Dune Rahibeler Meclisi, Kalıcılık, Sahiplik, İsimlendirme, Biçim Veren Baskılar ve Duygululuk
Frank Herbert’in Dune serisinin son kitabı ‘Rahibeler Meclisi’ ile karşınızdayım. Sonunda bitirebildim bu kitabı, bu yüzden mutluyum ve her bölümü bitirdikten sonra hemen ilk fırsatta ses kaydını alabildiğim için ayrıca mutluyum.
Bu kitabı da bitireli 2–3 gün oluyor. Alıntıları ancak yazabildim. Çok fazla not çıkarmışım. Sonra bir de bahsettiğim filmleri seyrettim. Ama önce hemen kısaca bir giriş yapayım: Bu, Frank Herbert’in Dune Rahibeler Meclisi kitabı, benim okuduğum İthaki Yayınları tarafından Kasım’ın 2021'inde basılan 3. baskıydı ve tabii ki Dost Körpe çevirmişti.
Bir önceki kitabın önsözünde Brian Herbert’ın yazdığı gibi, bu aslında bir üçlemenin ikinci kitabı olacakmış. Bir önceki kitapla birlikte ‘Dune Sapkınları’ ve ‘Dune: Rahibeler Meclisi’ ve bir kitap daha gelecekmiş. Ancak Frank’ın ömrü yetmediğinden son kitabı yazamamış. Notları varmış ve Brian Herbert iki kitap daha yazmış diye okumuştuk orada — ‘Dune Avcıları’ ve ‘Dune Kum Solucanları’ gibi isimleri vardı yanlış hatırlamıyorsam.
Ama bu kadarla sınırlı değilmiş meğer. Bu kitaptan sonra devam etmek isteyenler için önce Hanedanlar üçlemesi varmış. Atreides Hanedanı, Harkonen Hanedanı ve Corrino Hanedanı. İthaki bu üçlemeyi de basmış ama bundan sonra okunması gereken seri Cihat üçlemesiymiş ve onun şu an baskısı yokmuş. Kabalcı Yayınevi tarafından basılmış eski kitapları belki bulabilirsiniz diyorlar. Butleryan Cihadı, Makinelerin Seferi ve Corrin Savaşı adında üç kitaptan oluşuyormuş bu seri de ve bütün bu kitaplar hep yazarımızın oğlu Brian Herbert ve Kevin J. Anderson tarafından yazılmış.
Bu K. J. Anderson da bana hep okurken o Matrix’teki Ajan Smith’in Neo’ya ‘Bay Anderson’ demesini hatırlatıyor. Ben ‘iki kitap daha çıktı başımıza’ derken, meğer koskocaman bir külliyatmış. Bilseydim bu kadar çok kitap olduğunu, bu seriye başlar mıydım, onu da bilmiyorum. O yüzden iyi ki bu kitapları okurken hiç bu seri hakkında, yazar hakkında, kitapları hakkında bir araştırma yapmamışım diyorum. Yoksa bu kadar kitabı okuyamazdım muhtemelen.
Gerçi bundan sonra da devam eder miyim, o kitapları okur muyum… Ya içim dışım artık benim Dune oldu. Açıkçası bu kitabı bitirdikten hemen sonra bir günde bir başka kitap okudum, elimden düşüremedim. Çok yine iyi bir kitap seçmişim, Bilge Karasu’nun ‘Gece’siydi. Ne kadar anladım bilmiyorum ama farklı bir şey okumak çok iyi geldi. Ondan sonra da hızımı alamadım, yine Turganyev’in ‘Babalar ve Oğullar’ına başladım, onu da neredeyse yarıladım yine bir günde.
Bu altı kitabın arasına başka kitap almayayım, işte kafam karışmasın, çok fazla isimler var, bir an evvel toparlayayım düşüncesiyle… Bir de bu seriyi bitirdikten sonra da o filmleri seyrettim, onlar hakkında hemen kısaca biraz konuşayım. O kadar seyrettik..
Aslında en güzeli Jodorowsky belgeseli olmuş. “Dune belgeseli” diye de bir şey var. YouTube’da da var, o da altyazılı. YouTube’da yine 1 buçuk saatlik bir konuşma vardı. Podcast sandım, o yüzden. Halbuki görüntülü bir şeymiş zaten.
Onlardan öğrenmiştim bu Ixler’in “9” diye telaffuz edildiğini, “9'lar” olduğunu. Ondan sonra da öyle kalmıştı. Şu an ama emin değilim; diğer insanlar hep “Ix” falan diyorlar. Ama Jodorowsky belgeseli, nasıl diyeyim… O film olsaymış nasıl olurmuş, ya bir “Dune”u görmek isterdim açıkçası. Bir imparator olarak, Shaddam olarak. Çünkü 84 yapımı filmde mesela en beğendiğim, Alia’ydı. Filmin sonunda o küçük kız, Paul’un kardeşi. Bence oraları güzel yapmışlar.
Sonra 3 bölümlük o mini seri, mini dizi olarak çekilen Dune’u seyrettim, 2000 yapımı. Orada Fremen’lerin gözlerini fosforlu yapmışlar. Bayağı karanlıkta falan parlıyor, kedi gözü gibi. Ne gerek vardı öyle bir şeye? O işte biraz Avatar gibi bir şey olmuşlar yani, bir uzaylı gibi. Orasını biraz yadırgadım. Ama teknolojisi onda mesela çok daha iyiydi, tabii ki 84 yapım filme göre. Oradaki Paul biraz böyle bir ergen tavırları sergiliyordu ama yani üç bölümdü sonuçta. O da 1 buçuk saat falandı bir bölüm.
Yine de David Lynch’in filmine göre zaman bakımından çok büyük avantajı vardı. Ve her şeyi yapmışlar yani. En azından Alia onda da vardı. Ama bu son Villeneuve’ün filmini seyredince, ya, bir hayal kırıklığı oldu diyebilirim. Çünkü gerçekten bayağı bayağı değiştirmiş. Filmin sonunu özellikle… Alia’yı tamamen kaldırmış. Harah’ni Paul öldürüyor falan, Chani kadın olmuş. Hadi o yine neyse diyorsun ama o da bir bağlantısızlık oluyor bu sefer. Chani’nin babasının ölümü kaynıyor arada. Orada da çünkü Paul’la bir bağ kuruluyordu aralarında.
David Lynch de demiş zaten, yani, “Eğer elinde bir o filmi çekebilecek bir teknoloji yoksa hiç yapma. Hiç yapmamak, rezil etmekten daha iyidir,” diyor. Yani keşke hiç çekmeseydi o filmi gibisinden. O da pişman belli ki. Çünkü ya, bir kalkan kullanımları var… O kadar yani komik ki! Bizim işte Dünyayı Kurtaran Adam gibi. Bu kadar mı kötü kullanılır? Ha, hiç kullanmasaydı işte, daha iyiydi. Teknolojiyle öyle bir kalkan yapmaya gerek yoktu. Yani yapmasaydın.
Aynı şekilde mesela, o iki yapımı kıyaslamak gerekirse, şey bence çok dikkat çekiciydi: Jessica’nın karşısına hizmetçiler, Fremen kadınlar getiriliyor, böyle “Birini seç,” gibisinden. O Shadout Mapes’i seçtiği. Kitapta da zaten anlatılıyor orası. Ama mesela 84 yapım filmde araya hemen şey giriyor: Dr. Yueh, elinde acayip bir alet, el feneri gibi bir şey… “Bu Fremen’lere hastalık bulaştırmış olabilir,” diyor. Bu Harkonnen’lerin yüzüne o ışığı tutuyor falan, bir şeyler… Saçma sapan yani. Güya işte teknoloji kullanıyorlar ya, hiç kullanmasın, daha iyiydi ki zaten öyle bir şey kitapta da yoktu hatırladığım kadarıyla.
Ama işte, “Teknolojik film yapıyoruz, bilim kurgu yapıyoruz,” diye o iş abartmalar… Bak, hiç oralara girmemiş mesela yeni filmler, yeni yapımlar. Orada hepsine bir bakıyor, şöyle göz atıyor Jessica. “Senin adın ne? Tamam, sen kal, diğerleri gidebilir.” Bu kadar yani. Abartmaya gerek yok.
Yine eski filmde Paul’un bir baharat yemesi var. O baharatın hepsinin üstüne kalem gibi bir şey tutuyor, “dı dıt dı dıt,” sanki sahte para tarıyor gibi. “Güvenle yiyebilirsiniz,” falan diye bir ses, bir yapmacık bir konuşma. Ondan sonra öyle yiyor mesela. Bunların hiçbiri yeni yapımda yok.
Ve yine tabii teknolojinin yardımıyla güzel şekilde yapılabilmesi gösterebilmek için çok küçük göstermişler. Arka plan daha ön tarafta tutulmuş. Ya bir şeyin büyüklüğü, aslında onun nasıl diyeyim, onu ne kadar küçük gösterebiliyorsanız o kadar daha da büyüyor gibi bir şey. Yani sinemada özellikle binlerce asker, şey o savaş sahneleri güzel tabii ki yeni filmlerde. E tabii daha güzel olacak ister istemez.
Eskide nasıldı? Eskide rezillik. O tür şeyler falan zaten hiç yapmasalarmış daha iyi olurmuş denecek kadar kötü eski filmlerde. Ama ona rağmen onlar da işte Alia’yı kullanmışlar. O Gurney Halleck’le şeyin öldürülmesi, çünkü yani Gurney Halleck filmin, evet ilk filmde de son şeydi çok güzel. Daha bir ince, iğne gibi göstermişler. Ama sen onu kullandırmadı ki Harkonnen onunla ölüyordu. Yapmayınca bu benzer şeyi, ben bu Yüzüklerin Efendisi’nin bu Güç Yüzükleri dizisinde de eleştirileri görünce yadırgamıştım yani. Mesela işte siyahi elf yapmışlar, işte böyle olur mu falan diye eleştirilere. Ben de ya sanki elf varmış gibi. Elf olur mu asıl? Elf varsa siyah da olur, beyaz da olur. Elf oluyorsa o da, çünkü bir hayal ürünü, siyahi de olabilir diye düşünmüştüm, yadırgamamıştım bu durumu.
Ama şimdi işte bu kitapta böyle olmadığı için insan okuduğunu görmek istiyor, biraz okuduğu gibi olmasını istiyor. Jodorowsky mesela iyice planları, şeyleri komple karıştırmış. Yok işte Baron Leto kısır olacakmış da, parmağından alınan bir kanla Jessica o şekilde hamile kalacakmış da. İleriki bölümlerde Paul’un kollarını bacaklarını kesiyorlar falan. Ya değişik değişik, böyle kitapla tamamen alakasız. Zaten kitabı da okumamış, başta arkadaşı önermesiyle yapmaması sanki daha hayırlı olmuş gibi de hissettim onları görünce. Tabii o da bambaşka bir insanmış.
Ama üç yapım arasındaki en büyük fark bence müzik, müziklerde olmuş. Yani Hans Zimmer olunca elinde gerçekten sana birkaç seviye atlatıyor tek başına. Şimdi hazır bir ekleme fırsatı gelmişken şeyden de bahsedeyim: Hep ikinci filmde işte “Alia yok” falan dedim ama aslında Alia varmış anne karnında. Gerçi onu daha çok görüyoruz biraz abartılı bir şekilde ama bir böyle çok kısa bir sahnede selam çakıyor bize. Aslında yönetmen burada, hatta “İsterseniz üçüncü filmi de yaparım” demeye getiriyor bence. Çok başarılı, ne kadar büyük bir usta olduğunu tekrar tekrar sergilemiş her ince ayrıntıda.
Hatta şey oynamışlar, ya da Anya Joy Taylor mıydı, Anya Taylor Joy muydu, “Queens Gambit”te oynayan o satranççı kız dersem benim gibi hiç sinemadan anlamayan insanlar bile hatırlayacaktır. Yine mesela bir kendi çıkarımı yapayım bize dair: Çünkü bu kadın da o diziden sonra her tarafta hep karşıma çıkmaya başladı ya. Biraz algı da seçecek işte ki öyle değil, kim bilir daha önce ne filmleri vardır, benim haberim yok.
Aynı şekilde bizde de mesela “Asmalı Konak” dizisi vardı zamanında. Özcan Deniz bence hâlâ onun ekmeğini yiyor. Yani onun üzerine 50 tane film çekti, hâlâ bir dizisi var yanlış bilmiyorsam ve hepsinde hep aynı rol: Aynı o zengin, işte köşkleri, hanları, hamamları olan, o jiplerden inmeyen holding çalışanı. Ne iş yaptığı da belirsiz, hiçbir iş de yapmayan zengin karizmatik erkek gibi bir tespitim var mesela benim.
Bilmiyorum aramızda Özcan Deniz hayranı var mıdır bu podcast’i dinleyen ama o bile bence katılacaktır yani. Bu söylediğime o kadar eminim kendimden. Ama işte şimdi bakın çok kritik bir bilgi vereceğim size: Ben hiç hayatımda ne bir bölüm Özcan Deniz dizisi seyrettim, “Asmalı Konak” da dahil. Hiç seyretmedim, hiçbir filmini de izlemedim bu zamana kadar. Yani sıfır bilgi, maksimum özgüvenle oturduğum yerden sallıyorum ve o kadar eminim yani. Ne kadar da eminim söylediğimden, doğru olduğundan.
Bunu da kesin Bene Gesserit okullarında öğretiyorlardır, el kitaplarında falan bir yerde yazıyordur ya. Uydur uydur yaz yani, çünkü yazmama gibi bir ihtimali yok bence. Bize bile öğrettiklerine göre buna şey deniyor: Dunning-Kruger Sendromu. Minimum bilgi, maksimum özgüven. O kadar emin oluyorsun kendinden, bilmene gerek yok.
Yani anlatmak için ben de işte bütün bu diziler, filmler, hatta kitaplar hakkında konuşurken dahi bildiğimden değil arkadaşlar, burada kendi öznel, kişisel fikirlerimi söylüyorum. Yoksa yani bunlar hepsi üzerine ne kadar emek verilmiş çalışmalar. Ben yani bir cümlenin, bir satırın bile ne kadar zor yazıldığını bilen bir insanın onu bir de işte uyarlamak, beyaz perdeye geçirmek, zaten imkansız gibi, imkansızı zorluyorsun. Yani olmayacak bir şeyi yapmaya çalışıyorsun, illaki değişiklikler, şeyler olacak.
Bizde de yine mesela ilk aklıma gelen ve hem filmini hem kitabını çok sevdiğim “Uzun Hikâye” vardır, Mustafa Kutlu. Onun hakkında da hatta bir yazı da yazmıştım. Film olacaksa sonunun öyle olması lazım. O filmi ben beğenmiştim ama kitap olacaksa da filmdeki gibi olmaz, o zaman ortaya bir kitap çıkmazdı. Bence kitabı daha güzel, önce kitabını da okuyun mutlaka. O yüzden böyle bir cesaret göstergesi aynı zamanda uyarlarken bir şeyleri değiştirebilmek.
O yüzden son yapılan filmlerin hakkını yemeyelim. Bir de ben onları tabii sinemada seyretmediğim için, tam böyle sinemalık filmler olmuş, orada seyretsen zaten büyüsüne kapılmamak mümkün değil. Bir de ne diyecektim? Bu arada satranç temalı bir film arıyorsanız, hazır “Queens Gambit” demişken onu da söyleyeyim, çünkü bu filmi ya kime sorsam “seyretmedim” diyor. Kafayı yiyeceğim. Jason Statham’ın “Revolver” diye, “Tabanca” diye bizde çevrilmiş bir filmi var, muhteşem yani. Tek kelimeyle ve Jason Statham’ı böyle John Wick gibi uzun saçlı görebileceğiniz belki de tek film. Ben başka bir yerde bilmiyorum ve aksiyon sevmeyenler de şimdi Jason Statham deyince hemen uzaklaşmasın. Aksiyon demeyeyim, aksiyon da vardı tabii ama psikolojik bir film, ego üzerine.
Belki de benim seyrettiğim en iyi filmdi. Böyle benim gibi Lacanları, Freudları falan okumayı sevmiyorsanız, okumaktan hoşlanmıyorsanız bu filmi seyredin yani bari. Çok çok iyi bir filmdir ve filmde böyle bazı sahneler çizgi romana döner, onu da çok başarılı yapmışlar, filmin içinde çok iyi yedirilmiş.
Yani aynı şekilde, buradan da Dune’a bağlayayım: Mesela 1984 yapımı o David Lynch’in Dune’unda ilk sahneler, o filme giriş böyle bir çizgi roman gibi başlar. İşte Butlerian Jihad’dan bahseder, Bene Gesserit okullarından. Oralar mesela çok bana başarılı gelmişti. Hatta o kalkanı falan görünce, o filmdeki güç kalkanlarını görünce ya keşke dedim, yani bütün filmi en baştaki gibi çizgi roman gibi yapsaydı, daha başarılı olurmuş. Yani hakikaten o kadar kötü ki o.
Ben işte ilk kitabı okuduktan sonra 1,5 saatlik bir videoyu ses olarak indirip podcast gibi dinlemiştim. Orada da bahsediyorlardı ama ben o bilgiyi hemen göz ardı ettim, yani hiç duymamış gibi yaptım. İşte “Kalkan çok kötü” falan, ne kadar kötü olabilir ki diye düşündüm. Çünkü ben sevdiğim şeyi de böyle çok gözü kara savunurum, hiç laf söyletmem. Ama hakikaten yani, benim bile savunabilecek bir durumum yok.
Kimse mi bunu görmedi? Orada işte o kadar insan çalışıyor; mutlaka birileri söylemiştir, “Bunu böyle yapmayalım,” diye. Ama muhtemelen yetkisi olmayan biri söylediği için ya da daha büyük yetkili birisi, “Hayır, o kalsın,” dediği için kalmış ve filmi ziyan etmiş. Filmin biraz harcanmasına neden olmuş.
Aynı şekilde, mesela bu sefer Villeneuve’ün filminden bir örnek vereyim. Bu ilk filmdeki bence en güzel, benim en beğendiğim yer, en beğendiğim sahne neresiydi derseniz: o yemek… Kitapta da zaten çok güzel anlatmışlardı. O ziyafet verdikleri, Atreides’lerin ilk yerleştiği yerde Fremenleri falan da hatta çağırdığı, o yemek masası sahnesi harikadır, efsanedir. Çünkü filmde yok, yine yok. Ama aslında çekmiş, yani yönetmen. Hatta o fotoğraflarını falan görmüştüm. Filme gitmeden önce bir YouTube kanalında öğrenmiştim. Çekmiş, hatta defalarca böyle uğraşmış, etmiş yönetmen. Ama içine sinmemiş bir türlü.
Yani o işte kitapta çok güzel anlatılıyordu oraları. O ince ayrıntıları ekrana dökmek çok zor bir şey. Ve bunu da işte filmden çıkarmasını takdir ettim mesela. Helal olsun dedim, yani adam bir karakter göstermiş orada da. Çünkü çok zor bir şeydir. Bir yazarken de aynı şekilde öyle. İnsan emek verdiği bir şeye… Çünkü o kadar uğraşıp zaten yazmak ne kadar zor, sonra bir de onu komple kaldırmak, silmek. Yani bana da diyorlar, “Çok uzun, çok uzatıyorsun.” Kıyamıyorum onları kesemiyorum, silemiyorum. İnsanın kendi kolunu, bacağını kesiyormuş gibi hissettiriyor. Çok ayrı bir olgunluk seviyesi.
Yani o bunu da yapabildiği için işte büyük yönetmen. Ve 3. filmi de umarım çeker. Çok güzel olur daha şimdiden. Ve çizgi roman işte demişken… Aslında Star Wars’un falan, benim bildiğim, ne güzel animasyonları, şeyleri var. Bu serinin komple tamamı animasyon olsa bence çok daha uygun. Oraya neden hiç düşünülmemiş bilmiyorum. Belki çıkar yakında, yapılır.
Hatta böyle işte çok eski yapımların dönem dönem yeniden yapılması, yapıldıkça daha iyisinin yapılması bana biraz şeyi de düşündürüyor. Belki ileride gerçekten böyle gezegenlere, diğer işte uzay yolculuklarına başlayacağız ciddi ciddi. O zaman bile hala bu yüzlerce yıl öncesinin kitapları diyecekler ve onları yapacak, onları uyarlayanlar olacak. Belki bir metaverse falan gibi bir şey olur, o filmin içinde kendimiz bir Paul oluruz.
Ama şey işte, gayri malzemeyi hala geçmişten alıyoruz ne kadar ilerlersek ilerleyelim. Çünkü böyle şeylerin yenilerini üretmek çok zor. O açıdan da Frank Herbert’in tekrar hakkını vermek gerekiyor. Büyük bir iş yapmış.
Diyelim, artık kitaba geçelim, sinema muhabbetini bitirelim. Çünkü ben filmlerden anlamam. O yüzden de buradan peşin peşin söyleyeyim: yani bu filmler, diziler hakkında ara ara böyle öneriyorum, bağlantılı gördüğüm yerlerden örnekler veriyorum. Ama bunlar tamamen benim fikirlerim diyelim ve film mevzusunu kapatalım.
Bunlardan hiç konuşamazdım, hazır şimdi seyretmişken ufak bir bahsedeyim dedim. Ben hemen bu kitaba döneyim. Dune serimizin son kitabı Rahibeler Meclisi…
Bu kitapta mesela benim en sevdiğim yine bu girişlerdeki alıntılar. Alıntıların çeşitliliği… Farklı farklı yerlerden hep yapılması. Mesela bir “Gesserit Kodex” diye bir şey, onların el kitabı gibi bir şeymiş. Oradan çok böyle kısa kısa cümleler, nokta atışı bilgiler vardı. Bir tanesi şu mesela, daha hemen kitabın başında geçiyor:
“Geçmişi tekrarlayacak olanlar tarihin öğretilme şeklini kontrol etmelidir.
-Bene Gesserit Kodası”(s.7)
Bizim üniversitede “Siyasi Tarih” diye bir ders vardı, yanlış hatırlamıyorsam oydu. Daha önce bir yerde de bahsetmiştim ama burada bize hoca daha ilk hafta şöyle bir giriş yapmıştı:
“Bu zamana kadar, işte 2. sınıftan 3. sınıftan beri tarih dersi alıyorsunuz ve bu öğrendiklerinizin hepsi yanlış.”
Böyle bir giriş yapmıştı. Önce bunları bir kabullenin, ondan sonra eski bilgilerinizle gelmeyin bana gibisinden siyasi tarihe bir giriş yapmıştı. Tabii, bu biraz dikkat çekmek ve sınıfı uyandırmak için yaptığı, kendince karizmatik bulduğu bir girişti.
Tabii ki dediği kadar her anlatılan yanlış değildir, olamaz. Ama bizim tarihimizde, evet, anlatılanlar ve tarihin öğretilme şekli ciddi şekilde kontrol ediliyor. İşte “Almanlar yenildi, biz de yenilmiş sayıldık” gibi ifadeler ilk aklıma gelen giriş kısımlarından biri. Mesela şöyle bir yerden de başlayabiliriz:
“Alelade ve sıradan şeyleri yeni bir açıdan gösterebilen bir insan korkutucu olabilir. Fikirlerimizin değişmesini istemeyiz. Böyle talepler karşısında tehdit edildiğimiz hissine kapılırız. ‘Önemli şeyleri zaten biliyorum!’ diye düşünürüz. Sonra Değiştirici gelir ve eski fikirlerimizi bir kenara atar.
-ZENSUFÎ USTASI”(s.19)
Diyor mesela, ben Bene Tleilaxlar’ın dininden bahsetmiştim. Onların dindar olduklarını öğrendiğimizden, işte onlar Zen Sufi ve yüksek inanç dinine inanıyorlar gibi bir şey. Özellikle Şeyh Hulud’a çok büyük saygı gösteriyorlar, solucanlara. Şimdi ben böyle şeylerle girdim ama konuya nasıl gireceğim diye bir bakıyorum. Şöyle bir alıntım var, buradan başlayabiliriz:
“‘Ağaçlar sonlarının yaklaştığını sezebilir,’ demişti Odrade. ‘Canlılar tehdit altındayken daha çok ürer.’”(s.20)
Bunu mesela ben de ilk öğrendiğimde şaşırmıştım. Bütün büyük katliamlardan, savaşlardan, bunalımlardan sonra nüfus hep inanılmaz şekilde artmış. Koronadan sonra da muhtemelen öyle oldu. Bunları tabii çok daha sonra öğreneceğiz, tarihte bize artık nasıl yazılırsa o şekilde okuyacağız muhtemelen. Ama bunu bütün canlılar açısından hiç düşünmemiştim. Yani ağaçlarda da bitkilerde de böyle olabileceğini, o açıdan bunu da unutmamak adına aldım buraya.
Burada Odrade bunları kime söylüyor? Bir önceki kitabımızda kendini feda eden o büyük kahraman Miles Teg’e söylüyor. Onun küçük hali, çocuk hali, 12 yaş mı, 15 yaş mı o civarlarda. Nasıl oldu peki bu? Aynı Duncan nasıl daha önce bir Gulam olarak yetiştirildi ise, burada da benzer şekilde onu görüyoruz. Bu kitaptaki ana Gulam’ımız da Teg oluyor, Teg’in çocukluk hali ve bunu, onu bu sefer yetiştiren kim? Duncan tabii ki, onun o değişimin. E uyandırılınca orası işte biraz karışık. Çünkü yani aynı şeyleri pişirip pişirip tekrar önümüze sunuyor Frank Herbert diyebilir miyiz, dedim. Öyle gibi geldi bana.
Kitabın başlarında Odrade, Teg’in doğumuna da hatta şahit oluyor. Çünkü şöyle bir şey yaşanıyordu yanlış hatırlamıyorsam: “E kimse kendi babasının doğumuna şahit olmaz” falan diyerek o Axlot tanklarına mı gidiyordu? Yani öğrenmişler artık Bene Gesserit’te Gulam yetiştirmeyi. Daha doğrusu sadece Teg’i mi yetiştirebilmek? Bir Bene Efendisi Scytale var ama o da paylaşmıyor hiçbir bildiğini. Öyle de bir durum var.
Yok Gemi’de Scytale, Duncan ve Murbella ile birlikte şu kum solucanını yine salmışlar çölün ortasına ve o kum solucanı artık kum alabalıklarına dönmüş tamamen ve onların içinden tekrar bir kum solucanı çıkacak mı? Onun bekleyişi dışında bir ona özgürlük tanımışlar, yani o kendi başına orada uğraşıyor, didinip. Ama diğer Duncan, Murbella ve o Scytale, Yok Gemi’de bir anlamda hapis hayatı yaşıyorlar. Onları sürekli izliyorlar, kontrol ediyorlar, dışarı çıkmalarına izin vermiyorlar.
Odrade de kitabın başlarında Teg’le ilgileniyor, onu yetiştirmeye çalışıyor ve Teg’i dönüştürecek ama nasıl dönüştürecek? Duncan’ın uyanışı için mesela Muad’Dib’le Paul’un dövüşmesi, onu öldürmeye çalışması gibi bir durum vardı ve bunu yapmayı reddedip geçmiş anılarını hatırlıyordu, o insana dönüşüyordu yani bir anlamda. Burada Teg zaten daha çocuk, daha büyümesini de bekleyemiyorum, bekleyemeyeceğim. Nasıl olacak? Duncan mı yapacak bunu? Sonra “yok” diyorlar, “Murbella yapacak.” Çünkü Murbella Duncan’ı dönüştürmüştür ama nasıl dönüştürmüştür? Onu da bir önceki kitaptan okuyanlar hatırlayacaktır, ben çok hoşlanmam oralardan. Ama bu kitapta mı böyle olacak diye bir korkutuyor yazar. Onunla olmuyor gerçi ama yine benzer bir yöntem. Neyse oralara geliriz, şu an biz Odrade ile Teg’in o ilk aralarındaki yaptıkları o masum konuşmalara geçelim. Odrade’in şöyle bir sözü var mesela:
“‘Sahiplik ilginç bir meseledir,’ dedi Odrade. ‘Biz mi bu gezegenin sahibiyiz, yoksa o mu bizim sahibimiz?’”(s.22)
Evet, bu kitabın da adı zaten Rahibeler Meclisi Gezegeni. Aslında daha da bir değişik bir İngilizce adı vardı da sadece Rahibeler Meclisi diye çevirmişler. O gezegene doğru dürüst bir isim bile koymamışlar. Yani bu da ileride geçiyordu, alıntı olarak aldım mı şu an hatırlamıyorum ama Rahibeler Meclisi Gezegeni diye çevirmişler Türkçemize. Yani gezegen sanki tamamen onlarınmış gibi.
Ve bu Rahibeler Meclisinin birkaç tane, zaten yüzlerce aslında gezegeni varmış da, bu Saygın Analar sürekli işte haber geliyor, dört tanesini daha patlattılar falan diye. Nasıl Dune’u yok ettilerse, tamamen oradaki hayatı sonlandırdılarsa, diğer gezegenlerde de tek tek ava çıkıyorlar. Nerede bir Rahibeler Meclisi, bir Bene Gesserit’e ait bir gezegen var, öldürüyorlar. Artık son kalan 10–15 tane bir gezegen kalmış gibi bir şey, bir durum. Son hatta bir dördü daha patlıyordu, 12 tane mi ne kalıyordu. Sıra onlara da geliyor yani yavaş yavaş. Ve burada da ‘Acaba biz mi o gezegenlerin sahibiyiz, yoksa onlar mı bizim sahibimiz?’ diye soruyor Odrade’e ve yine Teg’le konuşmalarına devam ediyor. Bu uzunmuş biraz, bakalım burada ne diyor:
“Odrade’nin söylediğine göre, çöl geldiğinde muhtemelen en son yok olacak bitkiler üzüm asmalarıydı çünkü kazıkkökleri yerin yüzlerce metre altına kadar inerdi. Önce meyve ağaçları ölecekti.
‘Neden ölmeleri gerek?’
‘Daha önemli canlılara yer açmak için.’
‘Kumsolucanlarına ve melanja.’
Teg, Bene Gesserit’in varlığını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu melanj ile kumsolucanları arasındaki bağlantıyı bilmesinin Odrade’nin hoşuna gittiğini gördü. Bu ilişkinin nasıl işlediğine emin değildi fakat bir çember hayal ediyordu: Kumsolucanından kumalabalığına ve ardından melanja, sonra da tekrar baştan. Bene Gesseritler de bu çemberden ihtiyaç duydukları şeyi alıyordu.
Bütün bu derslerden hâlâ sıkılmış olan Teg, ‘Bütün bu şeyler zaten ölecekse niye kütüphaneye dönüp adlarını öğreniyorum ki?’ diye sordu.
‘Çünkü sen insansın ve insanlar her şeyi sınıflandırma, yaftalama ihtiyacı duyar derin bir şekilde.’
‘Neden öyle şeyleri adlandırmak zorundayız ki?’
‘Çünkü adlandırdığımız şeyi sahipleniriz. Yanıltıcı ve tehlikeli olabilen bir sahiplik hissine kapılırız.’
Kadın lafı döndürüp dolaştırıp sahiplik meselesine getirmişti yine.
‘Benim sokağım, benim gölüm, benim gezegenim,’ dedi Odrade. ‘Benim verdiğim isim, sonsuza dek. Bir yere ya da şeye verdiğin isim sen ölmeden önce bile unutulabilir; belki fatihler o ismi değiştirmez, kibar bir jest olarak… Veya insanların korkuyla anımsayacağı bir isim olsun diye.’
‘Dune,’ dedi Teg.
‘Zekisin!’
‘Saygın Analar Dune’u yaktı.’
‘Bulurlarsa bize de aynı şeyi yapacaklar.’”(s.25)
Diye burada işte hem çocuğu yetiştiriyor, çocuk dediğim de işte babasının çocuk versiyonu olan Teg, hem onu uyarıyor Saygın Analar hakkında. Ya ilk bölümler biraz böyleydi açıkçası, biraz da sıkıcıydı buralar. Çünkü ‘yine mi aynı şey, biz bunları zaten Duncan’la yaşamıştık’ gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Ama tabii Teg’in çok daha farklı güçleri olduğu için acaba o güçlere kavuşacak mı, ne zaman kavuşacak, tekrar böyle hemen iki sayfada bütün Saygın Anaların hepsini öldürebilecek mi, bütün Saygın Anaların hakkından gelecek mi gibi şeyler bekliyorsunuz. Elinde öyle bir inanılmaz bir hıza ulaşmış bir asker varken, onun tabii ölmemesi bir yandan da güzel, tekrar böyle geri gelebilecek umudu. Ama artık bunu sürekli defalarca gördüğümüz için, hele Duncan o Tanrı İmparatorluk zamanında Allah’ım Dune’a gelmişti yani. O kadar… Gerçi o kitapta sadece iki tanesini görmüştük, o 3500 yılın en azından son yılını işlemişti kitap.
Sadece bir de bir paralel hikâye olarak Lucilla durumu var. Bunun için şöyle bir şey söyleniyor: Dinler tarihini bilirseniz kitaptan çok daha fazla zevk alırsınız. Frank Herbert sürekli bu dinler tarihinden faydalandığı, yararlandığı… Ben de Dune Mesih’inde özellikle çok fazla bilmesem de o Hristiyanlık izlerini söylemiştim zaten, İslamiyet’ten de birçok şey var. Şimdi bir de ‘Yahudilik olmaz mı, yok mu?’ gibi eleştiri artık aldı mı o zamana kadar bilmiyorum. Son kitapta, bu kitapta karşımıza bir de Yahudiler de çıkıyor. Onların kendilerine has özellikleri birkaç sayfa bahsediliyor. Yani ben bile anlıyorum artık ‘bunlar Yahudiler mi?’ falan diye ve orada açık açık söylüyor artık.
Yahudiler, bir haham var başlarında, ta o zamanlarda bile varmış demek. Hala bir Bene Gesserit’ler gibi bir şey yani kendilerince ve ellerinde de onların da bir hahamın yanında… Jessica diyeceğim, olmayacak, Jessica değil, Rebecca. Rebecca diye bir kadın var. O da bu neydi, onun adı, Abı Hayat suyu, o baharatın özü, ondan kullanıp hayatta kalmış ve bütün o Yahudilerin analarının bilinçlerini, hafızalarına sahip gibi bir şey. Son kalan bir de bunlar herhalde Yahudiler gibi bir şey. Bir haham var başlarında, 10–12 kişi. Bunlar da bir Yok Oda inşa ediyorlar. Hatta orada en son saklanacaklar.
Lucilla da saklanırken önce… Heh işte oradan oraya bağlayayım, Lucilla diğer bu gezegenlerdeki Anaların belleklerini toplama görevi edinmiş gibi bir şey. Hani bahsetmiştim ya böyle kızılötesi gibi alınlarını birbirlerine yaklaştırıyor ve ondaki bütün o hafızayı kendilerine kopyalıyorlar gibi bir şey. Bunu yapmış, böyle o zamana kadar işte onlarca gezegende hep böyle toplamış toplamış. Hiç kimsede olmayan, o Baş Rahibede bile olmayan birçok Rahibenin zihni Lucilla’da şu an ve o Lucilla da son yedeği… Bu yedek almak gibi bir şey yani, hakikaten şimdi öyle diyorum ama, Rebecca ile paylaşıyor hahamın yanındaki kadına.
Ondan sonra bu haham biraz dışlıyorlar yani onu ‘sen de işte cadı oldun, Bene Gesserit oldun’ falan diye kadına biraz kötü davranıyorlar. Ama bir yandan da tabii kendi dinlerinde, şeylerinde olduğu için ilk başta… Ama orada anlıyoruz ki bu haham bir hainlik yapıyor ve Lucilla’yı satıyor, ihanet ediyor gibi bir şey o Saygın Analara. Onların eline düşüyor Lucilla daha kitabın başında ve onun orada o Baş Saygının en güçlüsü, onların başındaki… Örümcek Kraliçe diyorlar ona da hatta. Ve o Saygın Ana da bu tuhaf unvanı bile benimsiyor yani, hoşuna gidiyor.
Ama bu alıntım ondan biraz daha öncesiydi. Şu an bakıyorum da tam çıkaramadım, daha henüz önüne geçmedi sanırım. Saygın Ana pencereden işte bir çiftlik çalışanını görüyor, onu izliyor bir süreliğine. O vücudunu da tıpkı makine gibi ağır ağır hareket ettiriyor diye bir tespit yapıyor ve başlıyor düşünmeye. Biz de buradan bir Bene Gesserit işte nasıl düşünür, hayatı nasıl bizden farklı algılar onu görüyoruz şu cümlelerle:
“Lucilla, Makinesinin parçası olmuş, diye düşündü. İnsanların uğraştıkları şeylere uyum sağlaması hakkında bir şey söylüyordu bu. Lucilla bu düşüncenin kendisini zayıflattığını hissetti. İnsan tek bir şeye fazla odaklanırsa diğer yetilerinde körelme olurdu. Yaptığımız şeye dönüşürüz.”(s.46–47)
Bu yaptığın şeye dönüşme durumu kötü bir şey aslında, ama yani böyle tabii mekanik bir iş olunca… Ama Mihail Csikszentmihalyi galiba, ‘Akış’ kitabı vardı, onda da o akış halini, o yaptığın işe dönüşme gibi tanımlıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Orada mesela güzel bir şeydi. Tabii yaptığın şeye göre değişiyor bunun durumu, iyi ya da kötü olması.
Ve işte Sheeana’nın, biraz da onu hatırlayalım, onu unutmuşumdur diye, unuturum diye muhtemelen koydum buraya. O bu kitapta bayağı bir kitabın sonlarına kadar arka planda kalıyor. Çünkü uzunca bir süre depresyonda gibi bir hali var, ruh hali iyice bozulmuş, boşuna çabalıyor mu gibi hissediyor kendisini. Birebir onun cümleleriyle tanımlayacak olursak şöyle diyor:
“Solucanların çobanıyım ben… Belki de asla gelmeyecek olan solucanların.”(s.56)
Kafayı artık solucanla bozmuş yani iyice ve artık elinde solucan da yok. O solucan kum alabalıklarına dönüştüğü için… Yani bu Bene Gesserit’lerin elinde kalan o ana gezegeni, Rahibeler Meclisi Gezegenini çöle çevirmeye çalışıyorlar, Dune’a çevirmeye çalışıyorlar. Arrakis… Yavaş yavaş yağmurlar azalıyor, ağaçlar ölüyor. Bir denizleri var işte, okyanusları. En son orada hatta önünden geçerken, ‘Bu da yok olmadan şurada bir yüzeyim’ falan falan diyor Odre, çıkıyor orada yüzüyor. Ondan sonra ‘tamam’ diyor, ‘denizi de artık kurutabilirsiniz’ gibi bir emir veriyordu orada. Yavaş yavaş çöle döndürüyor.
Yani biz kaç kitap boyunca o çölün denize kavuşması için uğraştık ama şimdi işler değişince… Bu Lost’un da bir sezonunun fragmanıydı yanlış hatırlamıyorsam, 3 ya da 4. sezon olması lazım. Bölümler boyunca o adadan kurtulmaya çalıştılar. Ama şaka gibi Jack çıkıp Kate’e diyordu ki ‘geri dönmemiz lazım adaya, işte ada bizi çağırıyor’ falan böyle. Yine aynı muhabbetler… Sen o kadar yani neye uğraştın, o zaman boşa mı uğraştın?
Ve şöyle de bir şey var ya, bu zaten denenen bir şeydi daha önce. Bu ilk defa bu Bene Gesserit’lerin aklına gelmiyor. Bu kum solucanlarını defalarca, yanlış hatırlamıyorsam diğer hanedanlıklar da yapmıştı bunu. İşte Bene Tleilax’lar da denemişti, IX’ler, herkes bunu yapmaya çalışmıştı Melanj üretmek için. Diğer gezegenlerde yaşamıyordu bu hayvanlar, burada neden yani yaşayacakmış gibi bir umuda kapılıyorlar. Hakikaten de yaşıyor yani sonunda. Demek ki o kadar da zor bir şey değilmiş mi, yoksa işte bunlar o 2. Leto’dan kalan kum solucanları olduğu için mi böyle değişik uyum sağlayabiliyor? O da olabilir tabii, çok açıklanmıyor bunlar. Muhtemelen sonraki kitaplarda diyeceğim, Brian Herbert kitaplarında belki daha ayrıntılı işlenmiştir, kesin işlenmiştir, o da iyice suyunu çıkarmıştır.
Murbella’nın bir çıkarımı var sanırım burada, kimin olduğunu da yazmamışım ama şöyle diyor:
“Hayat baskılara bir tepkiydi hep. Kimileri dikkatlerini kolayca dağıtan şeyler karşısında pes edip onlar tarafından biçimlendirilir, aşırılığa kaçardı. Baküs onları pençesine alırdı. Yüz hatlarına şehvet yerleşirdi. Rahibe Analar binlerce yıllık gözlemler sayesinde, böyle insanları bir bakışta tanırdı. Bizi biçimlendiren baskılardır, onlara dirensek de direnmesek de. Baskılar ve biçimlenmeler… Hayat buydu işte.”(s.60)
Yani o Saygın Analar da zaten büyük bir baskıyla yetiştiriyor bunları. Bir benzeri de Bene Gesserit’lerin içinde de var. Yani o baskıya dirensen de direnmesen de fark etmiyor, sonuçta değişiyorsun” diyor yani. Her şekilde…
Murbella bu kitabın ana kahramanı diyebiliriz bence artık. Geçen kitap nasıl Teg’in şov yaptığı bir kitaptı, işte bu kitapta bence Murbella’nın hiç beklenmedik şekilde son anda böyle sahneye çıkıp başrahibe olması… Bunun sinyallerini de aslında kitabın başlarında veriyor, vermiş. Yani dediğim gibi Murbella’yı Duncan’ı Yok Gem’de hapsetmişler ama sürekli izliyorlar, bir BBG evinde gibi bir şeyler yani. Ve onlar da artık ilk zamanlar böyle rahat değiller ama sonra kaçacak bir yer de yok, alışıyorlar bir yerden sonra.
Üç tane çocukları olmuş mesela bu süre zarfında, üçünü de almış hemen bu Bene Gesserit’ler, kendileri yetiştiriyor. Üçü de kız, dördüncüye hamile, onun ne olacağını bilmiyor. Ve Rahibe Ana olmayı da artık kabullenmiş yani, istiyor. Son bir işte o olma merasimi gibi bir şey, yine bir baharat özü yaşayacak. Ve bak bir yandan da hamileyken nasıl… O zaman onun çocuğu da bir Kuisatz Haderach’ı olmaz mı? Ondan çok bahsetmiyorlar sanki. Veya hamile değil miydi, doğumdan sonra mı yapıyorlardı onu? Şu an biraz kafam karıştı. Doğumdan sonra herhalde yapıyordu, doğumdan sonra geçiyordu, gerçekleşiyordu, evet… Neyse gelelim şu onun meşhur tekmesine:
“Bulanıklaşacak kadar hızlı (Bene Gesseritlerin şimdiye dek başarabildiğinden çok daha hızlı) hareket ederek, sağ ayağıyla Idaho’nun yüzüne tekme savurmuş ve ayağını ancak Idaho’nun başına bir kıl mesafesi kala durdurmuştu.
Idaho, Murbella’’nın ilk hareketiyle birlikte gözlerini açmıştı. Korkusuzca, darbe yememek için geri çekilmeden izlemişti.
O darbeyi yese ölürdü! Öyle bir şeyden korkmak için bir kez görmek yeterliydi. Murbella merkezi korteksinden bağımsız hareket etmişti. Böcek gibiydi; sinirleri kaslarını otomatikman harekete geçirerek saldırı başlatıyordu.
‘Görüyorsun ya!’ Murbella ayağını indirip Idaho’ya öfkeyle tepeden bakmıştı.
Idaho gülümsemişti.
Odrade bunları izlerken Murbella’nın üç çocuğunun (üçü de kızdı) Rahibeler Birliği’nin elinde olduğunu anımsamıştı. Soy Üretme Ustaları heyecanlıydı. Zaman içinde, bu soydan gelen çocuklar Saygın Anaların bu yeteneğini taşıyabilirdi.
O kadar zamanımız yok muhtemelen.
Yine de Odrade, Soy Üretme Ustalarının heyecanını paylaşıyordu. O hız! Bir de üstüne Rahibeler Birliği’nin sinir-kas eğitimi, çok sayıda prana-bindu yetisi eklenirse muhteşem olurdu! Odrade böylece ortaya nasıl bir şey çıkabileceğini kelimelerle düşünmeden seziyordu.
‘O haraketi bizeydi, Idaho’ya değil,’ dedi Bellonda.
Odrade emin değildi. Murbella sürekli izlenmekten rahatsızdı fakat alışmıştı artık. Çoğu hareketini iletişim-gözlerinin ardındaki kişilere aldırmadan yaptığı belliydi. Görüntü kaydında yataktaki yerine, Idaho’nun yanına geri dönmüştü.
‘O kaydın izlenmesine kısıtlama getirdim,’ dedi Bellonda. ‘Bazı çömezler arasında sorun yaratıyor.’”(s.65)
Kameralara iletişim gözleri diyorlar. Herhangi bir kör nokta yokmuş gibi görünüyor. Bütün sesleri ve hareketleri algılıyorlar. Bu gezegende rahibe ana olmak isteyen yaşı daha küçük olanlara ‘çömez’ deniyor. Henüz tam olarak rahibe olmamışlar, bir nevi öğrenci gibi düşünülebilirler. Belonda ise buradaki aksi, huysuz kötü polis gibi bir şey. Odrade’den sonraki en yetkili rahibe olan Tar’dan sonra en yetkili kişi o.
Bir de Scytale var, demiştik. Yüz Değiştirenlerin Efendisi olarak bilinen Bene Tleilaxlar’ın lideriydi. Bu kitapta, sürekli herkesi ikna etmeye çalışan bir ara bulucu rolünde. Burada da Scytale ile konuşmalar yapıyor, onların yapısını ve düşüncelerini anlamaya çalışıyor. Aslında kendi çıkarları için çeşitli avantajlar elde etmeye çalışıyor. Sürekli olarak emrinde yüz dansçısı bulundurmak istiyor. Çünkü o yüz dansçılarını kendisi işte şu şekilde koşullandırmış:
“Scytale, ‘Memurluk ve kayıtlar olmadan işlerinizi nasıl yürütüyorsunuz?’ diye sormuştu.
‘Yapılması gereken iş varsa yapıyoruz. Mesela bir Rahibe mi gömülecek?’ Odrade meyve bahçesindeki sahneyi göstermişti; kürekler devreye sokulmuştu ve mezara toprak atılıp sıkıştırılıyordu.
‘O iş öyle yapılır ve etrafta onu yapmaktan sorumlu birileri vardır mutlaka. Onlar da kendilerini bilir.’
‘Peki bu hastalıklı düzeni kim… Kim idare…’
‘Hastalıklı değil! Eğitimimizin bir parçası. Başarısız Rahibelerin idaresinde yapılır genellikle. Asıl işi çömezler yapar.’
‘Peki onlar… Yani, bu iş pek hoşlarına gitmiyor olsa gerek? Başarısız Rahibeler diyorsun. Ve çömezler. Bu daha çok ceza gibi görünüyor, şeyden çok…’
‘Ceza mı? Yapma ama Scytale. Bozuk plak gibisin.’ Odrade defin ekibini göstermişti. ‘Çıraklık dönemimiz bittikten sonra hepimiz bize verilen işleri seve seve kabul ederiz.’
‘Ama yine de… Ahhh, bürokratik…’
‘Aptal değiliz!’
Scytale yine anlamamıştı fakat Odrade onun şaşkın bir ifadeyle, sessizce baktığını görünce açıklama yapmıştı.
‘Bürokrasilerin egemenlik gücüne eriştikten sonra mutlaka açgözlü aristokrasilere dönüştüğünü bilirsin mutlaka.’
Scytale bunun konuyla ilgisini anlamakta zorlanmıştı. Odrade lafı nereye getiriyordu?
Scytale susmayı sürdürünce Odrade, ‘Saygın Analar bürokrasinin tüm izlerini taşıyor,’ demişti. ‘Bilmemne bakanı, feşmekân Yüce Saygın Anası… En tepede birkaç mühim şahsiyet, altlarındaysa çok sayıda memur. Daha şimdiden ergence arzulara kapılmışlar. Aç avcı hayvanlar gibiler; avlarının soyunu tüketmemek gibi bir kaygıları olmuyor asla. Oysa hassas bir dengedir bu: Beslendiğin canlıların sayısı azalırsa kurduğun tüm yapı çöker.’”(s.117)
Zaten bu kitapta, arada sırada böyle durumlar oluyor. Sonra bir başka bölüme geçiyoruz ve bu sefer hikayenin en heyecanlı yerinden devam ediyor. Örneğin, tekrar o odaya geçiyoruz falan filan. Burada Lucilla, o hahamın ihanetine uğradıktan sonra Saygın Ana’nın eline geçiyor. Günlerce aç bırakılıyor ve sonra Saygın Ana tarafından sorgulanıyor. Ancak, Saygın Ana’nın izniyle yemek yiyebiliyor. Gerçekten kitabın en güzel yerlerinden biri burası. Zaten kitabın en karizmatik karakterlerinden biri kesinlikle Lucilla. Satırarasında kurtadamların geçmesinden işkillenmedim değil ama ne kadar işime yarar gerçek hayatta bilmiyorum çünkü evinde hizmetçisi olan bir arkadaşımı geçtim, bir tanıdığım bile yok.
“Tabakta acı soslu fasulye vardı. Lucilla yemekten bir lokma alıp da içinde zararlı madde olmadığını anladıktan sonra tabağı silip süpürdü. Sos sarımsaklıydı. Lucilla’nın aklına bu yemek malzemesiyle ilgili anılar geldi çok kısa bir an… Yemeklere tat verir, kurtadamlara karşı etkilidir, gaz tedavisinde işe yarar.
‘Yemeğimizi beğendin mi?’
Lucilla çenesini sildi. ‘Çok güzel. Aşçın harikaymış.’ Birinin evindeyken asla aşçısı övülmez. Çünkü aşçılar değiştirilebilir. Ev sahibiyse kalıcıdır.”(s.126)
Sonra tabii başlıyorlar uzun uzun konuşmaya. Şimdi uzun dedim ama o kadar da uzun değil, birkaç sayfa en fazla. Şahsen ben daha uzun olmasını isterdim çünkü öyle beklenmedik bir şekilde ölüyor ki Lucilla, ölümüne en üzüldüğüm karakterlerden biri oldu diyebilirim. Peki nasıl öldü diyeceksiniz ya da neden öldü mü dersiniz? Hangisini cevaplamak daha kolay olur bilmiyorum. Çok kolay bir şekilde Saygın Ananın basit bir tekmesiyle anında ölüyor, üstelik buna neden olacak kadar onu kızdırdığını da son anda fark ediyor ama durumu kurtaramıyor. Bu Saygın Anayla konuşmak böyle bir şey işte. Cambaz gibi ipin üstünde yürüyorsunuz sanki, onu biraz sinir etmeye görün, hemen gözünde turuncu benekler beliriyor, o benekler iyice büyüdüğünü görürseniz eğer bu hayatta gördüğünüz son şey oluyor. Peki Lucilla’mız ne yaptı da bu kadar sinir etti Saygın Anayı, inanın hatırlamıyorum. O derece eften püften bir şeydi yani. Benim aldığım alıntı da şöyle bir şey soruyor mesela o buna bile kızıyor. Yani bu Saygın Analar kelimenin tam anlamıyla hem suçlu, hem güçlü.
“‘Tüm geleceğini bilen birini hiçbir şey şaşırtmaz. İstediğiniz bu mu?’
‘Öyle denebilir.’
‘Siz geleceği istemiyorsunuz… Şimdinin sonsuza dek sürmesini istiyorsunuz.’
‘Daha iyi ifade edemezdim.’
‘Bir de seni sıktığımı söylemiştin!’
‘Ne?’
Gözleri turuncu oldu. Dikkatli ol.
‘Sürprizsiz bir hayattan daha sıkıcı ne olabilir?’
‘Ahhhh… Ha! Ama onu kastetmemiştim.’
‘Öyleyse korkarım ki neyi kastettiğini anlamıyorum, Yüce Saygın Ana.
‘Önemi yok. Yarın devam ederiz.’
Şimdilik kurtulduk!”(s.129)
İşte kitapta karakterlerin iç düşüncelerini de italik olarak yazmışlar. Ben seslendirirken çok belli oluyor mu bilmiyorum ama yani önce kendi konuşması var kitabın birçok bölümünde. Örneğin, o karakter için de bu geçerli. Sonra kendi düşünceleri geçiyor. Acaba şöyle mi diyecek, böyle mi diyecek diye düşünüyorsun. Tiran İmparatoru kitabında çok sıkça bu tekniği görmüştük. Bu kitabın zaten neredeyse tamamı bu şekildeydi. Burada da özellikle bu konuşmalarda, karşılıklı görüşmelerde, Saygın Analar ile Bene Gesseritler arasındaki çatışmada bunu yaşıyoruz. Bir de ‘Mentat Metni 2’ diye bir alıntıyla başlayan bir bölüm var.
“Düşünmeden yaptığımız pek çok şey üzerlerinde düşündüğümüzde zorlaşır. Bir konu hakkında çok fazla bilgi edinmek insanı tamamen cahilleştirebilir.”
-Mentat Metni İki (dikto)(s.130)
Yoksa öyle bir çıkarımda mı bulunmuştum o anlama gelen bir şeyler okumuştum sanki. Ustalaşma bir şeyi böyle hatasız yapabilme değil yani onu hiç düşünmeden bile hatasız yapabilme hali, o artık bir alışkanlık haline gelene kadar. Bir başka bölümde de şöyle bir alıntı var:
“Baskıcı kanunlar yasakladıkları şeyleri güçlendirir. Tarihteki tüm hukukçuların işini güvenceye alan, ince bir husustur bu.”
-Bene Gesserit Kodası”(s.149)
Buna benzer bir ifade ilk kitapların birinde de yazıyordu sanki. Belki onu da paylaşmışımdır sizlerle ama bu aynı sayfadaki bölüm şöyle başlıyor.
“Odrade, Merkez’de huzursuzca çıktığı teftiş gezilerinde (bu işi son günlerde daha seyret ve bu yüzden de daha dikkatli şekilde yapıyordu) gevşeklik belirtileri arar ve özellikle de işlerin fazla sorunsuz yürüdüğü departmanlar olup olmadığını kontrol ederdi.
Başgözlemci’nin bir lafı vardı: ‘Bir yerde işler kusursuz yürüyorsa anla ki orada hataları örtbas eden biri var,’ derdi. ‘Gerçek gemiler sarsılır.’”(s.149)
Bu cümle birkaç yerde daha geçiyor böyle, biraz da espri olarak ‘Hatasız Kul Olmaz’ gibi bir şey yani bizdeki gerçek. Gemilerin sarılması yavaş yavaş benim alıntılarım yarısına gelmiş oluyor ama kitabın daha yarısına gelemedik o yüzden hemen devam edeyim ben:
“Rahibeler Birliği’nin uzun süredir bildiği bir örüntüydü bu. Kulluk, kölelik eninde sonunda başarısızlığa yol açardı. Çünkü insanlarda nefret oluşurdu. Gözü dönmüş düşmanlara dönüşürlerdi. Bu düşmanların hepsini haklayabilecek durumda değilseniz buna hiç kalkışmamanız en iyisiydi. Zulmün düşmanlarınızı güçlendireceği bilgisiyle kendinizi dizginlemeniz gerekirdi. Zulmedilenler sonunda başkaldırırdı ve o gün Tanrı zalimlerin yardımcısı olsundu. İki kenarı keskin bir kılıçtı bu. Zulmedilenler zulmedenleri daima taklit eder, onlardan öğrenirdi. İşler değişince roller de değişirdi… Yeni bir intikam ve şiddet dönemi için sahne hazır olurdu. Roller değişip dururdu, bıktırana dek.”(s.183)
Ya ben emin değilim bu. Rollerin hep sürekli değiştiğinden bazen, hep zulmedenler zulmetmeye de devam ediyor, ezilenler hep daha çok eziliyor. Ama zulüm üstüne yanlış hatırlamıyorsam bir alıntısı vardı:
“Saygın Analar megalomanlığın da ötesine geçmişti. Tiran onlara kıyasla gülünç bir korsan gibi kalıyordu. II. Leto en azından Bene Gesseritlerin bildiği şeyi biliyordu: Kılıcın ucunda dengede durmayı… Dengesini kaybederse öleceğinin farkındaydı. Öylesine büyük bir gücü ele geçirmenin bedeli. Saygın Analar bu kaçınılmaz kaderi görmezden geliyor, korkunç bir histeriye kapılmış bir dev gibi etrafa saldırıyorlardı.
Şimdiye kadar kimse onlara direnememişti, şimdi de kudurmuşçasına katliam yapmayı seçiyorlardı. Histerik olmayı seçiyorlardı. Bilinçli olarak.
Başar’ımızı bir avuç adamla Dune’da, intihar anlamına gelen bir direniş göstersin diye bıraktığımız için mi? Kaç Saygın Ana öldürdü kim bilir. Burzmali de Lampadas’ta öldü. O da avcıların canını yakmış olmalı. Bir de Idaho’dan Saygın Anaların cinsel köleleştirme tekniklerini öğrenen ve başkalarına (hem de erkeklere!) öğretsinler diye dört bir yana gönderdiğimiz adamlar var.
Bütün bunlar Saygın Anaların müthiş hiddetinin sebebi olabilir miydi? Muhtemelen. Ama Gammu’da olanlar hakkındaki söylentilere ne demeliydi? Teg, Saygın Anaları dehşete düşüren, yeni bir yetenek mi sergilemişti yoksa?
Başar’ımızın anılarını canlandırabilirsek onu çok dikkatli izlemeliyiz.
Teg bir yok-gemide kalmaya razı olur muydu?
Saygın Anaların böyle şiddetli tepkiler vermelerinin sebebi neydi? Kan istiyorlardı. Öyle insanlara kötü haber vermeye gelmezdi. Adamlarının delirmiş gibi davranmasına şaşırmamalıydı. Güçlü bir insan korkarsa kötü haber getiren ulağı öldürebilirdi. Kötü haber getireceğine savaşta öl, daha iyi.
Örümcek Kraliçe’nin halkı kibrin ötesine geçmişti. Çok ötesine. Onları utandırmak mümkün değildi. Bir ineği ot yediği için azarlamaya benzerdi bu. İnek şaşkın gözlerle bakardı… ‘İyi de ot yemek benim doğamda yok mu?’ dercesine.”(s.205)
Buradaki bu son cümleyi çok beğenmiştim. Gerçekten gözümün önüne bir inek gelmişti, ot yemek onun doğası. Sonuçta bu saygın anaların da doğası kötülük yapmak gibi lanse ediliyor artık. Çığırından çıkmışlar, yapmadıkları katliam yapmadıkları kötülük kalmamış. Ama buradan da öğreniyoruz ki, Teg’in o muhteşem hızını bilenlerin hepsi ölmüş. Onun askerleri, o gören saygın analar zaten ölmüştü, kimse bilmiyor yani sadece şüpheler var acaba ne yaptı diye, nasıl o kadar insanı öldürdü diye. Teg de şu an bir gulam olduğu için o eski anlarına sahip olmadığı için o da bilmiyor ama herkes şüpheleniyor. İşte ‘Bu Teg acaba ne yapacak’ diye ve planları da işte onu bir yok gemide kalmaya razı olur mu derken, o orada sadece bir komutan olarak yönetmesini isteyecekler Teg’ten, bunu kabul eder mi acaba diye de tedirgin bir yandan. Ve burada da o bölümlerin başlarında bazen denk geldiğimiz alıntılara ithafen, Odrade uyarıyor yanındaki çömezi:
“‘Elkitaplarına dikkat et!’ Odrade hayatı boyunca bu cümleyi kaç kez duymuş ve söylemişti? ‘Elkitapları alışkanlıklara yol açar.’
Streggi alışkanlıklar konusunda defalarca uyarılmıştı. Bene Gesseritlerin de alışkanlıkları olurdu… Halkın ‘Cadı işi!’ dediği şeyler. Ama insanın davranışlarının başkaları tarafından öngürülmesini sağlayan örüntülerden özenle kurtulmak gerekirdi.
‘Öyleyse niye elkitaplarımız var, Başrahibe Ana?’
‘Yanlış olduklarını kanıtlamak için temelde. Koda yeni başlayanlar ve birinci düzey eğitim alanlar içindir.’
‘Peki ya tarihçeler?’
‘Tarih kayıtlarının banallığını asla göz ardı etme. Rahibe Ana olunca tarihi her an yeniden öğreneceksin.’
‘Gerçek, boş bir fincandır.’ Streggi bu özdeyişi hatırladığı için epey gururluydu.
Odrade neredeyse gülümseyecekti.
Streggi bir mücevher.
İhtiyata sevk eden bir düşünceydi bu. Bazı değerli taşlar kusurlarından tanınabilirdi. Uzmanlar taşların içindeki kusurların haritasını çizerdi. Gizli bir parmak izi. İnsanlar için de aynı şey geçerliydi. Onları kusurları sayesinde tanırdınız çoğu zaman. Cilalı yüzeylerinden pek bir şey anlaşılmazdı. Onları doğru dürüst tanımak için içlerinin derinlerine bakıp kusurlarını görmek gerekirdi. Bir insanın değeri böyle ölçülürdü. Van Gogh kusursuz olsa Van Gogh olabilir miydi?”(s.268)
Buradaki o Van Gogh göndermesi de boşuna değil. Odrade’in odasındaymıdı bu, ben hemen bakmıştım internetten, çünkü daha önce görmemiştim. Görünce bana çok fazla bir şey ifade etmedi aslında ama onlar tabii artık dünyada değiller, bambaşka bir gezegenden öyle bir ev. Belki orada çok fazla şey ifade etmiş olabilir Odrade için, bir sıla özlemi duymuş gibi hissetmiştim ben sanki. O renkler, parlaklıklar, bana yıldızlı gecesini hatırlattı. Onu da onun yaptığından emin değilim şimdi böyle söyledim ama o tablo da çok güzeldi. Bu kitapta işte ortalarda geçiyor bu Van Gogh’un eseri, zaman zaman Beethoven’ın, Mozart’ın eseri de geçiyor sanki satır aralarında. Ama Bene Gesseritler biraz müziğe de karşı olduğu için onlardan çok bahsedilmiyor. Resim önemli anlaşılan Odrade için ve artık kitabın ortalarına gelmiş oluyoruz. Son kitabın ortalarına. Murbella’nın rahibe ana olabilmesi için o son yapması gereken baharat ıstırabı konuşuluyor artık yaklaştığı için ve Duncan’a daha yeni dank ediyor o sırada Murbella’nın örebileceği ve kara kara düşünmeye başlıyor.
“Duncan duygusallaştığını fark etti; içinde hüzün kabardı, ta ki bir mentat öğretmeninin ‘âlemleri’ hakkında söylediklerini hatırlayana dek.
‘Duygululuk ile duygusallık arasındaki fark çok barizdir. Yolda birilerinin evcil hayvanını ezmekten kaçınmak duygululuktur. Hayvanı ezmeyeyim derken yayaları öldürmekse duygusallıktır.’”(s.326)
Burada Duncan’ın mentat öğretmeni… Duncan’ın da böyle mentat olana kadar bir sürü öğretmeni varmış, onlardan zaman zaman alıntılar yapıyor böyle, onları hatırlıyor. Duncan’ın mentat olduğunu en çok bu kitapta herhalde, onun o özelliğini, o yönünü en çok bu kitapta öğreniyoruz. Duncan zaten yani ne olmadı ki! Her şey olduğu altı kitaptır, tek yaşayan karakter ve buradaki bu duygululuk kötüdür mü demeye getiriyor. Duygun olsun ama o duygunun esiri olma gibi bir şey söylüyordur belki. Neyse, şimdiki alıntım da kitabın sonuna geliyorum aslında. Hem de daha ortasındayken! Tabii ben bunu okurken bilmiyordum ama burada şimdi not aldığımı görünce sevindim. Buna benzer şeyleri eski kitaplarda da yapmıştım sanki böyle kitabın sonu hakkında düşündüklerim çıkmıştı. En çok da herhalde bu kitapta bu oldu. Neyse gelin bakalım Odrade Murbella’yla konuşurken aklından neler geçiriyor:
“Bene Gesserit değişmeli. Murbella bu konuda bize rehberlik edebilir.
Bellonda bunu duysa dehşete kapılırdı. Rahibelerin çoğu reddederdi. Fakat yapılmalıydı.
Odrade susmayı sürdürünce Murbella, ‘Eğitmek,’ dedi. ‘Bu doğru kelime mi?’
‘Koşullandırmak diyelim. Hem bu sana daha tanıdık gelir muhtemelen.’
‘Asıl istediğim tecrübelerimizi birleştirmek, aramızda güven oluşsun diye de sana benzememi istiyorsun. Eğitilmemin sebebi bu.’
Benimle oyun oynama, bilgiçlik taslama kızım!
‘Böylece aynı ırmakta yüzerdik, değil mi Murbella?’
Üçüncü sınıftan bir çömez, Başrahibe Ana’nın bu ses tonunu duysa pürdikkat kesilir ve ihtiyatlı olurdu. Murbella’ysa etkilenmemiş gibiydi. ‘Ama Duncan’dan vazgeçmem.’
‘Buna sen karar vereceksin:’
‘Leydi Jessica’nın karar vermesine izin vermiş miydiniz?’
Nihayet bu çıkmaz sokaktan kurtulmanın yolunu buldum.
Duncan, Murbella’yı Jessica’nın hayatını incelemeye teşvik etmişti. Bizi engelleme umuduyla! Duncan’ın bu çabalarının holoları, kayıtların dikkatle analiz edilmesine yol açmıştı.
‘O ilginç biriydi,’ dedi Odrade.
‘O sevmişti! Verdiğiniz tüm eğitime, koşullandırmanıza ramen sevmişti!’
‘Hainlik etmedi mi sence?’
‘Asla!’
Şimdi çok dikkatli ol. ‘Ama sonunda ne oldu? Bir Kuisatz Haderah’ın… Ve torunu Tiran’ın ortaya çıkmasına yol açtı!’ Bellonda bunu söylemeye bayılır.
‘Altın Yol,’ dedi Murbella. ‘İnsanlığın kurtuluşu.’
‘Kıtlık Zamanları ve Dağılış.’
Bunu izliyor musun, Bell? Her neyse. Nasılsa izleyeceksin.
‘Saygın Analar!’ dedi Murbella.
Odrade, ‘Bütün bunlar Jessica yüzünden olmadı mı?’ diye sordu. ‘Ama Jessica sonunda aramıza dönüp hayatının son yıllarını Caladan’da geçirdi.’
‘Çömezlere öğretmenlik yaparak!’
‘Aynı zamanda onlara örnek olarak. Bakın, bize başkaldırırsanız ne olur… Görüyor musunuz?’ Bize başkaldır, Murbella! Jessica’dan yap bunu.”(s.352,353)
Dedikleri, Odrade’in sadece düşünceleri. Bunları söylemiyor tabii ki ama içten içe bunu istiyormuş demek ki. Yani bunu zaten kitabın sonunda da işte görüyoruz. Demek ki Odrade bunu planlamış. Bir de Teg’in dönüşümü var, o dönüşümünü gerçekleştirdikten sonra ya da uyanışını sağladıktan sonra sanki yazarımız da bütün bunlardan şikayet ediyormuş gibi geldi bana. Yani bunu böyle yapmak istemiyormuş da bir an evvel kurtulmak istiyormuş gibi. Bilmiyorum belki bana öyle gelmiştir ama Duncan biraz gereğinden fazla bilgi veriyor başta Teg’e. Kendine geldiğinde hatta Duncan da şaşırıyor onun bu tavrına ama en inandırıcı şeyin “dürüstlük ve içtenlik” olduğunu bildiği için sonradan hak veriyor ona. Ve bakın ondan sonra Teg konuşmasına nasıl devam ediyor:
“‘Kendimizi Bene Gesseritlere tamamen tanıtmamızın vakti geldi diye düşündüm,’ dedi Teg. ‘Bize ne kadar güvenebileceklerini bilmeliler. Yapılacak işler var, saçma sapan şeylere de yeterince zaman harcadık.’”(s.374)
Ben de buradan sonra sonunda dedim ki kitap başlıyor. Neredeyse 400 olmuş ki zaten kitap 534 sayfa. Bu kısım, hikayenin en heyecanlı yerlerinden biri diyebiliriz. Yazar, bize bir ipucu vererek olayların artık daha da hızlanacağını söylüyor. Özellikle Bene Gesserit toplantılarıyla ilgili bölüm, bu durumun en iyi kanıtı.
“Bellonda arkasına yaslanıp Odrade’ye baktı; tartıyor, sorguluyordu… Tek kelime etmeden. Bene Gesserit Meclisi’nin en son Büyük Toplantı’sı Tiran’ın ölümünden hemen sonra yapılmıştı. Daha önceki de Tiran’ın iktidarı ele geçirişinden hemen sonraydı. Saygın Analar saldırıya geçtiğinden beri, bir Büyük Toplantı yapılmasına imkânsız gözüyle bakılıyordu. Yapılacak çok fazla iş vardı çünkü.”(s.388)
Bence bu toplantıyı düzenleyebilmek, Odrade için büyük bir cesaret örneği. Verdiği karar oldukça önemli. Benim anladığım kadarıyla, bu tür toplantılar çok sık yapılmıyor. Odrade, Bene Gesserit içindeki önemli bir figür olarak, bu toplantıyla büyük bir değişim başlatmak istiyor. Özellikle Bellonda’nın katılımını sağlamak için büyük çaba sarf ediyor. Bellonda, geçmişte rahibelikten uzaklaştırılmış olmasına rağmen, hala büyük bir yeteneğe sahip. Odrade, Bellonda’yı diğer gezegenlerden gelecek temsilcilerin yerine, örümcek kraliçe ile görüşmek için görevlendiriyor. Bu sayede, büyük bir risk almadan önemli kararlar alınabilecek. Ayrıca, Sheeana ve Murbella’nın hafızalarını birleştirerek, gelecekteki olaylara daha iyi hazırlanmak istiyor. Ancak, Sheeana’nın Duncan’la olan gizli planı, bu duruma yeni bir boyut katıyor. Duncan’ın bu planı herkese açıklaması, beklenmedik sonuçlar doğurabilir.
“Odrade gülümsemesini bastırarak Koda’nın bir başka temel kuralını söyledi: ‘Jargonlardan sakının. Genellikle cehaleti gizler ve pek bir şey öğretmezler.’”(s.393)
Ben de bir başka kitapta sanki şöyle bir şey okumuştum: Jargon kullanmamak profesyonelliktir diyordu. Yani bir şeyi böyle o süslü kelimelerle, terimlerle anlatmadan, işte o bir 5 yaşındaki çocuğa anlatabiliyor mu gibi… Anlatırmış gibi anlat derler ya, o şekilde anlatabiliyorsa gerçek profesyonellik bu. Yoksa o jargonlar, süslü kelimelerle, terimlerle laf kalabalığı yaparak çok şey biliyormuş gibi gösterebilirsin karşındaki insana, aslında hiçbir şey anlatmazsın ya da aynı şeyleri tekrarlarsın. Ve az önce demiştim işte, Odrade’nin o çömezi, Streggi, yardımcısı gibi bir şey, askerdeki o amiral gibi kullanıyor yani, kendisine baş yardımcı gibi bir şey seçiyor. Çömezler seçiliyor mu? Bu genelde… Bir de Suipol diye birini görüyor daha sonradan. Bu çömezlerle çok ilgileniyor zaten, artık Baş Rahibe Ana olmasının da etkisiyle onları sürekli izliyor, takip ediyor. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar, ne düşünüyorlar, ne kadar yetenekliler… Her gördüğünü de, her gördüğünü değil ama birçoğunun da böyle yeteneklerine hayran kalıyor.
Bu işte daha önce Tanrı İmparator Leto nasıl böyle şeyi hep överdi, Siona… ‘Ne kadar muhteşem, işte görüyor musunuz’ falan filan diye böyle laf aralarında hep ona getirirdi sözü, o onun kendisini öldüreceğini belki de bilmesine rağmen… Burada da Odrade, Sheeana’yı da orada çok övmüştü. Şimdi Suipol diye biriyle Saygın Ana’yla görüşmeye gidiyorlar, ortak bir gezegen belirleyecekleri… Yani Kavşak Gezegen dedikleri yer miydi? Bir arabuluculuk buluşması gibi bir şey yani. Aslında ‘sadece 5 kişi getirebilirsin yanında’ demişler, ama Odrade bir yandan da önce Gammu’ya sahte bir saldırı, sonra da o Kavşak Gezegen’e bütün Saygın Anaları bitirmek üzere çok büyük bir darbe vurmak üzere Teg’i Yok Gemi’yle saldırmasını… Yok Gemi’de de işte Murbella’lar var, Duncan’lar var, o Tleilax Efendisi var, Scytale… Bir yandan da onların eğittiği askerler… Hep birlikte çok büyük bir savaş başlıyor yani.
Bir yandan onlar da bu görüşmede… Bu da bana Godfather filmini hatırlatmıştı. Kendisi böyle oğlunun vaftizine gidiyor görüntüde ama arka planda… Burada da kendileri görüşmede güya ama arka planda savaşı başlatıyor Odrade. Ve Suipol’la birlikte de oraya ilk gittiğinde bu Dokuzluları görüyor. Dokuzlular varmış o gezegende de. Ve tabii ki işte perişan haldeler. Aynı burada işte ‘kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ der gibi… Güya Suipol’la konuşuyor Odrade ama aslında anlattıkları onları izleyen o gizli kameralara, diğer seyredenlere ders vermeye çalışıyor. Orada onlarla konuşuyor:
“‘Suipol, şu ilerideki Ixlileri fark ettin mi?’
‘Evet, Başrahibe Ana.’
‘Onlara iyi bak. Can çekişen bir toplumun ürünleri onlar. Herhangi bir bürokrasinin dâhice icatları benipseyip faydalı bir şekilde kullanacağını sanmak saflıktır. Bürokrasiler farklı sorular sorar. Ne sorarlar, biliyor musun?’
‘Hayır, Başrahibe Ana.’ Suipol konuşmadan önce etrafa bakmıştı.
Aslında biliyor! Ama ne yapmak istediğimi anlıyor. Elimizde ne var böyle? Onu fazla küçümsemişim.
‘Tipik sorular sorarlar, Suipol: Başarıyı kim sahiplenecek? Sorun çıkarsa kim suçlanacak? Güç dengeleri değişecek mi? İşimizi kaybeder miyiz? Yoksa altımızdaki bir departman bizden daha önemli hale mi gelecek?’
Suipol kendisinden bekleneni fark edip başıyla onayladı fakat iletişim-gözlerine göz atışını iyi gizleyememişti. Ama önemi yoktu.
‘Bunlar politik sorulardır,’ dedi Odrade. ‘Bürokrasinin saiklerinin, değişime ayak uydurma ihtiyacına tamamen zıt olduğunu sergilerler. Uyum sağlama yeteneği, canlıların hayatta kalabilmesi için şarttır.’
Ev sahipleriyle doğrudan konuşma vakti geldi.
Odrade başını kaldırıp bir avizedeki en göze çarpan iletişim-gözlerinden birini seçti. ‘O Ixlilere iyi bak. ‘Determinist evrendeki zihinleri’ değişerek ‘sınırsız evendeki zihinlere’ dönüştü; böyle bir evrende her şey olabilir. Bu evrende sağ kalmanın yolu yaratıcı anarşiden geçer.’
‘Bu ders için teşekkürler, Başrahibe Ana.’
Sen çok yaşa, Suipol.”(s.447)
Odrade belki bunu söylemiyor ama aslında Suipol’a bu işi verdiği için çok memnun. Aslında Suipol’u çok doğru bir şekilde seçtiğini anlıyor. Bir de bu kitapta çok geçmesini beklemeyeceğim duygusal, sanki bir Aşk romanında yazabilecek satırlar var Sheeana’nın başından geçen:
“Bir gece esintisi (kuru yerlerden nemli yerlere doğru esiyordu), Sheeana’nın yanaklarıyla burnuna kum savurdu ve saçının kenarlarını havalandırdı. Sheeana kendini üzgün hissetti.
Olabilecek ama olmamış şeyler.
Bunlar artık önemli değildi.
Olan şeyler… Bunlar önemli.”(s.501)
Normalde her seferinde kitapların son cümlelerini not almak gibi bir huyum yoktur ama Dune serisiyle birlikte bu da bir alışkanlığa dönmek üzere benim için. Bana göre normalde bu kitabın sonu şu şekilde bitiyor çünkü son bölümü ben bu kitaptan saymıyorum biraz. Dolayısıyla Murbella’nın hem bir Başrahibe Ana hem de Saygın Anaların başı olarak inanılmaz bir fiziksel gücün yanında Bene Gesseritlerin bütün zihinsel hazinesine de sahip olmasına ama öte yandan da sevdiği adam tarafından terk edilmiş bir kadın olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye çalışması ve kendisiyle içindeki Odrade ile konuşarak hesaplaşması bence bu kitabın sonuydu:
“Şimdi bana nasıl rehberlik edeceksin, Dar?
Rehber mi istiyorsun? Sana hayatını tanıtacak bir tur rehberi mi istiyorsun? Bu yüzden mi öldüm?
Ama Van Gogh tablosunu da almışlar!
Özleyeceğin şey o mu?
Onu niye aldılar, Dar?
Bu sorunun karşılığı acı bir kahkaha oldu; Murbella o kahkahayı başka duyan olmadığına memnundu.
Sheeana’nın amacını anlamıyor musun?
Missionaria’nın planı!
Sadece o da değil. Bir sonraki aşama: Muad’Dib’den sonra Tiran, ondan sonra Saygın Analar, sonra biz, sonra Sheeana… Sonra ne? Görmüyor musun? Biraz düşünsen bulacaksın. Gerçeği kabullen, acı bir içkiyi yutar gibi.
Murbella ürperdi.
Anlıyor musun? Sheeana’nın şekillendireceği bir geleceğin nasıl acı bir ilaç olacağını görebiliyor musun? Bir zamanlar tüm ilaçların acı olması gerektiğine, yoksa işe yaramayacaklarına inanırdık. Tatlı şeyler şifa vermez derdik.
Bunun olması şart mı, Dar?
O ilaç kimilerinin boğazına takılıp onları boğacak. Ama sağ kalanlar ilginç örüntüler yaratabilir.”(s.531)
İşte bu ‘Dar’ dediği, Odrade, onun kısaltılmışı. Dar ve Tar vardı bir zamanlar. Tar, Taraza’ydı, o eski Baş Rahibe Ana. Dar da Odrade, Darwi Odrade. Onunla böyle ciddi ciddi tartışıyor. Yani içinde artık o da bir Bene Gesserit olduğu için… Murbella da bir Baş Rahibe Ana olduğu için bir yandan da Saygın Ana oluyor işte. Bütün o diğer o Örümcek Kraliçe çok trajik bir şekilde ölüyor, şimdi onu da anlatmayayım. Ama onun yerine geçiyor, onu da Murbella öldürüyor, tekmeyle falan savuruyor. Orada birkaç kişiyi daha öldürüyor ve o diğer Saygın Anaları da ikna ediyor. Zaten onların o kültürü de biraz öyle, birbirinin yerini hemen ayağını kaydırıp geçtiği için… Yeni Saygın Anaların başı da Murbella. Ama onlara da söylüyor, aynı zamanda ‘Ben’ diyor ‘bir Baş Rahibe Ana’yım, bu iki gücü birleştirmek lazım, ancak böyle kurtulabiliriz’ gibisinden.
İşte bakalım o diğer Rahibe Anaları ve diğer Saygın Anaları ikna edebilecekler mi bu konuda… Bunlar işte hep diğer kitaplarında anlatacaktı muhtemelen yazar, ama bir sonraki kitabı yazamadığı için bilemiyoruz diyeceğim. Muhtemelen oğlu yazmıştır, ama Brian Herbert her şeyin o artık suyunu çıkarmıştır iyice, anlatmıştır. Çünkü elde malzeme çok fazla ve bir yerden sonra da artık hep kendini tekrar ettiği için hikâye… Kimisi ölmüyor çünkü rahat rahat tekrar gulam olarak çıkartabilirler. Rahibe Analar zaten zihinlerde… Böyle bir dünya…
Bu arada şeyi söyledim mi acaba? Onu hatırlamıyorum. Bu kaydı da iki seferde ancak alabildiğim için iyice kafalar da gitti, ben bir Mentat değilim sonuçta… O ne anlattım ne anlatmadım… Rebecca… Lucilla’nın o topladığı o diğer Lampadas denilen gezegendir galiba ve birkaç tane daha böyle yok olan, kaybolan Rahibeler gezegeninden topladığı o Rahibelerin belleklerini kendinde depolamıştı, onları da Rebecca’yla paylaşmıştı, ne olur ne olmaz ölürsem diye. Ve beklediği gibi de öldü hakikaten.
Ama bu son savaş sırasında Teg onları buluyor, Teg’in askerleri. Teg de hatta yani neredeyse ‘öldürün’ diyecek ama Murbella giriyor hemen araya. O hahamla o Rebecca’yı tanımıyor aslında ama hissediyor bir şekilde onların çok değerli, çok önemli olduğunu. ‘Durun’ diyor, ‘onları öldürmeyin, onlar işte benim baş misafirim, getirin gemiye’ falan diye. O Yok Gem’e geliyorlar onlar da ve orada Rebecca açıklıyor. İşte ‘ben de o Lucilla’nın bütün sakladığı Baş Rahibe Anaların zihinleri, bellekleri var’ — hatta sayısını da söylüyor, çok büyük bir rakam da orada — ve onları da paylaşıyor Murbella ile birlikte. Böylece onları da bir anlamda kurtarmış oluyor yani. Bu o Yahudiler de bir işe yaramış oluyor… Boş eklemedim onları demek için sanki yazar. Ve o Duncan’ın kaçtığı gemide onlar da var sonra. Scytale var, Sheeana ve şey var, kum solucanı… Son ürettiği kum solucanını da almış. Gidecekleri yerde, gidecekleri gezegende yani orayı bir Dune’a çevirecekler, çevirmek isteyecekler muhtemelen. Çünkü bakıyorlar, yapabiliyorlar artık. Ama Duncan işte bu gemiyi kullanan kişi gibi, bir yandan Mentat, onun özelliklerinden de faydalanıyorlar. Bir-iki tane şüpheli görüyor, onların Yüz Dansçısı olabileceğinden de şüpheleniyor. Hatta iki tane yaşlı insan, bir kadın bir erkek… Ve son o üç sayfada, son ek bölümde — ek bölüm değil de son bölümde — onlardan bahsediyor yazar. Onların birer Yüz Dansçısı olduğundan artık iyice emin oluyoruz çünkü şöyle diyorlar satır aralarında:
“Yüz Dansçılarının onlardan bağımsız hareket edebileceğini kabullenmekte öyle zorlanıyorlar ki.”(s.532)
Artık işi iyice büyütmüşler yani. Sadece yüz değiştirmek değil. Zaten bunu görmüştük taa Sheeana çocukken Waff’ın yüz dansçılarından biri bir rahibin şeklini aldıktan sonra hafızasını da kopyalıyordu. Buraya kadar zaten bilerek yaptıkları bir geliştirmeydi bu ama sonra bir bakmıştık ki o yüz dansçısı kendisini gerçekten o rahip zannediyor. Efendisinin emirlerini dinlemiyor falan. Bu kadar önemli bir olay aynen şu an benim bu kadar bahsettiğim kadar anlatılıyor kitapta ve sonra hiç değinilmiyordu. Ben de muhtemelen o yüzden bundan bahsetmemiştim daha önce. Ama sonunda karşımıza çıkıyorlar ve anlaşılan bunlar da bir sonraki kitabın konusu olacakmış. Yazarın kim bilir ne planları varmış ama işte hayat sen planlar yaparken bir yandan devam ediyor. Ama bazen de devam etmiyor, ömrün sonuna geliyorsunuz. Ayrıca kitabın son cümleleri biraz da yazarın oğluna bir gönderme gibi geldi. Sanki onun da bu seriyi devam ettireceğini öngörmüş önceden. Bilmiyorum, bana mı öyle geldi en iyisi okuyayım ben siz karar, verin:
“Kadın, adama arkadan yaklaşarak sertçe, ‘Neyin elimizden kaçmasına sebep olduğunu biliyor musun?’ dedi. ‘O Efendi’nin göğsünde bir entropisizlik tüpü vardı. Hem de gulâm hücreleriyle doluydu!’
‘Gördüm.’
‘Kaçmalarına bu yüzden göz yumdun!’
‘Göz yummak değil.’ Adamın budayan makası şıkır şıkır işliyordu. ‘Gulâmlar. İstediği kadar üretsin.’”(s.534)
Çok iyi değil mi? Yoksa ben mi abartıyorum? Yani o Scytale diyorlarmış Efendi, diye onun işte göğsünde bir entropi tüpü denilen bir şey varmış. O, diğer bütün gulamların hücreleriyle dolu. Yani çok büyük bir hazine, aslında onun için. Çünkü bir akslot tankıyla onları tekrar üretebilirmiş. Öyle bir teknolojiye sahipmiş ki nasıl yapacağını hiç kimseye söylememiş. Yani elinde büyük bir güç varmış ve istese bu kitaptaki diğer tüm karakterleri belki de yeniden üretebilir. Sonra işte onların tekrar o uyandırılma mevzuları bir şeyleri… Yani bitmez tükenmez, bu kitaptan 50 tane daha kitap yazılabilir ama hepsi sonuçta daha önce defalarca okuduğumuz şeyler olacak. O yüzden istediği kadar üretsin, çok da bir önemi yok yani.
Ben, Brian Herbert’ın yazdığı kitapları okumayı düşünmüyorum. Bir önceki bölüm aslında bence bu kitabın sonuydu ama genel olarak daha epik bir bitiriş, kapanış oldu. Bu artık geleceğe de bir selam çakma gibi bir şey olmuş. Ben mi abartıyorum bilmiyorum ama çok çok iyi bence bu son. Hem o iki yaşlıyı da açıklıyor; onlar bir kere neden yaşlı? Yani yüz dansçısının kılığına girebiliyorlar. Neden yaşlılar? Yaşlanıyorlar mı demek? Artık ne kadar yaşadılar? Ya da birinin kılığına mı girdiler? Kimin kılığına girdiler? Bütün hafızalarını biriktiriyorlarmış sonra bağımsız bir şekilde, işte onlara bağımlı olmadan yaşayabileceğimizi düşünemediler, bağımsız hareket edebileceğimizi kabul edemediler, diyor.
Zorlandılar biraz da. Bu aslında makinelerin, robotların bilinç kazanması gibi bir şey anımsattı bana. Zaten en son bir cyborg da oluşuyor. Nasıl diyeyim, işte o 5 kişiyle gidecek ya o buluşma yerine, Saygın Anayla gideceği zaman, o geminin kullanıcısını da bir sibernetik organizma olarak seçiyorlar. Onun sibernetik organizma yapılmasına da Odrade izin veriyor çünkü öyle bir yaralanmış ki savaşta, bir onların yine sadık bir hizmetçisi, sadık bir hizmetkarı. Ya ölecek artık ya da sibernetik organizma olarak devam edecek, diyorlar. ‘Sibernetik organizma yapalım mı?’ diye soruyorlar Odrade. Tam o sırada öyle bir haber geliyor ve hemen orada o an karar vermesi gerekiyor. Çünkü yine çok önemli işleri var, halletmesi gereken. O anki o kafa karışıklığını, o yaşadığı çatışmayı çok güzel yansıtmış yazar. Çünkü yani, ‘Nereye kadar izin verebiliriz cyborg durumuna?’ diyor. ‘Nerede insan bir cyborg olur, nerede bir robot olur, nerede hala insan kalmaya devam eder?’ İşte sadece kolunu değiştirsen bu artık insan ama ya iki kolunu değiştirdi, iki bacağı da gitti, yavaş yavaş böyle sadece beyni kalsa mesela bu artık bir insan mıdır? Ya da beyni de yani işte tamamen robotlaşmak, bir tavizle ufacık bir izinle… Bunlar ileride bizim de zaten sorunlarımız olacak, gelecekte muhtemel sorunlarımız, problemlerimiz olacak.
İşte robotların öldürdüğü insanlar yine vardı, galiba Çin’de. Bir depoda çalışan bir robot, insanı da yanlışlıkla o yüklemesi gereken kolilerden biri olarak mı görüyordu, öyle mi zannediyordu? Yanlışlıkla adamı öldürüyordu yani şimdi. Bundan kim sorumlu olacak? Robotu hapse atamazsın ya da atman gerekir mi? Atsan ne değişecek, fişini mi çekeceksin? Onu yapan mı suçlu olacak ya da onu kontrol eden biri var mıydı? Olabilir mi bu robotlar internete bağlı mı çalışıyorlar? İnternet üzerinden yönlendiriyorlar mı? Çeşit çeşit hep sorular… Biraz geleceğin problemleri gibi görünüyor ama bunlara yakın gelecek aslında ve bu kitaptan daha çok kitap çıkar demeyeceğim zaten, çıkmış birçoğu. Geçmişe ait aslında ama o işte eski savaşların, hanedanların anlatıldığı makinelerin savaşı biraz benim merak ettiğim, en merak ettiğim kitap. Diğerleri zaten okuduğumuz şeyler gibi geliyor bana. O yüzden bir de içim dışım artık Dune oldu. Bu altı kitabı ben peş peşe okuduğum için 3.000 küsur sayfa ediyormuş, doğru yani eder. Ve bir de her biri için böyle ilk defa bu kadar çok bölüm kaydı aldım bu kadar kısa bir süre içinde ya. Denize falan gidersin işte, her tarafından kum çıkar ya, aynı onun gibi ben de her yerde.
İşte böyle solucanlar, kumlar falan, o sıcak sıcak da bir yandan. Zaten işte bak Eylül geldi. Ağustos’ta güya bitirecektim ama Eylül de geldi ve tekrar o sıcaklar bir soğuk geliyor gibi oluyor. Tekrar güneş yüzünü gösteriyor bizim ülkemizde, dünyamızda. Rahibeler Meclisi gezegeni kadar olmasa da mevsim şartları değişiyor yani sürekli. Velhasıl kelam, ‘Dune’ geniş, çok şey anlatan çok önemli bir kitap. Bu kadar çok siyasete, politikaya, dinlere özellikle gireceğini ben tahmin etmemiştim ve bence bana kalırsa çok fazla bir bilim kurgu kitabı değil. Çok az yani, böyle sos gibi üzerine. Zaten yazar onu şöyle açıklıyor: ‘Bilim kurgu okumayanlar için yazılmış bir bilim kurgu kitabı,’ diyor Frank Herbert. Daha 17 yaşındayken bir gazeteci olarak çalışmaya başlamış. Onun kariyeri de çok değişik demiştim ya, şimdi nasıl kitabı bitirdim diye o zaman baktım. Sonra bir politikacının metin yazarlığı görevini yapmış, kısa bir süre I. Dünya Savaşı’nda savaş fotoğrafçılığı yapmış, hastalanıp sonra bırakmak zorunda kalmış. Ama o yani ne kadar nasıl diyeyim, zor bir iş! Kim bilir neler gördü yani o. Sanki ilk kitaptaki o Paul’un gözünün önünde canlanan savaş sahneleri gibi şeyler, sanki onları işte görmüştür muhtemelen yaşamıştır yani. Sonra o 6 sene çölde yaşamışlığı var Libya’da, yine gazetecilik yapmıştı, araştırmacılık yapmıştı, hayatta kalma uzmanlığı yapmış bir dönem. Sonra bu kumulların çölleşmeye neden olması gibi bir şey mi, çok şu an onun adını hatırlayamadım, öyle bir araştırmada görev yapmış orada.
Zaten sanırım kitabı yazmayı kafasına koymuş, bolca mantar tüketmiş kitabı yazarken. Uyuşturucu, LSD gibi, o halüsinatif etkileri olan maddeleri daha iyi anlayabilmek için, bu ‘melanj’ etkisini kavrayabilmek için ona benzer bir etki diyelim yani neredeyse o da Jodorowsky kadar değişik bir adammış yani tabii. Böyle bir evren kolay olmasa gerek. Ama sonunda bitirdim! Ben de bu kadar! Buraya kadar geldiyseniz, sizin de çok büyük zamanınızı aldım demektir. O açıdan sizlere de çok teşekkür ediyorum zaman ayırdığınız için. Dune yolculuğumuz burada bitiyor. Bu Dune ile ilgili de şu espriyi yapmadan kapatmayın: Şu kelime şakasını bizim bir hocamız var üniversitede, böyle çok severdi ödev vermeyi, proje şeyleri bize. Böyle iki kişi, üç kişi grup halinde verirdi hep ödevleri. Benim de en sevmediğim şeydir yani o çalışmalar. Çünkü başkasının nazını çekmektense kendim yapayım daha iyi kafasında mıyım? Neyse şimdi diyeceğim o değil, bu ödevi aldıktan sonra hep hemen ilk sorduğumuz şey şu olurdu hocaya: İşte bunu ne zamana kadar yapacağız, son bir tarih o deadline denilen. Çünkü ona göre, çünkü muhtemelen herkes son güne bırakacak, bizim Türk kafası biraz öyle işlediği için onu öğrenmeye çalışırdık ve hoca şöyle bir şey derdi: ‘Dün yapmanız gerekirdi bunu. O yüzden bir sonraki derse hemen hazır olsun’ gibi bir talimat verirdi yani bize. Biraz da biz işte ‘Eyvah nasıl yetişecek’ diye böyle telaş yapardık yani. Dune’ı da ne zaman okumamız gerekir diye düşünüyorsanız, zaten dün okumanız lazımdı diyerek ben de biraz o hocamı taklit etmek istiyorum. Bence zaten sırayla keşke kitapları her bitirdiğinizde gelip bunları dinleseniz ne kadar güzel olurdu o zaman. Hatta bana da yazardınız belki bir yorum yapardınız, bir şey yapardınız. ‘Ben sana şöyle böyle katılıyorum, böyle katılmıyorum’ gibisinden geri dönüşleriniz olursa onları da çok büyük bir merakla okurum diyorum ve başka bir kitapla görüşmek dileğiyle diyerek bitirmek istiyorum.