16 Mayıs 2024 Perşembe

Yaban Koyununun İzinde

Yaban Koyununun İzinde, Kitabı Bulma Hikâyem, Dürüstçe Gerçeği Saklamak, Yaşamdaki Yolunu Yitirmek ve Bahar Temizliği

Murakami’nin o kadar kitabını okudum ama peşinde adeta romanın kahramanı gibi dolanıp durduğum ilk kitabı bu oldu.




İsmi de çok garip zaten, “Yaban Koyununun İzinde” var mı diye kimseye sormak istemediğim için hiç risk almayıp daha önce gördüğümü hatırladığım bir kütüphaneye gittim. Doğruca Murakami’nin kitaplarının olduğu raflara geçtim ama kitapların yerleri değiştirilmişti. Her zamanki gibi kulaklıklarım takılı, bir yandan kitap aradığım için dikkatim dağıldığından podcast dinlemeyi bıraktım. Tüm şarkılar rastgele çalmaya başlasın talimatı vermemle Lana Del Rey’den “Summertime Sadness”ı başladı. Zaten çok fazla şarkı yoktur benim telefonumda ve bir şarkıyı sevdim mi yıllarca dinlerim. Tıpkı Murakami gibi.

Garip bir hüznü vardı bu şarkının, tıpkı adı gibi. Klibi de şarkıcının bir uçurumdan atlamasıyla başlıyordu sanki. Bizim de böyle ünlü bir şarkımız vardı eskiden. “Bu akşam ölürüm” diyordu Murat Kekilli ve olay olmuştu bu nakarat. Reha Muhtar’ın sunduğu haber programına bağlanıp onun saçma sapan sorularını yanıtlamak zorunda kalmıştı şarkıcımız. “Neden böyle bir şarkı yaptın?” diyorlardı. “Neden gençlere kötü örnek oluyorsun?” diye kızıyorlardı ona. Lana Del Rey ise bu şarkıyı 22 Haziran 2012'de yayınlamış ve milyonlarca indirilmişti. Acaba onu da kendi ülkesinde ana haber bültenine çıkartıp “Neden böyle hüzünlü bir şarkı yaptın?” diye sormuşlar mıydı? Ve bu şarkıyı Haziran’da değil de Mart’ta çıkartmış olsaydı yine böyle popüler olabilir miydi?




Ben bunları düşünürken şarkının en güzel yeri olan içinden “One, two, three, four” diye saydığı esnada, kitaplıktaki Murakami bölümünün yabancı dilde romanlar başlığıyla yeni bir bölüme çevirildiğini gördüm. Daha önce yabancı dilde kitabımız yok demişlerdi bana. Şimdi yapmak akıllarına gelmiş sonunda ama aksi gibi Murakami’nin bölümünü kullanmışlar bunun için. Neyse sonra buldum hemen ve Dans Dans Dans’ı aldım görür görmez. Çünkü o da bunun devamıydı ama bu kitap yoktu. Tekrar baktım iyice, baştan sona ama baktım yok mecbur gidip görevliye sordum “Bir kitap arıyorum, Yaban Koyununun İzinde.” dedim ve adam o kadar tuhaf baktı ki suratıma, “Haruki Murakami’nin kitabı” diye eklemek zorunda kaldım. Klavyede o kadar çok tuşa bastı ki iki dakika boyunca ne yazdı acaba diye çok merak ettim. Sonunda “Var ama ödünç alınmış” dedi. “Ne zaman geri gelir?” dedim. Adam çıkardı telefonunu, “Dört ay olmuş, şunu bir arayalım bakalım!” dedi. Uzun uzun çaldı.

O esnada da benim için yaz hüznü bitmiş çoktan yıldızları saymaya başlamıştım. Çünkü OneRepublic’ten “Counting Stars” çalmaya başlamıştı. Rastgele çalıyordu işte ama ben de şarkıda dendiği gibi karşı tarafın telefonu açması için dua ediyordum. Sonunda konuşmaya başladılar. Karşı taraf pişkin pişkin şehir dışında olduğunu söyledi. “O zaman kargoyla gönderin” dedi kütüphaneci. “Kitap İstanbul’da” dedi adam. Sanki hoparlör açıkmış gibi sesi bana kadar geliyordu.

Ben de bu ne sorumsuzluk diye düşünüyordum. Benim son günü diye kitapları bitirmek için erkenden kalkıp okumaya başladığım günler geldi aklıma. Sonuç olarak adam İstanbul’a dönünce getireceğini söyledi. Bu kadar mıydı yani, hiçbir ceza, yaptırım olmayacak mıydı? O dönene kadar belki de benim dördüncü kitapla olan sürem dolacaktı. Onu okumadan Dans Dans Dans’ı da okumaya başlayamazdım çünkü bu çok saçma olurdu. Neyse ki kütüphaneci de mahcup olmuş olacak ki kitabın bulunduğu diğer kütüphaneleri saydı sağ olsun. Teşekkür edip çıktım. Şarkıda dendiği gibi sadece bana söyleneni yapıyordum. Ve doğru şeyi yaparken sanki yanlış yapıyormuşum gibi hissediyordum.

Sonraki iki gün boyunca kitabın peşinden de adeta bir dedektif gibi dolandım durdum. Çünkü Yaban Koyununun İzinde’yi ikinci kütüphanede de bulamadım. Oradaki kütüphaneci de başka bir yeri söyledi. Oraya da gidecektim ama saat beşi geçmişti, kapanmıştır belki diye öbür günü bekledim. İnanılması güç ama orada da bulamadım. Şaka gibiydi gerçekten. Adele “Dibe doğru yuvarlanıyoruz” diye kulaklığımdan seslenirken sanki bana söylüyordu. Bu efsane şarkıyı 2010 yılının sonlarına doğru çıkartmıştı Adele ve Grammy dahil sayısız ödül kazanmıştı. Ayrıca 2021 yılında 21. yüzyılın en iyi 100 şarkısı listesinde 8. sırayı kapmıştı. Gelmiş geçmiş en iyi 500 şarkı listesinde de 82. sıradaydı. Bunların hangi daha büyük bir başarı diye düşündüm. Gelmiş geçmiş en iyi 82. mi olmak isterdim yoksa bu yüzyılın en iyi sekizincisi mi? Oradan çıkmadan belki bu kitaba sahip olabilirim diye bu kütüphaneciye de sordum ama bir yandan da belki de kitabı satın almam lazım diye düşünmeye başlamıştım.

Bir dörtlemenin sadece üçüncü kitabını almak çok saçma olacaktı. Mecburen hepsini alacaktım ama o zaman da önceden ilk ikisini okuduğum kitapları almış olacaktım. Bir dörtlemenin en iyi üçüncü kitabını mı almak isterdim yoksa bir yazarın yazdığı ilk üç kitabı mı? Kim bilir ilk iki kitabı tekrar ne zaman okuyacaktım. Neyse ki bu kütüphaneci çok daha işine hakim görünüyordu. Bu yüzden ona “Kitap Adam” diyeceğim artık. Seinfeld’in de böyle bir bölümü vardı üçüncü sezonda “kütüphane” adında. Oradaki adamın soyadı da “Bookman”di yani bunlar olmayacak şeyler değildi aslında. En azından birileri bunun hakkında bir şeyler yazmıştı. Gerçi o karakter fazlasıyla kurguydu, yirmi sene önce ödünç alınıp geri verilmeyen bir kitabın peşine düşmüştü. Hoş, benim kaç gündür yaptığım da ondan çok daha mantıklı görünmüyordu dışarıdan bakınca. Ama içeriden görebilseydiniz olanları, benim bakış açıma sahip olabilseydiniz anlardınız beni. Bu kitabı bulmak zorundaydım.

Neden sonra Kitap Adam bir kağıda yazdı kitabın numarasını. Bana verecek sandım ama kalktı raflara doğru ilerledi. Bazıları direkt kağıdı verip rafları gösterir eliyle. O Kitap Adam olduğu için sakin ama emin adımlarla ders çalışan öğrencileri hiç önemsemeden aralarından sıyrılıp ortada ayrı bir kirişin etrafına sıralanmış kitap rafının başına dikildi. O da çok iyi biliyordu bu öğrencilerin burada ders falan çalışmadıklarını. Dinledikleri şarkı kulaklıklarından taşıyordu ve müzik dinlerken ders çalışılmazdı. Belki sayısal bir dersin testi çözülebilirdi ancak bu çocuklar soru da çözmüyordu. Sahi bu gençler ne yapıyordu bütün gün kütüphanede? Onları boşverip sessizce Kitap Adamı takip ettim. Anlaşılan kitap en alt raftaydı, Kitap Adam eğilmek zorunda kaldı. Önce tek tek çıkardı kitapları, sonra baktı elindekilerin arasında yok, tüm raftaki kitapların yarısını iki eliyle kavrayıp masaya koydu. Hareketleri o kadar kararlıydı ve kulaklığımdan çalmaya başlayan Imagine Dragons şarkıyla ben de bir “İnanan”a dönmüştüm. Imagine Dragons ne tuhaf isimdi. Kim grubuna böyle bir ismi koyardı ki? Ama bu şarkı grubun en çok izlenen şarkısıydı. “En çok izlenen şarkı” diye bir kavram vardı artık. 2 milyardan fazla görüntülenmişti ve 20 milyondan fazla beğenisi bulunuyordu şarkının.

Tam bu kitabı bulacağına olan inancım zirve yapmışken Kitap Adam elime eski bir kitabı tutuşturdu, “Bu, değil mi?” diye sordu mutlu bir ses tonuyla. Doğan Kitap tarafından 2008'de basılmış birinci baskısıydı, yine Nihal Önol çevirmişti. Kitabın kapağında da koyun fotoğrafı vardı, arka kapakta yazarın genç bir vesikalık fotoğrafı. Daha önce hiç böyle bir Murakami kitabı görmemiştim. Genelde onun kitaplarının tasarımı çok farklıdır, o yüzden bu kitap bana çok garip geldi. “Evet, bu.” dedim sevinçle. Sonra masadaki kitaplara yöneldim. Kitap Adamın kitapları dizmesine yardım etmek istemiştim. Zahmet etmeyin, dedi. Ben dizerim. Çevik bir hareketle kitapları aldığı gibi yerine koydu. Bunu daha önce defalarca yaptığı çok belliydi.

Sessizce bilgisayarının olduğu bölüme doğru yürüdü. Ben de onu takip ettim ve elime kimliğimi de alıp kitapla beraber Kitap Adama uzattım. Aslında TC Kimlik numaramı söylesem de yeterli olurdu ama kendimce işleri kolaylaştırmaya çalışmıştım. Hızlıca numaraları tuşladı, adımı söyledi, evet dedim. Kulağımda Michelle Branch tarafından coverlanan “A Horse with No Name” şarkısı çalmaya başladı. Bu şarkı hiçbir zaman büyük bir hit olamamıştı ama değeri yıllar geçtikçe anlaşılmıştı. Şarkının ilginç bir yazılma hikâyesi de vardı. Dewey Bunnel rüyasında adını billmediği bir atın üzerindeydi ve tabii ki nereye gittiği hakkında da tek bir fikri yoktu. Uyandığında birkaç saat içinde bu şarkıyı kaleme almıştı. İşte ilham böyle bir şeydi. Hazır olduğunuzda uykunuzda bile peşinize düşerdi. Kitap Adam bir ay sonrasının tarihini söyledi. Tekrar evet, dedim. Kitabı ve kimliğimi bana geri verdi. Kitap Adama teşekkür ettim.

Ömrümde hiç bu kadar işini severek yapan birini görmemiştim. Kitabı çantama koyup çıktım, gidecek bir yerim varmış gibi. Gün bitti bitecekti. Ama yürümeye başladığımda şarkının en güzel yerini duydum: La la lalalala la la la…

Umarım haddimi aşmamışımdır. Bu bölüme Murakami gibi bir giriş yapmak istedim. Daha önce de kısa sürede o kadar çok Panait Istrati kitabı okumuştum ki yine böyle kendimi kaybedip Panait’in Romain Rolland’a yazdığı mektubu nasıl bir atmosferde yazmış olabileceğini kurgulamıştım. Bu kitabı hemen sınavdan sonra kendime ödül olarak okumaya başlayıp iki günde bitirdim. Sonra da hemen Dans Dans Dans dedim ve sonunda Fare Dörtlemesini bitirmiş olarak bilgisayarın başına geçtim. Şu an aşırı doz Murakami almaktan sarhoş olmuş gibi hissediyorum. Şarkılar tabii ki Murakami’nin tarzında olmadı ama sonuçta ben onun gibi altı yıl bir caz barı işletmedim. Ama anlattıklarım yaşanmış hikâyemden esinlenilmiştir.


Bazen bu okuma işini abartıyormuşum gibi hissediyorum. Bir kitaba başladığımda çok büyük bir ihtimalle tamamını okuyorum. Bir seriyse mutlaka sırasıyla hepsini okumaya çalışıyorum. Bu kitap hakkında çekilmiş videolara baktım, okuyan üç kişi de bu seriye direkt bu kitaptan başlamış. Diğer kitapları Türkçe’ye çevrilmedi diyorlar. Ben de bahsetmiştim sanırım, ilk iki kitabının diğer dillere çevrilmesine biraz zor ikna olmuş Murakami. Ama neyse ki sonunda dilimize de çevrilmiş yoksa ben bu kitabı ilk iki kitabı merak etmekten okuyamazdım. Bence kesinlikle bu kitaptan başlamayın Murakami’ye. Nolan filmi gibi bir ortadan başlayıp sonra başa dönülerek kitap okunmaz bence. Okuyacaksanız yazarın tabiriyle mısır koçanı kemirir gibi okuyun.

“O kızla dokuz yıl önce, sonbaharda, ben yirmi, o on yedi yaşındayken tanışmıştım.
Üniversitenin yakınında, arkadaşlarla takıldığım küçük bir kahve vardı. Pek bir şeye benzemezdi ama bazı değişmez özelliklerini koruyordu: hard rock müzik ve kötü kahve.
Hep aynı yerde otururdu, dirsekleri masaya sıkıca dayanmış, okuyarak. Gözlüğü -diş düzeltme aygıtını andıran- ve incecik, bir deri bir kemik elleriyle, sevimli görürümlüydü. Kahvesi hep soğuk, kül tablası izmaritlerle doluydu sürekli.
Değişen tek şey, kitaptı. Bir gün Mickey Spillane okurdu; başka bir gün Kenzaburo Oe, başka bir günse, Allen Ginsberg. Ve onları baştan sona okurdu, ön kapaktan arka kapağına kadar. Okumak demeyelim de, mısır koçanı kemirir gibi kemirirdi. (s.12)”

Murakami kendisinin ve doğal olarak Fare Dörtlemesinin üçüncü romanı olan Yaban Koyununun İzinde’yle Japonya’da Noma Edebiyat Ödülü’nü kazanmış. Bundan sonra caz barını kapatmış. Artık hayatına yazar olarak devam etmeye karar vermiş. Çünkü bu romanıyla birlikte artık kalıpları kırmış, aklındaki çılgınlıkların bir kısmını kağıda dökmeyi başarmış ve geriye yaslanıp ne olacağına bakmış. Bakmış ki formül tuttu, ondan sonra başlamış yürümeye. Hızını alamamış koşmuş da koşmuş. “Koşmasaydım Yazamazdım” demiş önce ki ilk okuduğum kitabıdır yazarın o yüzden yeri ayrıdır. Sonra da yazın insanlarının söylemekte en çok zorlandığı cümleyi kitabının ismi yapmış: “Mesleğim Yazarlık” demiş. O da öyle bir kitap ki hâlâ hakkındaki yazımı bitiremedim. Bir kitabı bitirince hemen oturup yazmak gerekiyor onun hakkında. Araya biraz zaman girince olmuyor. Bunu da çok iyi biliyorum aslında ama aklım başıma böyle hep sonradan geliyor işte.

“Karşısına oturup gözlerimi ovuşturdum. Kısa bir güneş ışığı masayı ikiye bölüyordu, ben aydınlıkta, o gölgede. Renksiz gölgede. Masanın üzerinde bir saksıda buruşmuş bir sardunya duruyordu. Dışarıda, birisi sokağı suluyordu. Kaldırıma dökülen suyun hışırtısı, ıslak asfaltın kokusu.
‘Kahve ister misin biraz?’
Yanıt yok.
Ben de kalkıp iki fincanlık kahve öğütmeye gittim. Kahveyi öğüttükten sonra aklıma geldi ki, canımın asıl istediği, buzlu çaydı. Hep böyle, aklım sonradan başıma gelir zaten.
Tranzistorlu radyo arka arkaya tatsız tutsuz pop şarkılar çalıyordu. Tam bir sabah programı işte. Sözcükler on yıl içinde yaklaşık olarak hiç değişmemişti. Değişen, sadece şarkıcılar ve şarkı adları. Bir de benim yaşım. (s.23)”

Geçenlerde üniversiteden çok sevdiğim bir arkadaşımın evleneceği haberini aldım. Çok iyi bir insan kendisi, tanısanız siz de seversiniz. Ama tanımanız lazım çünkü uzaktan biraz havalı görünür. Onunla ilk aynı yurtta kaldığımızı anlayınca mecburiyetten tanışmıştım. Çanakkale’nin o rüzgârlı havasında her zaman tişört giyerdi. Bir üşüyüp üst üste giydikçe o uzun kollu bir şey alsa bile yanına, her zaman elinde taşırdı. Sağ kolunun içindeki ejderha dövmesi görünsün diye sanki özellikle bileğini göstere göstere, ağır ağır yürürdü. Çok yavaş konuşurdu. Sanki her sözünü ölçüp biçer gibiydi. Acayip kasıntı bir hali vardı. Aynı sınıfta olduğumuzu birkaç gün sonra fark edebildik. Demiştim ya mecburiyetten tanışmıştım diye. Sonra derslere beraber gitmeye başladık. Benden bir yaş büyüktü. Konuştukça göründüğünden ne kadar farklı bir insan olduğunu anlayıp şaşırmıştım. Alanyalıydı, hayatındaki ilk kazağı Çanakkale’de almıştı. Çok iyi gitar çalardı. Hayko Cepkin gibi dakikalarca brutal atabilirdi. Sesi güzel değildi ama güçlüydü. Garip bir tınısı vardı. İki sene aynı yurtta kaldıktan sonra beraber eve çıkmıştık. Memur olmak gibi bir düşüncesi yoktu ama bizim bölümde eline geçen tek şey KPSS’ye giriş hakkı olduğu için onu kariyer memurluğu için ikna etmiştim. Sonra da çalıştı ve sınavdı, mülakattı derken o zorlu süreci atlatıp gelir uzmanı oldu. Hatta İstanbul’a atandı ilk başta. O kadar iyi bir insan olmasına rağmen doğru kişiyi bir türlü bulamamıştı. Ama sonunda geçen bayramda aradı ve bana da bayram hediyesi gibi oldu onun bu haberi. Çok sevindim onun adına.

O beni aradığında dışarıdaydım. Eve dönüyordum. Annem komşudan gelmişti, morali biraz bozuktu. Yıllardır görüşemediğim başka bir arkadaşımdan bahsetti. Boşanıyormuş dedi. O da benden bir yaş büyüktü. Ben orta birdeyken o ikiye gidiyordu. O zamandan beri arkadaşız yani. O liseye geçtiğinde biz hâlâ yürüyerek orta okula giderdik. O sitenin önünde servis beklerken çok havalı görünürdü. Beraber saatlerce konsol oyunları oynardık. Fanatik Galatasaraylıydı ama yine de iyi anlaşırdık. Mahalle maçlarına giderdik. Çok iyi kalecilik yapardı ama top tekniği de benden iyiydi. Hangi mevkiye geçse iş görürdü yani. Kavgalara giderdik, hep benden yana olurdu. Benden çok daha uzundu, kalıplıydı. O geldiğinde ortamın enerjisi hemen yükselirdi. Yüzü sürekli güler, hep bir espri yapardı. Kızlarla arası çok iyiydi. Değişik bir aurası vardı yani. Severek evlenmişti. Uzak bir semte taşınmıştı evlenince. Bir daha da görüşememiştik sonra. Telefonu bile yoktu şimdi bende. Bunu da şimdi fark ettim. Babasının telefonu bile var ama onun yok. Evlendikten sonra yollarımız ayrılmıştı işte. Bu biraz da benim iletişim beceriksizliğimden kaynaklanıyor ama bekar olanlar beni daha iyi anlar: Bir arkadaşınız evlenince ister istemez konuşulacak şeyler azalır. Farklı dünyaların insanı olursunuz. Diğer arkadaşım için olan sevincim kursağımda kaldı resmen. Daha önce de söylemiştim bunu bir kere: Evlenmek de hak, boşanmak da. Her şey insan için sonuçta. Ama ne kadar zor bu işler gerçekten. Yani dünyanın öbür ucu, Japonya’da bile ne kadar zormuş, onu da bu kitabı okurken anlıyorsunuz:

“Dört yıllık birlikteliğimizde yaptığımız tek şey, birikimlerimizi kemirmek olmuştu.
Hatanın çoğu da bende, galiba. Belki de hiç evlenmemeliydim. En azından, onunla hiç evlenmemeliydim.
Önceleri, evlilik yaşamına uygun olmayanı kendisi sanıyor ve beni toplum yaşamına alıştırmaya çabalıyordu. Karşılıklı rollerimizi, görece iyi oynuyor sayılırdık. Ama geçerli bir anlaşmaya vardığımızı düşünmeyegörelim, hemen bir şeyler yıkılıveriyordu. En ufak bir değinme bile, onarılmaz yaralar açıyordu. Uzun, çıkmaz bir sokakta öyle huzurla yürüyegelmiştik ki. Bu da sonumuz olmuştu. (s.31)”

O hayran olduğumuz oyuncular, rol yapmak için dünyanın parasını kazanıyor. Yani rol yapmak çok zor ve yorucu bir şey. Bunu dördüncü kitapta daha iyi anlıyorsunuz ama şimdi ondan da bahsetmeyeyim. Sanırım siz ne demek istediğimi anladınız. Tabii ki hepimiz zaman zaman çeşitli rolleri oynamak zorunda kalıyoruz ama bu gereğinden uzun sürerse bence bu söylediğimi hatırlayın ve bu rol yapmaya devam etmek istiyorsanız gidin bir ajansa falan yazılın. Bari bir işe yarasın yaptığınız şey.

Gelelim bu kitaptan kazanmak istediğim bir yetenek olsa ne olurdu kısmına. Normalde böyle bir kısmı olmaz kitapların ama bu kitap normal bir kitap değil:

“Adamın zamanı yakalamak gibi doğuştan bir yeteneği varmış. Ne zaman saldırıya geçmesi, ne zaman geri çekilmesi gerektiğini içgüdüsel olarak bilirmiş. Ayrıca gözleri de her zaman, bakılması gerekene bakmak üzere eğitilmiş. (s.71)”

Nasıl? Doğru zamanda doğru yerde olmayı şansı tanımlamak için kullanırlar bazen. Ama zamanı yakalamak ve bakılması gerekene bakmak… Çok iyi değil mi? Yoksa ben mi abartıyorum. Kim bu adam demeyin, elbette bir adı yok. Siyah takım elbiseli, karizmatik bir adam. Bir koyun fotoğrafının peşine düşüp kahramanımızı o koyunu bulmaya zorlayan, Japonya’da reklam işlerine çok para harcayan güçlü bir adamın sağ kolu gibi bir şey. Reklam işleri ne alaka derseniz, şöyle açıklamış yazar:

“Reklamcılığı elde tutmak, söz geçirmek demek, gazete ve televizyon yayıncılığının hemen hemen tamamına söz geçirmek demektir. Gazetecilik, televizyon, radyo yayıncılığının reklamcılığa bağımlı olmayan tek bir dalı yoktur. Reklamcılık olmasa, hepsi de susuz akvaryuma dönerdi. Sana ulaşan bilgilerin yüzde doksan beşi zaten önceden seçilmiş ve karşılığı ödenmiş bilgiler baksana. (s.74)”

Bizi sürekli komşularımızla kıyaslarlar ve çok fazla ortak yönümüz olduğunu söylerler. Biz derken Türkiye’den bahsediyorum. Kurtlar Vadisi’nde Polat Alemdar’ın Irak ve Suriye’ye gittiği bölümler vardı ve o kadar zorlama bir şekilde sürekli “Aynı bizim insanımız gibi” deyip duruyordu ki artık “Tamam, anladık” diyesiniz geliyordu. İran’la da belki benzer şeyler söylenebilir. Erkin Koray’ın bazı şarkıları İranlı bir sanatçıdan biraz fazla esinlenilmiş gibi mesela. Azerbaycan için bir millet iki devlet diye sloganımız bile var. Yunanlılarla zaten komedi unsuru oldu artık. Yemeklerimize kadar her şeyimiz aynı. Akdeniz ülkeleriyle genel olarak ortak noktamız çok fazla, bunu inkar edemeyiz ama mesela New York’un İstanbul’a benzediğini söylerler hep. Ne kadar doğru bilemiyorum ama bir yerde de Rio’nun İstanbul’a çok benzediğini okumuştum ben. Brezilya’nın yani. Arjantin zaten özellikle ekonomi olarak hep örnek verilir. Orta Asya desen oradan geldik derler hep. Rusya’nın içinde de bir sürü devlet var, Türki Cumhuriyet diyebileceğimiz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ben bu kitabı okurken sürekli Japonya ne kadar da Türkiye’ye benziyor diye düşündüm. Bakar mısınız yazarın şu sözlerine:

“Ama sonra, şakacı mimarın biri, gelmiş, özgün yapının sağ yanına aynı tarz ve renkte bir kanat eklemişti. Niyet kötü sayılmazdı da sonuç, yenir yutulur gibi değildi. Aynı gümüş tepside şerbetle brokoliyi bir arada sunmak gibi bir şey.
Bu mutsuz karışım, biri çıkıp da öteki yanına taştan bir kule ekleyinceye dek, on yıllarca böylece bırakılmıştı. Bu kulenin de ta tepesine süslü bir yıldırımsavar direği dikilmişti. Bir hata. Yıldırımın binaya çarpıp yakması bekleniyordu sanki. (s.87)”

Yanlış anlaşılmasın, biz de depremi bekliyoruz koca şehri yeniden inşa etmek için demek istemiyorum. Şakacı mimarın biri diye görünce bizdeki bazı restorasyonlar geldi de aklıma. Ama işte görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok. İnsan her yerde insan demek ki. Yoksa bütün dünyayla aynı mıyız?

İyice kafam karıştı benim de kusura bakmayın. Benzer bir beyin yanmasını kitapta şu satırları okurken de yaşamıştım:

“‘İzninizle, sizinle olabildiğince açık konuşayım’ dedi adam. Konuşmasında belirli bir metnin doğrudan çevirisinin tınısı vardı. Tümce ve sözdizimi seçimi yeterince doğruydu ama sözcüklerinde duygudan eser yoktu.
‘Açık konuşmak ile gerçeği konuşmak birbirinden tümüyle farklı iki şeydir. Dürüstlük, gerçeğe oranla, pruva geminin kıçına oranla neyse, odur. Önce dürüstlük gelir, en arkadan da gerçek. Aradaki mesafe, geminin boyutuyla doğru orantılı olarak değişir. Herhangi büyük bir şeyde gerçeğin gelmesi epey gecikir. Kimi zaman kendini ancak iş işten geçtikten sonra gösterir. Bu yüzden eğer size şu sırada gerçekten söz etmeyecek olursam, benim suçum değildir bu. Sizin de değildir.’ (s.130,131)”

Bu ne kadar güzel bir tanımlamadır böyle? Tabii ki siyah giyen karizmatik sağ kolun sözleri bunlar. Duygudan eser yok belki ama özgüven had safhada. Adam en azından dürüstçe gerçeği sakladığını söylüyor. Okuması güzel geliyor insana ama böyle birinin karşıma geçip bunları söylediğini duysam sinirlenirdim muhtemelen. Yazarın bu konudaki görüşlerine de katılıyorum:

“Sinirlenmek yaşamdaki yolumuzu yitirmek demektir. (s.155)”

Kitapların içinde kitaplar olur bazen. Başka bir kitabın adının geçmesi gibi değil de, Yalnızız’da Simeranya vardı ya hani, onun gibi kitabın içinde kurguya dahil olarak yazılmış kitaplar beni her zaman çok etkilemiştir. Bu kitapta da var böyle bir kitap. Hatta o kadar ayrıntılı ve güzel kaleme alınmış ki bir an için acaba gerçekten böyle bir kitap var mı acaba diye düşünmedim desem yalan olur. İşte o kitapta bakın neler yazıyor:

“‘Dağlar canlıdır’ diyordu yazar, kitabının önsözünde. ‘Dağlar, bakış açısına, mevsime, saate, bakanın ruh durumuna veya herhangi bir şeye göre gerçekten görünüşlerini değiştirebilirler. Bu yüzden, şunu akılımızdan çıkarmayalım ki, bir dağın bir yönünden, bir küçük yönünden fazlasını asla bilemeyiz. (s.203)”

Üstelik kahramanımız bu satırları elindeki koyun fotoğrafının arka planında yer alan dağların adını öğrenmeye çalışırken okuyor. İçine düştüğü umutsuzluğu siz tahmin edin artık. Ama bu kitapta benim için de bir sürpriz vardı sanki. Yunus Otel diye görünce ufak bir şüphelenmiştim ama Moby Dick’e bu kitapta denk gelmeyi hiç beklemiyordum. Daha geçen ay okumamış mıydım ben bu kitabı? Algıda seçicilik deyip geçecek miyiz yani şimdi buna?

“‘Bilmem. Moby Dick’e benzeyen bir şey işte.’
‘Moby Dick mi?’
‘Öyle ya. Bir şey kovalamanın heyecanı.’
‘Bir mamutu, örneğin’ dedi kız arkadaşım.
‘Öyle ya. Hepsi birbiriyle ilişkili işte.’ dedi görevli. ‘Zaten bu otele Yunus Oteli adını koymamın nedeni de Moby Dick’teki, yunuslarla ilgili bir sahnedir.’
‘Ohoo’ dedim ben. ‘Eğen öyleyse, Balina Oteli adını koymanız daha iyi olmaz mıydı?’
‘Ama balinalar o görüntüyü yaratmıyor ki’ diye güldü resepsiyon görevlisi. (s.210)”

Murakami de Herman Melville’den etkilenmiş diyebilir miyiz? En azından kitabı sevdiği aşikar bence. Yoksa ne diye kitabın reklamını yapsın kendi eserinde? Değil mi? Gerçi bu reklam sayılmaz bence. Zaten yazarımızın reklamla ilgili görüşleri bana biraz kendimi okuyormuşum gibi hissettirdi:

“Yol kıyısındaki reklam panoları, iletilerini kimseye, hiçbir yere ulaştıramıyordu. Can sıkıntısını gidermek için her bir panoya bakıyor, karşı konulmaz, kentsel çağrısını zihnime kaydediyordum. Alabildiğine güneş yanığı bir kız dudaklarını büzüp, kolasını içmeye hazırlanıyor, orta yaşlı bir karakter oyuncusu içmeye hazırlandığı viskinin bardağına kaş çatıyor, bir dalgıç saati suyun içinde göz alıcı biçimde parlıyor, yapmacık, karmaşık bir ev içinde bir manken kız tırnaklarını boyuyordu. Reklamcılığın yeni öncüleri ülkenin ta içlerine o hain kollarını uzatmaktan çekinmiyorlardı. (s.253)”

Kitapta bir koyunun izini kovalıyoruz belki ama yolumuz Fare’den geçmezse olmaz. Ne faresi diyen varsa içimizde, lütfen önce Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi ve ardından Pinball 1973'ü okuyun önce. Ya da en azından o bölümlerimi dinleyin ve ondan sonra buraya gelin. Fare Dörtlemesi diye boşuna demiyorum zırt bırt. Bu üçüncü kitap arkadaşlar. Ama sizi de anlıyorum. Şimdi bir kitabı okumak için öncesinde iki kitabı daha okuman gerekiyor deseler bana ben de hemen işi gücü bırakır ortalığı temizlemeye başlarım. Bahar geliyor, bir bahar temizliği yapmak lazım derim. Yurtta kaldığım zaman oda arkadaşlarımdan biriyle bu yüzden kavga etmişliğim vardı. Kavga derken bağırıp çağırmıştım işte. Ne demiştik az önce, “yaşamdaki yolumu yitirmiştim”. Çünkü gecenin dördünce oda arkadaşım kalkıp odayı temizlemeye başlamıştı. Hem de ben uyurken. Haliyle beni uyandırmıştı tabii. Ben de kızmıştım “Ne yapıyorsun bu saatte?” diye. “Bahar temizliği yapıyorum.” demişti beni iyice çileden çıkartmıştı. Çeko mezunuydu o da, bankalardan nefret ederdi. Bankacı oldu sonra o yüzden ona daha fazla kötü bir şey söylememe gerek yok diye düşünüyorum. İnsan özellikle boşluğa düşünce nedense bir temizlik yapası geliyor. Hatta bazıları da bu yüzden temizlik videoları seyrediyorlarmış. Psikolojik bir açıklaması vardır mutlaka. Fare de karşımıza biraz geç çıkıyor bu kitapta ve arkasında hiç iz bırakmıyor.

“Fare’nin evi neden böylesine derli toplu bıraktığını, neden fayansların arasını bile fırçaladığını, gömleklerini neden ütülediğini ve buluşacağı kimsesi kesinlikle olmadığı halde, neden tıraş olduğunu anlamaya başlıyordum. Burada, yapacak bir şeyler bulup kıpırdanmazsanız, tüm zaman kavramını yitiriyordunuz da ondan. (s.292)”

Japonya bize benziyor demiştim ama onların psikolojisini anlamak da kolay değil. Türkiye’de bir hafta boyunca haber seyretmeseniz mesela aklınıza hiç füze atılmış mı diye gelir mi? Darwin’in evrim teorisini yanlış anlayan Hitler’i durdurmak için Amerika atom bombasını yapmaya çalışıyor ama Almanya o zamana kadar yenildiği için bomba elinde kalmasın diye Japonya’ya atıyor. Bu kadar basit değil ama kuş bakışı büyük resme bakıp bir oyun oynarmış gibi neden sonuç ilişkisi kurarsan dünya tarihine böyle bir yol çıkıyor karşımıza. Bu öyle büyük bir trajedi ki sadece o iki ildeki insanlar ölmüyor, koca bir ülkenin insanları travma üstüne travma yaşıyor. Her ne kadar olmayacak şeyleri sıralamış gibi görünse de yazarımız, şu satırların covid19 öncesi yazıldığını unutmamak lazım:

“Birdenbire aklıma geldi ki, bana yıllar olmuş gibi gelen bir zamandır, ilk kez bir gazete görmüştüm ve dünyada olup bitenlerden bir hafta haber alamamış, geri kalmıştım. Ne radyo, televizyon, ne gazete, ya da dergi. Bir nükleer füze Tokyo’yu yerle bir etmiş olabilirdi; bir salgın dünyayı kasıp kavurmuş olabilirdi; Avusturalya’yı Merihliler işgal etmiş bile olabilirlerdi ve benim haberim olmayacaktı. (s.307,308)”

Yaban Koyununun İzinde, büyülü bir kitap. Murakami’nin bu kitabı bitirdikten nedense caz barının içinde uzun uzun ağladığını düşünüyorum. Öyle bir görüntü geliyor gözümün önüne. Zaten bu kitaptan sonra bir daha istese de o bara gidemeyecek çünkü artık öyle bir barı yok.

“Irmak boyunca, ırmak ağzına doğru yürüdüm. Kumsalın son elli metresinde oturup ağladım. Ömrümde hiç bu kadar çok ağlamamıştım.
Pantolonumdaki kumları silkeleyip kalktım, gidecek bir yerim varmış gibi.
Gün bitti bitecekti. Ama yürümeye başladığımda dalgaların sesini duydum. (s.353)”

Kitabın sonu yine çok etkileyici. Moby Dick’ten boşuna bahsetmemiş bence. Tıpkı Herman Melville gibi bütün heyecanı son sayfalara saklamış Murakami ve Dans Dans Dans’ı okumasanız bile burada durup beklemenize imkan sağlamış bence. Yani ben onu okuduğum için diyorum, bence onu okumanız şart değil ama bu kitaptan önce kesinlikle ilk iki kitabı okumanız gerekiyor bence. Yoksa olayları bağlayamazsınız. Eğer bu kitabı beğendiyseniz zaten devamını ve yazarın diğer kitaplarını da okuyacaksınızdır.




9 Mayıs 2024 Perşembe

Oyun

Oyun, Hayal Kurmayı Unutturmak ve Hayallerin Gerçek Olmasının Kuralı: 3 D

Jack London benim okumayı en sevdiğim yazarlardan biridir. Sık sık belirttiğim gibi Martin Eden de en sevdiğim kitabıdır. O kitabın bende ayrıca şöyle de bir anısı var daha önce de yazmıştım bir kere. İlk kez küçük bir çocukken görmüştüm o kitabı ve hani demiştim ya daha önce ben iki şık arasında kalınca hep yanlışı seçerim diye. Kapakta kocaman harflerle bu iki ismi görünce yazarı Martin Eden sanmıştım. Bence gayet mantıklıydı o an için. Gerçi bugün bile hangisi daha büyük kahraman diye sorsanız, yine Jack London derim. Öyle büyük bir yazardır kendisi.




Jack London; suyu, ateşi, insanı, hayvanı, ölümü ve yaşama mücadelesi en iyi anlatan yazarlardan biridir. Maalesef hâlâ onun bütün kitaplarını okuyamadım. Hesaplarıma göre bir aksilik olmazsa iki sene içerisinde kalan kitaplarını bitirip sonra Martin Eden’i yeniden okuyacağım. Umarım o güne kadar bu podcaste devam ederim ve onun bölümünü de yaparım. Ya da en azından hâlâ bu yazıları yazıyor olurum. İnanın o bile yeterli şu an benim için. Çünkü bazen devam edemeyecek gibi hissediyorum. Neyse ki sonra bir vesileyle Oyun gibi bir kitap çıkıyor karşıma. Adeta yaşam enerjisiyle dolup taşıyorum.

Geçen hafta sonu yine bir sınavım vardı. Belki okuyanlar vardır aranızda, “Kısa Vadeli Yabancı Kaynaklar” diye bir hikâye yazmıştım birkaç ay önce. Sekiz tane klasik sınavdan çıkıp bir oturuşta yazmıştım o yazıyı. Neyse şimdi onu da anlatırsam bu bölüm bitmez, işte o sınavların altısını geçmiştim ama ikisi kalmıştı. Dört ayda bir sınav olduğu için ve iki ay boyunca da sonuçlar açıklanmadığı için özellikle sınav tarihinin yaklaştığı günlerde ister istemez kitap okuyamıyorum. O zaman da moralim bozuluyor, daha çok stres oluyorum. Böylece ders de çalışamıyorum. Haliyle o iki sınavın da ancak birini geçebildim ve öteki yine kaldı. Hiç beklemediğim soruları sormuşlardı. Yoksa ben mevzuatın yarısına hakimdim, kalan yarısını da madde madde sayılacak şeyler haricinde biliyor sayılırdım. Soruyu görünce hatırlarım diye umuyordum çünkü genelde böyle olurdu. Zaten elli alsam yetecekti. Ben de buna güvenerek pek çalışmamıştım ama o kadar değişik dört soru sormuşlardı ki ikisinin cevabını bilmeme rağmen neyi sorduklarını anlayamamıştım. Hayatla adeta bir kumar oynamıştım ve iki ay boyunca bu kumarın sonucunu bekledim ama ancak otuz beş alabilmiştim. Neyseki Vergi Mevzuatı’ndan geçmiştim ama sonuç olarak kağıt üzerinde en kolay ders olan Meslek Hukuku’ndan bir kere daha kalmıştım. Bütün bunlar nasıl olabilirdi? Aklım almıyordu. Bunun hayal kırıklığıyla tabii bu sınava da son haftaya kadar çalışamadım. Sorumlu olduğum kanunlardan, yönetmeliklerden tek bir satır bile okuyasım gelmiyordu ama tabii günlük düzenli kitap okumalarıma devam ediyordum. Ve son haftaya girdiğimde sırf kısa diye bu kitabı okudum ve bana ders çalışmak için gerekli motivasyonu verdi. Sonunda OYUNu kazanabilecek motivasyona kavuşmuştum. Ne kadar iyi olursan ol, insan en kolay kaybedince öğreniyordu.

Kitaba daha başlamadan, önsözünde Yeşim Dinçer’in kaleminden “Yazar, Serüvenci, Sosyalist” başlığıyla bir Jack London yazısı yer alıyor. Tabii ben onu kitabı bitirince okudum ama Oyun’la ilgili herhangi bir spoiler içermiyor. Yordam Edebiyat’ın yayınladığı bu kitabı gönül rahatlığıyla baştan sona okuyabilirsiniz. Biraz kitabın sonunun da etkisi var elbette ama yazar hakkında yazılan şu satırları okurken boğazım düğümlendi:

“Jack London 1893 yılında, on yedi yaşını bitirir bitirmez Japonya’ya kadar uzanacak olan bir gemiye kaydolur. Japonya’nın kuzey kıyılarından Bering Denizine kadar uzanan bölgede, Kanada ve Birleşik Amerike avcı filoları ayıbalığı sürülerini yağmalamaktadır. Dönüşte, artık bir baltaya sap olmanın vakti geldiğini söyleyen annesini dinleyerek günde on saatten, saat başına on sent ücretle bir kenevir fabrikasında işe girer. Söz verilen ücret zammı yapılmayınca istifa eder ve elektrikçi olma ümidiyle Oaklan tramvay işletmesine başvurur. Ancak kendisine verilen görev, ateşçiye kömür taşımak gibi fiziksel dayanıklılık gerektiren vasıfsız bir iştir; üstelik, her biri ayda kırk dolar alan iki adamın işini tek başına ve ayda sadece otuz dolara yapmaktadır. ‘Kaç sefer kömürlerin üstüne, kimsenin beni göremeyeceği bir yere oturup öfkemden, hırsımdan, yorgunluktan ve umutsuzluktan ağladım’ diye anlatır o günlerini. Neredeyse sakatlanacakken birlikte çalıştığı ateşçinin, gerçeği, yani nasıl bir sömürüye maruz kaldığını fısıldamasıyla bu işten de ayrılır.”

Adalet o kadar önemli bir şey ki, hiç onu anlatmaya kalkmadan aklıma gelen bir deneyden bahsetmek istiyorum. Bunun videosu da vardı hatta ufak bir aramayla bulabilirsiniz belki. İki maymunu yan yana iki kafese koyuyorlar ve ikisine de aynı anda aynı meyveden veriyorlar. Tabii ikisi de alıp yiyor hemen. Belli aralıklarla buna devam ediyorlar ve maymunlar benimsiyor artık bu durumu ama bir yerden sonra deneyi yapanlar maymunun birine daha lezzetli olan, maymunların daha çok sevdiği bir başka meyveyi veriyor ve ötekine o eski meyveyi uzatıyorlar. Veriyorlar demedim farkındaysanız. Çünkü haksızlığa uğrayan maymun o meyveyi almayı reddediyor önce, sonra alıp fırlatıyor “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz?” der gibi. Maymunlarda bile adalet duygusu gelişmiş, bizdeyse durumu özetleyen yine bir fotoğraf var. Mutlaka görmüşsünüzdür, bir işçi bir çukur kazıyor başında elli tane adam dikilmiş takım elbiseleriyle seyrediyorlar.

Jack London kitaplarının etkisi böyledir işte bende. Kitaptan başka her şeyden konuşabilirim böyle saatlerce. Baktım bu kitaptan da sadece iki alıntım varmış aslında ama önsözden tam üç bölümü not almışım, mutlaka bahsetmem lazım diye. Şimdi o kadar anlattım kitaplarını şöyle çok seviyorum, yazıları şöyle iyi diye ki anlatmama gerek yok bu kadar büyük bir yazarı, onu da biliyorum ama yazarımızı tanıma şansına sahip olsaydım da onla pek anlaşamazdım diye tahmin ediyorum. Özellikle parayı bulduktan sonra. Çünkü daha önce yazarın ayrıntılı biyografisini okumuştum. Belki biraz bencilce gelecek ama bence bir insan böyle yazma yeteneğine sahipse kendine de iyi bakmak zorunda diye düşünüyorum ben. Murakami’nin koşmasını, kendine iyi bakmasını o yüzden çok seviyorum. Keşke Jack London da sağlığına biraz dikkat etseymiş diye geçiyor içimden şunları okurken:

“Yazarın alkol alışkanlığını büyük bir içtenlikle dile getirdiği John Barleycorn, ölümünden üç yıl önce yayımlanır. Bu kitapta şunu itiraf etmektedir Jack London: ‘Ben yaşlandıkça, başarım büyüdükçe, daha çok para kazandıkça, dünyaya sesimi duyurma olanaklarım arttıkça, alkolün yaşantımda tuttuğu yer aynı oranda büyüdü. Uğrunda savaştığım başarı ya da para gibi şeylerin savaşmaya değmez olduğu ortaya çıktı. Geriye kala kala, beni bir kelepçe gibi yaşama bağlayan HALK kaldı.’
Böbrek yetmezliği çeken ve acısını dindirmek için bir süredir morfin kullanan Jack London, 22 Kasım 1916 sabahı odasında baygın halde bulunur; aynı akşam hayatını kaybeder.”

Daha önce Sait Faik hakkında da benzer bir alıntı yapmıştım. Yanlış hatırlamıyorsam Ara Güler’in yazısıydı, Sait Faik’in ölüm tarihini de içeriyordu yazdıkları. Tabii ki kimseyi üzmek gibi bir niyetim yoktu, tıpkı şimdi olduğu gibi ama ne diyeceğimi bilemediğim üzücü bir yorum almıştım bir okurdan. Kendisinin doğum gününde Sait Faik’in öldüğünü öğrendiği için üzüldüğünü söylemişti. Şimdi o geldi aklıma, belki 22 Kasım’da doğan birileri de vardır aramızda. Böbrek yetmezliği deyince de zaten babam geldi aklıma. Kedilerin de yaşadığı sağlık sorunlarının çoğu böbrekten kaynaklanıyormuş. Hayatta sevdiğim şeylerin imtihanı hep böbrekten oluyor o yüzden lütfen böbreklerinize iyi bakın. “Ne yerseniz o’sunuz” gibi büyük büyük sözler dolanıyor ya şimdi ortalarda. Bunun farklı versiyonları da var, ne okursanız ya da ne seyrediyorsanız gibisinden. Hepsinin doğruluk payı vardır elbette ama ben vücudumuzu sahip olduğumuz kadar sorumlu da olduğumuz bir şey olarak düşünüyorum. Yine çok uzattım farkındayım ama diyeceğim o ki yediğiniz içtiğiniz şeylere dikkat edin. Ve ardınızda zamana direnecek şeyler bırakmaya çalışın. Çünkü bakın Yeşim Dinçer’in yazısı nasıl bitiyor:

“Kırk yıl süren kısacık hayatına sığdırdığı elliyi aşkın kitap, zamanın acımasız akışına taptaze bir ruhla direnmeyi sürdürmektedir.”

İşte o direnen kitaplardan biri de kesinlikle oyun. Oyun dediği de tahmin edebileceğiniz gibi boks. “Boks sporsa savaş olimpiyattır” gibi bir söylem geldi şimdi aklıma, nerede görmüştüm hatırlamıyorum ve bilmiyorum siz ne düşünürsünüz bu konuda. Amerikan Futbolu için çekilmiş bir belgesel vardı ve kısaca emekli olan sporcuların çoğunun ciddi beyin hasarı yaşadığını ve o sporun da çok zararlı olduğunu savunuyordu. İskoçya’da da futbol kulüplerinin alt yapılarında yaşı küçük olan çocukların topa kafayla vurmaları yasaklanmış diye bir haber okumuştum yıllar önce. Yani sporların geleceği ciddi anlamda tartışılıyor aslında ama tüm bunların arkaplanında dönen çok büyük paralar olduğu için yakın gelecekte bunlar hep halının altına süpürülecek gerçekler gibi geliyor bana.

İlginçtir, yazarların da boksa ilgisi oluyor genelde. Geçen Herman Melville’in kitabında da geçmişti, “Herkesin boksu öğrenmesi gerekiyor” gibi bir şey söylüyordu kendisi. Hemingway de çok severmiş boksu. Jack London’ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Bakın kitabın arka kapağında neler yazıyor:

“Jack London, hem bir spor muhabiri hem de amatör bir dövüşçü olarak boksla yakından ilgilenmişti. Oyun, için içine para girdiğinde boks sporunun nasıl acımasız bir hal alabileceğini işleyen kısa ve etkileyici bir roman.”

Yabancı dizilerde görürüz sürekli, özellikle erkeklerin yaptığı anlamsız bir aktivite vardır. Her sene belli günlerde Star Wars’un bütün bölümlerini ya da Lord of the Rings’in tüm filmlerini bir oturuşta seyretmek gibi bir şey yaparlar. Bu bana hep çok büyük zaman israfı gibi gelir. Özellikle de her sene bunu tekrarlıyorsan. Bu serilerin fanları zaten dünya çapında çılgınlıklara imza attığı için hiç onları karşıma almadan kıyısından köşesinden de olsa onları anladığımı söylemek istiyorum. Ben de lise yıllarımdayken neredeyse belli aralıklarla Rocky serisini baştan sona seyrederdim. En azından ilk dördünü. Bakmayın böyle atıp tutuyorum ama bugün bile televizyonda denk gelsem Rocky 3'teki o Eye of the Tiger şarkısına ya da 4'teki Ivan Drago sahnelerine, kesinlikle kanalı değiştiremem. Bakmayın bunlar daha popüler ama ilk film tam anlamıyla efsanedir. Zaten daha sonra çekilen Creed filmleri de dahil olmak üzere hepsinin tohumunu ilk filmdeki o güçlü hikâye atmıştır. O filmde nasıl Rocky’nin Adrien’i varsa, bu kitapta da kahramanımızın Genevieve’i vardır. Aralarındaki aşk biraz bana onları anımsattı.

“‘Sevgilim’ ya da ‘canım’ gibi sözcüklerin ağza alınmasını neredeyse terbiyesizliğe varan bir laubalilik saydıkları için bu sözcükleri kolay kolay benimseyemediler; böylelikle, o sözcükleri çok sık kullanarak müptezelleştiren pek çok sevdalı çiftle aynı hataya düşmekten kaçınmış oldular. Uzunca bir süre sadece akşamları yan yana yürümekle ya da parkta yan yana oturmakla yetindiler; bir banka oturur, birbirlerinin gözünün içine bakar dururlardı. Akşam karanlığında birbirlerinin gözünü iyice görememeleri dolayısıyla utanıp sıkılma dertleri de ortadan kalktığı için bir saat tek kelime etmeden bakıştıkları olurdu. (s.35)”

Böyle bir aşkı bulduktan sonra ne olur sizce? Tabii ki bir şeyler ters gitmeye başlayacak. Her zamanki gibi burada size kitabın sonu hakkında tat kaçıracak bilgileri vermemeye çalışacağım ama yine ben lise yıllarındayken çekilmiş olan bir film geldi aklıma. Million Dollar Baby, Milyonluk Bebek diye çevirilmişti galiba. Sevdiğim bir arkadaşım çok övmüştü, mutlaka seyret demişti de ben de sonradan cdsi çıkınca evde seyretmiştim. Vcd’nin ilk çıktığı zamanlar zaten çok popülerdi. Bugünkü platformlar neyse o zaman da herkes evde film seyrederdi. Neyse ben taktım ilk cdyi seyrediyorum, ağır ağır ilerliyor konu. Rocky’nin kadın versiyonunu yapmışlar, iyi fikir diyorum. Sonra o dönem oyun bağımlısı olduğum için Football Manager’e dönüp, ikinci cdyi yarın seyrederim diye bırakıyorum. Filmin konusunu da hiç bilmiyordum öncesinde, özellikle sormamıştım seyrederim belki diye. Öbür gün öyle bir ters köşe olmuştum ki pişman olmuştum aynı gün devam etmediğime. Seyretmediyseniz mutlaka izleyin, çok güzel bir filmdir o da.

O filmde de olduğu gibi, siz istediğiniz kadar iyi yapın hamlenizi yapın, istediğiniz kadar güçlü olun, istediğiniz kadar çalışın sıra hayata geldiğinde o da oyununu oynayacaktır. İşte o zaman kartlar yeniden dağıtılır. Beş benzemez bir araya gelir ve sizin elinizde buluşur. Karşınızdaki suratlardan niyetler okunamaz. Burada kırk yıllık pokerciymiş gibi yazdığıma bakmayın, Dostoyevski’yi biraz fazla kaçırmaktan kaynaklanıyor. Yoksa hiç anlamam kumardan, hiç de haz etmem. Oynayanı da oynatanı da sevmem. Sadece oynatan kazanır derler ama bence oynatan bile kazanmaz bu illette. Herkes kaybeder. Uzun vadede herkes zarar görür ve yıpranır. Yuvalar yıkılır, küçücük çocuklar öksüz, yetim kalır. Amma abarttın demeyin, oyun adı altında gazozuna tavla oynamak bile o kadar tehlikelidir ki anlatamam. Hiç anlamazsınız, kazansanız da kaybetseniz de bir bakmışsınız bağımlı olmuşsunuz. Aristo’nun dediği gibi ben burada sizin kaybettiğiniz paralardan bahsetmiyorum. Önemli olan kaybedilen zamandır. Asla geri gelmeyecek olan zaman. Oynanan oyunun da sporun da hatta sizin bile ruhunuzu yavaş yavaş öldürür bu bahis belası.

Maalesef bizde de adettir. Her adetimiz de güzel olacak değil ya, biraz da kendimizi eleştirelim. Milli adı altında satılan, insanların her sene kuyruklara girip aslında hayallerinden vazgeçtikleri o piyango biletleri aslında toplumu içten içe yıkar. “İnsanlar o biletlerle hayal satın alır.” demişti lisedeki çok sevdiğim Alp Hocam. Buradan ona da selam olsun, o zaman tabii yaşımız da küçük, inanmıştım hemen ona. Bu tabir hoşuma gitmişti, hemen aklıma yazmıştım. Tabii o zamanlar şimdiki imkanlar yok. Geçen bir Ted konuşmasında denk geldim, adam bu piyango saçmalığını o kadar güzel anlatıyordu ki hemen özet geçeyim. 20 dolarınızı alıp rulette 20 kere üst üste kırmızı rengine koyarsanız ve sürekli kırmızı gelirse, piyangodaki büyük ikramiyeyi kazanabilirsiniz diyordu. Üstelik bunun olma ihtimali size piyango çıkmasından çok daha fazlaymış. Ama bu çılgınlığı yapacak bir kişiyi bile bulamazsınız ama nedense insanlar piyango alır, diyordu. Hadi bunlar yine mat 1 konuları, basit dört işlem. Peki piyango almanın zihninize yaptığı kötülükleri hiç düşündünüz mü daha önce? Paralarınızı cebinizden alıp size “Kazanırsam ne olur?” düşüncesini sattılar ve daha da kötüsü bunu insanlara hayal kurmak olarak yutturdular. Oysa bunun hayalle uzaktan yakından alakası yok! Çünkü kazanmak için sizin yapabileceğiniz hiçbir şey yok.

Bir şeyin hayal olabilmesi için önce “3 D” olması gerekir diye açıklıyor orada. “Dream, Direction, Disipline.” Zaten anladınız ama ille de Türkçe olsun diyenler için 3 D’yi “Düş, Doğru yönde atılan adım ve Disiplin” olarak çevirebilirim unutmamanız için. Neydi bunlar unutmayalım: Bir şeyin hayal olabilmesi için gerekli olan üç şey. Önce hayal kuracağız, sonra o hayali gerçekleştirmek için bir şey yapacağız ve o yaptığımız şeyi disiplinli bir şekilde yapmaya devam edeceğiz. Bu üç adımı çocukluğumuzdan beri hepimiz içgüdüsel olarak bilirmişiz aslında ve büyüyene kadar başardığımız her şeyde bunu uygularmışız. Ama büyüyünce bize piyango alarak hayal aldığımızı yutturdular. Herkese “büyük ikramiye çıkarsa ne alırım” diye düşündürdüler. Ama ondan sonra yapabileceğiniz hiçbir şey olmadığı için bu döngüyü bozmayı başardılar. Disipline daha geçemedik bile farkındaysanız. Daha ilk d’de kaldık. Ve bu öğrenilmiş döngü hayatımıza da sirayet etti. Sadece bir şeyleri isteyip onlar için hiç uğraşmaz, hiç çalışmaz olduk. Böylece bütün hayallerimizden olmuş olduk. Çünkü hayal kurmayı unuttuk.

“Demek ki, yaşamındaki her şeyin üstüne -halıların da, mobilyaların da, yeni kiralanan minicik evin de; buluşmaların, gezmelerin de; yıldızların altında geçirilen haz dolu saatlerin de; kendini sevgilinin kollarına bırakmanın verdiği doyulmaz heyecanın da; sevmenin ve sevilmenin de- her şeyin üstüne böylece, bir anda sünger çekilmiş oluyordu. Hiçbir zaman anlayamadığı ‘oyun’un ona ettiği oyundu bu. ‘Oyun’un fendi karşısında ağzı açık kalakalmıştı Genevieve: Erkeklerin ruhunu pençesine alan; pençesine aldığı erkekle oynaşıp sonra ona ihanet ediveren; pençesine aldığı erkekle oynaşıp sonra ona ihanet ediveren; onun uğrunda canlarını tehlikeye atan erkeklerin kanını tutuşturarak tehlikeden tehlikeye atılmalarına neden olan; kadınların erkeklerini ellerinden alıp dilediği gibi gönül eğlendirdikten sonra, erkekten kalan artıkları alay edercesine kadınlarının önüne fırlatan; kadınların kısmetine sadece, erkekleri için saçlarını süpürge etmek, erkekleri için didinmek, erkeklerine çocuk doğurmak, erkeklerinin huysuzluklarına katlanmak düşerken, erkeklerin el emeklerinin ve alın terlerinin ürünlerini acımasızca sömüren; erkeklerin yüreklerine taht kurmuş şu müthiş ‘oyun’un fendi karşısında afallamış kalmıştı. (s.79)”

Böyle bitiyor bir kitap daha, bir oyun daha. Yazarımız hayatın gerçeklerini böyle suratımıza vuruyor. Ben de bu kitabı okuduktan sonra acayip gaza geldim ve kalan beş günde, hiç alışkın olmadığım şekilde saatlerce ders çalıştım. Sınavda sorumlu olduğumuz on yönetmeliğin hepsini okudum. Kanunu burada size 3 D’yi anlattığım gibi anlatmaya çalıştım. Ve sorulan dört soruyu yarım saatte yazıp yüzlük kağıdı gözlemcilere teslim ettim. Bu soruları geçen sınavda sormuş olsalardı en az elli alır ve yine geçerdim aslında. Zaten o zaman da çalışmamamın nedeni bu tarz sorular sorulur diye hayal etmemdi. Hayal değil pardon, beklenti diyeyim ona ben. Çünkü hayal kurmanın peşinden harekete geçmenin gelmesi gerekir.




2 Mayıs 2024 Perşembe

Pinball 1973

Pinball 1973, Tüm Dünya’ya Açıklama Yapmak, Kitap Ayracının İşlevi ve Bir Oyun Olarak Hayat

Murakami Pinball 1973'ü sadece oyunseverler için yazmamış ama bence bütün oyun bağımlılarının okuması gerekiyor.




Pinball 1973, Haruki Murakami’nin yazdığı ikinci kitap olmakla kalmıyor, Fare Dörtlemesi olarak adlandırılan serinin de yani Rüzgârın Şarkısını Dinle’nin de devamı aynı zamanda. Sonrasında da Yaban Koyununun İzinde ve Dans Dans Dans geliyormuş. Onları henüz okumadım ama hesaplarıma göre onları da kısa sürede bitireceğim.

“Bilmediğim yerlerin hikâyelerini dinlemeye bayılırdım.”

Kitap bu cümleyle başlıyor. Benim için mekan zaman fark etmez, bana hikâye olsun yeter. Zaten Japonya benim için başlı başına bilmediğim bir yer ve tamamen sürprizlerle dolu. Dolayısıyla tıpkı bu cümleyi ben kurmuşum gibi merakla okumaya başladım ve birkaç saat içinde bitirdim kitabı. Yanında üç kupa da çay içmişim ki normalde okurken su dışında pek bir şey içmem ama kitapta o kadar çok kahve ve sigara içiliyordu ki benim de canım çekti ama kahve yapmaya da üşendim. Bilmediğim yerler deyince sizin aklınıza neresi geliyor hiçbir fikrim yok ama Satürn ya da Venüs değildir diye düşünüyorum. Oysa kahramanımızın o gezegenlerden bile hikâyeleri var. Nasıl yani, fantastik bir kitapla mı karşı karşıyayız diye şaşırmayın. Toplamda 25 bölüm olarak yazılmış kitabın sadece giriş kısmında yer alıyor bu fantastik öğeler. İyice kafanız karışmadan ben iyisi mi alıntıma geçeyim:

“Venüs bulutlarla çevrili sıcak bir gezegenmiş. Sıcak ve nemden ötürü üzerinde yaşayanların çoğu genç yaşta ölürmüş. Orada otuz yıl yaşayan efsane olurmuş. Ve Venüslülerin yürekleri yaşadıkları sürece sevgiyle dolar taşarmış. Venüslülerin hepsi birbirlerini istisnasız severmiş. Kimseye nefret duymaz, kimseyi kıskanmaz ve küçük görmezlermiş. Kötü söz de söylemezlermiş. Ne cinayet varmış ne de kavga. Sadece sevgi ve şefkat hüküm sürermiş orada.
‘Bugün biri ölse onun için üzülmeyiz’ dedi Venüs’lü, sessiz adam. ‘Çünkü yaşadığımız sürece severiz biz. Sonradan pişman olmamak için.’ (s.23)”

Bizim kültürümüzde de ölünün arkasından ağlamak gerekir derler mesela. Tabii ateş düştüğü yeri yakar her zaman ama kendini paralarcasına yas tutmak kesinlikle tasvip edilmez. Ama kimse bunun nasıl olabileceğini, ne yapmamız gerektiğini söylemez. Sonradan pişman olmamak için yaşadığımız sürece sevmemiz gerektiğini neden bu yaşta bir Murakami romanından öğreniyorum? Yolda yürüyen, koşuşturan insanları durdurup yüzlerine bu gerçeği haykıran birilerinin olması gerekmiyor mu? Belki de vardır öyle insanlar ama hazır olmadıkça onları da gözümüz görmüyor maalesef.




Çok eski bir video vardı o geldi şimdi aklıma. Dört, beş kişilik bir grup çocuk ve birinin elinde kocaman bir top var. Sonra ekranda bir yazı çıkıyor. Sizden topu birbirlerine kaç defa attıklarını sayıp sayamayacağınızı soruyor. Toplamda kaç pas var yani? Öyle çok hızlı da atmıyorlar birbirlerine yani o konuda da endişelenmeye gerek yok. Gayet kolay görünüyor ve topa yeterince odaklanırsanız sayıyı tamı tamına tutturmuş oluyorsunuz. Ama videonun sonunda bir soru daha soruluyor. “Gorili gördünüz mü?” diye. Siz de benim gibi şaşırıp ne gorili diyecek olursanız olay şu: Tam o paslaşmaların orta yerinde kocaman bir goril kostümlü adam ekranın bir ucundan girip yavaş yavaş diğer ucundan çıkıyor. Hatta ortaya gelince de saçma sapan hareketler yapıp dans ediyordu. Eğer sadece topa odaklanırsanız benim gibi goril falan görmüyorsunuz kesinlikle. Benim gibi şüpheciyseniz tekrar başa sarıp o gorilin görünüp görünmediğini kontrol ediyorsunuz hemen. Sonra gülüp geçiyorsunuz gerçek olduğunu anlayınca ama bu öyle gülünüp geçilecek bir şey değil aslında. Korkunç bir şey ve hemen hemen bütün oyunlar, bu tarz etkilere sahip.

Lisedeyken her sene son çıkan futbol menajerlik oyununu alır saatlerce oynardım. İstediğin kadar iyi oyna, her sene yenisini alıp en baştan başlardım. Oyun hakkında konuşabildiğim üç beş arkadaşımla aramızda kararlaştırdığımız bir anlaşmaydı sanki bu. İlk aylar yeni oyunu kötülerdin, eskisi daha iyi derdin ama sonra yenisine alışırdın. Sanal bir dünyada kendi kendine bir krallık inşa ederdin ve gözün etraftaki başka hiçbir şeyi görmezdi. Ben muhtemelen o yüzden iyi bir üniversite kazanamadım. Bir keresinde oyunun başındayken deprem olmuştu. Gündüz vaktiydi. Maç içinde değil de transfer dönemindeydim. Bu sayede hemen oyunu kaydettim ve evden çıkmak için kaydın tamamlanmasını bekledim. O kadar da olur mu demeyin çünkü bunlar hiç abartısız yaşandı. Hatta yanımda bir arkadaşım da vardı o zaman ve inanamamıştı benim bu saçma hareketime. Hâlâ aklımıza geldikçe anlatır, güleriz birbirimize ama her zaman böyle komik şeyler de yaşanmadı.

Aklıma geldikçe pişman olduğum anılarım da var. Her akşam babam çayımı getirir ve benim oyunda ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışırdı. Maçtayken denk gelirse beraber seyrederdik çünkü zaten o oyunda gerçek anlamda oynamak diye bir şey yok. Siz de oturup seyrediyorsunuz oynayan futbolcuları. Aslında anlardım babam benimle konuşmak istiyor, bir şeyler anlatmak istiyor ama hayır. Benim gözüm oyundaki toptan başka bir şeyi görmezdi. Biraz seyrettikten sonra sessizce giderdi. Utanıyorum bunları anlatırken ama biliyorum ki benim yaptığım hataları yapanlar hâlâ var bir yerlerde. Öyle veya böyle bir şekilde hepimiz benzer yanlışları yapıyoruz sanırım. Ben daha fazla kendimden bahsetmeyip kitabın arka kapağında da yer alan şu cümlelerle sizleri baş başa bırakayım. Pinball makinesi araştırma raporu ‘Bonus Işığı’nın girişinde yazıyormuş bunlar:

“Bir pinball makinesinden hiçbir şey kazanamayız. Sayıya dönüştürülmüş gurur dışında. Öte yandan kaybedecekleriniz gerçekten de çok fazladır.
Siz pinball makinesinin başında tükenmeye devam ederken bir başkası Proust okuyor olabilir. Bir diğeri açık hava sinemasında kız arkadaşıyla İz Peşinde filmini izlerken arabasında onunla oynaşıyor olabilir. İşte bu adamlar belki de dönemlerinin dikkat çeken yazarları ya da mutlu kocaları olacak kişilerdir.”

Şu an bu yazıyı yazarken maNga’nın Cevapsız Sorular’ını dinliyorum. Denk geldi özellikle seçmemiştim o yüzden yazıyorum zaten. Japon kültüründe de bu oyunların, mangaların, animelerin ve daha adını bilmediğim birçok şeyin yeri çok büyük. Japon marka telefonların özellikle su geçirmezliğe önem vermesinin nedeni onların duştayken bile telefonlarından ayrılamamalarıymış diye okumuştum bir yerde. Bakın yazarımız bu oyunun gelişiminin temellerini neye bağlıyor:

“Pinball makinesinin gelişimi ile Hitler’in ilerleyişi benzerlik gösterir. Bu benzerliğe rağmen dönemin balonu olarak birlikte var olmuş, varlıklarından ziyade evrim hızları mitsel bir aura yaratmıştır. Bu evrim üç çarkla desteklenmiştir; teknoloji, kapitalizm ve temel insan arzuları.
İnsanlar, bu kilden yapılma bebeği andıran basit pinball makinesine hızla türlü türlü fonksiyonlar eklemeye devam ettiler. Biri ‘Işık da olsun!’ derken bir diğeri ‘Elektriği de olsun!’ diye bağırdı, bir başkası ‘Fırlatıcı da olsun!’ diye haykırdı. Böylece makinenin içi ışıkla aydınlanırken elektirikli mıknatıs gücüyle toplar fırlatıldı, iki fırlatıcıyla bu toplar geri itildi.
Skor, oyuncunun yeteneğini ondalık sistemdeki sayılarla hesaplarken, makineyi fazla sarsınca faul ışığı devreye girdi. Daha sonrasındaysa ‘ardışıklık’ denilen fiziksel kavram oluştu ve bonus ışığı, ekstra top hakkı, replay gibi çeşitli ekoller doğdu. Artık bu aşamada pinball makinesi büyüleyici bir güce kavuşmuştu. (s.25)”

Teknoloji, kapitalizm ve temel insan arzuları…İyi gibi görünen, daha doğrusu iyi olabilecek bir şeyin yanına yine son derece doğal bir kavramı koyun. İkisinin ortasına kapitalizm gelince ortaya nasıl büyük bir canavar çıkıyor, kendi gözlerinizle görün. Ben de şimdi çok tehlikeli bir formül vermiş gibi hissettim kendimi ama maalesef bu formülü bizi oyuna getirenler çok iyi biliyor. Dolayısıyla bizim de bilmemizde bir sakınca yok diye düşünüyorum.

Benim okuduğum kitap Doğan Kitap tarafından Kasım 2020'de basılan 142 sayfalık ilk baskısıydı ve Japonca aslından çeviren yine Ali Volkan Erdemir’di. İlk kitapta bahsetmişmiydim şimdi hatırlamıyorum ama artık Fare’nin kahramanımızın arkadaşının lakabı olduğunu söylemem gerekiyor. Kitap boyunca da Fare diye bahsediyor ondan ve yazarın diğer kitaplarında da gördüğümüz gibi ana hikâyenin yanında ilerleyen ikinci bir hikâye gibi bazı bölümlerde de onun hayatını okuyoruz. Hemen örnek vermem gerekir diye bunu bahane edip şu cümleleri paylaşmak istiyorum:

“Fare için zamanın sürekliliği üç yıl önce yitmeye başlamıştı. Üniversiteden ayrıldığı yıldı.
Fare’nin üniversiteden ayrılmak için birkaç nedeni vardı. Bu nedenler karman çorman birbirine dolanıp hararet yapınca kafasının sigortası atmıştı. Nedenlerden bazıları geride kalmış, bazıları fırlayıp ötelere savrulmuş, bazıları da ölmüştü.
Üniversiteyi bırakma nedenini hiç açıklamamıştı. Açıklaması beş saat sürebilirdi. Dahası, birine açıklasa bir başkası da dinlemek isteyecekti. Böylece tüm dünyaya açıklama yapmak durumunda kalacaktı. Bunu düşünmek bile Fare’yi bunaltmıştı.
‘Orta bahçenin çimlerinin biçilme şekli hoşuma gitmedi’ derdi bir açıklama yapmaktan kaçamayacağı zamanlarda. O böyle dediği için üniversitenin orta bahçesindeki çimlere bakmaya giden bir kız bile olmuştu. O kadar da kötü değil, demişti o kız. Biraz yaprak dökülmüş, hepsi o kadar… Zevk meselesi, diye cevaplamıştı Fare.
‘Birbirimizi sevemedik. Üniversiteyle ben’ demişti bir keresinde de keyfi yerindeyken. Sonrada sessizliğe gömüştü.
Üç yıl önceydi bu.
Zamanın akışıyla her şey geçip gitti. İnanılmaz bir hızla. Bir zamanlar içinde canlı halde var olan hisler de hızlı bir şekilde soldu, anlamı olmayan eski düşlere dönüştü. (s.36)”

Ah be Fare, nasıl umursamaz gibi görünüp de her şeyi dert ediniyor kendisine. Bu ekstra bir efor istiyor ve çok daha zormuş gibi geliyor bana. Ben kendimde bu gücü bulamıyorum bazen. Bazen’i son anda ekledim. Sadece bulamıyorum deyip kestirip atmak istemedim. Bir de size şikayet etmek istemedim ve tek bir kelimeyle bütün anlam nasıl değişti görüyor musunuz? Bir anda nasıl çok güçlüymüş gibi oldum. Elimden şu an için bu geliyor ve sizi daha fazla sıkmak istemiyorum çünkü yazarımızın da dediği gibi şunun da farkındayım:

“Herkesin bir sürü sorunu vardı. Sorunlar gökten yağmur gibi yağıyor, bizlerse var gücümüzle onları toplayıp cebimize koyuyorduk. Bunu neden yapıyorduk, bugün de bilmiyorum. Belki de onları başka bir şeyle karıştırıyorduk. (s.49)”

Kesinlikle dertsiz tasasız, hiçbir şeyi kafaya takmadan yaşayalım demiyorum. Bizi biz yapan dertlerimizdir aslında. Bunun bilincinde olup daha önemli şeyleri dert edinmemiz gerekiyordur belki de.




Murakami yalnızlığı en iyi anlatan yazarlardan biri. Sürekli bu yönüyle övülüyor. Zira onların kültüründe yine yaygın olan harakiri gibi benim anlayamadığım, bana göre intihardan çok da farkı olmayan ve içinde gizli bir kibir barındırdığını düşündüğüm durumların etkisi vardır zannediyorum. Fark edilme ve görülme ihtiyacı ya da unutulma korkusu ne kadar güçlü bir duygu bunu şu cümlelerde daha iyi anlayabiliyoruz:

“Pencerenin camından yansıyan yüzümü seyrettim uzun uzun. Ateş yüzünden gözlerimin altı çökmüştü. Aman neyse. Saat beş buçuktu, bu saatlerde sakalım yüzümü hafif karanlık gösteriyordu artık. Olsun varsın. Gerçi benim yüzüm değildi bu. İşe giderken bindiğim trende karşımda oturan yirmi dört yaşındaki adamın yüzüydü. Benim yüzüm, benim kalbim, diğerleri için anlamı olmayan bir kabuktan başka bir şey değildi. Benim kalbimle bir başkasının kalbi birbirini yakalayamıyordu. Hey, diyordum. Hey, diyordu karşıdaki. Hepsi bu. Kimse el kaldırmıyor. Kimse bir daha başını çevirip bakmıyordu.
Eğer iki kulağıma iki yasemin çiçeği sokup iki elime yüzme paleti taksam bile en fazla birkaç kişi dönüp bakar bana. Hepsi bu. Üç adım attıktan sonra beni unuturlar. Gözleri bir şey görmez. Benim gözlerim de görmez. Bomboş olduğumu hissediyordum. Belki de bundan sonra hiç kimseye bir şey veremeyecektim. (s.63,64)”

Boş çuval ayakta durmaz, diye bir sözümüz vardır bizim. Ben de lisede hakkında bir kompozisyon yazana kadar duymamıştım bu sözü ama o zaman üzerine düşünmüştüm biraz. İnsan da boş olduğunda ayakta duramaz zannediyorum. İlk çelmeyi yediğinde düşer ve kalkamazsın. Bilmiyorum bunu mu anlatmak istemiş yazar ama bakın birkaç sayfa sonra şöyle bir yere denk geldim ve hemen araya ayracımı koyup sayfayı not aldım:

“Her gün bir diğerinin tekrarıydı. Araya bir ayraç koymazsan farkı anlaşılmıyordu. (s.70)”

Yıllar önce bozuk para taşımayı bırakmıştım. Çünkü hem işlevini yitirmişti hem de şangır şungur gereksiz ses çıkartıyor, beni rahatsız ediyordu. Cüzdanımda da kağıt paraları hep eskisinden yenisine göre sıralardım. Harcayacağım zaman önce en eskisini, en buruşuğunu elimden çıkartırdım. “İyi para kötü parayı kovar” derler ya o misal. Bankadan da ne zaman yeni basılmış gıcır gıcır bir kağıt para denk gelirse, onu da ayırır ve kitaplarda ayraç olarak kullanırdım. Kitabı bitirince de o parayla kendime bir kahve ısmarlardım, güzel olurdu. Artık öyle garip huylarım yok ama günlerin arasına ayraç koyma fikri hoşuma gitti görünce. Paylaşmak istedim.

Gelelim sadece kitabı okumuş olanların anlayabileceği o diyaloğa. Kitabın ortalarında kahramanımızın evine bir elektrikçi geliyor ve eski elektrik dağıtım panosunu yenisiyle değiştiriyor. Aksi gibi eskisini de almayı unutuyor ve bu evdekilere dert oluyor.

“‘Şu dağıtım panosunu konuşalım’ dedim, ‘aklımı kurcalayıp duruyor.’
İkisi birden başıyla onayladı.
‘Neden ölmek üzere acaba?’
‘Birçok şeyi içine atmış olduğundandır, eminim.’
‘Şişip patladı.’
Sol elimde kahve kupası, sağ elimde sigara, düşündüm bir süre.
‘Ne yapmalıyız peki?’
Yüzüme bakıp bilmiyoruz anlamında başlarını salladılar. ‘Yapacak bir şey Yok.’
‘Toprağa gömelim.’
‘Hiç kan zehirlenmesi yaşamış kedi gördün mü?’
‘Hayır’ dedim.
‘Vücudunun her yerinde katı topaklar oluşur. Uzun zaman alır bu. En sonunda da kalbi durur.’
Bir iç çektim. ‘Ölmesini istemiyorum.’
‘Ne hissettiğini biliyorum’ dedi biri. ‘Ama senin yükün de çok ağır olmalı.’ Bunu sanki, bu kış yeterince kar yağmadı, kaymaya gitmekten vazgeçmelisin, dermişçesine gerçekten dümdüz bir tonda söylemişti. Bunun üzerine bir kupa kahve daha içtim. (s.73)”

Bazen insanlar o kadar önemli şeyleri öyle bir önemsizmiş gibi söylüyorlar ki, insan kulaklarına inanamıyor. İnsan duyduklarından zehirlenirmiş zaten. Sonuçta görmek istemeyeceğimiz şeye karşı kendimizi savunabiliriz. Kafanı çevirirsin diğer tarafa olur biter. Ya da göz kapağı denen bir şey var, değil mi? Ama kulaklarımızı kapatamayız. Gürültü engelleyici kulaklıklar bile yeterince iş görmez. Ne yaparsanız yapın duymayı engellemek zordur. Üstelik ağzı olan da konuşur derler ya, gariptir ki en çok sesi çıkanlar en az bilenlerdir. Bölüm bölüm yazılmış demiştim ya bu kitap, işte onüçüncü bölüm de şu paragrafla başlıyor:

“Bir gün gelir ve yüreğimizi bir şey ele geçirir. Bunu yapan herhangi bir şey olabilir; hatta küçük bir şey de olabilir. Bir gülün tomurcuğu, kaybettiğimiz bir şapka, çocukken sevdiğimiz bir kazak, eski bir Gene Pitney plağı… Artık gidecek bir yeri kalmamış mütevazı şeylerin listesi. O şeyi iki üç gün yüreğimizde hissederiz, sonra eski yerine döner… Karanlığa. Yüreklerimizde hep bir kuyu vardır. Ve o kuyunun üzerinde kuşlar uçar. (s.89)”

Buraya kadar bütün bunların pinball ile ne alakası var diye düşünmüştüm bende. Kitap bitti bitecek hâlâ konuya giremedik gibi gelmişti. Geçenlerde de başka bir kitapta herkesin bir özel yeteneği vardır demiştim ya, “Benim hiçbir özel yeteneğim yok!” diye bir geri dönüş aldım. Yazılarıma da bazen çok güzel yorumlar geliyor, onları mutlaka okuyorum ama youtube ve podcastten gelebilecek yorumlardan çekiniyorum açıkçası. Haftada bir gün yarım saat içinde bakıp bütün bu yazma, yükleme ve paylaşmanın yanında yorum okumayı da ne kadar yetiştirebileceğimden emin değilim ama cevapları da bazen böyle bir başka kitaptan bulabilme şansım var sanırım:

“‘İyi misindir pinball oynamakta?’
‘Eskiden iyiydim. Kendimle gururlandığım tek şeydi.’
‘Benim övündüğüm hiçbir şeyim yok.’
‘O halde kaybedecek bir şeyin de yok.’ (s.116)”

İyi bir cevap oldu mu emin değilim ama merak etmeyin, son bir alıntım daha var. Öncesinde J’nin Rüzgârın Şarkısını Dinle de geçen kahramanımız ve Fare’nin sık sık içmeye gittiği mekanın barmeni olduğunu söylemem gerekiyor sanırım. İlk kitapta bahsetmemişim muhtemelen çünkü orada hakkında fazla bilgi de verilmiyordu. Bu kitapta biraz onu da tanıyoruz. Tabii bunda Fare’nin oraya artık yalnız başına gitmesinin de payı büyük. Japonların genetik olarak alkole toleransının az olduğunu ve çok kolay sarhoş olduğunu söylemişti bir Japon arkadaşım. Sigara konusunda da neredeyse bizim kadar çok içen varmış orada. İnsan dışarıdan bakınca yakıştıramıyor ama onlar çok uzun saatler boyunca çok ağır çalıştığı için iş sonrasında kendilerini bu şekilde avutuyorlarmış. Zaten Murakami’nin kurgu kitapları genel olarak çocuklara uygun sayılmaz.

“J’yle konuştuktan sonra yoğun bir melankoliye kapılmıştı. Bedenini zor da olsa bir arada tutan bilinç akışları, birdenbire farklı yönlere hareket etmeye başlamıştı sanki. Nereye kadar giderse bu akışlar yeniden bir noktada birleşirdi, Fare bunu bilmiyordu. Her halükârda engin denize dökülecek karanlık dereciklerdi bu akışlar. Bir daha karşılaşmayacaklardı belki. Yirmi beş yıllık hayatının anlamı sadece buydu belki. Peki neden, diye sordu kendi kendine Fare. Bilmiyorum. Bu iyi bir soru ama cevabını veremiyorum. İyi soruların hiçbir zaman cevabı olmaz. (s.137)”

Her doğru her yerde söylenmez derler ya onun gibi bazı cümleleri de kurabilmek için yaşanmışlık gerekiyor. En azından okur üzerinde daha etkili olabilmesi için. Farklı versiyonlarını duyduğum şöyle bir çocuk yakarışı var: Yedi sekiz yaşlarındaki bir çocuk “Ömrümde böyle şey görmedim!” diye çok tatlı bir tepki veriyormuş şaşırdığı her şeye. Biri de kalkıp bana “Yirmi beş yıllık hayatımda…” gibi bir giriş yapsa “Ah be güzel kardeşim, sen daha neler göreceksin şu hayatta” diye geçer içimden. Akıl yaşta değildir elbette ama ne yaşamış olursak olalım, sadece tek bir kişi olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.

Unutmadan, Football Manager gibi oyunlarda “save-load yapma” gibi bir tabir vardır. Maçı oynamadan önce kaydedersin ve kaybedersen önceki kaydettiğin yerden yeniden oynarsın. Bir çeşit hile yapmaktır yani bu ve ben buna kesinlikle yeltenmezdim oynarken. Hatta oyun hata verir de eski bir tarihten devam etmem gerekirse bile kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şansınız yoktur ve bu oyunun bütün gerçekçiliğini zedeler. Hayatta “yeniden oyna” diye bir şey yoktur. Hani Cem Yılmaz’ın Arog filminde de atılan golü “replay” yapıp tekrarını izlediklerinde “E bu da gol!” diyordu ya Zafer Algöz, bunlar sadece komedi filmlerinde olur. Hayat bir oyun olsaydı bile tek bir canla oynadığımız ve kaydedip geriye dönemediğimiz şakası olmayan bir oyun olurdu.