18 Kasım 2024 Pazartesi

Renksiz Tsukuru Tazaki'nin Hac Yılları

 

Renksiz Tsukuru Tazaki’nin Hac Yılları, İnsanlığın Süper Gücü ve Tuzu Kuru Olan Benim Renkli Okul Yıllarım

Haruki Murakami’nin bu kitabını Salı günü sabah başlayıp, Çarşamba akşamı bitirdim. Başka bir kitap olsa iki günde okudum der geçerdim ama nedense bitirdiğimde Çarşamba günü olması bana sanki bunun bir anlamı varmış gibi hissettirdi.



Öncelikle hemen benim okuduğum kitaptan bahsedeyim. Doğan Kitap’ın 15. baskısından okudum ve çeviren Hüseyin Can Erkin’di. Ben bu kitabı okuyalı bayağı bir oldu. Hatta okuduktan sonra, “Ben Okurum”da çok güzel bir bölümü de vardı. Deniz Yüce Başarır’ın podcasti, çok güzel anlatıyordu orada. Onun konuğu da vardı. Eğer kitabı okuyup sevdiyseniz bence önce onu dinleyin. Ben öyle yapmıştım, sonra da bu podcasti yapmama gerek yok gibi düşünmüştüm daha iyisini yapamayacağım için. Biraz da bu ilk sezonda çok fazla Murakami kitabı olmasından dolayı araya biraz zaman girsin bakalım dedim ve hemen kitabın ilk cümlesini paylaşayım sizlerle:

“Tsukru Tazaki, üniversite ikinci sınıftayken, temmuz ayından ertesi senenin ocak ayına kadar neredeyse sadece ölmeyi düşünerek yaşadı.”

Evet, böyle bir cümleyle başlıyor. Kitaplarda ilk cümleler önemli diye boşuna demiyorlar. Buradan nasıl bir hikaye çıkacak? Artık sadece alıntılarım var ve bu kitabın bana zamanında hissettirdikleri, biraz da o podcastten aklımda kalanlar. Bunun haricinde hiçbir not yok, korkuyorum o yüzden okumaya. Ama üzerinden çok daha uzun bir süre geçmesine rağmen, “Mesleğim Yazarlık” kitabı hakkında konuşabildiğim gibi bunun hakkında da konuşurum diye ümit ediyorum ve başlayalım bakalım:

“Dışlanma ve yalnızlık, kilometrelerce uzunlukta bir kablo haline gelmiş, devasa bir vinç o kabloyu gıcırtılar eşliğinde sararak germişti. Sonra o gerginleşen hat yoluyla, gece gündüz demeden deşifre edilmesi güç mesajlar gelmeye başlamıştı. O sesler, ağaçların arasından esen sert rüzgâr gibi, bir şiddetlenip bir hafifleyerek kulaklara iğne gibi batıyordu. (s.12)”

Muhteşem bir betimleme o vinç. Bilmiyorum sizin de gözünüzün önüne geldi mi? Biz zaten Türk halkı diyeceğim, İtalyanlarda da varmış bu vinçleri, iş makinelerini seyretme hastalığı. Hatta İtalyanlar ona bir kelime de bulmuşlar o insanlara ama unuttum şimdi onu. Bu kitapta da vinçlerin değil ama trenlerin, tren istasyonlarının önemli bir yeri var ve Tsukuru Tazaki’nin, Renksiz Tsukuru Tazaki’nin o renksiz olmasının da çok güzel bir anlamı var kitapta. Ben muhtemelen almışımdır alıntıyı diye şu an bahsetmeyeyim, yeri gelince söylerim. Bu kitapla ilgili ciddi spoiler verebilirim, o yüzden peşin peşin uyarayım. Zaten işte ilk cümlesini gördünüz, zor bir kitap. Bir yandan çok güzel, insanda çok farklı duygular uyandıran ama yer yer okuması da zor, duygusal konular içeren bir roman. Burada işte o arkadaşlarından bahsediyor, renksizliğinden:

“Ayrıca, Tsukuru Tazaki dışında, diğer dördünün tesadüfen ufak bir ortak noktası daha vardı. Soy isimlerinde renklerin yer alması. Erkeklerden birinin soyadı Akamatsu yani ‘kızıl çam’, diğerininki Oumi yani ‘mavi deniz’di. Kızlardan birinin soyadı Şirane yani ‘ak kök’, diğeriniki de Kurono yani ‘kara ova’ydı. Yalnızca Tazaki (‘girintili çıkıntılı kıyı’) soyadının renklerle alakası yoktu. Bundan dolayı, Tsukuru en baştan itibaren hafif bir dışlanmışlık hissine kapılmıştı. Elbette adında renk olup olmamasının kişiliğiyle herhangi bir alakası olamazdı. Bunu çok iyi anlayabiliyordu. Ama yine de bir tür hayal kırıklığına kapılmış, kendisini de şaşırtacak ölçüde incindiğini hissetmişti. Diğerleri çok doğal bir şeymiş gibi, birbirlerini renkleriyle çağırıyorlardı. ‘Kızıl’, ‘Mavi’, ‘Ak’, ‘Kara’ diye. Ona ise sadece ‘Tsukuru’ diyorlardı. Eğer benim soyadımda da bir renk olsaydı ne kadar hoş olurdu, diye Tsukuru defalarca ciddi ciddi düşünmüştü. İşte o zaman her şey mükemmel olurdu. (s.14)”

Bunları okuyunca, benim de soyadımda bir renk geçtiği için (gerçi Kara, Ak bunlar renk midir emin değilim, siyahla beyaz renk değildir derler çünkü) ama ilginç bir denk gelmeydi benim soyadımda da bir renk olması. Kendimi sanki böyle ayrıcalıklıymış gibi hissetmiştim. Ama bununla ilgili de kötü bir anım benim de var mesela. Bir sınıfta bir Türkçe öğretmeni, hiç unutmuyorum, bize espri yaparak kendisini ilk tanıttığı derste şöyle bir giriş yapmıştı. Demişti ki (şimdi tam hatırlamıyorum kaç tane ablası varmış), işte bir sürü ablası varmış, tek erkek çocuk oymuş. “Ben hep tek kaldım, yalnız kaldım” diye şikayet ediyordu. Bir de sonra biz gülelim diye şakayla karışık, işte “Bütün ablalarım da” diyordu, “hayvanın birini bulup evlendi.” Tabii sınıf gülüyor, kahkaha attıktan sonra O “gerçekten diyorum”, diye devam ediyor. “Hepsi bir hayvan buldu.” Sonra da hepsinin soyadını söylüyor, işte kimisi Kuş, kimisi Kartal, kimisi Aslan, kimi Kaplan… hepsinin soyadında bir hayvan vardı dedi. Tabii ben de güldüm bunu duyunca ama sonra hiç renk vermemeye çalıştım çünkü benim soyadımda bir de hayvan da var. Çocuklar da malum, akran zorbalığı… Bu da böyle bir anı, devam edelim, dönelim kitabımıza.

“Diğerlerinden kopup tek başına kaldığında, tıpkı cezir zamanı denizin yüzeyinde kapkara, uğursuz bir kayanın ortaya çıkıvermesi gibi, öylece kalakalacağı endişesi sık sık zihnini yokluyordu. (s.21)”

O kadar bağlısın ki arkadaşlarına o yaşlarda, hayat hakikaten ondan ibaretmiş gibi görüyorsun. Ondan başka bir dünya yok, o 4–5 en yakın arkadaşın... Benim de vardı, hatta lisede en arka dörtlü bizdik. En arkanın bir önündeydim ben. Ben bir de yani hep o zamana kadar hep en önlerde oturmuş bir insan olarak kendim de zorla en arkalara geçerdim. Gözüm biraz da belki ondan bozuldu öyle tahtayı görmeye çalışırken işte… Babam bir gün, alışkın zaten benim hep derslerim iyi olduğu için hocalar kötü bir şey söylemez, biraz da kayırırlardı açıkçası. Çünkü bizde öyle bir şey vardır, bir çocuğun matematiği iyiyse, tamam! Artık görmezden gelinir yani diğer bütün her şey. Bende de öyle kurtarıyordum bir şekilde. Benim bir de sözel de fena değil, dil bilgisi, gramer, kompozisyon olarak falan, hatta onun sayesinde İngilizceyi de bu zamana kadar onlarla kurtardım.

Ve işte o ilkokul, zaten toplantıya da gelmezdi babam da, neyse artık biraz da zorluyorlardı “mutlaka gelsinler” gibisinden. Babam böyle hiç unutmuyorum geldiğinde işte “Ya iyiymiş, güzelmiş, dersler de fena değil, kötü bir şey söylemiyorlar, ama” dedi “Sınıfta 4 kişinin adını saydılar, bunlardan uzak dursun çocuklarınız, bunlar hayta, hiç derslerle alakası yok” gibisinden bir şey söylemiş bir tane hoca. Hepsi değil, bir tanesi galiba yapmış. Yanlış yani bence, böyle velilere öğrencilerin hedef gösterilmemesi lazım. Bilmiyorum pedagoglar öneriyor mu böyle bir şey, cidden böyle demişler. Ve babam o isimleri saydı, ben başladım gülmeye. Dört kişinin beşincisi de benim yani aslında, ama hoca beni derslerim iyi diye… Ben de dedim yani açık açık babama: “Baba onlar benim en yakın arkadaşım, hiç öyle kötü çocuklar değiller, işte biraz dersleri kötü sadece ama onların da aslında farklı yetenekleri var” gibisinden. O zaman bile yani işte bak, babam ne kadar olgun bir insanmış. Hiç kızmadı bana, “Sen” demişti “işini bilirsin gibi, ben sana güveniyorum” diye öyle arka çıkmıştı, destek olmuştu, duygulanmıştım baya.

Zaten biraz da onu biliyorum yani, babam bana hiçbir şekilde kızmayacak diye onun rahatlığıyla söylemiştim. Yoksa öyle bir durumda insan saklar normalde. Ve hocanın da yaptığı işte yani… Çok da kötü aslında. Zaman zaman etkilediler benim hayatımı, hiç kimse bilmez ama. Ben iki saatlik yoldan gidiyorum liseye. Süper lise diye bir şey vardı bizde. Hatta benden sonra bitti. Anadolu Lisesine dönmüştü bizim lise de. Oraya giderken iki saat yol gidiyorum ve işte her sabah böyle geliyoruz. Okulun sonlarına doğru artık böyle sıcaklar bastırmış, sürekli bir internet kafe furyası var. Öğrencilerin çoğu kaçıyor okuldan, hiç derse gitmiyorlar.

Bir hafta beni de böyle hepsi toplanmış kapıda, ikna etmeye çalışıyorlar. Çünkü okula girdin mi çıkış yok artık, kapıda bekçiler falan var, kaçamıyorsun yani öyle kolay kolay. Daha hiç kapıdan girmeden yolda çeviriyorlardı beni. Bir gün şöyle bir argümanla gelmişlerdi: “Ya bugün matematik yok, e diğer dersleri zaten hallediyoruz, sözel onlara girmesek de bir şey olmaz” diye böyle, bir haftanın -bizim de ilk üç gün matematik yoktu- o Pazartesi, Salı, Çarşamba böyle okula gidiyormuş gibi her gün kaçtık. Sonra geldi işte Perşembe günü, matematik var artık, “Of” diyoruz “Artık matematik var.” Bu sefer de o bizim fırlama arkadaş “Ya nasılsa gelsek de anlamıyoruz” gibi bir çıkış yaparak yine beni ikna etmişlerdi.

İkna edemezler aslında da benim de demek ki gidesim yokmuş. O ara çok bunalmıştık çünkü son senesiydi okulun. İşte bu üniversite hazırlık şeyleri falan, zaten o benim o dört arkadaş daha okul biter bitmez dershaneye yazılmıştı. Ben de diyorum işte “Durun bir açıklansın.” Onlar öyle indirimli yazılmışlardır. Şimdi “mezuna kalmak” diyorlar ya, üniversiteyi kazanmak için bir sene daha hazırlanıyorsun falan, biz öyle “mezuna kalmak” demiyorduk o zaman. Bayağı okulu bitirip boşta kalmak gibi bir şeydi, çok tasvip edilen bir şey değildi yani. Onun o stresi de vardı üzerimizde.

Okula işte herkes dershanelere gidiyordu. Dershanede de bir de aynı konuları öğreniyorsun ediyorsun, okulun bir anlamı kalmıyordu. Bir yandan okuldaki eğitimin ne kadar boş olduğunu görüyordun. O Perşembeyi de işte matematik var diye bu sefer gitmedik. Cuma günü de üç saat üst üste İngilizce mi ne vardı, o da çekilmez diyerek… O bir haftanın beş gününde de yok yazılmıştım. Hiç okula kapıdan bile girmemiştim. Arkadaş önemli, çocuklarınıza dikkat edin arkadaşlarına… Benim babamın yaptığı da zamanında demek ki çok da doğru değilmiş. Şimdi bunu anladım ya… Kötü şey de yapmadık gerçi. Her seferinde çünkü öyle boş boş internet kafeye, PlayStation’a falan gitmiyorduk. Güzel gezdiğimiz zamanlar da oluyordu.

Neyse şimdi benim Tazaki’lik dönemlerini geçelim. Biraz da bu aslında şu an sonradan anlıyorum, bu işte yalnız kalmaktan korku… Şimdi en iyi arkadaşların gelmeyecek sınıfa, sen orada tek başına arka dörtlü de… Hatta işte o üç ders İngilizcenin olduğu bir hafta gelmiştik. Artık sınıfta kalacağız yoksa. On dokuz buçuk gün yazmışlardı bana devamsızlığa, o kadar yani zorlamışız sınıra kadar. Yirmide kalıyordun. O Cuma işte, şey demişti hoca, “Ooo,” dedi “Beyefendi bugün gelmişsiniz, okula teşrif etmişsiniz…” falan. Utanmıştım o zaman da, şimdi böyle gülüyorum ama kötü bir durumdu yani. Ayıp oluyordu yani hocalara gerçekten. Ama danışıklı dövüş gibiydi, çoğu kişi zaten rapor ayarlıyordu. Şimdi de öyle mi bilmiyorum.

Hatta bizim bir arkadaş okuldan kaydını alıp Açık Öğretime mi geçmişti, öyle bir şey. Çok mantıklı öyle bakınca zaten, hem diploma notun falan da yükseliyor Açık Öğretim olunca. Okul puanı gibi bir şeyler var mı şimdi bilmiyorum ama… Ya bu okul sisteminin işte yozlaşması, dershanelere, özel okullara biraz zorunluluk, özel üniversitelere, bunların mahalle başı her tarafta üniversite olması, eğitim problemi… Şimdi biz geçelim Renksiz Tsukuru’ya.

“Sara, doğruca Tsukuru’nun gözlerinle bakarak. ‘Bunu aklında tutsan iyi edersin. Geçmişi ne silebilirsin, ne de yeniden inşa edebilirsin. Çünkü bu, senin varlığını silmekle aynı şey olur.’
‘Nasıl oldu da konu buraya geldi acaba?’ dedi Tsukuru, kısmen kendi kendine soruyormuş gibi, fakat neşeli bir sesle. ‘Bu olayı şimdiye kadar hiç kimseye anlatmamıştım, anlatmaya niyetim de yoktu oysa.’
Sara hafifçe gülümsedi. ‘Bu olayı birilerine anlatmaya ihtiyaç duyduğun için olmasın? Hem de senin sandığından daha fazla?’ (s.41)”

Evet, ben de az önce anlattıklarımı hiç kimseye anlatmamıştım daha önce. İşte o bizim o arkadaşlar, bunlar sonra aynı dershaneye mi yazılmışlardır, bir şey yapmış, hepsi mezuna kalmıştı. Ben hiç denemelerde bile almadığım kadar yüksek bir puan alınca, yani dedim ki bu puanı kullanayım, kamu yönetimi de… O zamanlar işte kaymakam olacağız, hakim olacağız zannettik. Hoşuma giden, bir de sözel bir bölüm olunca rahat rahat yaparım diye düşünmüştüm. Aslında düşündüğüm gibi de oldu, sadece o KPSS’yi, eğer TDK’ye göre düzgün söylersek, hesap edemedik. Orada bir hesap kitap hatası yaptık. Ve şimdi bunları burada hiç tanımadığım insanlara anlattığıma göre demek ki anlatmaya ihtiyaç duyuyormuşum. Tıpkı Sara’nın da dediği gibi… Sara, burada Tsukuru’nun sonradan karşılaştığı kız arkadaşı olması lazım, yanlış hatırlamıyorsam. Bir de yine kitabın başlarında, benim kendimle ilgili gördüğüm için aldığım bir alıntı var.

“Tsukuru bir dergide ya da gazetede görmüştü. Yapılan bir ankete göre dünyadaki insanların yaklaşık yarısı kendi isminden hoşnut değildi. (s.57)”

Bu yüzdenin iki yarısına da girdim ben. İşte o da birinci sınıf - bana göre on beş sene örgün okusam da en zor sınıftı- kalem böyle elimi yara yapardı yazmaktan. Bir de çok küçükken başladığım için okula ve hoca beni sevmezdi pek, hissediyorsun yani. O dönemler biraz da karışıktı. Sırf ismimden dolayı aslında bana böyle bir ön yargı… Benim iki tane adım var uzun uzun böyle, soyadım da dediğin gibi hem renk var hem hayvan var. Adımı da fark ettiyseniz sanki gizli bir ajanmışım gibi ısrarla söylemiyorum. Bir açılış bölümünde söylemiştim galiba.

Ben bu bahsettiğim filmleri, kitapları, dizileri falan da açıklamalara yazmıyorum, o birçok podcastte yapıldığı gibi. Çünkü o tarz verilen bilginin çok faydalı olduğunu düşünmüyorum. Armut piş ağzıma düş! Merak ediyorsan ararsın, zaten hemen çıkar karşına. Ama işte birinci sınıfta iki tane adımı zar zor yazıyorum zaten. Yazmayı çok büyük hevesle başlayıp çok büyük hayal kırıklığına uğramıştım ben zaten okula başlayınca. Hep aynı şeyleri sayfalarca yazmak! Düz çizgi çek, yan çizgi çiz, yok bilmem nokta koy… Yani bu nasıl bir eğitim sistemi?

Zaten biz bir de fişlerle öğrenmiştik okumayı, artık onlar da kalmamış galiba. Ya gerçekten hatalıydı. Mesela okurken parmağınla takip etmek yasaktı. Yasaktı yani cidden, “yapmayın” falan değil. Hoca böyle cetvelle tak diye vurmuştu kafama, kafama mı elime mi artık hangisi çok da hatırlamıyorum, hocanın da günahını almayayım ama bana özel değil yani, onu herkese yapıyordu. Yanlış! Çünkü sonra ben yıllar sonra bir hızlı okuma kursuna da gitmiştim. Orada da en kötü ihtimalle parmağınla diyor, takip etmek gerek. Bir kalemle göze rehberlik etmek çok gerekli, faydalı bir şey o hızlı okumak için özellikle. Bize işte bunun tam tersini sanki bir de doğruymuş gibi öğretiyorlar, hem de döverek… Yani bu nasıl eğitim ben anlamadım! Cem Yılmaz’ın dediği gibi birinci sınıfı okuyup bırakacaksın aslında da işte zorunlu da… Nedense on iki çok fazla bence.

İşte ben yazın okullar açılmadan önce de burada böyle kayıtlar aldığım için arkadan zaten sizlere de geliyordur sürekli böyle çocukların bağırışları çağırışları. Ben de farkında değildim o zamana kadar böyle dışarıda bu kadar ses olduğunun, bu kayıtları almaya başladıktan sonra fark ettim okulların kapalı olduğunu… Okullar kapalıyken yani bu çocuklar zaten yerinde durmuyor, aileler hep Korona döneminde de hatırlarsınız, insanlar “Çocuklar okula gitsin, başımızdan gitsinler de nereye gidiyorlarsa gitsinler” gibi bir kafadalar maalesef. Nasıl bir artık… Neyse, neyse ben de haddimi aşmayayım.

Ve işte o ismimden bahsedecektim güya. Sınavda da zorunluluk tutardı hoca. Bari bir ismi yaz de, bir tanesine nokta koy. Onda da bir şey var, bir görüş ayrılığı. Kimisi diyor işte ilk ismi kısaltmak gerekir, doğrusu odur ama işte çoğu yerde de bakıyorsun ikinci isim kısaltılıyor. Hangisini kısaltırsan kısalt, öbürüyle hitap eden çıkıyor. Bir yerde bankacılar çok sever, hemen beni aradıklarında ilk sordukları soru: “Hangi isminizle hitap edelim, hangi isminizi kullanıyorsunuz?” Hemen seni kandıracak ya, bir bağ kuracak, adınla hitap edecek sana, sen de kendini özel hissedeceksin falan…

Yani birinci sınıfta bütün isimlerimi yazma zorunluluğundan dolayı benim hemen sıra arkadaşım da böyle Ali’ydi, soyadı da böyle tek hecelik bir şey, iki-üç harflik falan, Ali Koç gibi bir şeydi yani, şu an hatırlamıyorum. Ben görürdüm de onu hemen yanımda zaten, çocuk yazıyor… Ben adımı yazana kadar o kaçıncı soruya geçerdi. İster istemez telaş yapıyorsun. Bir de o zaman çok sinir olurdum yani, bu kadar uzun bir isme ne gerek vardı gibisinden… Optik formlar da sığmazdı. Çünkü ÖSS’ye girmiştik. İşte ÖSS o zaman üniversite sınavları. Yok, LGS içindi galiba, LGS olması lazım. Liseye giriş sınavında optik formu postayla mı gönderiyorduk? Öyel bir şey vardı. O şu anda da var mı? İyice kendimi yaşlı hissettim ama öyle bir şeylerdi.

Yani öyle bir saçmalıklardan hep böyle karışıklıklar çıkıyordu ve üç hece bile bence çok bir isim için. Zaten onu hemen iki heceye kısaltır, indirirler. İsmi kısaltmak da bana hoş gelmiyor, onun yerine direkt iki hecelik bir isim koy. Ama iki isimde bence bir sıkıntı yok. İki isim… Öyle yazılar da görüyorum bazen, bazıları hatta bilimsel bir iş gibi çıkar işte, yok çocuk iki kişilikli olur, çift karakterli olur, çocuklarınıza iki isim koymayın… Yahu kültürel bir şey bu, git Güney Amerika’ya, 4–5 tane ismi var yani herkesin. Ve seçeneğinin olması bence güzel bir şey.

Ama günümüzde de şey yapıyorlar, biri böyle çok “modern” isim, diğeri çok eski bir isim koyuyorlar. Çocuk tabii o zaman yeniyi seçiyor ve ne olursa olsun, ismini kendin seçmediğin için, genellikle atanan bir şey olduğu için… Ya muhtemelen anne babalar günümüzde ama eskilerden artık dedeler, nineler falan da giriyordu muhtemelen devreye, aile büyükleri denilen o ihtiyar heyeti… Ve öyle de bir şey ki bir yandan seni tanımlıyor. Aslında hayatta herkes seni o isimle anıyor, o isimle biliyor, o isimle sesleniyor. Çok zor zaten böyle bir şeyden insanın hoşnut olması. Ben de çok denk gelmem kendi ismini sevene, yarı yarıya olabilir gerçekten bu. Bir de böyle okunmayan isimler var… Mesela şimdiki alıntım da geçecek…

“‘Franz Liszt’in ‘Le Mal du Pays’ adlı parçası. ‘Hac Yılları’ derlemesinde birinci yıla, İsviçre kısmına koymuş.’
‘Lö Mal dö..?’
‘Le Mal du Pays, Fransızca. Genelde sıla özlemi ya da melankoli gibi anlamlarda kullanılır, ama ayrıntısına girecek olursak, ‘kır manzarasının insanın yüreğinde yarattığı nedensiz hüzün’ denilebilir. Tam olarak çevrilmesi zor bir deyim gerçi.’ (s.61)”

Burada işte o iki üç kelimeyle kır manzarasının insanın yüreğinde yarattığı nedensiz hüzün, demek. Fransızcada da demek böyle değişik kelimeler varmış. Ben bunlara daha çok Almancada denk gelirdim. Onların da böyle çok acayip kelimeleri var, resmen upuzun bir olayı, durumu betimleyen. Burada da kitaba, ismini veren eserden dem vurmuş yazar. “Haç Yılları” zaten tuhaf gelmişti bana. Bir kitabının adı zaten başlı başına bir de böyle değişik isimli “Haşlanmış Yumurtalar Diyarı” mı “Haşlanmış Harikalar Yumurtası” mı ne, öyle bir şeyi de vardı. Acayip isimli kitapları oluyor Murakami’nin. Bunu da unutmayayım diye yazmışım muhtemelen.

“‘Aşçı garsonu sevmez, her ikisi de müşteriden nefret eder’ dedi Haida. ‘Arnold Wesker’in Mutfak adlı oyununda öyle der. Özgürlüğü elinden alınan insan mutlaka birilerinden nefret etmeye başlar. (s.64)”

Bu da biraz iş hayatıyla ilgili sanki. Aşçı garsonu sevmez, her ikisi de müşteriden nefret eder. Patron da müşteriyi seviyor ya! Sevmiyor da işte, “müşteri her zaman haklıdır” mantalitesi. Aslında onun gözü cebinde, para peşinde. Bütün bunların da nedeni, olumsuzluğun nedeni aslında özgürlüğü elinden alınan insan. Var ortada mutlaka birilerinden nefret eden. Ben böyle hep sırayla alıntılardan gidiyorum. Ama bu kitapta ne oluyor? Tamam, anladık Tsukuru’nun dört tane arkadaşı varmış ama diyeceksiniz belki bu arkadaşları dışlıyorlar Tsukuru’yu, hayatlarından çıkartıyorlar ve Tsukuru şok oluyor. Kendi kabuğuna kapanıyor, ilk cümlede yazdığı gibi ölümü bekleyerek geçirdiği çok uzun bir dönem var, yani sadece ölmeyi istediği.

Bu biraz da gençlik, toyluk. Hayatın sınırı çok az olunca, yani şöyle düşünün, beş yaşındaki bir çocuk için bir sene hayatının beşte biri, hatırladığı yarısı, hayatın çok çok önemli bir kısmı… Mesela işte o benim bahsettiğim birinci sınıfın, çok büyük bir bahçesi vardı o okulun. Koştururdun, bir şeyler yapar, işte o çocukluğun enerjisi. Gerçi ben ilk zamanlar teneffüse çıkamazdım, teneffüse çıkmaya da korkardım. Hep sınıfta dururdum. İşte yıllar sonra böyle bir yerde denk geldim, biz oradan da taşındığımız için. böyle ayaklarım beni kendiliğinden o okula götürdü. Yani o ilçeye gelince yürürken bir baktım, benim ilk okulum. Birinci sınıfım! Birinci diyorum çünkü ben ilk üç sınıfı da üç farklı ilçede -üç farklı okulda- okumuştum. O okulun bahçesini bir gördüm, o kadar küçük ki! Şimdiki birçok okulun çeyreği kadar bir şey neredeyse. Bayağı bir küçükmüş hakikaten, okul da zaten çok eskimiş. Yenisini de yapmamışlar, dönüşüme de girmemiş. İnanamadım gözlerime, “Ya burası mı?” dedim. O benim hayalimdeki, o zihnimde kalan kocaman okul küçücük yermiş ama işte ben altı yaşındayken, o benim için kocaman bir yerdi.

Demek ki Tsukuru da orada hayatı o arkadaşlarından ibaret görüyor, onlar onu dışladığında da bütün dünya onu dışlamış gibi geliyor, kendisinin bir değeri olmadığını, zaten o renksizliğin verdiği… Ergenlikten beri o gruba tam olarak girememiş aslında. Ama sonradan ilerleyen yerlerde görüyoruz ki arkadaşları aslında o renk olayının falan hiç farkında bile değiller. Onu öyle kırdıklarını, hepsi kendi aralarında birbirine renk söylüyor ama Tsukuru’ya bir renk vermediklerinin bilincinde değiller. Bunu öyle gaddarlık olsun diye de yapmıyorlar. O da güzel bir aydınlanmaydı ileride Tsukuru’nun yaşayacağı.

O yüzden aslında işte çocuklara ben de kızıyorum böyle bazen, dışarıda çok bağırıyorlar ediyorlar diye ama biz de aynıydık. O yaşlarda hiç düşünmezsin yani.

Çok eski zamanlarda öyle bir çiçek varmış, hatta “hasta çiçeği” denilen. İşte pencereye koyarmış evinde hasta olan, o çiçeği görenler oradan geçerken sessiz konuşurlarmış güya. Öyle bir şey rivayet edilir, buna “güya” diyorum çünkü gerçekliğine inanamıyorum, ütopik bir şey geliyor bana artık şu an. Çünkü ne öyle bir saygı kaldı, ne öyle bir incelik, ne öyle bir düşünce. Nerelere geldik biz? En iyisi dönelim Japonya’ya:

“O sıralarda Tokyo’da olup biteni merak edip etmediğini sorar Midorigava. Başlı başına bir gösteri. Her gün bir yerlerde yeni bir patırtı çıkıyor. Sanki dünya altüst oluyor. Bunları kaçırdığın için pişman değil misin?
Dünya öyle kolay kolay altüst olmaz, diye yanıtlar Haida. Altüst olan insanlardır. Böyle bir şeyi göremedim diye de pişman olmam. (s.73)”

İşte burada Haida, Tsukuru’nun o renkli arkadaşlarından biri. İş güç sahibi olan, Tokyo’da bir firmada çalışan bir tanesi vardı, o olması lazım. Artık büyüdü yani, o aradan zaman geçtikten sonra Tsukuru bir yolculuğa çıkıyor. “Hac Yılları” parçası biraz belki ondan dolayı konmuştur. O insanın yüreğindeki nedensiz hüznün kaynağını bulmaya çalışıyor Tsukuru. Çünkü kız arkadaşı o yönde ona yol mu gösteriyor diyeyim, öğüt mü veriyor, istiyor mu, öyle konuşuyorlar işte. Ondan sonra ona karar veriyor gibi bir şeydi bu olay örgüsü. Sanki Murakami’nin ilk dörtlemesinde de vardı, “Yaban Koyunun İzinde” yanlış hatırlamıyorsam, benzer bir yolculuğa. Ya zaten Tolstoy’un dediği gibi bütün iyi hikâyeler ya bir yolculukla başlar ya da şehre yeni birisi gelir. Bu kitapta şehre yeni giden de, yolculuğa çıkan da Tsukuru oluyor.

“‘Sizin müziğinizde kesinlikle insanı harekete geçiren, dolaysız bir güç var. Ben cazdan pek anlamam, ama o kadarını görebilirim.’
Midorigava zahmetli bir durumla karşılaşmış gibi başını iki yana sallar. ‘Evet, deha dediğin gerçekten de bazı durumlarda insana kendini iyi hissettirir. Hoş görünürsün, insanların dikkatini çekersin, işler yolunda giderse para da kazanırsın. Kadınlar senin peşine düşer. Eh, yokluklarındansa olmaları daha iyi elbette. Fakat deha dediğin şey var ya Haida, ancak bedensel ve zihinsel olarak muazzam bir odaklanmayla desteklenirse işlev kazanır. Beynindeki vidalardan biri yerinden oynasa ya da vücudundaki bir bağ kopuverse, bu deha şafak vaktindeki sis gibi dağılıp gidiverir. Sözgelimi, azıdişlerin sızlaca, omzun tutulsa, doğru düzgün piyano çalamaz hale gelirsin. Doğru söylüyorum. Bu benim başıma gerçekten de geldi. Tek bir çürük diş, ağrıyan bir sırt yüzünden, insanlara geçirmek istediğin o güzelim hayal ve tınılar kolayca heba olur gider. İnsan bedeni her zaman kırılgandır. Karmaşık bir sistem üzerine kuruludur ve bu sistem ufacık şeyler yüzünden sık sık bozulur. Dahası, bir kez bozuldu mu, çoğu durumda onarılması da zordur. Çürük diş, omuz tutulması tedavi edilebilir, ama bir sürü onarılamayacak şey var. Bir adım ötede ne olacağını bilemediğin, böylesine tekinsiz bir zemin üzerinde bel bağladığın dehanın ne anlamı olabilir ki?’
‘Evet, deha gelip geçici olabilir. Bunu hayatlarının sonuna kadar korumayı başaran insan sayısı da azdır belki de. Fakat deha bazen ruhani açıdan büyük bir sıçrama da yaratabilir. Bireyi aşan, evrensel, neredeyse bağımsız bir olgu olarak.’
Midorigava bir süre ciddiyetle onun bu dediklerini düşünür. Sonra konuşur.
‘Mozart ve Schubert genç yaşta öldüler, ama müzikleri ölümsüz oldu. Senin söylemek istediğin bu mu?’
‘Diyelim öyle.’
‘Böylesi bir deha, nihayetinde istisnadır. Çoğu durumda böyle bir dehaya sahip olmanın bedelini öder insan; ömrü törpülenir, erken ve zamansız bir ölüme tamam demek zorunda kalır. Bu insanın ortaya canını koyduğu bir takas gibidir. Takasa giriştikleri Tanrı mıdır, yoksa şeytan mı, işin orasını bilemem.’ (s.79,80)”

Burası gerçekten çok etkileyiciydi. Çok da uzunmuş ama çok şey anlatıyor. Bence hem yazarın görüşleri burada yansıtılmış, onun o diğer kurgu dışı kitaplarını da okuduğum için, işte “Koşmasaydım Yazamazdım”da, “Mesleğim Yazarlık”ta bahsettiği… Beden ve zihin arasındaki bağlantı, denge, o bağ çok kırılgan. Bizde mesela Peyami Safa’nın o “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”nda mı geçiyordu, yoksa başka bir sözü müydü, “Dişi ağrıyan insan, dişi ağrımayan herkesi mutlu zanneder” gibi bir tespiti vardı. Aynen öyle işte, yani hasta olduğumuzda nasıl her şeyimiz… İşte yine o küçük çocuk halimizden geliyor insana. Sadece hastalıktan ibaretsin, diğer insanlar ne kadar mutlu! “Ne kadar şükretsem az” dedikleri… İşte bu yüzden doğru, hem öyle hissediyor hem ona inanıyorsun. Çünkü sahip olduklarımızın kıymetini bilmiyoruz ve o dehaya sahip insanların ömrünün törpülenmesi, erken ve zamansız ölümü…

Yani bilemiyorum, böyle genel geçer bir şeyden söz edilebilir mi? Ama bir bedeli olduğu kesin. Çünkü kendini kaptırıp yaptığın işlerde büyük başarılara ulaşabiliyorsun. Birçok insan da, birçok sanatçı da, birçok düşünür, bilim insanı bu şekilde kendini besleyip gayet uzun yıllar yaşayanları da var. Öyle kendini fiziksel olarak da tüketmek şart değil yani bence. Ve şimdi Sara’yla konuşması var kahramanımızın:

“‘Şöyle bir düşününce tuhafıma gidiyor’ dedi Sara. ‘Sence de öyle değil mi? Temelde insanların birbirine karşı ilgisiz olduğu bir çağda yaşadığımız halde, başkaları hakkında muazzam miktarda bilgiyle çevrelenmiş durumdayız. Yeter ki isteyelim, insanlar hakkındaki bu bilgileri rahatlıkla elde edebilirim. Buna rağmen, yine de başkaları hakkında gerçekte hiçbir şey bilmiyoruz.’ (s.125)”

Evet, bak bu anıyı unutmuştum. Mesela işte bilgi çağı, hele şimdi internet, birçok şeyi iki tıkla öğrenebiliriz. Benim adımı söylememe nedenim biraz o yani. Zaten merak eden, tanımayan, bilmeyen varsa bu zamana kadar çok rahatlıkla hem öğrenebilir hem de bir yandan da aslında zaten umurumuzda da değil açıkçası! İlgisiziz birbirimize karşı.

Ben mesela eskiden yapardım onu, artık yapmıyorum. İnsanlara böyle tanıştığım zaman isminin anlamını sorardım. Bazılarının bundan biraz rahatsız olduğunu gördüm, o yüzden bıraktım. Yani adının anlamını bilmeyen insanlar var, çok doğal geliyor bu onlara. Bana tuhaf geliyordu ya, nasıl yani? Kimisi de işte “Herkes de bunu soruyor, bir anlamı yok” falan deyip kızanlar da oluyordu bazen. Biraz da ondan bıraktım belki de. Ama bunu hiç merak etmeyen insanlar da olabiliyor. Merak duygusu işte öyle bir törpüleniyor, öyle bir üstü örtülüyor ki bu eğitim sisteminde, özellikle ailede başlayan bir süreç bu belki de. Kendi ismine ilgi duymayan, doğal olarak ilgi dediğin şey de zaten bir merak, gittiği zaman muazzam miktardaki bilginin de hiçbir anlamı kalmıyor.

Şimdi de işte o karakterlerle tek tek hesaplaşıyor, karşılaşıyor, konuşuyor, olayın iç yüzünü öğreniyor Tsukuru ve onlardan artık lakaplarıyla, o nickleriyle, renkleriyle bahsediyor bundan böyle.

“Mavi bir süre, kendi ağırlığıyla sarkan söğüt dallarını izledi. Sonra sessizliğini bozdu. ‘Bunun nedeniyle ilgili olarak senin aklına hiçbir şey gelmiyor mu?’
‘On altı yıl boyunca o nedeni düşünüp durdum. Fakat şimdi bile hiçbir fikrim yok.’
Mavi, kafası karışmış gibi gözlerini kısıp, burnunun ucunu parmağıyla ovaladı. Bir konuda derinlemesine düşündüğünde alışkanlık olarak hep böyle yapardı. ‘O gün ben sana öyle söyleyince sen de, ‘Anladım’ diyerek telefonu öylece kapattın. İtiraz da etmedin. Derinlemesine sorgulamaya da kalkmadın. Bu yüzden ben de doğal olarak senin konu hakkında bir şeyler bildiğini düşündüm.’
‘İnsanın yüreğinde gerçekten derin bir yara açıldığında söyleyecek tek sözcük bile gelmiyor aklına’ dedi Tsukuru.’ (s.145)”

Burada onun o dışlanma anını ilk öğrenişi görüyoruz. Bu soyadı Mavili olan, artık ben de kitapta geçtiği gibi renkleriyle hitap edeceğim, Mavi haber veriyor Tsukuru’ya “Seninle artık görüşmek istemiyoruz” diye bir telefon ediyor. Başta aslında iletişimi direkt kesiyorlar, koparıyorlar. Kapılarına geldiğinde ailesinden biri çıkıp “Evde yok” ya da “Müsait değil” gibi gönderiyor, telefonlarına çıkmıyorlar falan. Ama artık Tsukuru da yani merak ediyor, niye o dördü birden ulaşmışlar, zaten görüşmüyorlar. O yokmuş gibi davranıyorlar. Artık Mavi dayanamıyor. Ve üzerinden de geçmiş, aradan on altı yıl geçmiş yani.

Tsukuru da hayalindeki işi yapıyor şu an. O, trenleri çok seven, tren istasyonlarına hayran olan bir insan ve bir tren istasyonu mühendisi gibi bir şey mi oluyor, öyle değişik bir iş varmış Japonya’da muhtemelen. Bizde çok… Bizde de vardır tabii. Hatta benim bir arkadaşım da metroda öyle bir işe mi girmişti, ne yapmıştı mühendis olarak. Neyse, işte herkes farklı farklı yere savrulmuş artık, aradan on altı yıl geçmiş. O olay kapanmış, unutulmuş. Ama tabii ki Tsukuru’nun için hiç unutulmamış. Daha yeni yeni de kız arkadaşının yönlendirmesiyle bu işin peşine düşmeye karar veriyor ve Mavi burada ilk defa itiraf ediyor ona. Onu aradığında Tsukuru daha çocukken, “Anladım” deyip kapatmış telefonu. Ne yapsın yani çocuk? “Biz seninle artık görüşmek istemiyoruz, bizi bir daha arama” gibi sert bir çıkış yapıyordu orada, başka bir seçenek de bırakmıyor yani. Nedenini de söylemiyor. Tsukuru işte ondan sonra bunalıma giriyordu ve burada da öğrenemiyor. Yani anlıyoruz ki Mavi de bilmiyormuş aslında. O dörtlü grupta iki kız, iki erkek, kızlardan biri…

“Benim babam o kadar uzun süre üniversitede hocalık yaptı ki öğretmenlere özgü birtakım alışkanlıklar edinmişti. Evin içinde bile bize bir şeyler öğretip aydınlatmaya çalışır, kürsünün tepesinden ders verir gibi konuşurdu. Çocukluğumdan beri o tavrından nefret etmişimdir. Fakat bir an farkına vardım ki artık ben de aynı şekilde konuşmaya başlamıştım.’ (s.180)”

İşte bu hem yazarımızın tespiti, hem bunu neredeyse bütün aile ilişkileri konu alan kitaplarda görebilirsiniz, eğer o kitaplar gerçekçi işlenmişse. Daha yeni işte “Babalar ve Oğulları”nı okumuştum ben de, bilmiyorum bundan önce mi yayınlarım onu. Orada da geçiyordu benzer bir durum. Bunu birçok filmde sizde de görürsünüz. Kendi hayatınızda da görürsünüz.

Belli bir yaşa gelince sizi yetiştiren insanların belki de en sevmediğiniz huylarına bir bakarsınız ki, sizin de huylarınız aynısı olmuş. O beğenmediğiniz özellikler, siz yapıyorsunuz ki zaten çoğunda beğenmeme nedeni de bir saçma olur genelde. Sırf böyle ergenlikten, o karşı çıkma dürtüsüyle sevmediğiniz şeyler olur, aslında olumlu şeylerdir. Hatta arkadaşlarınız falan sever böyle, “Aa işte” derler, “Senin annen baban ne kadar iyi”. Sen anlamazsın onu o an, o senin normalin olduğu için.

Bu da hayatla ilgili aslında çok değişik bir ipucu veriyor. Büyük konuşma, insanları bilip bilmeden eleştirme, gibi şeyler de öğütlenir ya sürekli. Bilmiyorsun çünkü sen onun neler yaşadığını, hangi yollardan geçtiğini, o seçimleri nasıl yaptığını. Belki benzer bir duruma düşsen sen de onu yapacaksın, aynı şekilde hareket edeceksin. Ya da o belki senin şu anki durumunu çoktan yaşadı, geçti, üzerinden yıllar geçti ve öyle birine dönüştü ve yolun sonunda belki sen de aynısı olacaksın, aynısı olmasa benzeri. O zaman şu an eleştirdiklerine dönüşme potansiyeli olan bir canlısın yani sen de. Bilmiyorum anlatabildim mi, çok mu karışık oldu?

Siyaseti konuşmayı ben o yüzden hiç sevmem. Hem çözüme de ulaştırmıyor hiçbir taraf, sadece eleştiriyor. Hem de bilmiyorsun onun arkasındaki nedenleri, sebepleri. Oturduğun yerden çok rahat… Bütün berberler, kuaförler size dünyayı kurtarır iki dakikada, sizin saçınızı keserken. Dikkat ederseniz her şeyi bilirler, çünkü hiçbir sorumlulukları yok. Sen madem bu kadar biliyorsun, niye burada saç kesiyorsun? Kahvede okey oynayan amcalar, dedeler de aynı şekilde her şeyi bilirler, çözmüşlerdir. Öyle kolay değil işte. Ben de oturduğum yerden mesela onları eleştiriyorum, o da ayrı bir ironi.

Neyse, daha fazla kendimize de yüklenmeyelim durduk yere. Ama bu öğretmen çocuklarında bir değişik bir durum var gerçekten. Ya çok iyi öğrenciler oluyorlar ya da böyle tamamen alakasız. Arada kalan ben pek görmedim. Benim de vardı öyle birkaç tanıdığım. Zor bir şey öğretmen çocuğu olmak, çok güzel gibi geliyor bir yandan da. İşte ters de tepebilir, değişik… Denge, denge burada da önemli.

“Evet, doğru. Tsukuru Tazaki şu ana kadarki yaşamında ihtiyaç duyduğu her şeyi elde edebilmişti. Bir şeyi isteyip de ulaşamadığı, bu yüzden ıstırap çektiği hiç olmamıştı. Fakat öte yandan bir şeyi gerçekten isteyip, uğruna eziyete katlanarak elde etmenin sevinci de, anımsadığı kadarıyla bir kez bile yaşamamıştı. (s.205)”

Bahsettiğim gibi Tsukuru Tazaki hayalindeki o işe kavuşuyor, aslında en sevdiği şeyle uğraşıyor tren istasyonlarıyla. Ama buna da çok kolay ulaşıyor! Hemen üniversiteyi bitirir bitirmez. Onun o yüzden o tadını da alamıyor. Bilmiyorum ama bir insanın o ıstırap çekme, acı çekme ihtiyacı da var sanki. O bir olgunluk gerektiriyor, “Hamdım, piştim, yandım” gibi. Sanki insanın pişmesi gerekiyor. Öyle olunca daha tatlı oluyor ulaşılan hedef. Bu da yine hayatın çok ilginç bir durumu, bazen insan öyle kendi başarısının da kurbanı olabiliyor.

“Tsukuru sandalyedeki oturuşunu düzeltip, buzlu sudan bir yudum içti. Geriye bir tek sessiz hüzün kalmıştı. Göğsünün sol tarafında, delici bir aletle deşilmiş gibi kesik kesik bir sancı vardı. Delinen yerden kanının ılık ılık aktığını bile hissediyor gibiydi. Evet, muhtemelen kandı bu akan. Böyle bir acıyı uzun zamandır, o dört arkadaşı onu terk ettiğinden beri, hiç yaşamamıştı. Gözlerini kapattı, kendini suya bırakır gibi bir süre o acı âleminin içinde yüzdü. Hâlâ acı hissedebiliyor olması iyiydi. Öyle düşünmeye çabaladı. Acı bile hissedemeyecek hale gelmek, işte bu feci bir durumdu. (s.212)”

Evet, yine az önceki alıntıyla da sanki alakalı, aradan bir on sayfa falan geçmiş. İnsana bazen acı çekmek bile hayatta olduğunu hissettiriyor. En azından güzel bir şey gibi oluyor. Hiçbir şey hissetmemek gerçekten çok daha kötü ve bir insana verilebilecek en büyük ceza da onu görmezden gelmektir, onun varlığını görmemek. Bunu da bana birisi söylemişti, şimdi kim söylemişti onu düşünüyorum, hatırlayamadım. Şey demiştim ona, çünkü bu benim hayatta çok sinir olduğum bir şeydir, birileri bana böyle bir şey danışır, ben de ona işte söylerim “şöyle şöyle yapabilirsin, ben olsam şöyle şöyle yapardım.” Genelde tarzım odur ama o kişi de kalkar benim dediğimin tam tersini yapar. Yani buna çok sinir olurum. Buna sinir olan yakınımda da böyle kaç kişi vardı, hep anlatırlar kendi ailelerinden, eşlerinden, dostlarından başından geçenleri. Yani bu demek ki insanın doğasında var, normal karşılamak lazım bunu. Ama bir gün işte o kişiye söylediğimde dedi ki: “En azından seni dinliyor! Ya da en azından sana sormuş. Senin fikrini, sen belki öyle düşünüyorsun, fikrini dikkate almadı gibi hissediyorsun ama” demişti, “dinlemesi bile aslında çok şey ifade eder. Ya hiç dinlemeseydi, ya hiç sormasaydı?” diye sordu. Ve o zaman ben bir işte aydınlanma yaşamıştım. Yani gerçekten öyle, seni dinlemek zorunda değil ki arkadaş!

Ben de öyle herkese her şeyi soruyorum ama ne kadar onların dediklerini yapıyorum? İnsan yine en son kendi istediği şeyi yapıyor aslında ve biraz o istediği cevabı arıyor gibi bir şey. Çoğu insan böyle yapar, kendi doğrularını kim söylüyorsa ona sorar. Zaten bunun doğruyu aramakla alakası yok, tamamen kendini haklı çıkarmaya yönelik, vicdan rahatlatmak gibi bir şey.

“Anlaşılmak lükstür” diyordum ben eskiden. Sonra “İnsan Olmak” kitabını okuyunca Engin Geçtan’ın, öğrendim ki kendini anlatabilmek de, o da biraz senin sorumluluğun. Doğru ifade edebilmek, “beni anlamıyorlar” deyip geçmek çok kolay. Sen bakalım ne kadar anlatabiliyorsun, anlatıyor musun ya da deniyor musun? Bunun için uğraşıyor musun, bunun için emek veriyor musun? Bunlar da çok önemli. İğneyi kendine çuvaldızı başkalarına… Bak bu da mesela güzel bir atasözümüzdür. Bazen de işte o aşırıya kaçma huylarım… Ben çuvaldızı kendime batırırım yani, kendime daha çok yüklenirim. O da yanlış, bu kadar da değil. Sen kendini de korumalısın. Hiçbir zaman dünyanın tüm yükünü tek başına sırtlanmamak lazım. Aciz bir insanız yani. Her şeye gücümüzün yettiği, yetebileceğini de çok büyük bir yanılgı. Öyle bir hataya da düşmemek gerekir. Onu insanlara güç versin diye gaza getirmek için söylüyorlar belki ama o da felakete götürüyor bir yandan insanı. Neyse biz devam edelim:

“Olga güldü. ‘Hangi dilde olursa olsun, açıklanması güç meseleler yaşamımızda hep olur.’
Tsukuru başını sallayarak onayladı. Yaşamla ilgili tespitler yapmak, belki de Finlilerin ortak özelliğiydi. Belki de, kışların uzun geçiyor olması bunda etkili oluyordu. Fakat Olga haklıydı. Bu, dille ilgisi olmayan bir meseleydi. Herhalde. (s.225)”

Burada o renkli arkadaşlarından birinin eşi Finli’ydi, yanlış hatırlamıyorsam. Çok iyi de bir insandı. Hatta orada onunla da konuşuyorlardı falan, iyi anlaşıyorlardı. ondan da çok şey öğreniyordu. Ya insanın aradan böyle yıllar geçip çocukluk arkadaşıyla tanışması… Zaten Facebook ilk çıktığı zaman ben yine lisedeydim o zaman. her şey de benim lise dönemime denk geldi. Hep oralardan örnek vermem de ne yapayım yani o döneme denk geliyor. Birçok insanın da, mesela daha benden büyük olanlar o dönem hep anlatırlar, böyle çocukluk arkadaşlarını, ilkokul arkadaşlarını falan bulmuşlar Facebook sayesinde. Sonra ne oldu bilmiyorum. Zaten Facebook şeye döndü diyorlar, yaşlılar, emekliler kıraathanesi. Bizim öyle bir yer açılmış, belediyenin. Ne derler ona, sosyal tesis, çay bahçesi gibi bir şey. Oralar gibi görünüyor şu an Facebook galiba. Bilmiyorum… Mesela geçenlerde Instagram kapatılmış mıydı, engellenmiş miydi, öyle bir şey olmuştu ya bizim ülkemizde. Sadece dışarıdan falan giriyorlar. Bir olay olmuştu birkaç gün, ben onu mesela fark etmedim çünkü girmiyorum.

Benim telefonum biraz eski bir model olduğu için, bir senedir yeni telefon alacağım, daha denk getiremedim, fırsatım olmadı yani. Arada bakıyorum böyle yeni modellere falan ama yani şu anki telefonumu da böyle yavaş yavaş çözüyorum. O yüzden hâlâ kullanmaya devam ediyorum. Bazı uygulamalara girince telefon komple kapanıyor, “ben bunu artık kaldıramam” diyor yani. İşte GPS falan girmiyorum, giremiyorum kesinlikle. WhatsApp’a bakıyorum, aniden %10'a %20'ye falan düşüyor şarj, “şarj et beni” diye uyarıyor. Şarja takıyorum %70–80 oluyor bir anda. Komik yani. Ama alıştım ona da, huysuz böyle bir arkadaş gibi. Bazı şeylere girince de işte internette bir şey ararsam biliyorum kapanacak hemen. O yüzden telefondan bakmıyorum o tarz şeylere.

Neden anlatıyorum şu an bunları? Konu nereden buraya geldi? Facebook’tan bahsediyordum işte, yaşlılardan, yaşamla ilgili tespitler yapmaktan. Bilmiyorum şu an Instagram’ı falanı zaten çok anlamıyorum da ben. O çok acayip, her taraftan yani neye tıklasan ekranda bir şey oluyor. Kalpler, bir şeyler, ateşler, gülücükler, değişik değişik insanlar, hiç tanımadığın… Keşfet zaten benim için keşfetME. Yani tam tersi, ben de çünkü bir şeyin o sonunu getirme… Onun sonu yokmuş galiba, istediğin kadar o scroll down’mı diyorlar, aşağı indirme. Benim için eziyet yani, ben böyle bir şey kaldıramam. O yüzden de bu Instagram’a bir türlü alışamadım, çok kullanmıyorum, kapandığını bile fark etmedim yani. Biraz bu podcast için açmıştım bir hesap, oraya da girmiyorum. Ne zamandır oraya haftada bir resim atmak, yani bana bu ses kaydını alıp montajını yapıp Spotify’a yüklemekten daha zor geliyor. İşte biraz alışkanlıklarla alakalı.

“İşte o an, Tsukuru nihayet her şeyi kabullenmeyi başarabildi. Tsukuru Tazaki ruhunun derinliklerinde anlayabiliyordu artık. İnsanların yürekleri arasındaki bağ yalnızca uyum üzerinden oluşmuyordu. Aksine, bir yaradan diğerine daha derin bağlar oluşuyordu. Acı acıyla, kırılganlık kırılganlıkla yürekleri birbirine bağlıyordu. Elemli çığlıklar olmadan suskunluk, kan toprağa akmadan affediş, insanın içini lime lime eden kayıplardan geçmeden kabulleniş mümkün değildi. İşte bu, gerçek uyumun kökünde var olan şeydi. (s.266)”

Tsukuru artık o dönüşümünü tamamlıyor, kahramanın yolculuğu burada artık süper kahramana evriliyor tabiri caizse. Çünkü kabullenmeyi öğreniyor, bu insanın, insanlığın süper gücü. Aydınlanma evresi, o her şeyi kabullendiği an. Kabullenebilirim diyebilmek, çok fazla şeyi — neredeyse her şey diyeceğim ama o kadar da değil. Tabii ki çok az ama çok az şeye etkin var, çok az şeyi değiştirebilirsin tek başına. Çünkü biz acılarımızla — yazarımızın kırılganlık dediği, “pamuk ipliğine bağlılık” diyorum ben de ona — varız.

Affetmek, kabullenmek çok güçlü eylemler. Tam tersi zannedilir, özür dilemek de mesela aynı şekilde. Hep yanlış anlaşılır bizde, sanki dileyeni küçültüyormuş gibi. Tam tersidir aslında, oradaki o denge çok acayiptir. Bunu keşfedince sana gerçekten bir aydınlanma gelir ve gerçek uyum da böyle bir şey. Yine kitabın en sevdiğim bölümlerinden biri, “inşa etmek” diye görünce hatırladım.

“İstasyon inşa etmekten farkı yok. Eğer geçici bir süre için bile olsa, büyük anlamı ve amacı olan bir şeyse, ufak tefek hatalar yüzünden yıkılıvermesi, yok olup gitmesi söz konusu olamaz. Mükemmel olmasa bile, ilk yapman gereken istasyonu inşa etmek. Öyle değil mi? İstasyon olmazsa, trenin durabileceği yer de olmaz çünkü. Dahası, değer verdiğin bir insanı karşılayabilmen de mümkün olmaz. Eğer orada rahatsız edici bir şey görürsen, daha sonra yeri geldikçe el atarsın. Önce istasyonunu inşa et. Ona özel bir istasyon. Orada durması gerekmese bile, trenlerin kendini tutamayarak durmak isteyecekleri bir istasyon. Öyle bir istasyonu kafanda canlandır, somut bir şekil ver, renk ver. Sonra adını çiviyle temeline kazı, can üfle. Senin buna yetecek gücün var. Gecenin karanlığında o soğuk denizi tek başına yüzerek aşmayı başarmış bir adamsın ne de olsa. (s.279,280)”

Diyor burada Tsukuru, hayatın da aslında işiyle ne kadar benzer olduğunu, bütün bu ilişkilerin aslında insanlara özel bir istasyon inşa etmekten ibaret olduğunu anlıyor. Bu biraz o “Babam ve Oğlum” filmindeki “ona bir oda ver baba” bölümü gibi. Birilerine ait, buna istasyon diyebilirsiniz, oda diyebilirsiniz, “başımın üstünde yerin var” deriz biz mesela, kalbinde bir yer olabilir, bir yer insanlara ait, diğer insanlara ait, onun bulunabileceği, onu oraya sabit koyacağın.

Mesela tehlikeli bir yanlış soru vardır bizim küçük çocuklara sorduğumuz, “babanı mı daha çok seviyorsun, anneni mi” gibi sorular. Yani çocuğu da zaten afallatır. Bilmiyorum ama bence pedagojik olarak da uygun değil yani böyle sorular. Herkesin ayrı bir yeri olduğunu, hepsinin yerinin ayrı olduğunu öğretebilmek lazım insanlara. Her şeyin bir yeri ve zamanı, ayrı bir değeri ve zihninizde o insana bir yer inşa ettiğiniz zaman o hep orada oluyor yani. O onun ölüp gitmesi de değiştirmiyor bir şeyleri, onun size kötü bir şey söylemesi de belki. Çünkü siz orayı o güzel anılarla doldurduğunuz için…

Yani bilmiyorum kitabı ne kadar anlatabildim? Anlatamadım. Aslında çok anlatmaya da çalışmadım zaten. Son cümlesini de mesela not almamışım bu kitabın, çünkü öyle bir huyum yoktu eskiden. Dune’dan sonra başladı. Bir de, onda her şeyi nedense bir anlatma şeyi geldi bana. Hiç öyle bir podcast yapma amacım yok aslında, böyle kitapları başından sonuna özet geçmiyorum. Bu alıntılar bende bu kitaptan iz bırakan yerlerdi. Murakami yine çok güzel bir kitap yazmış, arkadaşlığı dostluğu değişik bir şekilde ele almış diyebilirim. Murakami severler, sever bu kitabı. Ben de bayağı bir unutmuşum aslında, üzerinden böyle 3–5 yıl geçtikten sonra belki tekrar okuyabilirim. Çünkü bu tekrar okumak isteyebileceğim bir Murakami kitabı.

Ya da belki bir çılgınlık yapar bu kendi podcastimi dinlerim, her ne kadar kendi sesimden artık bıkkınlık gelse de. Yine de dinlemem lazım, sonuçta bunları kendim için yapıyorum. Ama ben bunları yazıya da geçiriyorum, hem Medium’da paylaşıyorum hem de bir blog da açmıştım. O blogu güncelleyeceğim böyle ayda bir falan da oraya bir bakmak istiyorum. Bunların bir yazılı hali, bir yazılı şekli de olsun eliminin altında diye. En azından alıntılarım, merak ederseniz oraya da bakabilirsiniz, zaten “hesapkitappodcast” diye arayınca çıkacaktır.

Böylece şu anda okuyup bitirdiğim, kaydını almadığım hiçbir Murakami kitabı kalmadı. Demek ki yeni bir Murakami kitabı okuyabilirim, o yüzden de mutlu oldum şimdi. Size niye söylüyorum bunu? Mutluluklar paylaştıkça çoğalırmış, belki siz de mutlu olursunuz.



14 Kasım 2024 Perşembe

Bir Yazarın Günlüğü

 

Bir Yazarın Günlüğü, Soluk Alıp Veren ya da Deniz Sesi Duyulan Kitaplar ve Dört Boyutlu Yazarlık

Virginia WOOLF’un yazmış olduğu günlüklerden oluşan bu güzel kitabı ben Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Şubat 2014'te basılan ilk baskısından okudum. İngilizce aslından çeviren Oya Dalgıç’tı ve kitabın hemen başına günlüklerde geçen kişi ve mekânlarla ilgili kısa bir bölümde eklemişler. Ve içindekilere baktığımız zaman 1918'den 1941'e kadar, yani yazarın ölümüne kadar her yıla ait onlarca sayfadan oluşan koca bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz.


En son ne zaman bu formatta bir kitap okudum hiç hatırlamıyorum. Hatta okuyup okumadığımı bile bilmiyorum sanki. Tabii ki günlüklerden oluşan kitaplar okumuştum ama kurguydu onların çoğu. Böyle bir yazarın gerçek günlüğünü okumak çok tuhaf bir his. Başta biraz yadırgadım durumu, sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissettim. Bir yandan da merak ediyorum. Bir de nasıl bir içerikle karşılaşacağımı bilmemenin verdiği heyecan da var. Öncelikle çok fazla isim geçiyor ister istemez ve çoğunu tanımadığım için korktum başta. Dedim ki bu kitap bitmeyecek herhalde ama sonra baktım ki yazar okuduğu kitaplar da bahsediyor. İşte o zaman dedim ki bu kitap aslında bir hesap kitap günlüğü. Mesela daha ilk yıldan şöyle bir alıntım var, 1918'in 19 Ağustos’u. Perşembe günüymüş aynı zamanda, günlerin özel bir durumu varsa onu da yazmış yazar ve şöyle başlamış bu güne:

“Öyle göz korkutacak kadar zor olmasa da ortalıkta sürüklenip duran Sophokles’in Elektra’sını bitirdim bu arada. Beni sanki hep ilk kez okuyormuşum gibi etkileyen şey, öykünün olağanüstü doğası. Ondan iyi bir oyun çıkartmamak mümkün değil gibi görünüyor. Belki de cam parçacıklarının denizde aşınıp pırıl pırıl pürüzsüzleşmesine benzer biçimde sayısız oyuncunun, yazarın, eleştirmenin cilasıyla yaratılan, geliştirilen, gereksiz fazlalıklardan arıtılan geleneksel olay örgüsüne sahip olmasının sonucu bu. Aynı zamanda seyirciler arasında herkes neler olacağını önceden bilirse çok daha incelikli, üstü kapalı dokunuşlarla anlatılabilecek, daha az sözcük kullanmak yetecektir. Ne olursa olsun ben her zaman insanın çok dikkatli okuyamayacağını ya da her satıra, her imaya yeterli ağırlığı veremeyeceğini düşünürüm; görünür yalınlığın yalnızca yüzeysel olduğunu.”(s.5)

Hemen bir düzeltme yapmam gerekiyor sanırım. Gördüğünüz gibi benim podcastimle, bu yazılarla alakası bile yok. Bir kere çok büyük bir kalite farkı var. Benim burada kendimi onunla kıyaslamam tek kelimeyle hadsizlik olur. Bunu baştan söyleyeyim ama ben sadece format olarak benzediğini belirtmek istemiştim zaten. Haliyle bu şekilde sadece okuduğu kitaplar bile bahsetse bu kadar büyük bir yazar, bin sayfa da olsa okurum ben. Bu yüzden bu kitabı da elimden düşüremedim. Aslında Mrs. Dalloway’i okuyacaktım bizim okuma grubundaki sıradaki kitap olduğu için ama hem zamanım vardı hem de daha önce Kendine Ait Bir Oda’yı ve Pazartesi ya da Salı’yı okuyup çok beğendiğim için dedim ki o çok merak ettiğim Deniz Feneri’ni okuyayım. Sonra bir baktım ki yazarın böyle bir kitabı da varmış. Hemen aldım tabii. Ancak bu kitabın şöyle bir kötü yanı var ki okurken yazarın diğer kitapları hakkında, özellikle yazılma süreçleriyle ilgili çok fazla bilgi alıyorsunuz. Bu belki bazılarını rahatsız edebilir ama ben de tam tersi etki yaptı ve şimdi sırayla bütün Virgina Woolf külliyatını okumak için sabırsızlanıyorum.

1919'un 20 Ocak, Pazartesi gününde şöyle bir bölüm var:

“Yatakta geçirdiğim on beş gün, dişimi çektirmemin, baş ağrısına yakalanacak kadar yorulmamın -tıpkı bir ocak günündeki sis gibi geri çekilip ilerleyen uzun, korkunç bir ağrı- sonucuydu. Bundan sonraki birkaç hafta boyunca günde bir saat yazmak bana verilen tek izin; bu sabahki hakkımı saklamış olduğuma göre, L. dışarı çıktığı ve ocak ayında çok geri kalmış olduğum için bir bölümünü şimdi harcayabilirim. Yine de bu arada belirtmeliyim, bu günlük yazma işi yazmak sayılmaz, çünkü daha şimdi bir yıllık günlüklerimi yeniden okudum ve bazen gerçekten de kaldırım taşları üzerinde neredeyse dayanılmaz biçimde sarsılarak, hızla, gelişigüzel dörtnala kıvrılıp koşmasından çok etkilendim. Yine de en hızlı daktilonun yazabileceğinden daha hızla yazılmamış olsaydı, durup düşünseydim asla yazamazdım; bu yöntemin yazarlı yanı, duraksamış olsaydım çıkartıp atabileceğim, ama toz yığını içindeki pırlantalar olan bir sürü yolunu şaşırmış malzemeyi bilmeden bir araya süpürüp toplaması.”(s.9)

Daha böyle devam ediyor ve bütün bunların bilinç akışı tekniğiyle yazılmış olması bana inanılmaz geliyor. Hemen aynı sayfanın altında bir sonraki gün, daha doğrusu yazarımızın yazdığı bir sonraki gün, 5 Mart, Çarşamba gününde şöyle bir cümle var ki katılmamak elde değil:

“Hâlâ tren rayları boyunca koşan, bu yüzden de okumaya uygun olmayan bir kafayla oturmuş, Leonard’ın gelmesini bekliyorum. Ama ah Tanrım, okumam gereken ne çok şey var!”(s.9)

İşte böyle ilerliyor kitap, tabii ki her güne ait bir yazı yok. Bazen böyle aradan aylar geçiyor. Zaten aksi halde o kadar yıl beş 464 sayfalık bu kitaba sığmazdı. Ama aradan öyle çıkartılmış günler yok galiba, bu konuda bir bilgiye ulaşamadım. Mutlaka vardır diyesi geliyor insanın ama aradan çok uzun zaman geçmişse mesela uzun zamandır yazmıyorum buraya falan diyerek bunu doğruluyor yazar. Yine aynı yılın 27 Mart’ında şöyle bir cümle yazmş ki bunu okuyunca da çok şaşırmıştım:

“Basıldıklarında kendi yazdıklarımı yüzüm kızarmadan okumaya katlanabileceğim zaman gelecek mi — titremeden, gizlemek istemeden?”(s.13)

Günlüğüne çalakalem yazdıkları bile beni büyülerken bu kadar büyük bir yazarın kendisine karşı bu kadar acımasız olması bana çok tuhaf geldi.

Aynı yılın 20 Nisan, Pazar günü, ki Paskalya’ymış aynı zamanda. Böyle özel günleri de not etmiş yazar başlıkta ve o gün şöyle bir şey yazmış:

“Eskiden yazdığım defterleri yeniden okurken gördüğüm gibi en temel gereklilik, bence, denetçi rolünü üstlenmemek, tersine aklına estiği gibi çalakalem yazmak; çünkü gelişigüzel alınmış şeyleri nasıl seçtiğimi merak ettiğimde önemli olan şeyin o sıra fark etmediğim yerde olduğunu gördüm. Ama gevşeklik hemen dağınıklığa dönüşür. Yazılması gerekli kişi ya da olayla yüz yüze gelmek biraz çaba gerektirir. İnsan yazsın diye kalemi kendi başına bırakamaz…”(s.17)

Bu arada yazarımız her yılı ayrı bir deftere yazarmış genelde. Ve bu 1919 yılının son sayfasında 6 Kasım’dan 5 Aralık’a geçtiği için şöyle başlamış yazmaya:

“Şu atlamalardan biri daha, ama bence bilinçle yapılıyorsa düzenli soluk alıp veriyor kitap. Geri döndüğümüzden beri Yunanca bir kitabın kapağını açmadığım geçiyor aklımdan; kendi kitap eleştirilerimden başka pek bir şey okumadığım, bu da yazma zamanımın hiç benim olmadığını kanıtlıyor. Nasıl yoğun biçimde uzmanlaştığımı anlamak beni neredeyse dehşete düşürdü. Kaygı ya da başka nedenle boş kağıdı incelemekten uzaklaşan aklım, kayıp çocuk gibi — evin içinde dolaşan, ağlamak için alt basamağa oturan. G. ve G. hâlâ çevremde kaant çırpıyor, çok büyük zaman kaybına neden oluyor. George Eliot hiçbir zaman eleştirileri okumazdı, çünkü kitapları üzerine söylenenler onun yazmasını engellerdi. Ne demek istediğini anlamaya başlıyorum. Övgüyü ya da yergiyi yüreğimde çok fazla hissetmiyorum, ama onlar araya giriyor, insanın gözlerini arkaya çevirmesine neden oluyor, insanda açıklama ya da araştırma isteği uyandırıyor.”(s.26)

Gerçekten bu yorumlar ve eleştiriler o zamanlar böyle, daha resmi işte gazetelerde, dergilerde yapılmış. Hep internet olmadığı için şimdi zaten, bu özellikle belli bir takipçi sayısına, işte üne, şöhrete kavuşmuş insanların bu tarz yazılarını okuması mümkün de değil. Hatta bu hesaplarını yönetsinler diye profesyonel ekiplerle çalışıyorlar. O yazılanlar da yani aslında, eğer bir cevap vesaire yazıyorlarsa, o onların değil. Muhtemelen onların ağzından çıkmıyor, haberleri bile yok belki de. Bunu ben de duyuyorum, bazı sporcular da işte bu yorumları hiç bakmamak gerektiğini söylüyor. Kimisi öyle rahat eder, kimisi çılgınlar gibi okuyabilir. Kendi sayfasından çıkmayan insanlar da varmış mesela, ne yazıyorlar ne ediyorlar diye sürekli takip ediyor. Bu çok sağlıklı gelmiyor bana açıkçası. Ama önemli olan tabii, onu nasıl kullandığın. Oradan çok etkileniyorsa herkes, çünkü herkesi memnun edemezsin ve bazıları da sadece eleştirmek için eleştiriyor. Bu arada yazarımız “Don Kişot” kitabını “DQ” şeklinde kısaltmış burada, onu hemen o alıntıyı paylaşayım sizinle.

“İşte orada otuyorlar, kadınlar yün eğiriyor, erkekler dalgın, düşünüyor ve sonra neşeli, hülyalı, zevkli öykü onlara anlatılıyor, tıpkı onlar büyümüş de küçülmüş çocuklarmış gibi. İşte D. Q.’deki bu dürtü beni etkiliyor: Ne pahasına olursa olsun bizi eğlendirmeyi sürdürmek yani. Anladığım kadarıyla, güzellik ve düşünce farkında olunmadığında geliyor: Cervantes, ciddi anlamların pek az bilincindeydi ve D. Q.’yi bizim gördüğümüz gibi görmüyordu pek. Gerçekten de benim karşıma çıkan güçlük bu -hüzün, taşlama, ne ölçüde bizim, önceden tasarlanmadan- yoksa onlara bakan kuşağa göre değişsinler diye bu büyük roman kişilerinin içinde mi var o nitelik? Öykü anlatımının çoğu, kabul ediyorum, tatsız tuzsuz -yalnızca besbelli insanı hoşnut tutacak bir öykü olarak anlatılmış, ilk cildin sonunda azıcık bir yer dışında çoğu. Çok az şey dile getirilmiş, çoğu saklanmış, sanki olayın bu yanını geliştirmek istememiş gibi- kürek mahkûmlarının ilerlediği sahne demek istediğim şeye örnek. C. de, bunun bütün güzelliğini ve hüznünü benim duyduğum gibi duydu mu? İki kez söz ettim ‘hüzün’den.
Çağdaş görüşün temeli bu mu? Yine de ne hoş insanın yelkenlerini açması, ilk bölüm boyunca olduğu gibi yetkin öykü anlatmanın sert rüzgârıyla onları şişirip ilerlemesi.”(s.33)

Platform diye bir film vardı. Güzel, değişik, felsefesi olan bir filmdi bence. Güzel derken tabii sert sahneleri vardı. Filmin başında platforma çıkmadan önce herkesin yanına tek bir şey alabileceği anlatılıyordu ve başrolümüz de yanında Cervantes’in Don Kişot kitabını alıyordu. Sonra kitabı ne yapmak zorunda kaldığını da söylemeyeyim, izleyin bence filmi.

Neyse biz kitaba geri dönelim. 1922 yılının 17 ve 18 Şubat’ından iki alımtım var. 17'si zaten yazılmış en kısa günlerden biri ve tamamı şu şekilde:

“Az önce günlük fenasetin dozumu aldım — yani Dial’Dan Leonard’ın aktardığı Pazartesi ya da Salı üzerine azıcık uygunsuz inceleme, bu saygın çevreden belli belirsiz beğeni beklediğim için daha da canımı sıktı. Hiçbir yerde başarılı olamamışım gibi görünüyor. Yine de, azıcık felsefe edindiğimi görmekten mutluyum. Özgürlük duygusu yaratıyor. Yazmaktan hoşlandığım şeyi yazıyorum ve orada bir son var. Dahası, Tanrı biliyor ya, yeterince ilgi görüyorum.”(s.55)

Pazartesi ya da Salı’yı ben de okumuştum ve üzerine bir yazı yazmıştım hemen. Hatta bir yorum da almıştım, kitabı çok merak ettim okumak istiyorum, gibisinden bir şeydi. Zor bir kitaptı biraz, o yüzden sanki ben yazmışım gibi gerçekten beğenmesini istemiştim o kişinin. Çünkü hiç tanımadığım biriydi ama bir yandan da o platforma aynı benim gibi kitaplar hakkında yazılar yazardı ve ben de onu severek okuduğum için artık sanki tanıyormuş gibi hissediyordum. Sonradan okudu mu acaba, hiç bilmiyorum. Keşke bu yazılarımı da keşfetse de bunları okusa ve buraya da yazsa. Ne güzel olurdu. Hemen geçeyim ben aynı sayfada bir sonraki güne:

“Bir kez daha aklım ölüm düşüncesinden başka yöne sapıyor. Dün kafamda ün üzerine söyleyecek bir şey vardı. Ah, galiba şuydu, herkesçe sevilen biri olmamaya karar verdim, bunu öylesine gerçekten istiyorum ki önemsenmemeyi ve kötü sözleri bu pazarlığımın parçası olarak görüyorum. Ben canımın istediğini yazmalıyım; onlar da canlarının istediğini söylemeliler.”(s.55)

Bence bu olgunluğa kavuşmak çok önemli. Yani herkes bir yandan kendi istediğini söyleyebilme, kendi istediğini yazabilme istiyor. O zaman bu, diğer tarafın da canının istediğini söylemesini gerektiriyor biraz. Bunlara çok takılmamak lazım.

İşte yazarımızın böyle dönem dönem hastalıkları yaşadığı, sıkıntıları var. Ünlü insanların, çok büyük yazarların ya da işte aktörlerin, şarkıcıların falan sanki hiç hasta olmuyorlarmış gibi, hep mutlu ve sağlıklı hissediyoruz. Oysa onların da dişi ağrıyor, başı ağrıyor, çeşitli problemler yaşıyorlar. Onlar da insan. Ama biz hep onlardan o mükemmelliği bekliyoruz, sanki bize örnek olmak zorundalar gibi. Bu sadece bizim ülkemize, bizim insanımıza has değil, bütün dünyada böyle.

Bir insan bir konuda çok iyiyse, ona hiç alakası olmayan diğer konularda da güvenmek istiyoruz. Mesela benim aklımda kalan bir örnek yine futboldan: Pandemi zamanında Jürgen Klopp’a (Liverpool’un o zamanki teknik direktörü) koronavirüsle ilgili bir soru sorduklarında, “Bana neden soruyorsunuz? Bu soruyu doktorlara, bilim adamlarına sormalısınız” diyerek hiçbir fikir beyan etmedi. Eminim ki onun da ciddi öngörüleri vardır, ama insanları yönlendirmekten kaçındı.

İletişim konusunda inanılmaz biri olmasına rağmen, böyle bir olgunluğu gösterebildi. Bizde ise her konuda herkesin fikri var. Canının istediğini söylemek bir özgürlük, ama durup düşünmek de gerekiyor: Ben bunu hangi vasıfla, kim olarak söylüyorum?

Şimdi yine 1922'nin 16 Ağustos’una gidelim çünkü benim çok merak ettiğim bir kitaba başlamış yazar. Ben de yakın gelecekte okursam diye şimdiden alayım dedim bu notları:

“Ulysses’i okuyor, yandaş ve karşıt savlarımı üretiyor olmam gerekirdi. Şimdiye kadar 200 sayfa okudum -üçte biri bile değil-; ilk 2 ya da 3 bölümde eğlendim, uyarıldım, büyülendim, ilgilendim — mezarlık sahnesinin sonuna kadar; ondan sonra sivilcelerini tırnaklayan mide bulandırıcı yeniyetme beni şaşırttı, sıktı, tedirgin etti, hayal kırıklığına uğrattı. Ve Tom, yüce Tom onu Savaş ve Barış’la eşdeğer görüyor! Bana kara cahil, bayağı bir kitap olarak görünüyor; kendi kendini eğitmiş işçi sınıfından gelme birinin kitabı ve onların nasıl can sıkıcı, nasıl bencil, ısrarcı olduklarını hepimiz biliriz; çarpıcı ve mide bulandırıcı. İnsan pişmiş et yiyebilecekken ne diye çiğ et yesin? Ama bence eğer Tom gibi kansızlık çekiyorsan kanda bir zafer vardır. Ben kendim biraz normal olduğum için kısa sürede yine klasiklere hazır oluyorum. Buna daha sonra yeniden dönebilirim. Eleştirel zekâmdan ödün vermiyorum. Sayfa 200'ü belirlemek için toprağa bir sopa saplıyorum.
Ben kendi adıma Mrs. Dalloway için bıkıp yorulmadan aklımın dibini tarıyorum, içleri pek dolu olmayan hafif kovalar çıkartıyorum yüzeye. Bu duyguyu sevmiyorum. Aşırı hızlı yazıyorum. Bunları bir araya sıkıştırmalıyım. rekor bir zamanda, 10 günde, Reading’in 4 bin kelimesini yazdım; oysa sonra yalnızca kitaplardan edinilmiş bilgilerle Pastons’un baştan savma bir taslağıydı o. Şimdi kendi hızlı değişim kuramıma göre Mrs. D.’yi (bir sürü başka kişiyi içeri buyur ettiğini anlamaya başlıyorum) yazmak için bunu bırakıyorum.”(s.59)

Diyor ki yine çok ağır eleştiriyor, dilinin kemiği yok gerçekten. Birine iğneyi batırmadan kendine nasıl çuvaldızı batırabiliyorsa ve diğer yazarları da bu şekilde eleştiriyor. Bu beni açıkçası biraz korkuttu. Ulysses yine çok acayip bir kitap, anlaması zor. Virginia Woolf’un kitapları da maalesef böyle.

Şimdi mesela kitabı bitirdikten sonra hemen Mrs. D.’ye başladım ve 230 sayfa kadar, 150'lere kadar geldim. Çok zor okunuyor. 4 gündür her gün ara ara okumaya çalışıyorum ama ancak 50'lere gelebildim. Hiçbir boşluk yok, hiçbir bölüm yok. Yıldızla ya da noktalama işaretleriyle bir ayrım da yok. Tamamen tek bir bölüm gibi ve sürekli kişiler değişiyor. Birden bir bakıyorsunuz adama geçmiş, onu anlatıyor, sonra tekrar başka bir karaktere geçiyor.

Ustaca yapılmış bir yandan da, hiç yadırgamıyorsunuz nereden buraya geldik diye. Ben böyle kitaplarda bir yerde kalınca hemen bir-iki sayfadan başlarım okumaya ve sanki oraları okumamışım gibi hissederim. Halbuki okudum. Bazen farklı bir şey keşfederim o zaman. Kitabı tekrar okumak gerekiyor gibi geliyor insana.

Zor bir kitap bu. Yazarın “Kendine Ait Bir Oda” kitabı daha anlaşılırdı. “Pazartesi veya Salı” da roman gibi değildi. Ama bu kitap başka bir seviyede. Kim bilir “Deniz Feneri”, “Dalgalar” ve “Yıllar” nasıldır, çok merak ediyorum.

Şimdi gidelim 1922'nin 6 Eylül, Çarşamba gününe:

“Matbaa provalarım (Jacob’ın Odası’nın provaları) günaşırı geliyor, hemen işe girişsem kendimi pek güzel bunalıma sokabilirdim. Şimdi şu yazdıklarım okununca yetersiz, anlamsız görünüyor; sözcükler kâğıtta pek de iz bırakmıyor; ve ben gerçek hayatla fazla ilgisi olmayan hoş bir hayal ürünü yazmış olduğumun söylenmesini bekliyorum. İnsan bilebilir mi? Her neyse, güzel şeyler yazmak üzere olduğum yanılsamasına sürüklüyor doğa beni; zengin, derin, akıcı, çivi gibi sert bir şey; aynı zamanda da elmas kadar parlak.
Ulysses’i bitirdim, bence tabanca teklemiş. Galiba onda yetenek var; ama niteliksiz türden. Kitap laf ebelikleriyle darmadağın. Tatsız tutsuz, buruk, fazla özenti. Yalnızca görünür gerçek anlamda değil, aynı zamanda yazınsal anlamda küstah. Demek istiyorum ki, birinci sınıf bir yazar, küçük hilelere başvurmayacak kadar saygı duyar yazmaya; şaşırtıcılığa kaçmayacak; hokkabazlıklar yapmaya kalkışmayacak kadar. Okuduğum süre boyunca hep, zekâ ve güçle donanmış ama çok fazla kendisiyle uğraştığı, bencil olduğu için aklı karışan, nazik kişilerde acıma duygusu uyandıran, katı kişileri yalnızca huzursuz eden, savurgan, yapmacık, gürültücü, tedirgin, tüyü bitmemiş yatılı okul çocuğu geldi aklıma; insan büyüyüp bunları aşacağını umuyor; oysa Joyce 40 yaşında olduğuna göre bu pek de olası görünmüyor. Kitabı çok dikkatle okumadım; yalnızca bir kez okudum; kitap çok bulanık; böylece de kuşkusuz ondaki erdemi hak etmediği kadar hızla geçip gözden kaçırdım. Sayısız ufacık kurşunun insanın üstüne serpildiğini, sıçradığını duyuyorum; ama insan tam suratının ortasına tek bir ölümcül yara alamıyor — Tolstoy’da olduğu gibi, örneğin; ama onu Tolstoy’la karşılaştırmak tam anlamıyla saçma.”(s.61)

Biraz ağır eleştirmiş gibi geliyor insana ama ben maalesef o kitabı henüz okuyamadım. İşte bunun gibi şeyleri çokça okuduğum için o kitaba başlamaya korkuyorum. Ama Joyce hayranları hemen saldırıya geçmesin, bakın yazarımız bir sonraki gün nasıl bir ekleme yapıyor:

“Bazı bölümleri yeniden okumalıyım. Belki de eserin nihai güzelliğini asla çağdaşları yakalayamıyor; ama bence çağdaşları şaşırtmak gerek; ve şaşıran ben değildim.”(s.62)

Yine çok alttan almamış aslında, ama en azından bir düzeltme niteliğinde bir şeyler yazmış ve bu arada işte bütün bu yazdıklarını günlüğüne hızlı hızlı, o dolma kalemim dediği hızlı hızlı yazdığını kendi el yazısıyla inanılmaz bir hızda, hiç elini kaldırmadan bilinç akışı tekniğini birebir uyguladı. Hani günümüzde sabah sayfaları denir, uyanır uyanmaz aklında ne geçiyorsa zihninde ne varsa kağıda döktüğün. Biraz onun gibi yazdığı için bence bu hiçbir yazıdan, hiçbir yazdığından dolayı yazarı eleştirmem gerekir. Çünkü bunun yayınlanması bile başlı başına bir cesaret örneği ve bunun böyle bir kitap olacağını. Gerçi bir yerde söylüyor, acaba ne olacak bunlar. Muhtemelen kitaplaştı, ama yazarken de bunların 2024'te bir podcastte konuşulacağını düşünmemiştir. 1923 yılının 5 Eylül’ünde de şöyle diyor yazar:

“Kısacası, kendimiz üzerine belli soruları yanıtlamak amacını göz önünde bulundurarak edebiyatı inceleyeceğim, gerçekten. Roman kişileri sadece görüşlerden ibaret olmalı: Ne pahasına olursa olsun kişilikten kaçınmalı. Eminim, Conrad serüvenim bana bunu öğretti. Doğrudan saçı, yaşı falan filan tanımlamaya başlar başlamaz kitabın içine saçma sapan, ilgisiz şeyler de giriyor. Akşam yemeği!”(s.76)

Bugün akşam yemeği hazırlaması mı gerekiyor, zamanı mı geldi ya… Bir yandan, Jane Austen’ın gizli gizli evinde kendi kendine yazması gibi bir şey canlandı benim gözümde. Bugün de özellikle böyle yazması. Mesela daha yeni bitirdiğim romanda da böyleydi. Çoğu karakterin aslında çok fazla fiziksel özelliklerinden bahsetmiyor yazar. Saçından, kaşından, gözünden öyle saatlerce betimlemiş değil. Yazar yeterli görüyor. Ben daha çok seviyorum öyle olunca. 1925 14 Mayıs’ında şöyle bir uzun bir bölüm var:

“Ama tuhaf olan şey şu; açıkçası Mrs. D. konusunda zerrece tedirginlik yok üzerimde. Niçin böyle? Aslında bu yaz onun üzerine ne kadar çok konuşmam gerekeceğini düşünerek ilk kez biraz sıkıldım. İşin aslı şu, yazmak derin haz, okunmak yapay haz. Gazeteciliğe son verip To the Lighthouse (Deniz Feneri) üzerinde çalışmaya koyulmak için can atıyorum. Bu roman biraz kısa olacak; içinde baba kişiliği bütünlenmiş olacak; ve anneninki; ve St. Ives; ve çocukluk; ve içine katmaya çalışacağım bütün olağan şeyler — hayat, ölüm vs. Ama merkez, babanın kişiliği olacak, bir kayıkta oturan, ölmek üzere olan bir uskumruyu parçalarken, Her birimiz tek başına yok olduk, diye anlatan. Yine de, kendimi frenlemem gerek. İlkönce birkaç küçük öykü yazmalıyım ve Deniz Feneri’ni ağır ağır pişmeye bırakmalıyım, yazılmak üzere tamamlanıncaya dek çayla akşam yemeği arasında ona bir şeyler eklemeliyim.”(s.96)

Gerçekten hayatı roman olmuş. Sürekli yazıyor, gazetelere yazıyor, eleştiriler yazıyor, onları okuyor. Makaleler hiç sonu gelmiyor, zaten sürekli bir yazı isteniyor bir dönem. Hatta gelecek böyle, hep ölen tanıdıkları için, ölen yakınları için yazılar yazıyor. Onların cenazesinde okunmak üzere olan muhtemelen ya da gazetelere basılacak olan. Öyle bir şeyi de kolay kolay reddedemiyor. Bir yandan da yeni roman fikirleri geliyor aklına ve onlarla da uğraşıyor. Onları yazarken aslında kafasında onları da kurguluyor, çok çok zor bir iş.

Deniz Feneri’ni, evet çok duydum. Çok iyi bir kitap olduğunu duydum ama okuyamadım. Onu da belki Mrs. Dalloway’den sonra okuyabilirim. 1925'in 27 Haziran’ı da şöyle bitiyor:

“Vogue tezgâhından paraları süpürdükten sonra gönül borcu belirtisi olarak Richmond için Stella ve Swift üzerine bir yazı yazacağım. S. O.’nun (şimdi çok övgü toplayan bir kitap) ilk meyvesi, Atlantic Monthly’ye yazmam için gelen istek.Böylece de yeniden eleştiriye itiliyorum. Bu büyük bir yedek güç — Setndhal ve Swift üzerine düşüncelerimi açık seçik ifade ederek büyük tutarlarda para kazanma gücü. (Ama yazmaya çalışırken, Deniz Feneri’ni kurguluyorum — kitabın başından sonuna kadar her yerde denizin sesi duyulmalı. Kitaplarım için ‘roman’ sözcüğünün yerini tutacak bir isim bulma düşüncesi var kafamda. Virginia Woolf’tan yeni bir … . Ama ne? Ağıt mı?)”(s.100)

Burası da bence çok güzeldi. Dediğim gibi, başka şeyler yazarken aklında hep o yazacağı son romanın kurgusunu yapıyor ve o günkü şartlarda okuduğu o dönemin edebiyatından çok farklı bir şey yaptığının farkında. Bir kitabın başından sonuna kadar o denizin sesinin duyulması ne kadar iyi bir kitap olduğunu gösterir kesinlikle.

Yine bir günün tamamını almışım burada. 1926 20 Mart’ın tamamını paylaşmak istiyorum. Çünkü çok güzeldi diye de not düşmüşüm.

“Ama bütün bu günlükler ne olacak, diye sordum kendime dün. Ölürsem Leonard ne yapacak onları? Yakmak içinden gelmez; yayımlayamaz. Neyse, kitaplaştırması gerekir, bence; sonra da aslını yakması. Bence onların içinde küçük bir kitap var; karalamalar, kırpıntılar biraz düzene sokulursa. Tanrı bilir. Şimdi zaman zaman üzerime çöken ve bana yaşlı olduğumu düşündüren belli belirsiz hüzün yazdırıyor bana bunları; çirkinim. Aynı şeyleri yineliyorum. Evet, bildiğim kadarıyla yazar olarak kafamın içindekileri ancak şimdi yazıyorum.”(s.110)

Demiş ve bu kitabın basıldığı günü tahmin etmiş kendisinden sonra. O kadar şey yazıyor işte: makaleler, eleştiriler, romanlar, kısa hikayeler, hikayeler, öyküler. Ama kafasının içindekileri ancak bu günlüklere yazmış. O da ilginç ya da güzel mi, çok değişik geldi bana.

Birde tarih yerine Rodmell 1926 diye yazdığı ve “Yaşayan insanların yazdıkları” başlıklı bir bölüm var ki onun da tamamını okumak lazım:

“Hemen hemen hiç okumuyorum onları. Oysa bana kitaplarını vermesi yüzünden M. Baring’in C.’sini okuyorum. Böylesine iyi bulduğuma şaşırıyorum. Ama ne kadar iyi? Çok büyük bir kitap olamldığını söylemek kolay. Ama hangi nitelikleri eksik? Belki de insanın hayat görüşüne hiçbir şey katmayışı. Yine de ciddi bir kusur bulmak zor. Benim şaştığım şey, belki de en azından yılda yirmi kişinin güldür güldür yazdığı bunun gibi tümden ikinci sınıf bir yapıtın içinde bu kadar çok erdem barındırması. Onu hiç okumasam yok sayardım. En sert biçimiyle ortaya koyarsak durum budur da. Yani 2026'da o var olmayacak. Şimdi Clarissa canımı sıkıyor; yine de onun önemli olduğunu hissediyorum. Peki neden?”(s.120)

Evet, okurken mesela Clara’nın ne olduğunu ben anlamamıştım. Mrs. Dalloway’in adı Clarissa. Ondan bahsediyor ve 2026'da var olmayacak diyor, yani o okuduğu kitabı ne kadar beğense de 100 sene sonrasını söylüyor. 2026'ya ne kaldı? Neredeyse 100 sene önce yazılmış onun kitaplarını işte okuyoruz, dediği gibi dediği çıkıyor. Aslında, 1926 23 Kasım Salı günü artık Deniz Feneri’ne başlamış, şöyle diyor:

“Her gün Deniz Feneri’nin altı sayfasını yeniden yazıyorum. Bence Mrs. D. kadar hızlı değil: Ama zaten büyük bölümünün kabataslak olduğunu görüyorum ve daktiloya çekerken doğaçlamadan yazmak zorunda kalıyorum. Bu kalem ve mürekkeple yeniden yazmaktan çok daha kolayıma gidiyor. Şu andaki görüşüm, kitaplarımın en iyisi olduğu…”(s.128)

Burada insanı heyecanlandırıyor, ama neredeyse her kitabında böyle. İşte en iyisi bu, harika oldu. Biraz zaman geçiyor, bu çok kötüydü, berbattı. Ben yazmamışım sanki ya da nasıl yazmışım bunu. Sonra bir eleştiri geliyor, o başyapıt. Birisiyle tanışıyor, “Ben yaşayan en büyük kadın yazarım” diyor bir yerde. Ben, yazmayla alakam yok, bütün yazdıklarım saçmalık.

O inişleri çıkışları çok hissediyorsunuz kitapta. Hayat hakikaten bazen sırf insan uyandığında kötü bir ruh halinde oluyorsun, bazen de neşeyle doluyorsun. Sadece güzel bir güneş, parlayan bir yıldız bütün moralinizi düzeltebilir ya da kötü bir ruh haline dönüşebiliyor musunuz, dönebiliyor musunuz? Genellikle de hep böyle yaz aylarında yazmış sanki bana. Bilmiyorum, algıda seçicilik midir? Ağustos ayı sanki çok fazla vardı ve soğuk günlerde. Tabii soğuk günlerinde, ben de kışı, soğuğu sevmeyen bir insan olarak 1928'in 11 Şubat’ı çok soğukmuş belli ki:

“Öylesine üşüyorum ki kalemi elimde zor tutuyorum. Bunların hepsinin boşunalığı — işte böyle kestim yazmayı, gerçekten de inatla bu duyguyu taşıyordum ya da belki buraya yazsam daha iyiydi.”(s.154)

Bazen böyle yazmayı bile bırakabiliyor ama 22 Mart’ta da bir kitabını daha bitirdiğini öğreniyoruz:

“Evet, bitti -Orlando- 8 Ekim’de tıpkı şaka gibi başladı; şimdi de canımı sıkacak kadar uzun oldu. Şaka için çok uzun, ciddi bir kitap için çok saçma sapan olduğu için iki arada bir derede kalabilir. Yalnızca yeşil kırlara, güneşe, şaraba istekli bir kafadan bunları silip atıyorum; hiçbir şey yapmadan oturmaya istekli. Son altı haftadır çeşmeden çok kovaya benziyordum; birbiri ardından insanlar ateş edip vursunlar diye oturuyordum. Atış alanından geçen tavşan gibiydim ve insanın arkadaşları pat-pat vuruyor. Neyse Sibyl bugün bizi atlatıyor; geriye yalnızca Dadie ve yarınki bütün bir günlük yalnızlık kalıyor, çok şükür. Ama geri döndüğümde şu tavşan vurma işine el atmak niyetindeyim. Ve para kazanmaya. Her ay oturup 25 pounda bir tane güzel küçük sağduyulu makale yazmayı umuyorum; böylece de hayatımı kazanmayı; gerilime kapılmadan; ve okumayı — canım ne okumak isterse. 46 yaşında insan cimrileşmeli; yalnızca hayati şeylere zaman ayırmalı. Ama galiba bu kadar ahlaki düşünce yeter, şimdi insanları anlatmalıyım, ama yalnızca böylesine renksiz görüldüklerinde, isteyerek değil, görev gibi olunca, insanın aklı not düşmeye pek heves etmiyor.”(s.156,157)

İki sayfa neredeyse. Bu alıntı iki sayfada da yer alıyor yani yazılanlar. Ama hangi cümleyi kesebilirim? Gördüğünüz gibi, Orlando için kitabın arka kapağında yazıyordu hemen söyleyeyim.

Onu tarihsel bir fantezi diyor Orlando için, mesela arka kapaktan hemen kısaca okuyayım size: 1912'de Leonard Wolf’la evlendi ve 1917'de birlikte Hogarth Yayınevi’ni kurdular. Deniz Feneri gibi çığır açan romanların yazarı olan Wolf, daha sonra tarihsel bir fantezi olan Orlando ve 1 Elizabeth döneminden 1928'de İngiltere’deki edebiyat yaşamını konu aldığı uzun denemesi “Kendine Ait Bir Oda”yı yayımladı. Bilinç akışı tekniği üzerine yoğunlaştığı “Dalgalar”, daha geleneksel bir roman olan “Yıllar” izledi. Yazar son romanı “Perdeler Arasında”nın ardından ruhsal bunalım sonucu…

Burada da o, Orlando’yu bitirdikten sonraki neşesi. Ama bir yandan da eleştiriler gelecek. Kendini tavşana benzetmesi sonrası çok güzel geldi bana. Yine muhteşem bir tespit: 46 yaşında insan, cimrileşmiş şeylere zaman ayırmak. Bu şekilde bir cimrileşme. Sanırım kimse hayır demez buna. Hatta bu daha da geriye bile çekilebilir. Benzer her şeyleri yaşlılar gençler için de söyler. İşte bu yaşlarınız kıymetini bilin, değerini bilin. Yok bilemiyorsun. Yani insan neyin değerini bilmiş ki? Bir şey görev gibi olunca da onu yapmak istememesi. Aynı bu huy bende de var: görev gibi olmayacak, böyle isteyerek yapmam lazım.

Şimdi de 1928'de Mayıs’ın son gününden devam ediyoruz:

“Güneş açtı yine; L. okuduğu, bu yüzden yarı yarıya benim olmaktan çıktığı için daha şimdiden Orlando’yu yarı yarıya unuttum bile; daha uzun süre üzerinde çalışsaydım gerçekleştireceğim çekiçle dövme işleminden yoksun kaldı bence; fazlasıyla garabet örneği, dengesiz, ara ara da çok parıltılı. Bütünün etkisine gelince, işte onu yargılayamam. Benim yapıtlarım arasında, bence, ‘önemli’ değil.”(s.161)

Demiş burada, önemli tırnak içinde yazılmış: biraz daha üzerinde uzun çalışıp gerçekleştireceği “çekiçle dövme” işlemi. Yani o, bizim daha çok demlenme süresi gibi düşündüğümüz bunu çekişle dövme olarak betimlemiştir.

Kendi yazdığına bile ne kadar acımasız davrandığının. Bence bu öyle basit yapılmış bir benzetme değil: çekiçli pat pat vurarak, kızgın korda ateşte her kelimeyi, her cümleyi tek tek düşünerek. Tek bir virgülün bile çünkü bazen çok büyük önemi var. Tek bir paragraf başının, paragrafı nerede yaptığının, geçişlerin yine çok önemi var.

Burada da yine, Orlando’yu bitirince ne kadar mutluydu. Üzerinden biraz zaman geçince, eşi okuduktan sonra diyor mesela: “Artık bu benim olmaktan çıktı.” Bunu başka bir yazarda da duymuştum. Bir yazı yayınladığınızdan sonra artık sizin değildir, artık topluma mal olmuştur gibi bir şey söylüyordu. Benzer şekilde düşünüyormuş.

Demek ki girin yavan ve gelelim aynı yılın 12 Ağustos’unda yeni bir kitabın haberini veriyor. Bu sefer bize. Ama tabii ki başlığı sonradan değişecek. Bunu da sık sık görüyoruz artık:

“Bu kendi kendine söylenmeleri sürdürecek miyim, yoksa bana bir şeyleri tanımlatacak olan dinleyiciler mi hayal edeceğim? Bu cümlenin nedeni, şimdi yazmakta olduğum kurgu üzerine kitap — bir kere daha, ah bir kere daha. Aklıma gelen her şeyi yazdığım bir kitap. Romantizm, Dickens falan üzerine düşünebildiğim her şeyi karalıyorum, bu akşam alelacele Jane Austen tıkınmalı, yarın tabağa bir yemek koymalıyım. Yine de bütün bu eleştiriler yerini öykü yazma isteğine bırakabilir pekâlâ. Pervaneler (Dalgalar, oldu) beynimin arkasında bir yerlerde asılı bekliyor.”(s.164)

Bundan sonra Dalgalar kitabıyla cebelleşecek. Yani hazır aslında, ama işte onu kağıda dökme süreci çok ilginç gerçekten. Böyle dediği gibi, pervaneler diyor mesela burada. Sonra onun adıyla da sürekli uğraşacak, o diğer birkaç kitabında daha göreceğiz bunu. Başlıkları değiştirecek ve 27 Ekim’de yazarımızın biraz canı sıkılmış, anlaşılan:

“İnsanın ne kadar az önemi var, bence: Ne kadar az önemi var herhangi birinin; nasıl da hızlı, öfkeli, ustalıklı hayat; ve nasıl da bütün bu binlerce kişi sevgili hayata ulaşmak için yüzüyor. Kendimi yaşlı, olgun hissediyorum. Ve hiç kimse bana saygı duymadı.”(s.169)

Son cümle gerçekten üzüyor insanı. İşte feminist hareketin liderlerinden biri, kadın haklarının savunucusu. “Kendine Ait Bir Oda” kitabında Shakespeare’in “Eğer bir kız kardeşi olsaydı ne olurdu?” gibi düşünceler var. Bu kitapla bütün kadınların kendine ait bir odası olması gerektiğini savunuyordu.

Satır aralarında sık sık rastlıyoruz: sırf kadın olduğu için yazdıklarının kıymetsiz görüldüğü dönemlere. Saygı görmediği, duyulmadığı zamanlara. Feminist olmasın da kim olsun? Ne kadar büyük bir deha olduğunu okudukça daha iyi anlıyorsunuz.

Avrupa’da kadınları “cadı” diye yakın bir geçmişleri var. Cadılar Bayramı’nı bile kapitalizme fayda sağlayacak şekilde güncellemişler. Kadınları cezalandırmak için ateşe atarlarmış: ölmezse cadıdır, ölürse cadı değildir. Denize atarlarmış: boğulmazsa cadı, boğulursa cadı değil.

Şimdiki linç kültürü de aslında benzer: çamur at izi kalsın. Sonra özür dilersin. Kimse duymadığı için zaten linç etmiş olursun.

1928'de yazarımızın son yazdığı gün 18 Aralık olmuş ve o salı gününün tamamını paylaşmak istiyorum, çok uzun değil zaten:

“Orlando’nun üçüncü baskısını danışmak için şimdi L. içeri girdi. Daha önceden sipariş verilmişti; 6.000'den fazla sattık; satışlar hâlâ şaşırtıcı ölçüde canlı — örneğin bugün 150 tane, çoğu günler 50–60 arası; bu beni hep şaşırtıyor. Böyle sürecek mi, yoksa duracak mı? Neyse ki odam güvenli. Evlendiğimden beri ilk kez, 1912–1928 arası — 16 yıldır ilk kez para harcıyorum. Ama para harcayan kasım hâlâ doğallıkla çalışmıyor. Kendimi suçlu hissediyorum; almam gerektiğini hissettiğim zaman bile almayı reddediyorum, yine de hep çabucak bitiveren ya da haksız yere elimden alınan 13 penilik haftalığımın dışında kalan cebimdeki bozuklukların verdiği lüks duygusu içindeyim.”(s.176)

İşte bu da yani benzer bir durum. Bir yandan o kadınların parayla olan ilişkisi. 2000 yıldır, bir yerde bir satır arasında diyordu: yaptığımız işler yüzünden para alamıyoruz, para kazanamıyoruz gibi bir şey.

Para harcayan kısmı, tabiri bana güzel geldi. Doğal çalışmıyor diyor, bu kadar uzun süre içte para harcamamış. Para harcamak zor kalmamak da aslında, bence bir zenginlik belirtisidir. Demek ki senin yerine giden insanlar var, zaten çok zenginler. Ne para taşırlar yanında, ne kart kullanırlar, ne bir şey yaparlar. Onların etrafında bu işleri yapmakla görevli insanlar var.

Belli bir seviyeyi aşınca insanın kullandığı dil de değişiyor: yapmak etmek yerine yaptırtmak, ettirmek, bir şeyler aldırtmak. Hiçbir şey almaz, yani bir zengin bir şeyler aldırttı. Onunla uğraşamaz, çünkü onun zamanı kıymetlidir.

Neyse geçelim, 1929 yılına. O yıl yine çok üretken bir yazarımız, ta 23 Haziran’a kadar ben bir günlüğü almamışım. Ama 23 Haziran’daki şu bölüm çok güzel:

“Acıyı azaltan tek şey bu; bir tür soyluluk. Ağırbaşlılık. Hiçbir şey bulunmadığı gerçeğiyle yüzleştireceğim kendimi — herhangi birimiz için hiçbir şey yok. Çalışma, okuma, yazma hepsi kılık değiştirip kendimizi gizleme çabası ve insanlarla ilişkiler. Evet, hatta çocuk sahibi olmak bile işe yaramazdı.”(s.181)

İşte çocuk sahibi olmak, doğurmak bunlarla ilgili de bazen kitabı için diyor ki, çocuk doğurmak bunun yanında “solda sıfır kalır” gibi bir şey söylüyordu. Sanki o da mesela bir tuhaf gelmişti bana kendisi, çünkü çocuk doğurmadı. Bildiğim kadarıyla onu öyle küçümser gibi, böyle bilmediği bir şeyle nasıl kıyaslıyor yazar?

Yani bir yandan o özgüveni de var. Bir kadın tabii söyleyince çok bir şey diyemiyorsunuz. Onu bir erkek söylese, mesela, hiç olmayacak bir şey.

Hele bir sayfa var ki kitapta, üç farklı gün ve 10 Eylül’ü şöyle bitiriyor:

“Şimdi yatakta geçirdiğim altı hafta Pervaneler’i başyapıt yapacak. Ama adı bu olmayacak. Pervaneler, şimdi ansızın hatırlıyorum da, gündüz uçmaz. Ve yanan bir mum da olamaz. Bütünüyle, kitabın biçimi üzerinde düşünülmesi gerek — zamanla bunu yapabilirim. Burada kesiyorum.”(s.184)

25 Eylül’de de sadece şunları yazmış:

“Dün sabah Pervaneler’e yeni bir başlangıç daha yaptım, ama başlık bu olmayacak; hemen çözülmesi gereken bir sürü sorun avaz avaz bağırıyor. Olay kimin kafasında geçiyor? Ben düşünen kişinin dışında mıyım? İnsan hile barındırmayan bir yöntem istiyor.”(s.184)

Ve 11 Ekim’de kitabın yeni ismini buluyor:

“Dalgalar ya da Pervaneler ya da adı artık ne olacaksa onu yazmamak için buraya yazdığım düşüncesine kapılıyorum. İnsan hızla yazmayı öğrendiğini sanıyor; ama öğrenmiyor. Ve işin tuhafı hevesle ya da zevkle yazmıyorum; çünkü dikkatimi yoğunlaştırıyorum. Su gibi akıp gitmiyorum, tersine saplanıp kalıyorum.”(s.184)

İşte bu kitap bayağı zorluyor yazarımızı. Dalgalar adını veriyor, ama su gibi akıp gitmediğini ve hızlı yazmayı insanın bir şekilde öğrenemediğini fark ediyor. Gizli bir formülü yok.

Podcast kursu esnasında arkadaşlar hocaya yazma konusunda sorular sormuştu. Hocamız gibi ben de biliyorum ki yazmanın kolay bir formülü yok. Yazarlık atölyesinde dikte ile yazan arkadaşların yaptığı bana o zaman imkansız gelirdi.

Yazarken silme, kesme, kopyalama yapıyorsun. Bazen başlangıcı değiştiriyorsun, bakış açısını, yan karakteri ana karakter yapabiliyorsun. Konuşarak yazabilmek ayrı bir yetenek.

Chat GPT kullanarak yazıya çevirme çabaları da bazen 20–30 dakikalık saçma sapan uzunluklarda metinler çıkarıyor. Hızlı yazmanın bir formülü maalesef yok.

Gelelim kitaba, 1930'un 17 Mart’ın tamamını ve hemen sonra 28 Mart’ta yazdığı ilk cümleleri not almışım:

“Kitabı sınamanın yolu (yazar için) elbette söylemek istediğin şeyi doğallıkla söyleyebileceğin boşluğu sana bırakıp bırakmadığıdır. Tıpkı bu sabah Rhoda’nın söylediğini benim söyleyebildiğim gibi. Bu da kitabın kendisinin canlı olduğunu kanıtlıyor: Çünkü söylemek istediğim şeyi paramparça etmedi, tersine hiç basınç uygulamadan, değişiklik yapmadan içeri kaydırmama izin verdi.”(s.196)

Ama işte dediğim gibi 28 Mart şöyle başlıyor ve unutmayın, bunu bir kadın söylüyor:

“Evet, ama bu kitap çok garip iş. ‘Bununla karşılaştırıldığında çocuk doğurmak solda sıfır’ dediğimde bütün günü esriklik içinde geçirdim…”(s.196)

Ve bir kitabı sınamanın yolu, söylemek istediğin şeyi doğallıkla söyleyebileceğin boşluğu sana bırakıp bırakmadığı. Yani aslında o konuşan karakterler yazarın düşünceleri var var.

Sonra 1931 2 Şubat’ına geliyoruz ve bir kitap daha bitmek üzere. Biz de sanki böyle bitirmiş gibi seviniyoruz bu tarz haberleri okuyunca:

“Galiba Dalgalar’ı bitirmek üzereyim. Galiba cumartesi günü bitirebilirim.
Bu yalnızca yazarın notu: Bir kitap üzerine beynimi hiç bu kadar zorlamamıştım. Bunun kanıtı da neredeyse başka hiçbir şey okuyamayacak ya da yazamayacak durumda oluşum. Sabah sona erdi mi, pestil gibi serilip kalıyorum. Ah Tanrım, bu hafta bittiğinde, ne pahasına olursa olsun o uzun çabanın üstesinden geldiğimi, bitirdiğimi hissetmenin rahatlığı: O hayali sonlandırdığımın.”(s.209)

Yani, ne kadar hakikaten yorulmuş artık. Kaç saat böyle yazdıysa, uğraştıysam, pestil gibi serilip kalıyormuş zaten. İşte o sürekli yaşadığı hastalıklar, sadece fiziksel değil, zihinsel de. Böyle yorgunluk zaten en zoru, zihinsel yorgunluktur. Yani beden yorulunca yine bir dinlenirsin ve o dinlenme insana daha fazla enerji verir. Ama zihin yorulunca, onun dinlenmesi öyle kolay olmuyor. Ve insanlar zaten zihnini dinlendirmek için uyurmuş. Yani uykuda aslında bizim beynimiz dinleniyor, vücut değil. Vücut yoksa normal otur, yat, yine dinlenir; kaslar, şeyler… Ama beyin sadece uykuda ciddi anlamda dinleniyor.

Hatta o gecenin 11 ile 3 arası, denilen o dört saatte, karanlıkta melatonin salgısının en yoğun olduğu dönemde uyuyabilirseniz… Eğer uykuda geçirirseniz, beynin kendini bir yıkama işlevi gibi bir şey var. Resmen, suyla paspas atıyormuş gibi tabiri caizse! O zihnin kendini yenilemesi, o yorgunluğunun giderilmesi çok önemli.

O yüzden, ben o gece hayatını bitirdim. Tıpkı Ferdi Tayfur’un “Sigarayı Bıraktım” şarkısında söylediği gibi! Gençliğimizde yaptığımız şeyler işte…
Oturursun, çay, kahve, tostlar… Bir şeyler… Gece kahvaltısı derdim.
Ben gece yemeğini çok severdim eskiden. Çok sağlıksız, çok zararlı, kesinlikle yapmayın.

Sabah erken kalkın; çok daha verimli kullanabilirsiniz gündüzü. Gece insanları! Sizlere söylüyorum: “Yok, ben işte kalkamıyorum, kalkınca…” demeyin. Güneşle hareket edeceksiniz arkadaş! O güneş boşuna doğup batmıyor. Temelde güneş çünkü enerji de verir insana. Ya, en azından ben güneş enerjisiyle çalışıyormuş gibi hissediyorum kendimi.

Yine de, bunu herkes için söylemeyeyim. Çünkü gece insanları da varmış, hakikaten. Böyle yarı yarıya değil ama oran kesinlikle en fazla üçte bir gibi, yüzde on dört gibi oranlarda geceleyin daha verimli çalışabilen insanlar da varmış. Diyeyim mi? Şu gece-gündüz muhabbetini kapatalım.

11 Nisan’a gelelim bu sefer de biten kitabı… Kitap bitince iş bitmiyor maalesef. Yazarlık, işte, hiç göründüğü kadar kolay değil. Bu sefer düzeltme dönemi başlıyor:

“Ah, kendi yazdıklarımı düzeltmekten öyle yorgun düştüm ki -şu 8 makaleyi- ama neyse ki sanırım hızlı olmayı öğrendim: Mızmızlanmamayı. Yani, yazım yeterince özgür; benim midemi bulandıran şey düzetmenin iğrençliği. Bir şeyleri içeri tıkıştırmak, bir şeyleri kesip atmak. Ve boyuna daha daha makale isteyip duruyorlar. Sonsuza kadar makale yazabilirim.
Ama mürekkep kalemim yok — neyse, bu yalnızca noktayı koyacak. Ve söylenecek pek bir şey yok ya da çok var da o havada değilim.”(s.214)

Yok burada makalelerini düzeltiyormuş, kitabı düzeltme 13 Mayıs’ta yer alıyor:

“Zaman zaman buraya birkaç tümce yazmadıkça, nasıl derler, mürekkep kalemimi kullanmayı unutacağım. Şimdi o çok yoğunlaştırılmış Dalgalar kitabının 332 sayfasını tamamlamak için en baştan daktiloya çekme işine girişmiş durumdayım. Günde 7–8 sayfa yapıyorum; bu da 16 Haziran’da ya da o sıralarda bitirmeyi umuyorum demektir.”(s.214)

Demiş ki, günlük tutmanın aslında böyle bir faydası da var. Bu finansçılar, ekonomiyle ilgili danışmanlık verenler, müşavirler hep söyler zaten: Harcadığınız paraları, ekonomik hedeflerinizi, maaşlarınızı, kredi kartı harcamalarınızı, faturalarınızı yazın, bir yere not edin, karşılaştırın, düzenli tutun. Hatta kurları, onların dolarla ya da altınla olan durumlarını da yazın gibi çeşitli önerilerde bulunurlar.

“Kim uğraşacak onlarla?” diye düşünüyor tabii insan. Ama benzer bir şeyi yazarlık yapmak isteyenlerin de yapması, hatta bence kitap okuyanların da yapması önemli ve güzel bir şey. O çizelge, şu tarihlerde şu kitabı okudum, şu zamana kadar şunu bitiririm, şu kitaba başlayacağım diye bir plan yapmayı sağlar. Çünkü işte, hayat haftalardan ibaret aslında.

Bu açıdan bence özellikle yazmakla uğraşan, yazın insanlarının kesinlikle böyle günlük benzeri bir şey tutması gerekiyor. Günlük olmasa bile… Çünkü bakın, burada bir hedef koymuş ve biz de okurken hemen anlıyoruz: “Acaba dediğini yapabilmiş mi?” diye. Çünkü hemen bir sonraki sayfada, 30 Mayıs’ın tamamında, şöyle:

“Hayır, daha şimdi söyledim, 12:45 olduğunu saatin, artık yazamıyorum daha fazla ve gerçekten yazamıyorum: Ölüm bölümünü temize çekiyorum; iki kere baştan yazdım. Bir kere daha üstünden geçeceğim, umuyorum bu öğleden sonra bitireceğim. Ama beynimdeki kasları nasıl da yuvarlayıp sert bir topa dönüştürüyor! Bugüne kadar yaptığım en yoğunlaştırılmış iş — ve ah, bittiğindeki rahatlama duygusu. Ama aynı zamanda da en ilginci.”(s.215)

İnsan bunları okuyunca kitabı daha da merak ediyor. Ancak evdeki hesap yazarımız için de çarşıya uymuyor ve 23 Haziran’a geçiyoruz oradan:

“Ve dün, 22 Haziran’da, galiba günler kısalmaya başlarken, Dalgalar’ın yeniden daktiloya çekilme işini bitirdim. Sona ermiş de değil — ah, Tanrım hayır. Çünkü ardından yeniden daktiloya çektiklerimi düzeltmem gerek. Bu iş 5 Mayıs’ta başladı ve bu kez işi aceleye getirdiğimi ya da dikkatsiz davrandığımı kimse söyleyemez; yine de yanlışların, özensizliklerin sayısız olduğuna kuşkum yok.”(s.215)

Demiş yazarımız. Yani gerçekten o mükemmeliyetçiliğin etek kemiğe bürünmüş hali, hiçbir şekilde beğenmiyor hiçbir yaptığını. Biraz da insanın, bilmiyorum ama daha hoşgörülü olması lazım bence. Ne olmuş yani? Özensizlik olabilir mi? Bu kadar uğraşırken o kadar tekrar tekrar yaz, tekrar tekrar temizle, çek tekrar tekrar, inanılmaz. Bir de bundan sonra ne var, burada da iş bitmiyor. Tabii ki eşi okuyacak bu döngüyü. Artık siz de okuya okuya anladığınız için siz de merak ediyorsunuz: “Acaba o ne diyecek?” diye. Onun düşüncelerini siz de benim kadar merak ediyor musunuz? Tarih 19 Temmuz:

“‘Bu bir başyapıt,’ dedi L., bu sabah benim bahçe odama girerek. ‘Ve kitaplarının en iyisi.’ Şu notu düşüyorum; ilk yüz sayfanın son derece zor olduğunu, sıradan okurun ne kadarını izleyebileceği konusunda kuşkuları bulunduğunu da ekleyerek. Ama Tanrım! Ne büyük rahatlama! Rat Çiftliği’ne uzanmak için zafer şenliği içinde yağmurda paldır küldür yürüdüm, Northease Yokuşu’nda yeni yapılacak bir binayla keçi çiftliğinin kurulmakta olduğunu fark ettim.”(s.217)

Artık bu övgüyü aldıktan sonra o mutluluğu ben de yaşadım yazarla birlikte. “Bu bir başyapıt” demişler yine. Bu da hep zaten, her kitabı yani çok beğeniyor. Akıllı bir koca olarak ne yapsın yani? İnsan eğer eşiniz bir yazarsa her kitabına böyle yaklaşır. İşte oradan da ondan da öğreneceğimiz çok şey var. “Bu bir başyapıt” diyeceksiniz, “Bu bir harika, bu muhteşem.” Kesinlikle ben kitapta denk gelmedim, gardan bu kötü falan dediğine hatırlamıyorum. Yani öyle bir şey. Ama insan bazen o işte fark edemezsiniz, mesela burada da yazarımız keçi çiftliğinin kurulduğunu daha yeni fark ediyor mutluyken.

Ben de burada bazen yeri geldikçe söylüyorum hayvanlarla ilgili anılarımı, şeylerimi. Keçileri kesinlikle çok severim, en sevdiğim yine hayvanlardan keçiler. Zaten asıl hayvanlardır, yani öyle her otu da yemezler. O çok acayip bir dengeleri vardır, dağın böyle yamaçlarına, eteklerine çok güzel tırmanırlar, tepelere kadar çıkarlar falan. İşte bizde de hani “keçileri kaçırmak” diye bir tabir vardır. Gerçekten böyle 10–20 tane keçiye bakıyorsanız diyelim, onları kaçırırsanız, gerçekten keçileri kaçırırsınız yani. Hiç çünkü toparlayamazsınız, herhalde hiç çobanlık falan yapmadım ama öyle gözümün önüne geliyor.

Hayvanlar bir de şöyle, onlar da yine keçi olması lazım. Bazı hayvanlar kalü jen bitkiler yerlermiş dağ kenarlarında falan, böyle değişik mantarlar şeyler yediklerinde böyle donup kalırmış ve pat diye yan düşerler ya, o videolarını görmüştüm. Onlar da yine keçi oluyor genelde. Çok tatlı hayvanlar. Yine şeyleri de çok severim, lamalar, o tüküren hayvanlar ve alpakalar — o da galiba bir çeşit lama. Çok güzel, böyle sanki saçları varmış gibi böyle kıvırcık beyaz, çok güzel resimlerden, şeylerden bakabilirsiniz videolarına. Ben de öyle gördüm zaten, yani yoksa bu hayvanları gerçekte görmedim. Maalesef bizim ülkemizde yetişiyorlar mı varlar mı bilmiyorum, olmayabilirler. Ama ben de işte o Sait Faik’in hiç Kınalı Ada’ya gitmeyip de çok sevmesi gibi, alakaları falan hiç görmemiş olsam da uzaktan uzağa seviyorum.

Zaten yazarımız da Virgin’da bu kitapta bazen ara ara böyle hayvanat bahçesine falan gidiyor, orada hayvanlarla ilgili gözlemlerini paylaşıyor ya. O zamanlar işte, demek ki 100 yıl öncesinin kitabı olduğunu söylüyoruz ya. Hayvanat bahçeleri daha bizde de zaten yani 20 yıl öncesine kadar normal bir şeydi, yani bir hayvanat bahçesine gidip gezmek. Şu anda yeni yeni fark ediyoruz onların o hayvanlara işkence olduğunu, kapatılması gerektiğini. Onların doğal camlarını hem korumalıyız, hem o dengeyi de düzenlemeliyiz. Ama yüz yıl öncesinde de işte Virgin yol, hayvanat bahçelerine giriyor diye de eleştirmem. Çünkü o günün şartlarına göre normal bir şeydi.

22 Eylül’de de artık eleştirileri okuya okuya onlardan da bıkmış durumda yazarımız. Herkes Leonard gibi değil. Şimdi bunu daha iyi göreceksiniz:

“Ve Miss Holtby diyor ki, ‘Şiir bu, senin bütün öteki kitaplarından daha bütünsel, elbette. Fazlasıyla inceden inceye işlenmiş. İnsan yüreğinin çok daha derinliklerine iniyor, belki de, hatta Deniz Feneri’nden bile daha derinlere…’ Bu tümceyi olduğu buraya alsam da, çünkü ateşimi ölçüp yazdığımız çizelgede, Tanrım, dediğim gibi, geçen hafta bu zamanlar ölümcül ölçüde düşük olan ateşim sonra yükseldi, artık çıkmıyor: Normal. Galiba güvendeyim; galiba insanlar artık yalnızca bunları yineleyebilir, başka bir şey söyleyemez. Ve öyle çok şeyi unuttum ki. İstediğim, bunun sağlam bir şey olduğunun, bir anlamı bulunduğunun bana söylenmesi. Bunun ne anlama geldiğini ben kendim bir başka kitap yazmadan bilemeyeceğim. Ve yaban tavşanıyım, tazılarımın, eleştirmenlerimin çok önündeyim.”(s.219)

İşte burada da yine kendisini tavşana benzetiyor. Ama bu sefer” yaban tavşanıyım” diyor, “Çok daha önündeyim, çok daha hızlıyım.” Onlar ne söylerse söylesin. Bir de zaten işte “Yapılmış olmuşla ölmüşün çaresi yoktur” deriz ya. Yazdığın kitabı artık çok fazla eleştirmenin de bir anlamı yok yazar açısından. Ne yapsın yani? Geri dönüp tekrar yazacak hali yok o kitabı. Ancak hakikaten bir sonraki kitapta eğer dikkate alırsa o eleştirileri, o zaman bir işine yarayabilir. Yazılan şey yazılmış, bitmiştir. Artık çıkıyor yani yazardan.

1931'in 16 Kasımı, o yıl için son yazılanlar şu şekilde:

“Aklımın bir köşesinde bir yerlerde yeni bir eleştiri yöntemi geliştirebileceğim düşüncesi de var; şu Times makaleleri kadar katı ve formel olmayan bir şeyler. Ama bu kitapta eski tarzına sadık kalmalıyım. Ve merak ediyorum nasıl nasıl yapabileceğim bunu? Can alıcı noktayı bulabilirsem tıpkı insanlar üzerine olduğu gibi kitaplar üzerine yazmanın da daha yalın, incelikli, içtenlikli bir yolu olmalı, diye düşünüyorum. (Dalgalar 7000'den fazla sattı.)”(s.222)

Bu arada bu son cümleyi de parantez içinde yazmış bir zafer işareti olarak. Çünkü 7000 çok ciddi bir rakam sanırım o dönem için, bugün de bilmiyorum. Çok ben kitaplar ne kadar satıyor, ne kadar basılır hiç o rakamlarla ilgilenmediğim için, filmlerin de aynı şekilde o gişelerin şeyler pek anlamam. Ama işte 2000 falan satsa çok iyi dediği kitaplar böyle, bazen üstünden aylar geçince 5000 sattı, 3000 sattı gibi şeyleri memnun olarak yazıyordu yazar. Burada da parantez içinde yazmış: “7000'den fazla sattı” diye, dalgalar. Yani bir başarı örneğin, büyük bir başarı.

Bir sonraki sayfada da 1932'ye geçiyoruz, 13 Ocak Çarşamba günüyle. Yeni yıla da başlıyoruz, yeni bir deftere:

“Ah, işte her zaman dediğim gibi, bugün yılın ilk günü olmadığı için kendimden özür dilemem gerek. On üçü geldi bile, tek bir sözcük bile karalayacak mecalimin olmadığı, hayat sularının çekildiği o bitkinlik durumlarından birinin içindeyim. Aman Tanrım, nasıl da bir ağırlıktı Dalgalar üzerimde, hâlâ onun gerginliğini taşıyorum!
Bir yirmi yılım daha olduğunu varsayabilir miyiz? Ayın 25'inde, yani önümüzdeki pazartesi elli yaşımda olacağım: Bazen daha şimdiden 250 yıl yaşamış olduğumu hissediyorum, bazen de otobüsteki en genç insan olduğumu.”(s.223)

Geçenlerde ben de kendimi 70 yaşında hissettiğimi söylemiştim bir yerde. İnsanın kendisini hissettiği yaşta olduğunu duyunca öyle istemsizce ağzımdan çıkmıştı bu. Sonra da iyice yaşlanmışım gibime geldi ama bence 70 artık bana o kadar da yaşlıymış gibi gelmiyor. Yabancı sporcular özellikle kendilerine iyi bakıyorlarsa gayet fit duruyorlar o yaşta. Güzel güzel konuşuyorlar falan. Daha ne olsun. Neyse biz devam edelim 1932'den ve 25 Mayıs’a geçelim çünkü benim de çok sevdiğim bir kitabı okumuş yazar:

“Şimdi David Copperfield’ı ‘bitirdim’ ve kendi kendime diyorum ki havası daha iç açıcı olan bir yere kaçamaz mıyım? Genleşemez, çürümeden kaçınamaz, canlı, algı gücü yüksek bir yaratığa dönüşemez miyim? Tanrım, nasıl da acı çekiyorum! Bütün yoğunluğuyla hissetme konusunda nasıl korkunç bir yetim var — şimdi, geri döndüğümüzden beri sıkıştırılıp topak oldum; ayak uyduramıyorum; bir şeyleri uyumla dans ettiremiyorum; kendimi korkunç derecede bağlantısız hissediyorum; hayır, tam öyle değil: Belki de bir yıl kadar daha nnasıl dayanacağımı bilemiyorum. Düşünüyorum da yine insanlar yaşıyor; o yüzden arkasında neler olup bitiyor hayal edemiyorum. Her şey yüzey katılığında. Ben kendim birbiri ardınca darbeler alan aracım yalnızca…”(s.226)

Bu cümlelerin noktası gelmiyor bir türlü, virgül üstüne virgül, noktalı virgül, iki nokta derken ben dayanamadım artık burada kestim. Sonra da yine bir Ağustos gününden alıntım var uzunca. Bilmiyorum belki algıda seçiciliktir ama her yıl en çok yazları yazmış gibi geldi bana. Neyse gelelim 20'sinde yaptıkları şu yaşlı ziyaretine:

“Dün yaşlı Mrs. Grey’e erik götürdük. Büzüşüp küçülmüş, köşedeki sert bir koltukta oturuyor. Kapı açık. Seğiriyor, titriyor. Yaşlıların o yabanıl, donuk dik bakışı var onda. L. onun umutsuzluğunu sevdi: ‘Gündüz olsun umuduyla yatağa tırmanıyorum; gece olsun umuduyla yataktan aşağı sürükleniyorum. Ben cahil bir yaşlı kadınım -okuma yazmam yok. Ama canımı alsın diye her gece Tanrı’ya yakarıyorum — ah dinlenmeye çekileyim diye. Ne acılar çektiğimi kimseler bilemez. Omzumu elle de bak.’ Sonra da çengelliğneyle oynamaya başladı. Elimde dokundum. ‘Demir kadar sert; içi su dolu, bacaklarımın da.’ Çorabını çıkardı. ‘Ödem. Doksan iki yaşındayım; bütün kardeşlerim öldü; kızım öldü; kocam öldü…’ Sayıp döktü çektiği acıları, tek tek hastalıklarını; başka hiçbir şey görmüyordu gözü, yalnızca aynı şeylere baştan başlıyordu ve benim elimi öptü, verdiğimiz para için teşekkür ederek. İşte, hayatlarımızı buna döndürüyoruz -hiç okumadan, yazmadan- o ölmeyi dilerken onu canlı tutuyoruz …’ doktorlarla. İnsanın işkence çektirme becerisi müthiş.”(s.234)

İşte buralarda da biraz yazarla yine ayrıldığımız bölümler. Biraz konu şeye gidiyor, ötene gidiyor. Sanki benim de karşı olduğum bir şey olduğu için katılamayacağım burada yazara yani. Ama evet, 70 dediğim gibi yaşlı değil. Yaşlılık bu, eğer kendini yaşlı zanneden 60–70 yaşında dinleyenlerimiz de varsa, bir 90'ı görün, bir bakalım ondan sonra konuşalım.

Böyle hastalıklar, özellikle tanıdığın herkesin ölmesi çok zor. Zor bir hayat orada devam etmek daha zor, ama mesele de biraz öyle devam edebilmek, intiharla ilgili. Bu arada ben bunu bir böyle iç karartan bir Dostoyevski kitabında önermiştim.

“The Fall” diye bir film var, “Düşüş” diye çevrilmişti bizde. Bütün dublörler adına bir saygı duruşu niteliğinde bir film, muhteşem bir film, geçişleri tek kelimeyle yani muhteşem bir film. Hatta uzun süre en beğendiğim film olarak şu anda da diyebilirim yani. Benim en sevdiğim film ve ne yönetmenini bilmiyorum şu an. Aklımda ne o oyuncular ne de o var. Küçük bir kız vardı başrol gibiydi neredeyse. O dublöre yaşama sevinci veren, hayatın ne kadar önemli olduğunu anlatan.

Virginia Woolf mesela, o filmi seyredemediği için… Zaten yüz yıl öncesinin filmlerini seyredebilen nesil sadece bizmişiz. Şu anda internetin de sayesinde her dönemden her filmi seyredebiliyoruz, inanılmaz bir lüks bu. İntiharla, özellikle hayatın zorluklarıyla, yaşlılıkla sınanırız. Her şey insan için yani. Hayat zor gerçekten. O filmi bir oturun seyredin, şöyle güzel bir boş anınızda tek başınıza. Mümkünse sonra zaten ara ara tekrar seyredeceğimiz bir film olacak muhtemelen.

Gelelim 1900'lü yıllara, 13 Nisan’da yazar yine bir düzeltmeyle uğraşıyor sanırım:

“Şu salak kitap Hush’ı düzeltmekten -ah ne büyük zaman ziyanı- bir an için kendimi kurtarıp dün gece gördüğüm Bruno Walter’ı anlatayım. Esmer, tombulca bir adam; hiç de akıllı değil. Hiç de ‘büyük şef’ değil. Biraz Slav, biraz Sami ırkından. Neredeyse zırdeli: yani Hitler’e taktığı adla ‘zehir’den kendini kurtaramıyor. ‘Yahudileri düşünmemelisiniz,’ deyip duruyordu. ‘O korkunç hoşgörüsüzlük saltanatını aklınızdan çıkarmayın. Dünyanın içinde bulunduğu durumun tamamını düşünmelisiniz. Korkunç -korkunç. Bu alçaklığın, bu yozluğun varolması korkunç. Geleneğimizle, kültürümüzle sevdiğim Almanya’mız. Biz şimdi yüzkarasıyız.’ Sonra bize nasıl ancak fısıltıyla konuşabildiklerini anlattı. Her yerde casuslar var. Leipzig’de otelinde bütün gün camın içine oturup telefonda konuşmak zorunda kalmış. Gün boyu askerler uygun adım geçiyormuş. Hiç durmadan geçiyorlarmış. Ve radyoda, aralarda marşlar çalınıyormuş. Korkunç, korkunç! Tek umut olarak kraliyeti dört gözle bekliyor. Asla oraya dönmeyecek . Orkestrası 150 yıldır hayatta. Ama korkunç olan şey bütünün ruhu. Bir araya kenetlenmeliyiz. Herhangi bir Alman’la karşılaşmaktan kaçınmalıyız. Onların uygar olmadıklarını söylemeliyiz. Onlarla ne ticaret yapmalı, ne de birlikte çalmalıyız. Onlara kendilerini toplumdan dışlanmış hissettirmeliyiz — onlarla savaşarak değil, onları yok sayarak. Sonra yine müziğe sürüklendi. Onda o yoğunluk var -deha mı?- hissettiği her şeyi yaşamasına yol açıyor. Orkestra yönetmeyi tanımladı: Her çalgıyı tanımak zorundasın.”(s.250)

İşte burada o bahsettiği adamı tanımıyorum ben. Ama bir orkestra şefi sanırım ve artık Hitler’in İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı dönemler. Burada onun söyledikleri bence önemli yani. Onlara uygar olmadıklarını hissettirmek, onlarla ticaret yapmamak, toplumdan dışlamak. Yani bugün güya herkes İsrail’e karşı, en azından bizim ülkemizde, ama bunları yapabiliyor muyuz acaba? Ne kadar yapabiliyoruz? Onları yok sayabiliyor muyuz? Buraya ben girersem hiç çıkamam.

O yüzden gelelim 14 Mayıs’ta hemen şöyle kısa bir cümle var:

“Usta yazarlık belirtisinin, kalıbını acımasızca kırma gücü olduğunu saptıyorum yalnızca.”(s.254)

Virginia Woolf, her kitabında belki de kendi kalıbını kırmaya çalışıyor. Bu da çok takdire şayan bir şey, çok zor bir şey. O yüzden büyük bir yazar, belki de sürekli kendisiyle uğraşması yani. “Bir şey buldum” deyip onun üzerinden hep aynı şeyleri tekrar tekrar yapmıyor. Halbuki yapabilir istese, ama o kolaya kaçmak olacak, onun farkında.

16 Ağustos’ta da benim daha yeni bitirdiğim “Babalar ve Oğullar”dan bahsettiğini görünce, orayı da aldım tabii ki. O kitap çok güzeldi:

“Şimdi Turgenyev’i okuyup bitirdiğime göre Biçim konusunu tartışmak istiyorum. (Ama şu baş ağrılarından sonra nasıl ellerim titriyor -ne sözcükleri kavrayabiliyorum tam olarak ne de kalemi- alışkanlığım kesintiye uğradı.)
Öyleyse Biçim bir şeyi bir başka şeyin izlediği duygusu. Bu bir bakıma mantık. T. yazdı, yeniden yazdı. Hakikati öze ait olmayandan kurtarmak için. Oysa Dostoyevski her şeyin önemli olduğunu söylüyor. Ama insan D.’yi yeniden okuyamıyor. İşte, Shakespeare biçim konusunda sahneyle kısıtlanmıştı. (İnsanın eski konu için yeni biçim bulması gerektiğini söylüyor. T.: Ama burada galiba sözcüğü değişik anlamda kullanıyor.) Bir sahnedeki öz korunmalı. D. biçiminin T. biçiminden daha iyi ya da daha kötü olduğunu nereden biliyoruz? Çok daha az kalıcı görünüyor. T.’nin düşüncesine göre yazar özü saptar, gerisini okura bırakır, D.’ye göre de okura olası bütün yardım ve görüşleri sunar. T. olasılıkları kısıtlıyor. Eleştirinin zorluğu çok yüzeysel olmasından kaynaklanıyor. Yazar çok daha derinlere inmiştir. Bozarov için günlük tuttu T.: Her şeyi onun bakış açısından yazdı. Bizim elimizde yalnızca kısaca 250 sayfa var. Bizim eleştirdiğimiz yalnızca buzdağının doruğuna kuşbakışı bakmakla kısıtlı. Gerisi suyun altında. İnsan işe bununla başlayabilir. Makale alışılmıştan daha kesintili, daha yarım yamalak olabilir.”(s.263)

D diye kısalttığı Dostoyevski, T Turgenyev. Arada biraz Shakespeare’den de bahsediyor. Kitabı Bazarov’un günlüğü gibi düşünmüş, doğru yani. Ana karakter ben de söylememiştim bunu. Arkadaş tabii daha çok yancı gibi bir şey. Kitabın kahramanı Vaz ve o 250 sayfa sadece onun bakış açısı olduğundan o şekilde ele almak gerekiyor olabilir.

1935 yılında da 18 Kasım’da yine önemli bir tespitle başlıyor yazar:

“Yazarlık gelişimimde şimdi bir ileri aşamaya ulaşmış olduğum geliverdi aklıma. Dört tane aşama olduğunu görüyorum? Yani dört boyut: Hepsine de insan hayatı boyunca ulaşılması gerekiyor; bu da çok daha zengin bir kümelenmeye ve orana götürüyor. Demek istediğim şu: Ben; ben olmayan; ve dıştaki ve içteki — hayır anlatamayacak kadar yorgunum: Ama görüyorum: Bu da Roger üzerine yazacağım kitabı etkileyecek. Çok coşku verici böyle el yordamıyla araştırmak. Ruhbilim ve bedenin yeni bileşimi — daha çok resim yapmak gibi. Bir sonraki roman bu olacak, Yıllar’dan sonra.”(s.327)

Ya bu dört aşama, dört boyut yazarlık gelişiminde. Hepsi birer merhale gibi düşünmüş sanırım. Ben olmayış, dıştaki ve içteki aşamalar.

İlk önce “Ben”: Gerçekten herkes o beni yazar, en kolayı o. Ben de öyle başlamıştım, hala da oradayım. Ben olmayana ne kadar geçebildim? Biraz geçmeye çalıştım, ama dıştaki ve içtekine henüz ulaşamadım kesinlikle. Onlar işte ayrı bir ustalık. Birçok yazar da hep o bende takılı kalıyor sanki.

Yaşar Kemal’imiz, Orhan Kemal, Kemal Tahir o kadar çok eser vermiş ki, hangi birini okuyacaksın? Hepsini de okumak lazım. Virginia Woolf’un bu kitabına benzer en yakın eser, Kemal Tahir’in notları, günlükleri sanırım.

Kemal Tahir, Virginia Woolf gibi hayatını yazmayla geçirmiş. “Bir yazar 24 saat boyunca yazardır” sözü var mesela. Yaşar Kemal de “Herkes kendi Çukur Ovası’nı yazar” diyordu.

Bu dört boyut önemli: Ben olma, ben olmayanı yazma, dıştaki insanları gözlemleme ve içtekini yazma aşamaları. Bunları unutmamak lazım.

Bundan sonra yazarımız yılları daha çabuk geçmeye başlıyor. 1937 yılına, 2 Nisan Cuma gününe geçiyoruz:

“Nasıl da ilgimi canlı tutuyorum! Bugün tepeleme dolu bir kafayla oldukça kararlı ve hayat doluyum, çünkü dün öylesine kahrolasıca mutsuzluğa batmıştım ve cuma günü Listener’da Edmin Muir’in Life and Letters’da Scott James’in tokatları yanağımda patlamıştı. İkisi de beni yerin dibine batırdı: E.M. Yıllar’ın ölü olduğunu ve hayal kırıklığı yarattığını söylüyor. S. James’in söyledikleri de o anlama gelen şeyler. Bütün ışıklar söndü, rüzgâr altındaki sazlar gibi yere eğildim. Ölü ve hayal kırıklığı yaratıyor -demek ki suçüstü yakalandım, o iğrenç pelte bozması kitap tam düşündüğüm gibi- küf kokulu bir başarısızlık. İçinde hiç hayat yok. Miss Compton Burnett’teki acı gerçekliğin ve yoğun özgünlüğün yanında solda sıfır. Şimdi bu acı beni sabahın dördünde uyandırdı, keskin bir ıstırap duydum. Arabayla Janet’a gidip döndüğüm gün boyu o bulutun altındaydım. Ama saat 7 sıralarında dağıldı; Empire Review’da dört satırlık iyi bir eleştiri vardı. Kitaplarımın en iyisi: Bunun yardımı oldu mu? Çok fazla olduğunu sanmıyorum, ama yerden yere vurulmanın tadı oldukça gerçek. İnsan nedense canlandığını hissediyor; eğleniyor; bütünleniyor; savaşçı ruhla doluyor; övgülerin başardığından fazlasıyla.”(s.353,354)

Bazen de işte yazarın yine o garip ruh halleri. Övgüler çok bir anlamı olmuyor, ama sert ağır eleştiriler neşelendirecek bir şey yani, gerçekten bu eleştirileri. Tabii kimin yaptığı, onların düzeyi, sevgilisi de önemli mutlaka.

Tam bir hafta sonrası, 9 Nisan’da şöyle diyor:

“‘Nerede karşımıza çıkarsa çıksın böylesi mutluluğa acımak gerek çünkü onun gözü kördür.’ Evet, ama benim mutluluğum kör değil. İşte sabaha karşı saat 3.00'le 4.00 arasında düşünüyordum da, 55 yıllık hayatımda elde ettiğim başarı bu benim. Sanki fırıl fırıl dönen dünyann dışına çıkmış, derin mavi sessiz boşluğa adım atmışım, orada kimsenin bana zarar veremeyeceği yerde gözlerim açık varoluyormuşum gibi dinginlilkle, doyumla uyanık uzanıyordum: Olabilecek her şeye karşı silahlanmıştım.”(s.355)

Burada yine o gece, uyku tutmadığı, 3 ile 4 arası zamanlar ve 55 yaşında. Artık derin mavi, sessiz boşluk. Gökyüzü mü, deniz mi de olabilir, ama artık içimiz karardı iyice. Hemen yaz mevsimine geçelim.

22 Haziran Salı günü şu cümlelerle bitiriyor yazar:

“Aklın dört boyutunu yakalamaya çalışıyorum… edebiyattan gelen tutkularla bağlantı içindeki hayat. Bir günlük yürüyüş — bir aklın serüveni; bunun gibi şeyler. Eski deneyimlerimi yinelemenin yararı yok: Deneyim olabilmeleri için yeni olmaları gerekli.”(s.358)

Evet, bu cümleler Virginia Woolf’u en iyi anlatan ifadelerden. Deneyim olması için yeni olması gerektiği düşüncesi. Hep yeni şeyleri deneyen, yeni deneyimler elde etmeye çalışan bir insan.

Belli ki kendisi bilmiyorum, yani her şey yeni gibi geliyor bana bazen. Bazen de her şey değişik gibi geliyor. “Aynı nehirde iki kere yıkanamazsın.” Her şey yeni anlamına gelmiyor mu bu söz? Yine yeğenimden bahsedeyim. 2 yaşında, Almanya’dan geldiğinde bize o işte… İki günde o kadar çok şey öğretti ki bana. Her ona aldığımız şeyi… İşte bir karşılaması var, böyle onunla karşılaşma sahnesi. O, kendi o değişik aksanıyla bir “Vah!” yapıyor böyle. O diye şaşırıyor.

Aldığı şeyi de sürekli “Danke, danke” diye teşekkür ediyor. Yani o çocuğun o bakış açısı bana çok güzel gelmişti. Çünkü belki de ilk defa görüyor o gördüğü şeyi. Gerçi ben de ilk defa gördüm birçok şeyi. Şimdi marketlerde falan, mesela hiç haberim olmayan o çocuk reyonu… Ne kadar çok şeyler satılıyormuş çocuklar için! Yapbozlar böyle çeşit çeşit, neredeyse her boyutta var. O üç boyutlu kitaplar… Hep görürdüm, ama nasıl bir şey olduğunu anlamazdım. Onlardan da almıştım mesela. Böyle açıyorsunuz, içinden sanki karakterler çıkıyor o kartondan.

Ben de ilk defa gördüm ama onun görmesinin yanında benim tepkilerim solda sıfır kalıyor. O çünkü böyle, ne kadar şaşırıyor, büyüleniyor adeta. İşte o hayret duygusunu korumak lazım bence. Her gün yeni şeyler deneyimliyoruz; onun farkında olmak lazım. Aldığımız her nefes çok kıymetli, çok değerli.

Ve 1938 yılına geldiğimizde de kitabın sonlarına yaklaşmış oluyoruz artık. 16 Haziran, en uzun günlerden biri olmuş. Sanırım dolu dolu 4,5 sayfaydı bugün. Ve ben bu kitabı yine bir kütüphaneden aldığım için, defalarca böyle alınmış… O çizelgesi de vardı başında. Son 3–4 yıldır neredeyse her sene ödünç alınmış bu kitap. O da beni bir sevindirdi. Ama maalesef içinde bazı yerler çizilmişti, edilmişti. Çok sevmiyorum ben onları. Ama şu satırlar en azından kurşun kalemle yanına bir işaret koyulmuş. O açıdan beni rahatsız etmedi diyebilirim. Şöyle demiş yazarımız:

“İnsan okuduğu zaman kafası uçak pervanesini andırıyor, gözle görülemeyecek kadar hızlı ve bilinçsiz — çok ender yakalanan bir durum.”(s.375)

Bu arada kitabın dipnotları harika. Hemen sayfanın altında, gerekli açıklamalar ve kısaltmaların açılımı yer alıyor bazen. Arada anlaşılmıyor, kelime okunmuyor ya da burada boşluk var gibi şeyler de yazıyor ama yazarın Cple. şeklinde yaptığı kısaltmayla karşılaşıyorum 1938'in 6 Ekim’inde. İstanbul diye dipnot düşmüşler. Kostantinopolis’i kısalttı yani o dört harfle, İst. yazmak aklına gelmedi tabii. Neyse sonuçta İngiliz kendisi, bize bakış açısını da az buçuk bilmemiz lazım. Neyse biz 1939 yazına geçelim en iyisi, tarih 29 Haziran:

“Dün kasvetli bir gündü; Fortnums’da ayakkabı avına çıktım. İndirimli satış vardı, ama yalnızca satılamayacak şeylerde.”(s.398)

1940'a gelince neredeyse her sayfada savaşın etkilerini görüyoruz. Ama ona rağmen arada yazarlıkla ilgili düşüncelerini de paylaşıyor yazar. Mesela 5 Eylül Perşembe günü şu cümlelerle bitiyor:

“Bütün yazarlar mutsuzdur. Bu yüzden de dünyanın kitaplardaki resmi karanlıktır. Sözcükleri olmayanlar mutlu. Kulübe bahçelerindeki kadınlar: Mrs. Chavasse. Dünyanın gerçek resmi de değil aslında; yalnızca yazarın çizdiği resim. Müzikçiler, ressamlar mutlu mu? Onların dünyası bizimkinden daha mı mutlu?”(s.438)

1940 da aslında en uzun yıllardan biri olmuş yazar için. Ama insanın oraları okurken içi sıkılıyor çünkü her yerde savaşın izleri var. Yine de ben daha fazla dayanamadım ve bir yeri aldım 20 Ekim’den çünkü yazarın evi bile atılan bombalarla harabeye dönmüştü:

“Çalışma odamın tek duvarından bir parçanın yerinde durduğunu gördüm. Onun dışında onca kitap yazdığım yerden geriye yalnızca moloz kalmıştı. Onca gece oturduğumuz, onca arkadaş toplantısı yaptığımız yerler çırılçıplak ortadaydı. … Yalnızca konuk odasındaki camlar sağlamdı neredeyse. İçeri rüzgâr giriyordu, yine de. Günlüklerimi aramaya başladım. O küçücük arabanın içinde neyi kurtarabilirdik?”(s.453)

Diye soruyor ve biraz daha açıklamadan sonra benim garibime giden bir çıkış yapıyor yazar:

“Eşyalarımı yitirmenin keyfi — bazı kitaplarımı, koltuklarımı, halılarımı, yataklarımı özlediğimi saymazsak. Nasıl da çalışmıştım onları almak için -tek tek- ve resimler.”(s.453)

Yazar bütün o yılların içinde sadece 1935'te yılbaşında yazmış, birde intihar ettiği yıl olan 1941'de. Kitabı bitirdiğimde sadece son yılda yazmış diye aklımda kalmıştı ama sonradan tek tek bütün yılları kontrol etmek gibi bir çılgınlık yaptım ve 1935'in gözümden kaçtığını gördüm. Ama yine de değişik bir şey yakalamışım gibi hissettim. Bunun bir anlamı var mıdır size onu da size sorayım. Çünkü insan çok mutluyken aklına fotoğraf çektirmek de gelmez derler ya hani, ya da derler mi bilmiyorum ama ben öyle bir söz de duymuştum ve inanmıştım hemen. İşte onun gibi bir şey bence. Yazarımız da iyice bunalıma girmiş durumda artık ve 1 Ocak Çarşamba gününü şu cümlelerle bitiriyor:

“Belki de burada daha az lafebeliği yapacağım, galiba — ama ne önemi var bu kadar çok sayfa doldurmanın. Göz önünde tutulacak yayıncı olmadan. Hiç okuyucu olmadan.”(s.459)

Ve bence yazarı intihara sürükleyen şeylerden biri de Joyce’un ölmesi olmuş. Düşünsenize, aynı sizin gibi bilinç akışı tekniğinin ustası bir yazar daha var dünyada ve o da sizinle aynı ülkede doğmuş. İnsanın kötü etkilenmemesi elde değil gerçekten. Neyse biz 15 Ocak’a nasıl başladığını okuyalım kısaca:

“Bu defterin sonunda vardığım nokta aşırı tutumluluk olabilir. Odamda birbirine karışmış tam yirmi defter bulunduğunu gördüğümde kapıldığım kendi laf ebeliğimden utanç da olabilir aynı zamanda. Kimden utanıyorum? Onları okuduğum için kendimden. İşte Joyce öldü: Benden neredeyse iki hafta küçük olan Joyce. Hogarth Yayınevi’ndeki çay masamıza Ulysses’in daktiloya çekilmiş sayfalarını getiren, elleri yün eldivenli Miss Weaver’ı hatırlıyorum. Galiba onu Roger yollamıştı. Bütün hayatımızı bunu basmaya adayabilir miydik? O uygunsuz sayfalar öyle saçma sapan görünüyordu ki: Kadın da boğazına kadar ilikli düğmeleriyle kızkurusu gibiydi. Ve sayfalar edepsizlik dolu. Gömme dolabın çekmesine koydum. Günün birinde Katherine Mansfield geldi, dışarı çıkarttırdı. Okumaya başladı, alay ederek. Sonra ansızın, ama bunun içinde bir şeyler var, dedi: Galiba edebiyat tarihinde yerini alması gereken bir sahne: Buralarda bulunmuş ama onu hiç görmedim. Sonra Ottoline’ın Garsington’daki odasında Tom’un dediklerini hatırlıyorum -o zaman basılmıştı- son bölümdeki o olağanüstü dehaya ulaştıktan sonra insan bir daha nasıl yazabilirdi? Bildiğim kadarıyla hayatında ilk kez mutluluktan kendinden geçmişti, coşku içindeydi.”(s.460)

Yani burada onlar da mı reddetmiş? Onun kitabını basmamış mı? Sonra başka bir yayınevi basmış galiba. Ben öyle anladım ama çok emin de değilim, yanlış bilgi vermeyeyim zaten. İşte o kitabı da çok beğenmiyordu; sonradan okuyup bitirdiğinde anlatıyordu oraları. Ama öldüğünde anlaşılıyor ya… Zaten birçok sanatçı burada bir pişmanlık içinde. Bir yandan da üzülmüş ister istemez, onun öyle genç yaşta ölüşü.

Ve buradan da son sayfaya, Virginia Woolf’un günlüğüne yazdığı son gün, 8 Mart 1941 Pazar gününe geçiyorum. Yine biraz uzunca olacak ama ben tamamını paylaşmak istiyorum:

“Brighton’da L.’nin yaptığı konuşmadan daha şimdi döndük. Yabancı ülkelerden birinin kenti gibi; ilkbaharın ilk günü. Kadınlar sıralarda oturuyor. Bir çayevinde güzel bir şapka — moda nasıl da can veriyor göze! Ve çayevinde kabuk bağlamış yaşlı kadınlar, allıklı, süslü, ceset gibi. Kareli pamuklu bir elbise giymiş garson kız. Hayır: İçgözlem yapmaya hiç niyetim yok. Henry James’ın cümlesini aklımdan çıkarmıyorum. Sürekli gözlemle. Yaşlılığın yaklaşmasını gözlemle. Açgözlülüğü gözlemle. Kendi umutsuzluğumu gözlemle. Bunun anlamı da bunların yararlanılabilir duruma gelmesi. Ya da öyle olacağını umuyorum. Bu zamanı en çok yararlanabileceğim biçimde geçirmekte direniyorum. Bütün renklerim uçuşurken aşağı inmek istiyorum. Bu da görüğüm kadarıyla beni içgözlemin kıyısına getiriyor; ama tam da içine düşmüyorum. Diyelim ki müzeye bir bilet aldım, her gün bisikletle oraya gidip tarih okudum. Diyelim ki her çağdan bir baskın kişi seçtim, onun çevresinde, onun hakkında yazdım. İnsanın yaptığı iş hayati önem taşır. Ve şimdi saatin yedi olduğunu sevinçle görüyorum; akşam yemeği pişirmem gerektiğini. Mezgit balığı ve köftelik kıyma. Bence mezgit ve kıyma yazarak insanın onlar üzerinde belli bir egemenlik kurduğu doğru.”(s.463,464)

Özellikle şu son cümle bana çok iyi geldi. Yaklaşık üç hafta sonra da kendini evinin yakınındaki bir ırmağa bırakarak yaşamına son verdiği yazıyor arka kapakta.

Hani o eserlerini okurken, sesimin kısıldığı, okumaktan çekindiğim bölümler… Böyle bir kitap, böyle bir günlük. Mezgit balığı ve köftelik kıymaya insanın sadece “mezgit” ve “kıyma” diyerek onların üzerinde egemenlik kurduğu… Bir şeyleri o isimlendirme ihtiyacımız, üstünlük kurmamız… Onlara lakaplar takarak, onları kısaltarak üstünlük kurmamız… Yazar aslında sürekli gözlemlemek oldu yine. Bu son gün gerçekten çok güzel. O yaşlı kadınları, o garsonu… İster istemez hep gözlem yapıyor. Yeni romanlarına malzemeler çıkartıyor oradan. Bu romanları işte o yüzden canlı, o yüzden nefes alıp veriyor onun kitapları.

Yani dediğim gibi, ben Mrs. Dalloway’de 150. sayfaya kadar geldim. 70–80 sayfa kaldı ama ne anladım… Çok karmaşık, çok derin bir kitap. Yine onunla ilgili bir bölüm yapacağım ama muhtemelen bir-iki ay sonra olacaktır bizim toplantımız. Daha sonra, çünkü arkadaşların da ne diyeceğini merak ediyorum. Onlardan da alacağım notlar olacaktır mutlaka. Ondan sonra da vakit buldukça Deniz Feneri’ni, Dalgalar’ı, Yıllar’ı çok merak ettim. Çok okumak istiyorum. Çok büyük bir yazarmış Virginia Woolf. Yani belli, bir deha olduğu… Edebi bir deha. Çok da değişik bir hayatı varmış. Böyle yazmayla geçen… Şu cümle de çok güzel bence:

Yani insanın yaptığı iş, hayat, önem taşır. Diyelim ki şunları yaptım, şunları okudum, sonra şunlar hakkında yazdım dediği şeyleri de keşke yapsaydı, yapabilseydi. Ama her şeyde yani ondan beklemekte bir acımasızlık olur. Biraz da bizim yazmamız lazım diye düşünüyorum.

Ve telefonumun şarjı bitmek üzere. Çok çok uzun oldu bu bölüm. Bunun yazıya geçirilmesini düşünemiyorum bile şu an ama onu da bir an evvel yapmam lazım. Yoksa üstünden biraz fazla geçerse de kitapları iade etmiş oluyorum. Elimde kitap da kalmıyor ve o ruh halinde de olmuyorum. Değişiyor, ne oluyor bilmiyorum. Aynı nehirde iki kere yıkanamıyorsun. O yüzden artık bir yazarın günlüğünü burada bitirelim. Virginia Woolf’a saygılarımızı sunalım. Okuyanlara da sevgilerimizi gönderelim.