, bırakın bu boş işleri” kafasında.
Ve “Ben adam demem” diyor işte. Mesela “Ya işte, hey gidi… Kendini koyuveren birine, hiçbir işe yaramaz hale gelinceye kadar kendini koyuveren birine ben adam demem” diyor. Deme bakalım, deme bu sefer… Raphael arkadaş!
“Bazarov ters ters, ‘Bana göre Raphael beş kuruş etmez, ötekilerin de ondan farkı yok.’ dedi.
‘Bravo, bravo! Dinle Arkady… İşte günümüzün gençleri kendini böyle ifade etmeli! İnsan şöyle bir düşünecek olursa tabii ki senin arkandan gelirler! Eskiden gençler çalışmak zorundaydı; kendilerine mankafa denmesini istemezlerdi, bu yüzden hoşlarına gitse de gitmese de çok çalışmak zorundaydılar. Ama şimdi sadece ‘Dünyadaki her şey çok saçma!’ demeleri yeterli oluyor, numaraları tutuyor. Gençler buna bayılıyor. Hiç şüphe yok ki önceden birer kazkafaydılar, ama sonra birdenbire nihilist oldular.’”(s.73)
İşte bu sözleri söyleyen Pavel, Pavel Petroviç, Arkady’nin amcası. İşte “Dinle Arkady” deyip başlıyor böyle Bazarov’a saydırmaya aslında. Çünkü Bazarov burada, yani beni de sinir ediyor, “Raphael beş kuruş etmez.” İşte o Raphael dediği Ninja Kaplumbağalar değil. Ninja Kaplumbağalar da gerçi yine o sanatçılardan isimlerini almıştır yanlış bilmiyorsam: Raphael, Leonardo, Donatello, öbürü neydi… Michelangelo. He evet.
Neyse, burada bir yerde işte onlardan da söz açılıyor ve ona da “Beş kuruş etmez.” Hiç kimse, hiçbir şeyi beğenmiyor yani. Sanata dair beğenmemeye geçtim, küçümsüyor, aşağılıyor. Beğenmeyebilirsiniz, o problem değil ama bu saygısızlık kabul edilebilir gibi değil ve Pavel de işte burada karşı çıkarak hem o karakterini gösteriyor hem de birinin artık dur demesi lazım yani.
Bununla mesela burası ile ilgili benim de başımdan geçmiş anım var. Onu yeri gelmişken anlatayım. Burada Pavel’in yaptığı mesela yanlışmış gibi zannedilebilir ya, “Bazarov’a söylesen ne olacak, o zaten seni de sallamıyor” diye düşünebilirsiniz ama işte burada bir karakter gösteriyor aslında Pavel, bir duruş sergiliyor.
Mesela benim Almanya’dan 2 yaşında küçük yeğenim gelmişti. Tatilde oldu bu, bayağı şimdi üzerinden aylar geçti ama, unutamadığım bir ders verdi bana o 2 yaşındaki çocuk. Onun şimdi anası babası da çalıştığı için orada bir kreşe veriyorlarmış. Kreşte kalıyor günün bir bölümünde, günün işte 4'e, 5'e kadar, annesi gelene kadar. Ve orada hem Almanca öğreniyor, hem orada işte şarkılar, bir şeyler, bir yandan da eğitim de veriyorlarmış.
“Ne öğretilir 2 yaşındaki çocuğa?” diyeceksiniz belki ama, benim 30 yaşında öğrendiğim ve onlarca kitap okuyup da ancak öğrenip hayata 30'larda ancak geçirebildiğim bir şeyi orada 2 yaşındaki çocuğa öğretmişler, işlemişler beynine ve ağzımız açık kaldı yani onun o özgüveni karşısında. Çünkü henüz daha tam konuşamıyor ve Türkçeyi de Almancayı da ne kadar anlıyor, ne kadar biliyor, emin değiliz yani. Çocuğun zihnine de giremediğimiz için ama anlıyor yani birçok şeyi.
Ortalıkta hep böyle koşan, gezinen sevimli küçük bir kız çocuğu hayal edin ve biz tabii onu sürekli sevmek istiyoruz, işte bir şeyler vermek, etmek… Ama o hoşuna gitmeyen bir şey olduğu anda hemen dikiliyor karşınıza, elini böyle kaldırıyor. Bir… Bu arada elimi gösteriyorum siz sanki görebiliyormuşsunuz gibi… Bir trafik polisi gibi işaret ediyor ve “Stop” diyor. “Stop” yani İngilizcedeki dur anlamına gelen “Dur” diyor. Küçücük çocuk sana “Bunu istemiyorum” diyor yani. “Hayır, ben izin vermeden sen beni öpemezsin, sen bana çikolata da veremezsin, sevmediğim bir şeyi de veremezsin, dur” diyor. Neden? “Bu istemiyorum.” Çok basit.
Bunu biz öğretmiyoruz çocuklara, böyle bir eğitim sistemi yok. Benim zamanımda yoktu ve bu işte bir insana, bir çocuğa ilk öğretilmesi gereken şey: Bir yerde bir hoşuna gitmeyen bir şey olduğu zaman “Dur” diyeceksin, bunu belirteceksin.
Pavel de burada “Dinle Arkady” diye başlayıp aslında onu yapıyor, bir “Dur” diyor Bazarov’a, çünkü denmesi gerekiyor artık, çünkü yolu yol değil. Ve şöyle bir not almışım ben: Bu kitap bölüm bölüm yazılmış ve her bölüm başında da Romen rakamlarıyla numaralandırılmış ve toplamda yirmisekiz bölümden oluşuyor. Onbirinci bölüm de şu şekilde başlıyor:
“Yarım saat sonra Nikolai Petrovicth bahçeye, en sevdiği çardağa gitti. Hüzünlü düşüncelere dalmıştı. İlk defa oğluyla arasındaki mesafeyi açıkça hissetti. Bu mesafenin her geçen gün daha da artacağını gördü. O halde kışları, Petersburg’da bütün günlerini yeni çıkan kitapları okuyarak boşuna geçirmişti; gençlerin sohbetlerini boşuna dinlemişti, onların heyecanlı tartışmalarına ortak olmayı başardığında boşuna sevinmişti. ‘Kardeşim bizim haklı olduğumuzu söylüyor.’ diye düşündü, ‘Kibiri bir kenara bırakırsak ben kendim de onların gerçeklerden çok uzakta olduğunu görüyorum, ama aynı zamanda onların arkasında bizde olmayan bir şey var, bizim üzerimizde bir çeşit üstünlükleri var… Gençlik mi acaba? Hayır, yalnızca gençlik değil. Onların üstünlüğü, içlerinde köle sahipliğinin izlerini bizden daha az taşımaları olabilir.”(s.75)
Burası işte bir dönüm noktasıydı aslında kitapta. Burada hem o babasına… Duruyorsunuz Arkady’nin babasına yani. Adam hakikaten çabalıyor. Yani çok da ılımlı, çok… Ya bir insan bu kadar uyumlu olabilir mi diye şaşırıyorsunuz. Ama sonra onun iki üç katı daha uyumlu olan Bazarov ailesiyle tanışıyorsunuz. Onun ana babası tam böyle melek gibi insanlar. Yani olamayacak kadar iyiler, yani o kadar çok seviyorlar ki çocukları.
İşte burada da bence yazar bize bir yol gösteriyor, bence bir işaret veriyor, bir dikkat çekiyor. O kadar çok üzerine titreme yani çocuğunun… O kadar da değil. Ondan sonra işte hem senden uzaklaşıyor, hem senden kaçıyor, hem de bir nihilist oluyor. Hiçbir şeyi tanımıyor, seni de tanımıyor, sevgiyi de tanımıyor, aşkı da tanımıyor. Her şey boş kafasında. Çünkü o fazla sevgi de belki uzaklaştırıyor bir yerden sonra.
İnsanın güvenmesi ölür ya ve insanların ölümlü olduğunu unutmamamız lazım. Biz… Ya şu hep söyleniyor işte: “İnsan öleceğini bilen tek işte yaratık, tek canlı” ve bu şekilde yaşamak zorunda kalan falan diye anlatıyoruz, söylüyoruz, biliyoruz bunu güya ama… Tamam kendi ölümlü olduğunu bil ama herkesin ölümlü olduğu bir gerçek. O en sevdiğin insan da ölecek, en sevmediğin, nefret ettiğin belki insan da ölecek.
Bu da aslında bir dengeyi gerektiriyor. Sevmediğin… Nefret ettiğin… Nefret zaten başlı başına gereksiz bir yük insanın omuzlarında. Bence kimseden nefret etmemek gerekir yani. Rahmetli babamın bir sözü vardı… Ya onun sözü değil tabii ki, bunu herkes… Herkes değil de işte keşke herkes söylese. Duyduğum, en çok onunla özdeşleşen sözü benim için şeydir çok.
Ben küçükken böyle aklım ermezken, bir… Duyduğum için onu da kötü bir şey zannediyordum yani, böyle küfür gibi bir şey olarak algılı… “Allah ıslah etsin” derdi. Ama öyle bir işte yerde derdi ki bana… Orada aslında filmlerde gördüğümüz o “Kahretsin!”, “Lanet olsun!” falan denmesi gereken bir yerde söylüyor bunu.
Ve ben bunu işte hep o büyüyene kadar, okulda karşıma çıkana kadar… Bu kelime kötü bir şey zannederdim, hiç kullanmazdım o yüzden, o ayıp zannederdim. “Islah etsin…” Bir yerde işte karşıma çıkınca, iş toprağın ıslah edilmesi falan… Coğrafya dersi miydi artık, hayat bilgisi mi… “Aa” dedim, “Niye toprağa işte lanetliyoruz, toprağı katlediyoruz” falan öyle bir anlamı var zannediyorum. Bir baktım, iyileştirmek, güzelleştirmek… Yani bir dua ediyor aslında orada ya.
Bu anlayış çok önemli. Herkesin ölümlü olduğunu kabul edince yani, ne çok kızdığınız insanlara artık kızmaz oluyorsunuz, çok sevdiğiniz insanlara da aslında o kadar çok bağlanmanın yanlış olduğunu… Yani o toksik ilişkiler derler ya şimdi günümüzde, öyle bir şey. Yani şu an anlatamadım ama sevginin de o aşırı ucu insana karşı, işte özellikle zararlı bence. Ve geldik kitaptaki tehlikeli karakterimiz… Onun hakkında şöyle diyor kitabın bir bölümünde:
“Âşık olmayı başaramayan bütün kadınlar gibi kendisi de ne olduğunu bilmediği bir şey istiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse hiçbir şey istemiyordu, ama ona her şeyi istiyormuş gibi geliyordu.”(s.119)
Kim bu gizemli kahramanımız? Anna Sergeyevna, yani Madam Odintsov. Bazarov’un görür görmez âşık olacağı, soylu… Soylu değil, çok zengin dul bir kadın. Çok yaşlı bir teyzesi var. Zamanında yaşlı bir adamla evlenmiş, o ölünce de bütün onun serveti ona kalmış. Çiftliği, atları, her şeyi olan, dönüm dönüm arazisi olan, hiçbir şekilde çalışmak zorunda olmayan bir kadın bu Odintsov. Ve çok güzel, alımlı…
Tabii ki Bazarov ilk başta onun sadece fiziksel olarak… O yüzden ona yaklaşıyor ama sonra zaman geçtikçe, anlaşılmaz bir şekilde kadının bir derinliğinin de olduğunu görüyor. Konuştukça böyle büyülenir gibi âşık oluyor ona. Arkady de ilk başta etkileniyor ondan tamamen. Ama onun bir de bir kız kardeşi var. Onun adı neydi? Katya… Katerina diye de mi geçiyordu? İşte birkaç tane ismi var, biri Katya.
Arkady bakıyor ki bu Madam Odintsov… Ve orada kardeşi… Bunu ben mesela kaçırmıştım, bu okuma grubumuzdaki bir arkadaş söyledi, söyleyince dikkatimi çekti. Arkady diyor, Katya… Yani “Biz fakiriz” falan diyor, yani onlar kadar soylu olmadığını belirtiyor. Sadece işte bir doktor olacağını, ileride çok fazla bir malı mülkü olmadığını… Ama Katya da ona mesela aynı şekilde “Ben de yoksulum” diye yanıt veriyor. “Bütün bu her şey ablamın, ben de soylu değilim.”
Ondan sonra gerçekten aralarında bir yakınlaşma oluyor çünkü işte “Davul bile dengi dengine…” İnsanda böyle bir denklik arıyor ister istemez. Çok dışarıdan bakınca güzel hoş gelmiyor belki kulağa ama… Ya kimse kendi maddi durumundan çok daha yüksek biriyle ya da çok daha alçak, da aynı şekilde, biriyle kolay kolay birlikte olmak istemez. O çünkü bir çatışma yaratır ister istemez. Yani aynı şeylerden hoşlanmak, birbirinden hoşlanma durumu da zorlaşır yani zaman ilerledikçe.
Arkady bu Madam Odintsov’un kardeşine tutuluyor. Bazarov zaten kendini ilk günden beri kaptırdı Odintsov’a. Ama Madam Odintsov hiçbir şekilde Arkady’ye yüz vermiyor ama Bazarov’la ilgileniyor, onun ilgisine aslında karşılık veriyor, sürekli onunla konuşuyor. Ve evet, burayı almışım… Bu yani bu bölüm… Bilmiyorum siz ne düşüneceksiniz, en iyisi önce okuyayım sonra konuşalım.
“Madam Odintsov, Bazarov’a yan yan baktı. ‘Mutluluktan söz ediyorduk. Sanırım ben kendimden bahsettim. Bu anda ‘mutluluk’ kelimesini zikrettim. Söyle bana neden örneğin müzik dinlemenin, güzel bir gecenin, cana yakın insanlarla sohbet etmenin tadını çıkarıp eğlendiğimiz sırada bile hepsi gerçek mutluluktan daha çok başka yerlerde var olan ölçüsüz bir mutluluğun iması gibi görünüyor; yani demek istiyorum ki aynı bizde olduğu gibi? Neden böyle oluyor? Ya da belki sen böyle hissetmiyorsundur?’
Bazarov, ‘Atasözünü bilirsin. Mutluluk bizim olmadığımız yerdedir.’ diyerek cevap verdi. ‘Hem zaten dün de halinden hoşnutsuz olduğunu söylemiştim. Öte yandan bu gibi düşünceler aklıma asla gelmez.’
‘Belki de sana saçma geliyorlardır?’
‘Hayır, sadece akılma gelmiyorlar.’
‘Gerçekten mi? Biliyor musun, senin ne düşündüğünü bilmeyi çok isterim?’
‘Ne? Anlamadım.’
‘Dinle; seninle uzun zamandır açık açık konuşmayı istiyordum. Söylemeye gerek yok, zaten kendin de farkındasın, sen sıradan bir adam değilsin. Hâlâ gençsin, önünde uzun bir hayat var. Kendini neye hazırlıyorsun? Seni nasıl bir gelecek bekliyor? Demek istiyorum ki hedefin ne? Neye doğru ilerliyorsun? Kalbinde ne var? Kısaca sen kimsin? Nesin?’
‘Beni şaşırtıyorsun Anna Sergyevna. Doğa bilimleri okuduğumu biliyorsun, benim kim…’
‘Evet, kimsin sen?’
‘Sana bölge doktoru olacağımı açıkladım.’
Anna Sergyevna sabırsızlanıyormuş gibi hareket etti. ‘Neden böyle diyorsun? Buna kendin de inanmıyorsun. Arkady bana bu şekilde bir cevap verebilir, ama sen değil.’”(s.136,137)
Diyor ki mesela burada işte resmen zorluyor. Yani bence Bazarov’a “İtiraf et” diyor. Artık “Beni sevdiğini, aşık olduğunu söyle” demiyor ama onu demeye getiriyor. “Kalbinde ne var, kimsin, nesin?” ve buradan sonra da dayanamıyor. O tuzağa düşüyor işte. Orada o tuzağı görmüyor Bazarov. Kendini o kadar akıllı zannediyor da aslında hiçbir şey bildiği yok.
Buradan sonra işte, kitabın tam ortaları burası, tepe taklak ilerleyecek hikayesi. Bazarov’un ne nihilistliği kalacak ne o delikanlılığı. Yani o koca doktorun anların köpeği olacak. Bu tabiri de aslında hiç sevmem, o birinin köpeği olma, “Pavlov’un köpeği” gibi. Köpekleri de zaten çok severim ama burada işte iyi anlamda söylüyor “birinin köpeği olmak” deyimini.
Bizde, benim öyle hiç evde falan köpek beslemiş değilim yok ama mesela köyde vardı bizim bir köpeğimiz Rinti. Bizim dediğim, benim değil. Yine işte teyzemler falan gittiğimiz zaman, ama ilk gün öyle çok havlamıştı. Sonra bizi hemen tanıdı, şey yaptı, sevdi. Böyle köpek de bizi çok sevmişti mesela. Her gittiğimizde tanırdı, o kadar aradan zaman geçmesine rağmen koşardı peşimizden, havlar, hep oyun isterdi.
Ve onun öldüğünü mesela ben duyduğumda, öğrendiğimde çok üzülmüştüm. O zaman da çocuktum ama birkaç sene sonra tekrar gittiğimizde köye, mesela yine aynı ona benzer bir köpek. Artık o günden sonra bana o bütün köpekler Rinti gibi geliyordu. Köpek sevdiği zaman çok seviyor öyle. Bir işte hemen dış kapıyı açıyorsun, koşuyor geliyor önüne, gözlerinin içine bakıyor, hopluyor zıplıyor falan.
Yani mesela Sagopa’nın “Baytar” diye bir şarkısı vardır. Hiç onu bilmezken yine görüyordum her tarafta böyle “Baytar” falan yazıyor. Hiç dinlememiş, etmemişim. O adından dolayı bana itici geliyordu. Zaten adamın adı da bir garip, hiç dinlemiyordum o zamanlar, daha keşfetmemiştim yani. Sonra işte dinliyorsun, bakıyorsun, bu sefer aynı Ceza gibi bütün külliyatını dinlemeye, adamın bütün röportajlarını izlemeye falan başlamıştım.
O da orada mesela anlatıyordu: “Neden bu şarkının adı Baytar? Ya köpek gibi sevdim, baytara artık ihtiyaç duydum. Ya köpek gibi sevmek derler” demişti. O yüzden bu şarkının adı “Baytar” gibi bir açıklama yapıyordu. Mesela bir röportajında daha çok gençken, böyle ilk ünlü olduğu zamanlar işte.
Buradan sonra Bazarov köpek gibi aşık oluyor. Ama bir yandan hayatına da devam etmeye çalışıyor. Yani karşılık bulamadın, ne yapacaksın? Yapacak bir şey yok. Şöyle bir şey söylüyor mesela…
“Hastanedeki çalışmalarımda bir şeyin farkına vardım; hastalığına öfke duyan adam kesinlikle iyileşiyor.”(s.149)
Bu öfke değil de aslında biraz hem yaşama o tutunma, mücadele etme gibi geldi bana. Bizim yine işte o meşhur şarkılarımızdan birinde “Arap Saçı” mıydı, “Çivi çiviyi söker”, bu… Bunu inan et diyordu. Şarkıyı da ilk defa dinlemiştim. Bu ne böyle inanılmaz? “Çivi çiviyi söker” mi? Hoş bir tabir değil gibi geliyor ama doğruluk payı da var bir yandan.
Ve işte burada yazar bence onun sinyalini veriyor bize. Bazarov’un kurtuluşu ya… Bu aşkına bir öfke duyması gerekiyordu belki ama o kadar seviyor ki kesinlikle ne anlama toz konduruyor, ne o kendi aşkına.
Burada da ya, kadınlarla erkekler şöyle biraz bence ayrılıyor benim gördüğüm kadarıyla en azından. Şu zaten klişe: Yani bir ayrılıktan sonra kadın başta kötü hisseder ama üzerinden zaman geçtikçe unutur tamamen. Erkek biraz daha, her şeyde olduğu gibi, bunu da biraz geç anlıyoruz. İlk başta “Oh ne güzel dünya varmış” gibi bir hisse kapılıp… O geçici, o bir anlık rahatlama… Ne kadar olursa olsun işte erkek sevilse bile rahatsız hissediyor bir yerde. Çok sevgi sıkıyor, boğuyor bizi ve ondan, o yoğun sevgiden çıktığın zaman, kurtulduğun zaman iyi geliyor sana. Atlattığını zannediyorsun ama gün geçtikçe anlıyorsun ki… Yani muhtaçsın bir yandan da o sevgiye, o sevgiyi istiyorsun, arıyorsun. O zaman anlıyorsun kıymetini, değerini.
Bu “Yine Gibinin” bir bölümünde çok güzel işlenmişti. Hatta Yılmaz orada çok çok güzeldi ya. Önünde ne diyordu? O “Issız Adam” rolüydü galiba. “Ben artık senden gidiyorum” falan deyip ayrılmaya çalışıyor kadın. Yılmaz “Ya” diyor, “Ne gerek var böyle sözlere? Zaten sen demesen ben ayrılacaktım” falan deyip o kadar onu tiye alıyor.
Ama sonra… Bu bölümden zaten bahsetmiştim ben galiba. İlkkan’ın “Kör mü oldun lan” dediği bölüm de yine buydu. Çok çok güzel bir bölüm, çok efsane. Çok da sevmem böyle ayırt etmeyi ama erkekler işte biraz böyle… Bölümü de seyretmediyseniz izleyin bence mutlaka. Ve gelelim bir diğer alıntıya:
“Arkady düşünceli düşünceli, ‘İnsan, hayatını öyle her düzene sokmalı ki her anı değer kazanmalı.’ dedi.
‘Elbette! Değerli olan şey aldatıcı olabilir, ama tatlıdır; gerçi değersiz olan şeye de katlanmak oldukça mümkün… Ama küçük çaplı atışmalar, önemsiz atışmalar… İşte bu bedbahtlık.’
‘Küçük çaplı atışmalar onları öyle kabul etmeyi reddeden insan için mevcut değildir.’
‘Hım… Senin şimdi söylemiş olduğun şey ters yüz edilmiş basmakalıp söz.’
‘Ne? O ifadeyle ne demek istedin?’
‘Söyleyeyim, örneğin eğitim yararlıdır dediğinde bu basmakalıp bir sözdür, ama eğitim zararlıdır dediğinde bu da ters yüz edilmiş bir basmakalıp sözdür. Doğru, biraz daha şık, ama gerçekte tek ve aynı şey.’
‘Ama hakikat nerede? Hangi tarafta?’
‘Nerede? Sana yankı gibi cevap veriyorum. Nerede?’
‘Bugün melankolik bir haleti ruhiye içindesin Yevgeny.’”(s.172)
Diyor ve burada muhabbeti bitiriyordu. Arkadi Yevgi dediği de işte Bazarov… Yine Bazarov kitapta geçen bir diğer adı “Dunyaşa” diyordu galiba annesi babası da. Ya hiçbirinin birbiriyle bir alakası yok ama Rusya’da böyle bunlara biraz alışmak lazım.
Bazıları şeyi öneriyor: Bir Rus klasiğine başlarken bir kağıt çıkartıp hepsini yazın, kim kimdir gibisinden. Faydalı olabilir. Ben yapmadım bunu pek. Bu kitap için aslında yapacaktım çünkü bizim toplantıda da benim görevim bu karakterleri açıklamaktır. Neyse ki bu görevi bir başka arkadaşımla da paylaştığım için biraz da ona güvendim, biraz da internete dedim, Vikipedi’den falan alırım. Ve okuyunca da baktım zaten çok fazla karakter yokmuş, bu 4–5 karakter arasında geçiyor bütün kitap, o açıdan şanslıyız.
Ve bu “ters yüz edilmiş basmakalıp söz” terimi benim hoşuma gitti. Doğru yani, gerçekten böyle bir şey var. “Eğitim şart” diyor ya işte Cem Yılmaz. Ne kadar doğru ama bir yandan da hiçbir anlamı yok. Her şeye söylediğin zaman bunu, bir karikatüre dönüşüyor artık, bir şakaya dönüşüyor ve bunun tersi de bir yandan aynı şey, yine hiçbir farkı yok.
İşte o zaman yani nihilizm… Zaten iki nihilist bir araya gelince nasıl olacak? Yani o da onu tanımaması lazım. O zaman benim Ark’a ısınmama sebeplerimden biri de kitabın daha başlarında işte arkadaşını tanıtırken mesela “Bazarov nihilist” falan diyor, o şekilde amcasına babasına tanıtıyor onu. Ama ilerleyen süreçte, kitabın ortalarına yaklaştığımızda bu sefer “İkimiz de nihilistiz” falan diye çıkıyor. Yani tamamen işte “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” durumu, tamamen onun etkisiyle söylediği bir şey bu.
Şimdi gerçi nihilistliğin de birçok çeşitli alt kıvrımları varmış. “Pozitif nihilizm” diye bir şey varmış mesela, daha çok bir varoluşçuluğa benzeyen bir şeymiş bu. Çok ben anlamadım diyeceğim… Anlamadım mı? Gerçekten anladım aslında da, bu kavramlar… Benim çok böyle tanımlamalarla zaten bir problemim olduğunu söylemiştim daha önce. Ben de nihilist miyim acaba? Tanımları sevmiyorum çok fazla, tek kelimelik açıklamaları… Neyse devam edelim yine uzunca bir alıntıyla:
“‘Ben onun hakkında bir fikir yürütemem.’
‘Biliyor musun Katerina Sergyevna, ne zaman bu cevabı duysam inanmıyorum. Hakkında fikir yürütemeyeceğimiz bir insan yoktur. Bu sadece sorudan kaçmak için söylenmiş bir bahane.’
‘İyi o halde söyleyeyim, onu… Tam olarak onu sevmiyorum denemez, ama o benden farklı bir yapıya ve özelliğe sahip; ben de ondan… Sen de ondan farklısın.’
‘Nasıl yani?’
‘Nasıl söylesem… O vahşi bir yaratık, sen ve ben ise evciliz.’
‘Ben de mi evcilim?’
Katya onaylayarak başını salladı.
Arkady kulağını kaşıdı. ‘Söylememe izin ver Katerina Sergyevna, bunun bir hakaret olduğunu biliyor musun?’
‘Neden, sen vahşi bir…’
‘Hayır, vahşi olmak değil, ama güçlü ve etkili olmak isterdim.’
‘Bunu istemek iyi bir şey değil… Aslında arkadaşım da istemiyor, ama bu onun içinde var.’
‘Hım! Demek onun Anna Sergyevna üzerinde büyük etkisi olduğunu düşünüyorsun?’
Katya, ‘Evet,’ dedi. ‘Ama kimse onun üzerinde uzun süreli denetim sağlayamaz.’ diye ekledi kısık bir sesle.
‘Niçin böyle düşünüyorsun?’
‘O çok gururludur… Böyle demek istemedim… Özgürlüğüne çok değer verir.’
Arkady sordu. ‘Kim değer vermez ki?’ Sonra birden aklından, ‘Ne faydası var ki?’ diye geçirdi. Aynı düşünce Katya’nın da aklından geçti. Genç insanlar dostça bir arada olduklarında sık sık aynı düşünceleri paylaşırlar.”(s.225,226)
Anna’nın reddedip Bazarov’un perişan olmasının üzerinden biraz zaman geçtikten sonra tabii ki yine karşılaşıyorlar ve Bazarov çok istemese de konuşmak zorunda kalıyorlar ve Anna söze şöyle başlıyor:
“‘Geçmiş geçmişte kalsın, unutalım.’ dedi. ‘Ben buna daha da hazırım, çünkü vicdanımı dinleyerek konuşmam gerekirse o zaman ben de ya flört etmek ya da başka bir şeyden ötürü kabahatliydim. Sözün kısası yeniden eskisi gibi arkadaş olalım. O bir rüya idi, değil mi? Kim rüyaları hatırlar?’
‘Kim hatırlar ki? Hem zaten aşk… Biliyorsunuz tamamen hayal ürünü bir duygu.’
‘Gerçekten mi? Bunu duyduğuma çok sevindim.’
Anna Sergyevna kendisini böyle ifade etti, Bazarov da aynısını yaptı. Her ikisi de gerçeği konuştuklarını zannettiler. Gerçeği, eksiksiz gerçeği söylüyorlar mıydı? Yazar şöyle dursun, bunu kendileri de bilmiyorlardı. Ama aralarında öyle bir sohbet sürdü ki sanki kesin olarak birbirlerine tümüyle inanmışlardı.”(s.234)
İşte burası da Arkady’nin Katya’ya aşkını itiraf etmeden önceki sanırım bölümdü. Arkady artık burada tamamen Katya’nın etkisi altına giriyor çünkü o da doğru söylüyor. Yani hem ablasını da tanımış, hem Bazarov da doğru analiz etmiş ve “Onlar vahşi, bizse evcil” diyor.
Ve bu kötü bir şey olarak… Bir erkeğe bunu söylersen hoşuna gitmez. İşte bu “İyi bir insansın ama” demek gibi bir şey. “Çok iyi bir insansın ama…” Cem Yılmaz’ın yine meşhur “Yakışıklı değil ama sempatik” esprisi gibi. Yani ne anlama geliyor bu? “Elde bir şey yok ama ne yapalım” gibi bir şey.
Ve işte yine tipik, aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen hala değişmeyen bir durum. Bunu yazar çok iyi tespit etmiş bence. Anna, Bazarov’u reddedip onun o perişan olmasından sonra yine üzerinden bir süre geçiyor ve karşılaşıyorlar. Bazarov tabii ki doğal olarak çok konuşmak istemiyor, onunla karşı karşıya gelmek istemiyor. Ama Anna yine punduna getirip bir şekilde buluyor onu ve şöyle bir diyalog yaşanıyor arada:
“Anna Sergyevna, ‘O Katya ile abi kardeş gibi.’ dedi. ‘Bu da hoşuma gidiyor, gerçi o kadar yakınlaşmalarına belki de izin vermemeliydim.’
Bazarov sözlerini uzata uzata, ‘Bu fikri… Ablalık duygusuyla mı söylüyorsun?’
‘Tabii ki… Ama neden burada duruyoruz? Hadi yürüyelim. Ne kadar tuhaf bir sohbetin içindeyiz, öyle değil mi? Sana böyle şeyler anlatacağım hiç aklıma gelmezdi. Senden korktuğumu biliyorsun… Ama aynı zamanda sana güveniyorum, çünkü sen aslında çok iyi bir insansın.’
‘Birincisi ben hiç de iyi biri değilim, ikincisi de senin için, artık senin için hiçbir şey ifade etmiyorum ve sen bana iyi olduğumu söylüyorsun… Bu tıpkı bir cesedin kafasına zafer çelengi yerleştirmek gibi bir şey.’”(s.241)
İşte burası, Katya’nın yaptığı “Sen çok evcil bir insansın” çıkışının bir benzerini işte ablası Anna da yapıyor. Ama bu sefer yanlış adama yapıyor, Bazarov’a yapıyor. Ve Bazarov bakın nasıl hemen “Ben hiç de iyi biri değilim” demesini geçtim, o yaptığı yanlışı yüzüne vuruyor. “Cesedin kafasına zafer çelengi…” Yani be kadın, hem o kadar “Ben seni sevmiyorum” diye hem reddettin adamı, hem de görmezden geldin. Hatta onun aşkını küçümsedi.
Çünkü bir yerde de — orayı aldım mı bilmiyorum, almadım galiba — evet benim Anna’ya bu sinir olma sebebim… Bazarov bir yerde Arkady’nin de Anna’ya aşık olduğunu söylüyor. O da şöyle bir cevap veriyor: “O da mı bana aşık?” Yani bu hem bir kibir, hem bir kendini beğenmişlik, bir narsizm, hem de bir küçümseme, aşkı küçümseme. Hem üstelik yani en küçümsenmesi gereken duyguyu…
Üstelik burada sadece Arkady değil, bence Bazarov da aşkını küçümsüyor. “O adam da mı bana aşık? Ya siz ne kolay aşık oluyorsunuz” gibi alt metinler var yani aslında bu cümlede. Buradan da bir kalbini kırıyor Bazarov… Bazarov zaten “Kalbi yok” diye, işte “Benim kalbim yok, duygularım yok” dediği için herkes sanki inadına böyle onun o bütün duygularını, kalbini paramparça ediyorlar.
Ve kitabın sonlarına geliyoruz. Yani artık, artık Arkady Katya ile evleneceğini açıklıyor, hem ondan da kabulü alıyor, çok mutlu. Bunu Bazarov’a da söylüyor… Kitabın en güzel cümleleri:
“Aynı gün, yere çömelmiş, sandığını topladığı sırada Arkady’ye, ‘Demek bir yuva kurmayı düşünüyorsun.’ dedi. ‘Eh bu harika bir şey. Ama bu kadar dalavereci olmana gerek yoktu. Ben senin çok farklı bir yöne gideceğini düşünüyordum. Gerçi belki sen de şaşkınlığa uğramışsındır?’
Arkady, ‘Senden ayrıldığımda ben de böyle bir şey olacağını bilmiyordum.’ diye cevap verdi. ‘Ama sen neden sahtekârlık yapıp sanki ben evlilik hakkındaki düşüncelerini bilmiyormuşum gibi buna ‘harika bir şey’ diyorsun?’
‘Ah sevgili arkadaşım nasıl da konuşuyorsun! Ne yaptığmı görüyor musun? Sandığımda boş bir yer vardı, ben de onu samanla dolduruyorum; işte insanın hayat sandığı da böyledir; boşluk bırakmaktansa ne bulursak onunla doldururuz. Lütfen sakın gücenme, Katerina Sergyevna hakkındaki düşüncelerimi eminim hatırlıyorsundur. Birçok genç hanımevfendiye yalnızca akıllıca iç geçirdikleri için akıllı derler, oysa seninki ayak direyebilir, hatta öyle bir ayak direyecek ki kısa zamanda seni parmağının ucunda oynatacak; ama zaten böyle olması gerekiyor.’ Sandığın kapağını gürültülü bir şekilde kapattı, yerden kalktı. ‘Şimdi yeniden hoşça kal diyorum, zira kendimizi kandırmanın bir faydası olmaz; çünkü bu defa temelli ayrılıyoruz ve bunu sen de biliyorsun. Mantıklı davrandın; sen bizim acımasız, zorlu, yalnız yaşamımıza ayak uydurabilecek birisi değilsin. Sen cüretkâr değilsin, içinde nefret yok, ama gençliğin çalımı ve ateş var. Senin gibiler, soylular sınıfı, sizler kibarca boyun eğme ya da kibarca öfke göstermekten öteye gidemezsiniz, bu da bir işe yaramaz. Siz savaşmazsınız, ancak yine de kendinizi yiğit adamlar olarak hayal edersiniz; oysa biz savaşmak istiyrouz. Eh ne âlâ! Bizim tozumuz sizin gözünüze kaçar, çamurumuz üstünüze sıçrar, siz bizim düzeyimize erişemezsiniz, bilinçsizce kendinizi takdir ediyorsunuz, kendinizde hata aramaya bayılıyorsunuz; ama biz bundan bıktık usandık, biz başka bir şey istiyoruz! Biz insanları ezmek, paramparça etmek istiyoruz! Sen iyi bir çocuksun ama gene de nazik, liberal bir beyefendisin. Babamın dediği gibi ay volla-too.’
Arkady ‘Bana sonsuza kadar hoşça kal diyorsun Yevgeny,’ dedi üzgün üzgün, ‘ve bana söyleyecek başka bir şeyin yok mu?’
Bazarov başının arkasını kaşıdı. ‘Evet Arkady, evet, sana söyleyeceğim başka şeyler var, ama onları söylemeyeceğim; çünkü bu romantizm olur… Bu da duygusal saçmalık, çerçöp demektir. Sen en kısa zamanda evlen, yuvanı kur ve istediğin kadar çocuğun olsun. Onlar senden ve benden daha iyi bir zamanda doğduklarından aklıselime sahip olacaklar. Ah! Atlar hazır. Gitme zamanı geldi. Herkese hoşça kal dedim… Eh bu da ne şimdi? Kucaklaşacağız ha?’
Arkady eski arkadaşının boynuna sarıldı, gözlerinden yaşlar boşaldı.
Bazarov sakin sakin, ‘İşte gençlik böyle!’ dedi. ‘Ama ben Katerina Sergyevna’ya güveniyorum. Gör bak, seni nasıl çabuk teselli edecek. Hoşça kal kardeşim!’ Küçük el arabasına bindiği sırada ahırın çatısında yan yana oturan iki küçük kargaya işaret etti. ‘Bu senin için! Onları kendine örnek al.’
Arkady sordu, ‘Bu ne demek?’
‘Ne mi? Tabiat bilgin bu kadar zayıf mı yoksa karganın en saygın aile kuşu olduğunu unuttun mu? Senin için bir örnek! Hoşça kal.’”(s.244–246)
Ya iki sayfayı da aşan bir bölümü komple almışım ben burada. Ama sadece bunun başı mesela benim aklımda kalmıştı o yine çok ikonik cümleler: “Sandığımda boş bir yer vardı ve ben de onu samanla dolduruyorum. İşte insanın hayatı sandığı da böyledir, boşluk bırakmaktansa ne bulursak onu doldururuz” cümleleri.
Bunu söylediği an bence yani Arkady’nin ortada karşı çıkması gerekiyordu, aynı amcası gibi. Burada açık açık Arkady’nin evleneceği kadına yani kötü bir ithamda bulunuyor. Kötü bir… Yani “teşbihte hata olmaz” deriz ya biz. İşte onu da zaten yanlış kullanıyoruz. Bir şeyi örnek verirken her şeyi örnek verebilir miyiz gibi, istediğimiz kadar kötü bir misal verebilir miyiz gibi zannediliyor. Öyle çevrilmiş, artık günümüze öyle anlaşılıyor bu söz maalesef. Ama halbuki orada yani “teşbihte hata olmaz”, yani kötü bir örnek vermemenin şeklindedir o sözün özü. Burada işte teşbihte hata oluyor bence.
Sonra ama demiş “Sakın gücenme” falan demiş. Bu arada da Bazarov, hakkını yemeyelim, ama yine de bence burada Arkady’nin karşı çıkması gerekirdi. Arkady’nin ama o dostundan da ayrılacak olmanın verdiği üzüntü de var kendisinde. Ve Arkady evlenecek, Bazarov da kendi ailesinin yanına dönecek.
Ve demiştim ya hani anne… Bazarov annesi babası çok aşırı iyiler diye… Onu da belki demeyi unuturum diye buraya bir alıntı yapmışım. Burası da güzeldi bence. Burada ilk konuşan, Bazarov’un annesi:
“‘Tatlım, Enyusha akşam yemeğinde kırmızı pancar çorbası mı yoksa lahana çorbası mı ister, öğrenebilir misin?’
‘Ama niçin kendin sormadın?’
‘Ah, sonra benden bıkar!’
Ancak Bazarov kısa sürede kendisini odasına kapatmaktan vazgeçti; çalışma şevki kayboldu, yerine iç karartıcı bir can sıkıntısı ve belli belirsiz bir huzursuzluk geldi. Bütün hareketlerinde tuhaf bir yorgunluk, bir bitkinlik vardı; hatta bir zamanlarki sağlam, gözü pek ve gayretli yürüyüşü bile değişmişti. Tek başına yürümeyi bıraktı, arkadaş aramaya başladı. Çayını oturma odasında içiyor, Vassily Ivanitch ile mutfağın bahçesinde dolaşıyor, birlikte sessiz sessiz pipo içiyordu. Bir keresinde Peder Alexey’i bile sordu. Vassily Ivanicth önce bu değişime sevindi, ama sevinci uzun sürmedi. Gizli gizli karısına dert yandı. ‘Enyusha benim kalbimi kırıyor; memnun olmadığından ya da kızgın olduğundan değil, bu hiç önemli olmazdı, ama o üzgün, bu da çok kötü. Her zaman suskun, ah bizi yine azarlamaya başlasa. Zayıflamaya başladı, rengi de soldu.’ Yaşlı kadıncağız fısıldadı. ‘Tanrım bize merhamet et! Boynuna muska asardım, ama tabii ki izin vermez.’”(s.248)
İşte burada o çaresiz anne babanın çocukları hakkındaki endişelerini görüyoruz. “Keşke bana, yani kısa, eski haline dönse de bağırsa çağırsa” istiyorlar. Bazarov o derece artık hayattan kopmuş. Aşk onu öyle bir vurmuş ki, artık her şeyden vazgeçmiş.
Bence şöyle bir şey yaşandı burada: Bazarov Anna’yla en son ayrılırken işte “arkadaş olalım, arkadaş kalalım” falan muhabbetleri yaptılar. Ama “yine görüşürüz” gibi bir söz söylüyordu Anna. Nasıl görüşeceksiniz? Mutlu olacak, yani ne bir başkasını sevebilecek… Artık bir anlamda hayattan vazgeçmişti.
Kitap boyunca en çok yaptığı iş işte kurbağaları, hayvanları kesip biçip iç organlarını incelemekti. Bunu gören köylü çocuğuna da “Bütün hayvanlar aynı, birini incelediğinde hepsini anlıyorsun, insanlar da… Senin içinde de yine aynı organlar var” gibi şeyler söylüyordu. “Hiçbir botanikçi kayın ağaçlarını anlamak için bütün dünyadaki kayın ağaçlarına bakmaya kalkmaz, bu saçmalıktır” diyordu.
Ama öyle bir çelişkiye düşüyor ki, o içindeki, başka hiç kimsede olmayan o aşk onu yiyip bitiriyor. Hiçbir şeye inanmamanın inancı yıkılıyor bir anda. O büyük özenle yaptığı bilimsel çalışmaları, bu sefer bir salgın hastalığa yakalanmış bir kadavrayı incelerken gerekli dezenfektan olmadan, umursamazca yapıyor.
Yazar nasıl olduğunu anlatmıyor, sadece eve döndüğünde görüyor. Babası soruyor, “Bu yara, hemen dezenfekte edelim, orada yok muydu?” diyor. “Yoktu” diyor, “muhtemelen kalkmamıştır” diyor. Sanki “kapsa ne olacak, yaşıyor muyuz ki ölelim” gibisinden.
Anna’dan ayrılışı, “Bir daha seni göremeyeceğim” deyişi… Ama hasta olursa, ölüm döşeğinde bile olsa en azından son kez onu görme bahanesi olacak diye düşünüyor. Hemen haber yolluyor ve Anna’yı çağırıyor. Anna da geliyor, yanında bir Alman doktor da getiriyor onu belki iyileştirir umuduyla.
Bunlar aslında hep semboller. O Alman doktor bilimi temsil ediyor. Bilim de ne kadar gelişirse gelişsin değişiyor sürekli. “Bilim ne söylerse doğrudur” kafası da yanlış, çünkü bilim bugün onu söylüyor, yarın ötekini söylüyor.
Düello sahnesi de önemli. Pavel artık dayanamıyor Bazarov’a. Köylü Petro’yu hakem yapıyorlar. Pavel ıskalıyor, Bazarov onu bacağından vuruyor. Düello davetinde bile çok kibarlar, İstanbul beyefendisi gibi konuşuyorlar. Bir yandan canilik, bir yandan lordluk var.
Köylüler konusu da önemli. Soylular onları tembel, işe yaramaz görüyor ama kendileri de sadece balolar, yemekler, danslarla vakit geçiriyor. “Zaman hiçbir yerde Rusya’da geçtiği kadar hızlı geçmez” diyor kitap. Onlar için hızlı geçiyor ama köylüye sor bakalım.
1861'de kölelik ve toprak serfliği kaldırılıyor. Rusya bunu en son yapan ülkelerden biri. Devlet önünü almaya çalışıyor, “yarın onlar yapacaklarına, bugün biz yapalım” diye düşünüyor.
Zaten bu köleliği de kaldıran en son ülkelerden biriymiş Rusya diyelim ve son iki alıntım kaldı bir tanesi bu uzunmuş biraz hemen onunla devam edeyim, bakalım ne diyor Bazarov:
“Bazarov, ‘Asil yürekli.’ diye fısıldadı. ‘Ah, ne kadar yakınsın, ne kadar genç, canlı ve saf… Bu iğrenç odada! Eh, hoşça kal! Uzun yaşa, bu her şeyden güzel, vakit varken kıymetini bil. Görüyor musun nasıl tiksindirici bir manzaradayım; yarı ezilmiş, parçalanmış bir solucan, ama hâlâ kıvranıyor. Ben de o kadar çok şeyi ezeceğimi düşünmüştüm ki ölemezdim, niçin ölecektim ki! Çözülecek bir sürü mesele vardı, ben de bir devdim! Şimdi bu devin tek sorunu efendice ölmek, gerçi bu da kimse için bir şeyi değiştirmeyecek… Boşver, ben dönüp kaçmayacağım.’
Bazarov susmuştu, eliyle bardağı bulmaya çalıştı. Anna Sergyevna elini çıkarmadan korkuyla nefes alarak ona biraz su içirdi.
Bazarov, ‘Beni unutursun,’ diyerek yeniden konuşmaya başladı, ‘ölüler, dirilere arkadaşlık edemez. Babam sana Rusya’nın nasıl bir adam kaybettiğini söyler… Bu saçmalık, ama yaşlı adama aksini söyleyip düş kırıklığına uğratma. Çocuğu hangi oyuncak oyalarsa… Biliyorsun. Anneme de iyi davran. Onlar gibi insanları, senin muhteşem dünyanda, mumla arasan bulamazsın… Rusya’nın bana ihtiyacı vardı… Hayır, ihtiyacı olmadığı açık. Peki kime ihtiyaç var? Terziye ihtiyaç var, kunduracıya ihtiyaç var, kasaba… Bize et ver… Kasaba… Dur bakayım karıştırdım… Burada bir orman var…’
Bazarov elini alnına koydu.
Anna Sergyevna ona doğru eğildi. ‘Yevgeny Vassilyitch ben buradayım…’
Bazarov birden elini çekti, doğruldu. ‘Hoşça kal!’ dedi ani bir güçle ve gözleri son kez ışıldadı.”(s.264)
Çünkü orada Anna’ya bakıyordu. İşte Anna geliyor onun başına ve son görüşmeleri bu şekilde oluyor. Yani anladı. Güya sevmiyordu onu. Sevmese niye gelsin, içinde bir pişmanlık olmasa diye düşünüyor insan ve yazar kitabın son bölümünde altı ay geçmişti diyor ve başlıyor anlatmaya. Katya ile Arkady ve Arkady’nin babası Nikolay’la Feniçka’nın evlenme merasimiyle karşılaşıyoruz. Herkes çok mutlu, gülüyorlar, dans edip eğleniyorlar falan, tam böyle çifte düğün havası var. Yani yaklaşık iki sayfa boyunca bunları anlatıyor yazarımız ve sonra bir paragraf başı yapıyor ve bu tür klasiklerde çok görmeye alışkın olmadığımız bir çıkış daha yapıyor. Zaten kitap boyunca ara ara böyle bizle konuşuyor yazar:
“Artık son geldi gibi, değil mi? Ama belki okuyucularımızdan bazıları tanıştırdığımız bu karakterlerin, her birinin şu anda ne yaptığını merak ediyordur. Biz bu merakı tatmin etmeye hazırız.”
Diyor ve yine çekiliyor aradan. Dediğini de noktası virgülüne yapıyor gerçekten. En yan karakter diyeceğimiz, adını şu an bile hatırlamadığım isimlerin dahi durumundan bahsediyor. Tabii ki Anna’dan başlıyor anlatmaya, o da evlenmiş hemen bulmuş bir gelecek vaat eden avukat. Arkady çiftlik işlerini biraz yoluna koymuş ve bir oğlu olmuş. Amcası Pavel yurt dışına taşınmış falan filan. Bir sürü gereksiz detay. Asla merak etmediğim gereksiz insanların anlamsız hayatları. Ben bunları düşünürken baktım ki son sayfaya gelmişim ve yazarımız artık günümüz sosyal medyasındaki ortamlara benzeyen o ortamların ve insanların o şaşaalı, gösterişli hayatlarını betimlemeyi bırakmış, bir bu sefer bir mekânı tasvir ediyor:
“Rusya’nın ücra köşelerinden birinde küçük bir köy mezarlığı var. Hemen hemen bütün mezarlıklarımız gibi çok zavallı bir görüntü sergiliyor; etrafını çevreleyen arklar çoktan çalı çırpıyla, yabani otlarla kapanmış; tahta haçlar yerlere düşmüş, bir zamanlar boyalı olan mezar taşlarının altında çürümeye yüz tutmuşlar, Bütün mezar taşları yan yatmış, sanki alttan biri onları itmiş gibi; iki ya da üç kuru ağaç belli belirsiz bir gölge yapıyor; koyunlar mezarların arasında başı boş dolanıyor… Ama içlerinde hiçbir insanın dokunmadığı, hayvanın üzerinde gezmediği bir mezar var, yalnızca kuşlar üstüne konup şafak vakti ötüyorlar. Etrafı demir bir çit ile kuşatılmış, her iki ucuna birer küçük köknar ağacı dikilmiş. Bu mezarda Yevgeny Bazarov yatıyor. Sık sık, pek uzakta olmayan bir köyden iki zayıf yaşlı insan onu ziyaret etmeye geliyor, bir karı koca. Birbirlerine yardım ederek ağır ağır yaklaşıyorlar; oğullarının altında yattığı suskun mezar taşına dikkatle bakıyorlar. Karşılıklı bir iki şey söylüyor, taşın üzerindeki tozu toprağı temizliyor, ağaçların dallarını düzeltiyor ve yeniden dua etmeye başlıyorlar… Kendilerini bu yerden, oğullarına ve onun hatıralarına yakın hissettikleri yerden bir türlü koparamıyorlar.
Onların duaları ve gözyaşları yararsız olabilir mi? Sevgi, kutsal ve vefakâr sevgi hiç bütünüyle güçsüz olabilir mi? Hayır!
Mezarın içindeki kalp ne kadar günahkâr, hırslı ve isyankâr olsa da üzerinde büyüyen çiçekler bize, masum gözleriyle sakin sakin bakıyor, bize sadece ebedi huzuru, o ‘kayıtsız,’ nitelikteki büyük huzuru değil, aynı zamanda ebedi barış ve sonsuz hayatı anlatıyorlar.”(s.270,271)
Diye bitiyor kitap. Yani çok güzel bitiyor bence. Zaman zaman Bazarov’da kendimi gördüğüm, zaman zaman babasında kendimi gördüğüm değişik bir kitaptı. Ben çok etkilendim yani ve o kuşak çatışması ve ana babaların ne yaparsa yapsın o çocuğu aslında anlayamayacak olması… Ben mesela yine hatırlıyorum, ben lisedeyken o “Bir Derdim Var” şarkısı çıkmıştı Mor ve Ötesi’nin. O albüm zaten, bütün şarkıları çok iyidir, öyle kaliteli bir zamana denk gelmişim yani. Ve ben de çok dinlerdim o şarkıyı. O zamanlar ne zaman da işte odamda o şarkıyı duysa babam böyle gelirdi. Ya o bitince gelirdi, ya da üzerinden biraz zaman geçince. Ben anlardım ama yani o şarkıdan dolayı geldiğini. “Oğlum işte bir derdin mi var, ne derdin var?” Yani derdi olmayan insan mı olur? Yani 5 yaşındaki çocuğun da sorsan ne dertlerin var, ama anlatamıyorsun. O zaman da anlatamazdım ben tabii.
Çözümü olmayan dertler… Bunların çoğu öyle zannediyorsun gençken, özellikle ergenken. Konuşmak istemiyorsun. Ben zaten çok konuşan bir insan değilim aslında. Bakmayın burada böyle bazen yeri geliyor saatleri buluyor bir kitap hakkında konuşmam, ama çok konuşkan bir insan değilimdir. Aslında çok üzgünken konuşamam, çok mutluyken konuşamam, heyecanlıyken konuşamam, canım sıkkınken hiç konuşasım gelmez. Ne kaldı geriye? Zaten kalmıyor hiçbir zaman.
Ama böyle babamla mesela çok konuşurduk, böyle bazen saatlerce konuşurduk karşılıklı oturur. Benim abim olmadığı için o benim hem bir abim gibiydi hem en yakın arkadaşım. Burada da hep arkadaşım şöyle, bir arkadaşım şöyleydi, bir arkadaşım böyleydi diye bazen anlatıyorum ama aslında benim çok fazla arkadaşım da yoktur. Var elbette tabii ki görüştüğüm ettiğim insanlar ama yani özellikle 2016'da işte babam vefat ettiğinde… Kaç sene olmuş? Bak 8 sene geçmiş, hala bazı şeyler hala dün gibi. Hem en yakın arkadaşım, akıl hocam, öğretmenim, mentorum, şimdiki o popüler tabirle yol gösterici…
Geçenlerde işte o “İyi Yürekli Panda” kitabında o küçük çocuğun söylediği “Annemin yokluğunu, annemle konuşmak istiyorum.” Ben de böyle yıllarca babamın yokluğunu, babamla konuşmak istedim ama mümkün değil. Hala bazen rüyamda görüyorum, o günüm böyle bayram gibi geçiyor, çok mutlu oluyorum o zaman. Ama o zaman bile, işte rüyamda bile bazen böyle tartışıyoruz, bir şey söylüyor, karşı çıkıyorum falan. Uyanınca o kadar çok kızıyorum ki kendime, yani duvarları yumruklayasım geliyor. Rüyamda bile diyorum, rüyanda bile tartışıyorsun adamla! Artık rahat bırak, sarıl, öp, kokla. Bunları neden o kadar az yaptım? Hayattaki pişmanlıklar işte bunlar.
Ben de çünkü sevdiğim insanlarla çok uğraşırım, böyle hem o sevgisini belli edemeyen… Nasıl diyeyim? Onu bilmiyoruz ki, onu bize öğretmiyorlar, öğretmediler. Sevgi nasıl gösterilir? Yanlış bir şeymiş gibi… Çoğu yanlış insanlara da sevgi gösterdiğinde, senin böyle tepene çıktığı için, kıymetini bilmediği için, gereken insanlara da bu sefer sevgi göstermez oluyoruz. Kendi anamıza babamıza… Onları kırabiliyoruz. En kolay, zaten onları. Çünkü onlar hep senin yanında, hep seni affediyor.
Buradaki işte Bazarov gibi bağırdığım çağırdığım olmuştur yani, oldu illaki. Şimdi hayatta en çok istediğim şey ve geçenlerde bir podcast keşfettim yine. “Güzel şeylerden konuşalım” diye bir başlığı vardı. Ben bunu çok söylerdim babama. Ne zaman bir ölüm meselesi açılsa, bir hastalık meselesi… Son yılları zaten hep hastalıklarla geçti ama yani alışmıştık artık. Hastaneye yatıp çıkıyordu. Hiçbir zaman onu bizim gözümüzde, o bir kahraman olduğu için, yine sapa sağlam çıkacak zannettik. 3 gün içinde ne olduğunu hiç anlayamadan kaybettiğimiz zaman, ölüm de bir karşılıksız aşk gibi bir boşluğa düşüyorsunuz.
“Yalan dünya” diyoruz ya, işte hani o yalanlığı aslında anlıyorsunuz. Dünyada her şeyin geçici olduğunu, bir anlamda nihilist gibi… Yani hiçbir şeyi tanımamak değil ama hiçbir şeyin önemi kalmıyor aslında hayatta. Paranın pulun hiçbir değerinin olmadığını anlıyorsunuz. Ben de şimdi burada tek başıma oturuyorum ve daha önce karşımda babamın oturduğu koltuk boş. Oraya kimse oturmuyor zaten artık kolay kolay. Sanki onun yeri ayrı, hep özel, korunuyor gibi.
Bunları ben aslında konuşmayı sevmem çok. Ama bazen görüyorum sokakta, böyle dışarıda ana babasına kötü davranan, bağıran çağıran çocukları… İnsanlar o kadar nankör ki, o kadar kıymet bilmiyorlar ki… Anlatamam. Tamam benim yaşıtlarım, genelde anası babası hep hayatta oluyor. Allah tabii daha uzun, sağlıklı ömürler versin hepsine. Biraz da onlar için söylüyorum bunu. Çıkarsa zaten gençlerin karşısına çıkıyor bu yazılar daha çok.
Kıymetini bilin yani hayattaki insanların. Çünkü öldükten sonra artık çok geç, ancak işte öyle Bazarov’un anne babası gibi mezar ziyaret edersiniz. Bizim kültürümüzün zaten meşhur sözü vardır: “Baba olunca anlarsın” derler, kızlar için de işte “Anne olunca anlarsın” derler. İlla baba olmana gerek yok, o kadar kafayı da çalıştırmaya gerek yok. Bu vicdan işi, kalp işi. Sadece etten kemikten varlıklar değiliz, duygularımız da var. O duyguları ifade etmek gerekir, gerekiyor, gerekli.
Velhasıl “Babalar ve Oğullar” güzel bir kitap. Okuyun, okutun, anlayın, dinleyin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder