18 Temmuz 2024 Perşembe

Anna Karenina

 

Anna Karenina, Yalnız ve Dopdolu ama Anlaşılamayan Yaşamlar, Yazar Levin ve Çakal Vronski

Tolstoy’un başyapıtlarından biri olan Anna Karenina’yı bitireli aylar oldu. Ancak bir türlü toparlayamadım bu kitap hakkındaki notlarımı. Ne kadar anlatsam eksik kalacak nasılsa diyerek, hazır doğaçlama da yapmaya başlamışken bu kitabı da aradan çıkartayım dedim.



Tolstoy’un başyapıtlarından biri olan Anna Karenina’yı bitireli aylar oldu. Ancak bir türlü toparlayamadım bu kitap hakkındaki notlarımı. Ne kadar anlatsam eksik kalacak nasılsa diyerek, hazır doğaçlama da yapmaya başlamışken bu kitabı da aradan çıkartayım dedim. Umarım Tolstoy hayranlarını üzecek kadar kötü bir bölüm çıkmaz ortaya diyerek ilk alıntımla yavaş yavaş başlıyorum:

“Bütün sekreterler gibi o da, işleri amirinden daha iyi bildiğini anlatan alçak gönüllü bir tavırla, elinde evraklar, Oblonski’ye yaklaştı, bir konuyu, karşılarına çıkan bir sorunu soruyormuş gibi açıklamaya başladı ona.”

Bu satırların kitabın olay akışıyla hiçbir ilgisi yok ama ne kadar güzel gözlemlemiş Tolstoy demek için not almıştım. Sadece sekreterlere de has değil bu özellik. Hemen hemen bütün astlar üstlerinin işten anlamadığını sanır. Kendilerinin daha çok şey bildiğini düşünür. Çünkü bu çoğu zaman doğrudur. Ancak burada düşülen hata şudur ki yöneticilerin görevi yapılan her işi bilmek değildir. Eskiden ben de bu hatalı düşünceye sahiptim o yüzden rahatlıkla söylüyorum şimdi. Yönetici eğer iyi bir liderse ekibinin yaptığı işi görüyor ve hakkını veriyorsa fazlasıyla yeterlidir bence. Biraz da o işin inceliklerini bilse daha ne olsun. İnsanlar istiyor ki yöneticisi kendi yaptığı işi de bilsin. Oldu, bir de istersen senin işini de yapsın diyeceğim ama ona da atlarlar hemen, emin olun, “Olur,” derler. Kitapla alakasız gibi oldu ama burada da kalkıp şimdi iki saat iş ve işçi haklarından konuşsam yeri var. Çünkü bir karakterimiz var kitapta, Levin. Aslında ana karakterlerden biri değil ama bence ana karakter en az Anna Karenina kadar onun da önemi var kitapta. Ve yazarımız Levin’e sadece kendi adından bir hece vermekle kalmamış, ona bir de kitap yazdırmış. Hatta o kitap pek tutmuyor ve okunmuyor ya da okuyanlar anlamıyor. O bölümlerden bir alıntımı şimdi hatırlamıyorum dediğim gibi, üzerinden çok fazla zaman geçti ve şu an doğaçlama yapmanın hem bir dezavantajı hem de aslında bence bir avantajıyla ben de sizlerle beraber karşılaşacağım bu çoğu alıntıyla. İlk defa okumuş gibi oluyorum, o kadar zaman geçmiş ki üzerinden. Ne söyleyeceğimi, neden bunları not aldığımı bile hatırlamıyorum şu an. Ancak bu da ayrı bir heyecan katıyor, o yüzden benim açımdan da değişik bir bölüm olacak bu diyerek uzunca bir alıntımla devam ediyorum:

“Onun orada olduğunu, yüreğini birden dolduran sevinç ile korkudan anlamıştı. Alanın öteki ucunda duruyor, bir bayanla konuşuyordu. Görünüşte giyinişinde de, duruşunda da bir olağanüstülük yoktu, ama Levin için onu bu kalabalığın arasında seçmek, ısırgan otları arasında bir gülü seçmek kadar kolay olmuştu. Her şeyi aydınlatan oydu çünkü. Çevresindeki her şeye ışık saçan bir gülümsemeydi. Levin, ‘Oraya, buza inip yanına yaklaşabilir miyim acaba?’ diye geçirdi içinden. Kiti’nin bulunduğu yer ulaşılmaz, kutsal bir tapınak gibi görünüyordu ona. Bir an oldu, az kaldı, dönüp gidecekti. Öylesine büyük bir korku kaplamıştı içini. Kiti’nin çevresinde her çeşidinden bir sürü insan olduğuna, kendisinin de oraya gidip kayabileceğine kendi kendini inandırabilmesi için hayli çaba harcaması gerekti. Aşağı indi. İnerken Kiti’ye -genç kız bir güneşmiş gibi- uzun süre bakmamaya çalışıyordu. Ama — güneş gibi- bakmadan da görüyordu onu.”

Dediğim gibi kitabı okuyalı o kadar zaman geçti ki bu satırları neden not aldığımı geçtim, bazı yerleri okuduğumu hiç hatırlamıyorum bile. Halbuki buraya yazdığıma göre defalarca okumuş olmam lazım, öyle değil mi? Levin’in kişiyi güneşe benzetmesi güzelmiş mesela. Bu arada, “Kiti kim, Levin kim, Anna nerede?” diye soracak olanlarınız olabilir. Hiç o işe kalkışmayın. Biliyorsunuz zaten Rus edebiyatı olduğu için herkesin birkaç tane ismi, unvanı falan var bu kitapta. Ve aradaki ilişkiler, bağlantılar, o akrabalıklar çok karmaşık değil aslında ama uzun süre okumanız gerekiyor bu duruma alışabilmek için. Bir an evvel de aslında bitirmeniz gerekiyor. Çok böyle bir ayda falan okunacak bir kitap değil bu bence. Benim okuduğum kitap 1035 sayfa. İletişim Yayınları tarafından basılmış ve Ergin Altay çevirmiş. Olabildiğince çabuk bitirmeniz lazım kitaptan zevk alabilmeniz için. Zaten Anna Karenina da çok sonra giriyor. 200 küsur sayfalardan sonra geliyordu yanlış hatırlamıyorsam. Yani o zamana kadar görünmüyor bile ve ilk bir trende karşılaşıyoruz kendisiyle. Aslında olay o açıdan da trende başlayıp trende bitiyor denilebilir. Tolstoy da evinden kaçarken bir tren yolculuğunda zatürre yakalanmış, bir yolculuğu sonrası öldüğü düşünülüyor gibi bir şey okumuştum zamanında. Evinden kaçarken değil de kendinden kaçarken. Tolstoy’un çok verimli, çok uzun bir hayatı olmasına rağmen çok da inişli çıkışlı. Böyle ruh hali, düşünceleri, dünyaya olan bakış açısı sürekli değişen. Çok fazla didaktik eserler yazdığı için eleştirilen. Dostoyevski ile sürekli kıyaslanan ve hangisi daha iyi, hangisini seviyorsun? İşte Messi-Ronaldo gibi şu an günümüzde. Sanki illa birini seçmek zorundaymış gibi. Ben de hiç sevmem böyle karşılaştırmaları. İkisini de zevkle okuyun. İkisi de kendilerine has, çok farklı özelliklere sahip bence. Ve birbirlerini de tamamlıyorlar aslında. Biri olmadan diğerinin de çok bir anlamı olmaz diyeyim demeyeyim ama değerini yükseltiyorlar diyeyim. Bence öyle en azından. Şimdi kısa kısa alıntılarım var. Yavaş yavaş onlarla devam edeyim.

“Kişinin, sevdiklerinin zayıf yanlarına gülümsediği gibi sevgiyle gülümsedi Anna.”

İşte Anna çıkmış artık karşımıza ve sevdiklerinin zayıf yanlarına gülümsediği gibi sevgiyle gülümsedi. Zayıf yanlarımız, o işte yumuşak karnımız denir ya. Bunları aslında hep saklarız. Sadece çok samimi olduğumuz ve sevdiğimiz insanlara bunları gösteririz hiç korkmadan. Ya da onlara bile çekinerek, ortaya çıkacak diye korkarız sürekli. Ama ona bile gülümseyebilen bir insan, işte o. Bence aşk da böyle bir şey. Karşındakinin hiçbir zayıf yönünü, karşındakinin hiçbir kusurunu yok gibi görürsün. Kusursuz bir insan haline dönüşür. O zayıf yönlerini göremezsin asla. Dolayısıyla bir de sizin zayıf yönlerinize sevgiyle gülümsüyorsa, siz de ona âşık olursunuz. Yani seversiniz, bu hoşunuza gider. Anna bu açıdan sadece fiziksel olarak güzelliğiyle değil, o aurasıyla, bu nasıl daha güzel ifade edebiliriz? Çevreye verdiği o enerjiyle sevilen bir insan, beğenilen bir insan. Hatta bu kitapla ilgili şöyle bir şey okumuştum: Tolstoy bu kitabı tefrika halinde, bölümler halinde gazetelere göndererek yayınlamış ilk başta. Her gönderdiğinde de tabii okurlarından da yorumlar alıyor, mektuplar oluyor. Aslında bu açıdan ilk değildir muhtemelen ama ilk büyük interaktif roman gibi bir şey. Böyle karşılıklı. Çünkü birçok insanın görüşlerinden faydalanmıştır diye düşünüyorum. Daha da önemlisi, karısından. Tolstoy’un karısı da bayağı bir çocuğu var, 12–13 tane yanlış hatırlamıyorsam. Onun yazılarını düzeltiyor sürekli. O değişik bir ismi vardı bu mesleğin. Neydi? Editörü gibi bir şey yani günümüzdeki. Hatta kendisi de yazdığı da ediliyor bazı yerleri en azından. Sürekli akıl verdiği, birbirlerine danıştıkları, fikir alışverişinde bulundukları bir gerçek. Ve Tolstoy, Anna Karenina’da kendi evliliğini de kendi kişisel görüşlerini ve başından geçen olayları yansıttığı için Anna Karenina kadar gerçekçi, bu kadar insanların kalbine dokunan ve herkesin sevdiği bir eser olarak kalmış yüzyıllardır. Dediğim gibi, çok da ayrıntılı bir şey yapmayacağım için ve herkesin bildiği şeyler anlattığımı düşündüğüm için hemen böyle kısa kısa başka alıntılarla devam ediyorum.

“Dost olamayız, bunu siz de biliyorsunuz, dedi. Ama dünyanın en mutlu ya da en mutsuz iki insanı olmamız sizin elinizde.”

Wronski söylüyordu yanlış hatırlamıyorsam, Anna’ya söylediği bir cümle bunu, onu ikna etmek için, onunla beraber olmak için. Anna evli, mutsuz bir evliliği var, bunun ama aslında çok farkında değil. Mutsuz derken bir çocuğu da var zaten. En çok kafaları karıştıran, onunla o bağ kurmamızı engelleyen de o çocuğu ilk başta. Çünkü onu bile bırakıp gidecek kadar âşık oluyor bu Wronski’ye. Wronski de zaten hem yakışıklı hem ya kocasının tam zıttı gibi düşünebiliriz, fiziksel olarak. Tutku açısından da aynı şekilde. Anna’nın kıymetini, değerini biliyor, onu çok daha iyi hissettiriyor en azından. Yani cümleye de zaten bakarsanız, dünyanın en mutlu ya da en mutsuz iki insanı olmamız sizin elinizde. Yani yine çok büyük sözler bunlar, kabul edersen en mutlu ama etmezsen de en mutsuz iki insanı olacağız. Böyle bir seçenek. İşte o daha önce bahsettiğim iki seçenek sunarsın karşı tarafa ve bu sanki seçim onun elindeymiş gibi bir ilüzyon yaratır. Halbuki burada işte bir seçenek yok. Burada insan nasıl desin, ben biz dünyanın en mutsuz iki insanı olalım diye. Tabii ki kabul edecek. İşte bu açıdan da yani çakal demek istemiyorum ama Wronski gerçekten, ya evli bir kadına belki böyle yaklaştığı için ahlaksız bulunabilir, o açıdan bir çakallık. Gerçi çakal da şimdi bir hayvandır sonuçta, bizim atfettiğimiz bir özellik. Bunlar tilkiler kurnaz olur demek ne kadar saçmaysa, çakalları da böyle kötü sıfatları betimlemek için kullanmak saçma olacaktır. Ama yani ben insanlara işte böyle salak, aptal, geri zekalı falan demektense, küfretmeyi zaten sevmem, tercih etmem mecbur kalmadıkça diyeyim. Dolayısıyla böyle çakal gibi hayvanları kullanabiliyorum o açıdan. Buradan bütün çakallardan özür dileyeyim peşinen. Ve devam edelim bakalım.

“Levin okumanın yanında, ilkbaharda daha çok dikkat isteyen çiftlik işlerinin yanında, o kış çiftlik üzerine bir kitap yazmaya da başlamıştı.”



 

Evet, işte bahsettiğim o Levin’in kitabı. Çiftlik üzerine demiş burada ama toprak, toprak reformu eee Çin diyorum, Çin nereden çıktı? Rusya, Rusya’da o dönem işte. Zaten Rusya sürekli çarlık Rusya’sı mı, o geçiş dönemi sürekli savaşlar, sefalet, açlık, komünizm, sosyalizm, karmakarışık bir ortam yani. Ama Tolstoy da tabii bir düşünce insanı olarak, bir fikir insanı olarak Levin üzerinden çözümlerini sunmaya çalışıyor. Ama dediğim gibi bu kitap, bu kitabın içindeki bu kitap bile başarıya ulaşamıyor aslında. Kimsenin Levin’i dinlediği, taktığı falan yok. Tolstoy gibi büyük bir yazar bile belki şey düşünüyordur sürekli: Benim kıymetimi bilmediler, anlamadılar beni, o kadar yazdık ettik ama boşa uğraşıyoruz gibi bir düşünceye sahip olabilir gibi geldi bana okurken. Hemen ardından yine şöyle kısa bir cümlemiz var:

“Öyle ki, yalnızdı ama -ya da yalnız olmasının bir sonucu olarak- yaşamı dopdoluydu.”

İşte benim en sevdiğim yalnızlık, bu yalnızlık türü. Şimdi yalnız olunca insanların aklına işte, hiçbir yapacak işi yok, zaman öldürüyor, boşa zaman harcıyor, kendi kendine dolanıyor duruyor gibi gelebilir. Ama bir de bunun tam tersi bir durum var aslında. O bazen bir yalnızlık sizin yaşamınızı dopdolu hale de getirebilir. Çünkü o kadar çok yapılacak iş vardır ki, oradan oraya, oradan oraya sürekli zaten başka insanlara vakit ayıramazsınız. Önce şunu yapacağım, sonra bunu yapacağım, sonra şu, sonra bu, sonra öteki derken o hengamenin içine zaten başka bir insan girmekte zorlanır. Bu da kötü bir durum, zor bir durum ya da en azından. Ama bu kitapta da rastlayınca ben de hemen o cümleyi not almışım, üzerine konuşurum diye.

“Konstantin Levin için köy yaşanılan, yani sevinç duyulan, acı çekilen, çalışılan yerdi. Sergey İvanoviç içinse köy, bir yandan dinlenme yeri, öte yandan, bozulmuşluğa karşı seve seve, yararı dokunacağını bile bile aldığı bir panzehir. Konsantin Levin köyü, iyi olduğundan kuşku edilmeyecek bir çalışma alanı olduğu için severdi. Sergey İvanoviç’in köyü sevmesinin nedeni ise, orada hiç çalışmamasının gerekmesi, çalışmak zorunda olmamasıydı.”

İşte bu iki farklı bakış açısı mesela. Aynı yer, tek bir yer, köy. Ancak bir kişi için çalışılacak bir alan olduğu için sevilirken, diğer taraf için yatma, dinlenme, eğlenme yeri olabiliyor. Halbuki aynı yer, aynı şekilde. Biz de mesela küçükken özellikle yazları köye giderdik. O kadar çok hoşuma giderdi ki o bir hafta, 10 günlük tatil. Çünkü o bizim için ve oradaki yaşam ama halbuki o süreyi biraz uzatsak, zaten son günlere doğru biraz öyle olurdu. Bir yandan da çok sıkıcı yani. Alışkın da değiliz. O kadar az insan, herkesin birbirini tanıdığı, işte evinin kapısını kilitlemek zorunda kalmadığın bir ortamdı o zamanlar. Bizim Zonguldak’ın civarı köylerde özel olarak ama her gün, her gün mesela hiçbir yeni insanı görememek. Ben bunu da Çanakkale’de bir kadar okurken yaşamıştım. Bazen işte insan görmek için böyle bir saat, bir buçuk saat otobüsle şehir merkezine falan gittiğimiz olurdu. İşte o medeniyet derdik, insanları, farklı insanları, yeni insanları görünce. Çünkü o kadar sıkılıyorsun ki. Hele o köy ortamında, bir tane kahvesi olan, bir tane işte küçük bakkal gibi bir şeyi olan, 5–10 tane evin olduğu, böyle tek katlı, derme çatma bir köy vardı bizim fakültenin karşısında. Ağaköy, Ağaköy. Aa, bak bunu unutuyorum aradan 10 sene geçince. Bunlar benim ne zamandır, tabii hiç anlatmıyorum, bahsetmiyorum kimseye. Böyle bir yerde yani bütün gününü nasıl geçireceksin? İmkansız gibi bir şey. Sürekli… Ya tabii ki bir alışma meselesi bir yandan ve ilk zamanlar çok güzel gelebiliyor insana. İşte kafa dinleyeceksin, bütün gün sana ait, hiç mesela seni rahatsız eden de yok. Çok fazla gürültü yok. Ben işte burada en ufak bir ses kaydı almak için bile sessiz bir an bulamıyorum mesela ve bu da biraz insanların konumlarıyla da ilgili. Şimdi bir öğrenci olarak mesela ben acemiliğimi de İzmir’de yapmıştım ve İzmir’in sadece ilk ay, zaten hiç iznimiz bile yoktu. İkinci, üçüncü aylarda hafta sonları çıkardım ve İzmir. Evet, çok güzel sahili, koronu, o vapurla işte karşıya geçmek, Karşıyaka, Konak, güzel yerler. Ama o an öyle orayı görünce, orada yaşamak da istiyorsun. Ama gidilebilecek en kötü durumdaydım yani. Özgürlüğün yok, elinde askersin işte. Beş oldun mu döneceğin kışlaya gibi gibi bir öyle. Orada yaşamak var. Ne kadar İzmir sana o zaman zaman güzel gelebilir, bir işte orada öğrenci olarak yaşamak var, orada memur olarak yaşamak var, işçi olarak bunların her biri çok farklı şeyler. Aslında mekan yine aynı ama sen kimsin, sen nesin, senin oradaki görevin ne? Bu bazen mekanın değerini ya da değer demeyeyim de işlevini çok fazla etkileyen bir faktör. Dünyayı da aslında bu şekilde bakabiliriz. Dünyada sonuçta hepimiz aynı dünyada yaşıyoruz. Belki, evet, farklı ülkeler, farklı coğrafyalar ve Türkiye’yi bu açıdan burada yaşayan insanlar bazen biraz fazla gömüyor bence. Fazla eleştiriyoruz. Çok işte Ortadoğu ülkesi diyerek zaman zaman. Evet, içimiz kararıyor bazı öyle yaşadığımız şeyler ama yani şu dünyada temiz suya ulaşamayan, şimdi o insanların olduğu coğrafyalar var, savaşın hiç dinmediği yerler var, sürekli kanın döküldüğü sömürge olan ülkeler var, bağımsızlığını kazanamamış, bağımsız olmayan topraklar, çok zengin olmasına rağmen, işte altın madeni çıkıyor, büyük altın yatakları var, kakao, en büyük kakao yetiştiren ülkeler. Bunlar hepsi sömürge. Biz de şimdi işte gaz çıkacak diye seviniyoruz ama yani mesele sadece yeraltı kaynakları ya da yerüstü kaynakları değil ki. Zaten biz o açıdan kendimize de yetebilen, dört mevsimin yaşandığı, ayrı değişik, her zaman öğretildiği gibi jeopolitik konumu nedeniyle çok önemli bir ülkeyiz. İki kıtayı birbirine bağlayan ama mesele bu değil işte. Sen ne kadar bağımsızsın, ne kadar özgürsün, bu senin ekonomik gücün, bunları ne kadar kullanabiliyorsun? Senin başına bela da olabilir. Çünkü bu tarz şeyler, senin iyi zannettiğin bir şey, bir yandan da işte komşularımız sürekli mesela savaş halinde. Hepsinin gözü bizim üzerimizde, en ufak bir zayıflık, bir güçsüzlük anında ortaya çıkacak. Hortlak, canavarlar gibi bir şey bunlar yani. Maalesef öyle olmasın istersin ama öyle değil. Rusya’da bu kitabın sonlarına doğru da Vronski, her şeyini bırakıp bizimle savaşmak için orduya yazılıyor. Neyse, ben şimdi şu an nerelere girdim, ne alakasız yerlere girdim. En azından böyle buradan kitaba döneyim ve alıntıma geçeyim.

“Seviyorum seni ben. İnsan sevdiğini olduğu gibi sever, olmasını istediği gibi değil.”

İşte yine muhteşem bir cümle. Gerçek sevmek işte budur zaten ya. Şöyle olsan çok iyi olur ya işte şunu yapsan gibi söylemler hem insanı rahatsız eder, irite eder hem de bu işte sevmek bu değil, koşul olmaması gerekir sevgide. Birini seviyorsan her şeyiyle olduğu gibi kabul etmen lazım. Ben onu düzeltirim, ben onu işte şöyle yaparım, böyle yaparım. Bunlar zaten söylemesi bile işte ne kadar çirkin geliyor kulağa. Ama bu düşüncelere sahip, buna inanan birçok insan var. Onlara da yine kitapta geçen şu cümleyi söylemek istiyorum:

“‘Rahat bırakın beni!’ diye öğretmenine değil, bütün dünyaya söylüyordu.”

Anna’nın oğlu söylüyor sanırım, küçük çocuk. Bunu da not almışım. Ben böyle en ufak sevdiğim, beğendiğim bir cümleyi de bazen not alabiliyorum. Bazen de işte çok daha muhteşem bölümleri es geçmiş oluyorum okurken. İşte kendinizi kaptırırsan bazen o sayfaları kaçırabiliyorsunuz, o cümleleri. Bazen de çok uzun olduğundan işte bunu 2 saat okuyamam, yazamam gibi bir şey de hissettiğim için es geçtiğim de olabiliyor. Ya da işte çok belli, bariz, herkes tarafından bilinen işte bu kitabın mesela ilk giriş cümlesi muhteşem bir girişi vardır. Hem felsefik açıdan. Herkes bilir zaten bunu diye mesela onu da paylaşmak istemedim. Aslında onun üzerine de dakikalarca konuşabilirim. Şu an sanki bir hata yapmışım gibi hissettim ama devam edeyim. Zaten 3 tane değil, iki tane sadece alıntı kaldı. Bu kadar, bu birin küsur sayfalık kitaptan çok az bölümleri almışım bu. Çünkü bizim son gittiğim işte yazarlık kursunda bitirme ödevi gibi bir şeydi bu kitap üzerine. Hatta bir yazı yazacaktık. Ona da benim başka bir programım mı çıkmıştı, bir şey olmuştu, katılamamıştım. Ama o inceleme yazısını belki yazamadım ama şimdi en azından bu podcast kaydını yapıyorum. Kitabın filmini de seyretmiştim. Ancak bu müzikal gibi olan bir filmiydi, sonradan çekilmiş sanırım. O filmde Keira Knightley ve Jude Law oynuyordu. Ben sınıf olarak filmi beğenmemiştim. Ben zaten müzikallere biraz önyargılıyım, o yüzden de beğenmedim. Ayrıca böyle bir kitabın iyi bir filminin çekilmesi bana göre imkansız gibi bir şey. Çok iyi kitapların çok iyi filmleri çıkmaz kolay kolay. Mesela bu kitapta Anna ile Vronski’nin ilişkisini o kadar üstü kapalı, o kadar ustaca satır aralarında veriyor ki, yani Anna “Ben hamileyim” diyene kadar, Anna’nın kocasını aldattığını bile fark edemiyorsunuz. Olabilirsiniz benim gibi, eğer böyle naif duygularla okursanız o an şaşırabilirsiniz. Bu derece kitabın sansürlenmesi de çekinerek işte dediğim gibi gazetede yayınlandığı için çok o ayrıntılara girmemiş. O işte +18 ibaresi hani vardır ya, şimdi işte genel izleyici, +18, +13 gibi yaş sınırlamaları. İşte o +18'e girmesin diye uğraşmış Tolstoy, belli ve çok profesyonelce yapmış bunu. Ama mesela film öyle değil. Çok gereksiz, saçma sapan demeyeyim ama gereksiz sahneler vardı bence. Ve Jude Law da mesela o Vronski’yi oynayacak… Levin’i oynayan, zaten Allah’ım yani bu kadar düz, bu kadar robot gibi bir oyuncuyu nereden bulmuşlar? Ben açıkçası hiç beğenmedim filmi. Sınıftaki diğer arkadaşlarım da hatta Keira Knightley’yi de Anna Karenina için uygun bulmamışlardı. İşte o kadın o kadar güzel mi falan gibisinden. Ona çok katılmıyorum çünkü Anna’nın tek özelliği sadece güzel olması değil. Ben eskiden dediğim gibi yıllar önce böyle bir okuduğum kitabın filmi falan varsa muhakkak bakardım, incelerim işte dizileri, filmleri çekilmiş mi, kaç kere uyarlanmış, işte en iyi filmi hangisi, mümkünse hatta hepsini izlerdim, bulurdum. Bu sanırım son benim hem filmini seyredip hem de okuduktan sonra filmini seyrettiğim kitap. Bundan sonra artık iyice o kafadan uzaklaştım diyebilirim. Şu an bana çok gereksiz geliyor. Yani ne gerek var bunun filmini de seyretmesinin? Hiçbir şey kaybetmezsiniz yani, o iki saatte, üç saatte yeni bir kitap okuyup bitirebilirsiniz bence rahatlıkla.

Yine benim dikkatimi çeken bir cümle var:

“Anna, kaba bir insanın söyleyebileceği en acı sözleri Vronski’nin ona söylediğini hayal ediyordu. Vronski bunları gerçekten söylemiş gibi nefret ediyordu ondan.”

Vronski bunları gerçekten söylemiş gibi nefret ediyordu ondan. İşte ben de buralarda böyle kitabın sonlarına doğru Anna’yı artık ne yaşıyor bu kadın gibi sorgulamaya başlamıştım. Yani bu kadar kıskançlık. Bu kadar… Yani düşünebiliyor musunuz? Karşısındaki insanın henüz söylemediği ya da hiç söylemediği o ağır sözleri sanki söylemiş gibi ondan nefret etmeye başlıyor, ona kızıyor, tepki veriyor. Bunlar hakikaten de oluyor insan ilişkilerinde. Çok garip ama yani işte bu özellikle her şeyi hissettiğini zanneden, işte o altıncı hissi ben zaten, benim altıncı hissim kuvvetli gibi zırvalıkları karşılaştığım zaman “Aha” derim, çattık bundan uzaktır uyduracak. Çünkü kafadan sonra buna kendisi inanacak. Olmayan şeylere kıskançlıklar, tripler, bir şeyler… Burada Vronski o kadar üzülüyorsunuz ki okurken. Yani adamın hiçbir suçu yok demeyeyim ama yani yazık diyorsunuz adama. Bu kadar çekilir mi? Bu kadar yani hastalıklı bir düşünceye sahip. Bence Anna oraya gidiyor. Artık kadın biraz da işte o çevrenin, toplum tarafından dışlanmanın etkisi de olabilir belki de. Yazar onu vermeye çalışıyor bize. İşte bu nasıl diyeyim, yasak ilişki, toplum tarafından hor görülme bir insanı çileden çıkartabiliyor mu demek istiyor acaba? Yoksa ben yani Anna’ya kendimi çok yakın hissedemedim. Tabii ki üzüldüm birçok şeye, birçok durumuna ama böyle işte Tolstoy gibi de kitabı elime alıp yerde canının pozisyonunda ağlamadım. Ben mi çok duygusuzum olabilir mi? Evet, biraz bazen fazla olayın dışından bakabiliyorum, çok kendimi kaptırmıyorum bazen. Bazen kaptırdığım, tabii üzüldüğüm de oluyor ama işte o yaptıkları hataları görünce, bu işte işte şu cümle gibi. Yani bir insan karşısındaki insana hiç söylemediği şeyler yüzünden onları söylemiş gibi düşünüp ondan nefret eder mi? Yani ne istediği de belli değil. Anna’nın sürekli şunu yapalım, şuraya gidelim, tamam diyor, bir de karşısındaki adam ama yine ya tamam dedin ama işte içinden gelmiyor, gerçek isteğinle demedin bunu gibi. Böyle yani eminim bu tarz şeyler başınıza gelmiştir, geliyordur. Çok zor durumlarda işte politik de davranman da gerekiyor tabii. Haklısın, ben nasıl istersen gibi alttan almalar gerekiyor mu? Bence gerekmiyor aslında ama zor. Yani bu tarz insanlarla her türlü ilişki çok zor. En güzeli onlara karşı kendimizi korumamız, kendimizi savunmamız. Çünkü işte bunlara bir hatalı bir yanlış yaklaştığınızda ya da onlar öyle zannettiğinden hayatınızda değil ya. Karşılıklı bütün o kötülükler nasıl iyilikler paylaştıkça çoğalırsa, kötülükler de çoğalıyor. Hatalar, yanlışlar zincirleme birbirine bağlanıyor, bir domino taşı etkisi gibi. En ufak biri düşünce peşinden çorap söküğü gibi geliyor diyeyim ve geleyim son alıntımı. Bu da aslında işte benim kişisel olarak kendi düşünceme ne kadar uyduğunu düşündüğüm için not almışım. Şimdi bir şöyle bir baktım da bu kitapta işte böyle de bir cümle geçiyor. Bir yandan Anna gibi bir zor bir karakter de var, bir narsist demek doğru olur mu bilmiyorum ama sorunlu bence bir karakter varken böyle de bir cümle geçiyor:

“İyiliğin bir nedeni varsa, iyilik değildir artık o. Sonucu, yani ödülü varsa iyilik olmaktan çıkmıştır. Öyleyse iyilik, neden ve sonuçlar zincirinin dışındadır.”

Altına imzamı atacağım bir bölüm olmuş yine. Eline sağlık Tolstoy, diyelim buna. Hiç katılmayacak olanlar da vardır belki. Hatta aramızda da vardır. Her şeyin bir çıkar ilişkisi olduğunu söyleyen, savunan insanlar mesela. Benim eski iş yerimde bir eğitim, böyle dışarıdan aldığımız sınırlı eğitimlerden biriydi. Bir kişisel gelişimci çok da iyi bir insandı ama şey demişti mesela, insanın yaptığı her şey bir çıkar ilişkisi sonucudur. Her şey diyor ama istisnasız. Yani bir şey yapıyorsan orada çıkarım vardır. İşte yemek yiyorsun açsın işte doyacaksın, işte çocuğun sana ileride baksın diye. Mesela savunduğu şey bu da bana çok hem bencilce hem saçma geldi. Ben böyle görmedim çünkü en azından biliyorum ki bunun genel geçer bir doğru olmadığını. O zaman da söylemiştim sanki ama iddia etti ve bizim oradaki kalabalık toplulukta hak verildi adama. Hocadan yana olma gibi bir şey vardır ya, ben orada tek kalmıştım ama düşüncemi değiştirmedim. Mesela o isterse bütün dünya gelsin, bana hayır, bu böyle değil desin. Ben de derim ki hayır, o öyle değil. Her şeyin altında bir çıkar aramak boşuna bence. Yani o da bir israf, o da bir zaman kaybı. Bir iyilik yapılıyor ama işte neden yaptı bunu bana diye düşünmemek lazım bence. Veyahut işte “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” gibi bizde de sözler var ama “İyilik yap denize at” diye de bir sözümüz var. Ben daha çok o tarafa yakınım. İlla bana bunun ne faydası var diye düşünmek bazen, evet, tam o kafada da olabiliyorum. Bir şey yapacaksan, sana bir şey katması lazım da diyorum. Burada da bazen belki demişimdir, bir işe yarasın işte. Mesela film, az önce de bahsettiğim gibi size bir şey katmaz dedim ama katabilir, onu da bilemem. Veya illa her seyrettiğiniz, her okuduğunuz şey hayatınızı değiştirmesi gerekmiyor. Bazen kafanızı boşaltması için okuduğunuz, seyrettiğiniz şeyler de olabilir. Ama konudan sapıyorum şu an fark ettim. İyilik ve ödül arasında bence böyle çok doğrudan bir ilişki olmaması lazım, olmaması gerekir diyerek yazara katıldığımı belirtiyorum.

Anna Karenina çok uzun, çok büyük bir roman. Virginia Woolf da sanırım kadın duygularını en iyi anlatan yazarlardan biri olarak gösterilmiş. Tolstoy, bu kitabı baz alarak dünya edebiyatında en büyük kadın karakter olduğu da söyleniyor. Anna Karenina’yı ben okumamıştım bu zamana kadar. O kadın kitaplar da beni korkutur. Böyle birkaç cilt olsaydı mesela, savaş ve barışı okumuştum dört ciltdi, üniversitedeyken okumuştum. Hayran kalmıştım ve Tolstoy’un çok çok büyük bir yazar olduğu her cümlesinden belli oluyordu. Ve o zaman da işte Anna Karenina bizim üniversitenin kütüphanesinde yoktu. Mesela bu kitap olsaydı bunu da okuyacaktım. Düşünün, yani bir üniversite kütüphanesinde, klasikler bölümünde Anna Karenina yok. Belki şimdi vardır, çünkü ben mezun olduktan sonra ayrı bir kütüphane yapılmıştı galiba. Ben okurken kütüphane böyle sınıftan hallice bir katın ufak bir bölümü gibi bir şeydi.


Harvard’da mesela bizim bütün Türkiye’deki üniversitelerin toplamından daha fazla kaynak varmış. Bu gerçek mi, doğru mu, bunu ben bir Youtube videosunda duymuştum. Ya adam gayet böyle emin bir şekilde söylüyordu, muhtemelen doğrudur. Çok acı ama gerçek deriz ya, işte o gerçeklerden biri eğer doğruysa. Ve yapılan bir araştırmaya göre de, artık nasıl bir araştırmayı bilmiyorum ama, kitap sizin hayatınızda kaçıncı sırada gibi bir sıralama istenmiş ve bizim Türk insanında 183. sırada mı ne çıkmış. Sonuç olarak yani, bu diğer bütün ülkelerden çok daha gerilerde çıkmışız. Aslında hesap kitapta bir dünya markasıyım da üstümüze yoktur ama işte kitap konusunda bir o kadar gerilerdeyiz maalesef. En azından hayatımızda bir öncelik olması açısından. Yazık, günah yani, 180 küsur şey nasıl? Saydın oraya kadar da 180 farklı şey saymak için de okumuş olman gerekiyor bence. O da ilginç bir durum.

Kitap, yani güya ben de kapanış yapacaktım, işte Anna Karenina çok büyük bir kitap, okuyun okutun diyecektim ama yine konu buralara geldi. Nasıl diyeyim yani, şimdi okuyun diye 1100 küsur sayfalık kitap, tuğla gibi denilen o betimlemeler uzun uzun açıklamalar. Levin’in işte o kitabı ben bile sıkıldım oralarda. Bu kadar da yani kalkıp bana Rusya’nın toprak sistemini anlatmasına gerek yoktu yazarın diye düşündüm. Ama mesela işte kitap bitmesi gereken yerde bitmiyor gibi de bir tespitim vardı benim. O zaman öyle bir şey görmüştüm çünkü. Artık tamam yani. Zaten bu kitabın adı da mesela Anna Karenina olmayacakmış, iki evlilik diye tasarlamış yazar. İşte karısı ikna etmiş, orada da yine devreye girmiş kitabın adı Anna Karenina olsun diye. Çünkü Tolstoy’un aklında belli, çünkü iki farklı evlilik birbirini kıyaslayacak. Biri bitecek, öbürü daha sağlıklı olması gerektiği gibi ilerleyecek gibi bir kurgusu varmış. Sanırım öyle olunca, evet, bu kitap ilerleyişi o açıdan mantıklı geliyor. O başlığa daha uygun. Ama Anna Karenina deyince mesela kitabın daha erken bitmesi gerekiyordu, o ardından yaşanılan olayları bizim çok bilmemize gerek yok gibi düşünebilirsiniz, benim aklıma öyle geldi en azından. Ama sonra da o da çok hoşuma gitti. Yani buradan da bence çıkarabileceğimiz dersler var. Kitabın adı her ne kadar bir karakter olsa da o karakter kitaba çok sonra 100–200 sayfa sonra girip yine onun ardından 100–200 sayfa daha ilerleyebilir. İsimlere bağlı kalmamak lazım gibi bir sonuç çıkardım. Ben kendimce, bilmiyorum, katılır mısınız katılmazsanız da yorum olarak yazabilirsiniz, katılırsanız da yazabilirsiniz. Böyle bir güzelliği var, bu podcast’lerde çok yorum imkanı yok ama zaten Youtube’da daha çok ilerliyoruz bu aralar. Podcast’te dinlenme sayıları artıyor sürekli ama çok orada görünmüyor da zaten takipçiler şeyler. Ama Youtube’da mesela takipçi sayıları artıyor dediğimde benim işte 20 küsur falan olmuştu en son. Yani şu an bu kaydı almak yerine camı açıp bağırsam daha çok insana ulaşabilirim aslında. Ama bunların orada kalacağını ve daha uzun ömürlü olacağını düşündüğüm için önemli mi, daha çok insana mı ulaşmak amacım olmalı, bunu bir ödül olarak mı görüyorum şu an, bir iyilik mi yapıyorum bir kitabı anlatarak, açıklayarak? Bu neden-sonuç ilişkisinin dışında kalması gerekmiyor mu? Kendimle mi çelişiyorum? Anna Karenina ne hale getirdin bizi? Ama acıklı bir kitap ya, o açıdan hassas kalpler için uyarıda bulunalım. Ama böyle şeyleri okumak insanın bence karakterini de geliştirir. Hep böyle güzel, mutlu, mesut hayatlar zaten onların biraz gerçek olmadığını da biliyoruz ya. Yani mutlu hikayeler daha çocukça, çocuksu geliyor insana bir yerden sonra. O açıdan bence bu kitap çok daha gerçekçi. Zaten yaşanmış bir olaydan esinlenilerek yazar da zaten o sona sadık kalıyor. Yani o çizginin dışına da çıkmıyor. Başı sonu belli bir şey aslında. O Rusya halkı tarafından da düşününce, bildikleri bir olay olmasına rağmen, nasıl sürükleyici bir şekilde okumuşlar, takip etmişler, sürekli mektuplar göndermişler yazara, muhteşem. Kim bilir kaç dakika olacak bu bölümde? O yüzden daha fazla uzatmayayım. Çok hakkını veremedim biliyorum ama beni de sürekli orada durduğu için rahatsız eden bir kitaptı bu. Bu zamana kadar okumadığım için, daha doğrusu bu bölümü hazırlamadığım için okuyup üzerinden de zaman geçtikçe daha da unutuyorum. Unuttukça süreç daha da uzuyor, birbirini kovalıyor. En azından bitirmiş olduk.

NOTBu yazı, ilk olarak yukarıdaki videoda yayınlanmış podcast bölümümün otomatik olarak oluşturulan altyazısının yapay zeka yardımıyla metne çevrilmiş halini içerir. Tabii biraz düzenleme yaptım ama yine de gözümden kaçan hatalar olabilir. Eğer bir mahsuru yoksa yaşadığım zaman darlığından ötürü bundan sonra kitaplarla ilgili yazılarımı bu şekilde metne bağlı kalmadan doğaçlama konuşmalarımdan uyarlamayı düşünüyorum. Dolayısıyla biraz gecikebilir ama bölümleri yine zamanında, her Perşembe saat 19.00'da yayınlamaya çalışacağım. Hatta bu konuda kendimi biraz geliştirebilirsem haftada iki gün yapmaya da başlayabilirim. Ancak eğer yazılar okunacak gibi değilse ya da sizi rahatsız ettiyse, hiç çekinmeden yazabilirsiniz. Çünkü benim de içime sinmedi aslında. Yol yakınken vazgeçebilirim bu sevdadan.

Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yüzlerce yazıdan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz.

01.10.2020 tarihinden beri burada her hafta yeni bir yazı yazıyorum ve artık biraz dinlenmek adına bu artık yılın özel günü olan 29 Şubat’tan itibaren yeni bir podcast yayınlamaya başladım. Youtube dahil bütün podcast platformlarından Hesap Kitap ismiyle de bana ulaşabilirsiniz.

11 Temmuz 2024 Perşembe

Yalancının Beden Dili

 

Yalancının Beden Dili, Yalan Söyleyen Hayvanlar, Başıma Gelen SMS Dolandırıcılığı ve Golfçü Birey Tiger Woods

Dr. Lillian Glass, dünyaca ünlü bir davranış analisti, beden dili ve ileştişim uzmanıymış ve FBI dahil olmak üzere çeşitli emniyet teşkilatlarında eğitim vermekteymiş. Uzun yıllar çok satan kitaplar listesinde yer alan “Toxic People” kitabının da yazarıymış ama ben kendisiyle bu kitap sayesinde tanıştım.




Benim okuduğum kitap Paloma Yayınevi tarafından 2015 yılında yayınlanan ilk baskısıydı. İngilizceden çeviren Gizem Yanbolluoğlu, kitabın adını kapağa sığdıramamış olacak ki ilk sayfada önce kitabın tam adını yazmış. Biraz benim o birçoğunuzun sinirini bozduğunu düşündüğüm o uzun başlıklarım gibi aynı: “Yalancının Beden Dili — Küçük Beyaz Yalanlardan Patolojik Yalancılığa — İnsanların Size Her Gün Söylediği Küçük Yalanların, Sahtekârlıkların ve Hilelerin Gerçek Yüzünü Görmek” şeklinde bir başlığa sahip kitap.

Yazar da giriş cümlelerinde şöyle diyor:

“Tüm kalbiyle güvendiği insanın kendisine yalan söylediğini anlayınca şoka uğrayan, acı çeken ve kalbi kırılan insanlara…”

Umarım sizi de kapsıyordur bu cümle. Eğer öyleyse mutlaka okuyun bu kitabı diyorum ve içindekilerden başlıyorum. Bu tarz kitaplarda bazen abartabiliyorum alıntılarımı, çok fazla ayrıntıya girdiğim oluyor. Zaten o yüzden kurgu dışı kitaplarla ilgili bölümler yapamıyordum aylardır ama artık bu günlerde okuduğum beden dili kitaplarıyla bir giriş yapmak istiyorum.

Kitap iki kısımdan oluşuyor ve ilk kısmın başlığı “Yalancıyla Yüz Yüze Gelmek: Kim, Neden Yalan Söyler?” şeklinde ve beş bölümle birlikte yalanın ne olduğu, yalanın bedeli, evrimi ve yalan söyleme sebeplerimizi öğreniyoruz. İkinci kısımsa “Yalan Makinesi Olma Sanatı” başlığını taşıyor ve yalancının beden dili, yüz dili, sesi, konuşma içeriği ve gözlerine kadar bütün ince ayrıntılara giriyor. En sonunda da “Tüm Zamanların En Zehirli Yalancılarının Profili: Psikopatlar/Sosyopatlar” diye bir bölüm yer alıyor.

Yalana ne kadar karşı olduğumu ve yalancılarla pek anlaşamadığımı zaman zaman söylüyorum ama kitabın daha ilk cümlesinden yalanın tam olarak ne olduğunu bilmediğimi fark ettim. Sadece ilk cümle değil, ardından gelen cümleler de yalanın ne kadar tehlikeli olduğunu gözler önüne seriyor:

“Yalan, kasti olarak yanlış bilgi verilmesi ya da doğru bilginin gizlenmesi durumudur. Yalan söylemenin en uç olumsuz sonucu, insanların hayatlarının mahvolması ve hatta sona ermesidir. Söylenen yalanlar yüzünden, hatta bazen tek bir yalan neticesinde, ülkeler işgal edilmiş, savaşlar çıkmıştır.”(s.20)

Bilmiyorum siz farkında mıydınız ama hayvanlar da yalan söyleyebiliyormuş. Bununla ilgili de birçok örnek veriyor yazarımız ama benim en çok hoşuma giden şu olmuştu:

“Başka memelilerin de insanlara yalan söylediği ve onları kandırdığı gözlemlenmiştir. Zekâ seviyeleri oldukça yüksek olan yunusları ele alalım. Deniz Memelileri Araştırma Enstitüsü’ndeki eğitmenler, yunuslara karşılığında balık vererek onları ödüllendiriyordu. Ancak dişi yunuslardan biri ufacık bir balık için o kadar çöpü toplayıp getirmek istemediğine karar verdi. Yaptığı işin karşılığında daha fazla balık almak istiyordu. Bu yüzden topladığı çöpleri havuzun içindeki kayalıkların altına saklayarak sinsice bir kandırmacaya girişti. Sonra çöpleri küçük parçalar hâlinde karaya çıkartarak eğitmene verdi. Bıraktığı her minik çöp parçasının karşılığında balık alarak yediği balıkların sayısını arttırmayı başardı. Aslında, yaptığı işin karşılığında daha fazla ödül alabilmek için yalan söyledi.”(s.39)

Bu bana mesela pek yalan gibi gelmiyor. Daha çok kurnazlık gibi bir şey bu bence. Hemen bu bölümden sonra bir de “Bebek Yalancılar” bölümü var ki orayı okurken de gülümsemenize engel olamıyorsunuz. Ayrıca buradaki örneklere daha aşina olduğunuzu düşünüyorum. En azından anne babalar buna benzer deneyimleri yaşamıştır mutlaka:

“Dr. Reddy’nin araştırmaları, bebeklerin ilgi çekmek için canları yanmış ya da yaralanmış gibi davranabileceklerini de gösterdi. Örneğin Cassie, ayıcığını almak için beşiğinden yere doğru uzandığı sırada yere düşmüştü. Beşiğinden aynı sebepten dolayı defalarca düşmüş olmasına rağmen daha önce hiç ağlamamıştı. Bu defa da ağlamadı, ta ki başını kaldırıp annesinin onu izlediğini görünceye kadar. İşte o zaman çok kötü yaralanmış gibi birdenbire ağlamaya başladı. Annesi onu kucağına aldığı anda, tabii bu ‘ağlama krizi’de birden bire sona erdi. Özünde, bebeklerin ağlamasının altında yatan temel neden, çevrelerini kontrol etmek ve ihtiyaç duydukları ilgi ve şefkati görmektir.”(s.40–41)

Yine kaderin cilvesi mi denir artık ne denir bilmiyorum ama ben tam şu satırları okumaya başlamışken bakın ne oldu: Kargomun eve ulaşmadığı ve adresi güncellemem için bir linke tıklamam gerektiğini söyleyen +22'li bir numaradan sms geldi. Halbuki yaptığım bir alışveriş yoktu, daha doğrusu gelmesi gereken kargo biraz gecikmişti ama iki gün önce gelmişti. Yeni bir kargo beklemediğim gibi onlar da mesaj atsa böyle numaralardan atmazlardı. Üstelik bir de link atmışlar, hem de kısaltılmış bir link. Düpedüz sahtekârlık, hani o bizi sürekli uyardıkları tıklamayın denilen tuzak mesajlardan. Aslında bilinçli bir insan olarak o numarayı ve mesajı emniyet güçlerine falan bildirmem gerekirdi ama maalesef bizde bu süreçler çok sağlıklı işlemiyor biliyorsunuz. Muhtemelen hiçbir işe yaramayacağı için sildim ben de mesajı. Çünkü insan bunun ne kadar dolandırıcılık için atıldığını bilse bile meraktan tıklayabilir o linke ya da yanlışlıkla da tıklayabilir. Ayrıca şu satırları okurken böyle bir mesaj almak da çok garip değil mi, beni izliyorlar mı takip mi ediyorlar artık ne yapıyorlar bilemiyorum. Hemen onlara da diyeyim bari bir de beğensinler, paylaşsınlar. Çok makbule geçer.

“Eğer birisi e-postanıza uzaktan bir akrabanızın öldüğünü, size milyonlarca dolar miras bıraktığını ve yapmanız gereken tek şeyin banka bilgilerinizi vermek olduğunu söylerse, hemen ‘sil’ tuşuna basın. Benzer şekilde, bir kişiden yabancı bir ülkede parasız veya kimliksiz kaldığını ve sadece sizin ona yardım edebileceğinizi, bunun için ona para göndermenizi söyleyen bir e-posta alırsanız, dediğini sakın yapmayın. Dünyada birçok insan yerine neden sizinle iletişim kurduğuna ilişkin sayısız neden sunsa da sakın bu tuzağa düşmeyin. Başka ülkelerde elçilikler kurulmasınnı nedenlerinden biri de, bu gibi zamanlarda insanlara yardım etmektir. İhtiyacı olan birine yardım ederek merhametli davranmış olacağınızı düşünebilirsiniz ancak bunu yaptığınız takdirde dolandırıldığınızı çok kısa bir zaman içinde görürsünüz. Kulağa gülünç gelebilir ancak tüm dünyada kaç insanın bu şekilde dolandırıldığını ve hesaplarının boşaltıldığını duysanız çok şaşırırsınız.”(s.65)



 

Peki bir yalancıyla karşılaştığımızı nasıl anlayabiliriz? İşte size yazarımızdan birkaç ipucu:

“Onunla yüzleştiğiniz zaman kem küm ediyorsa, önceden ortaya koyduğu şeyle hiç alakası olmayan, fazla detaylı ve hararetli bir yanıt veriyorsa ya da (ki asıl sorun burada) savunmaya geçiyorsa; büyük olasılıkla saklayacak bir şeyleri var demektir. Bu tarz bir insana soru sorduğunuzda ve aynı soruyu daha sonra farklı bir şekilde sorduğunuzda, genellikle farklı bir yanıt alırsınız. İşte bu durum, o insandan uzak durmanız gerektiğini gösteren, kocaman bir tehlike işaretidir. Tedbiri elden bırakmamakta fayda vardır.”(s.67)

Ayrıca neredeyse her tanıdığımdan duyduğum bir şey var o yüzden paylaşmak istiyorum: Hepsi imla ve dilbilgisi hatalarına katlanamadıkları ve mesajlaşırken bile bunlara çok dikkat ettiklerini söylüyorlar. Nerede bu güzel yazan insanlar merak ediyorum, arada bir bana da yazın lütfen! Bizim sitenin grubunda, “aytatları ödeyin” falan yazıyor yönetici. Gerçekten bunu görünce anlamadım bir an için, aytat ne ola ki acaba diye düşündüm. Geçtim yani ben artık imladan, dilbilgisinden. Ama kitapta geçtiğine göre sandığımdan daha önemliymiş bu mesele:

“Hepimiz zaman zaman imla ya da dilbilgisi hataları yapabiliriz ancak bir insanın yazılarında bu tarz hataların sürekli tekrarlanması disleksi gibi problemlere işaret edebilir. Bu durum büyük ihtimalle birçok insan için üzerinde durmayacak kadar önemsiz bir konudur, zaten en zeki ve yaratıcı insanların bazılarının disleksiden mustarip olduğu da bilinen bir gerçektir. Ne var ki, bu durum örgün eğitim alınmadığını da gösteriyor olabilir ki eğer karşınızdaki kişi size üniversite eğitimi aldığını söylemişse problem var demektir. Yakın zamanda yapılan bir araştırmaya göre, fiillerin zaman çekiminde çok fazla hata olması, karşınızdaki kişinin bir sosyopat olduğunun kocaman bir belirtisidir.”(s.71)

Kitabın ilk kısmının sonlarına doğru fotoğraflardaki yalanları nasıl anlayabileceğimizden bahsediyor yazar ve ben oraları zaten artık herkesin bildiğini düşünüyorum. Ayrıca “Sanal Yalancılar” bölümünde daha çok bu arkadaşlık siteleri ya da uygulamaları mı demek gerekir bilmiyorum, ikisi de var sanırım. Ben çok anlamam böyle şeylerden diyeceğim şimdi demeye de korkuyorum bu kitaptan sonra, size de artık yalan söylemeye gelmez çünkü. Hemen yakalarsınız maazallah.





Sadece ikinci kısma geçmeden önce kitapta da büyük harfle bize bağırır gibi yazılmış şu cümleyi paylaşmak istiyorum:

“DOĞRU SÖYLÜYOR GİBİ GÖRÜNMÜYORSA, YAZDIKLARI DOĞRU GİBİ DEĞİLSE… DOĞRU DEĞİLDİR!”(s.80)

“Çevrimiçi okuduklarınızı ve gördüklerinizi olduğu gibi kabul edin” diyor yazar devamında, “olmasını istediğiniz gibi değil.” diye ekliyor. Neyse yeter bu kadar uyarı diye düşünüyorum ve hazırsanız hepinizin birer yalan makinesi olmasını sağlayacak bölümlere geçiyorum! Nasıl? Yakalayabildiniz mi yalanı? Pek doğru gibi görünmüyor değil mi? Öyle kolay değil tabii bu iş, bir podcast dinleyip, birkaç satır okuyup olacak şey değil.

Birinin yalan söyleyip söylemediğini anlamak için önce onu dinlemeniz gerektiğini söylüyor yazar. “Hadi canım, gerçekten mi?” diyesi geliyor insanın değil mi? Ama aslında karşımızdakini çoğu zaman dinlemediğimizin farkında değiliz ne yazık ki. Hani aktif dinleme diyorlar ya, işte onu yapmak öyle kolay değil ve konuşmaktan daha çok dikkat gerektiriyor. Neyse konu o değil şu an, önce dinleyeceğiz karşımızdakini. Sonra da ilk iş olarak nefesine dikkat etmemiz gerekiyormuş. Çünkü şöyle bir araştırma sonucu varmış:

“Bir kişi karşısındakini aldatmaya teşebbüs ettiği sırada, nefes verirken yanaklarındaki havayı ani bir şekilde üfleyerek çıkardığını sıklıkla görürsünüz.”(s.87)

Bunun önemli bir ipucu olduğunu söylüyor yazar. Bu arada yalan ve beden dili demişken, “Lie to me” dizisini seyretmediyseniz, onu da tavsiye edeyim hemen aklıma gelmişken. Özellikle mikro ifadeler üzerine kaynak niteliğinde bir dizi.

Yazarımız da yalan söylerken yüzün kızarması, terlemesi gibi genel geçer herkesin bildiği şeyleri söyledikten sonra daha az duyulduğunu düşündüğüm şu bilgiyi veriyor:

“İnsanlar birilerini aldatma teşebbüsünde bulunduklarında, duruşlarında ani değişiklikler fark edersiniz. Genellikle vücutları kasılır, her iki omuzları da sertleşerek öne doğru eğilir. Bu arada başları da hafifçe öne doğru eğilebilir.”(s.92)

Bir de yalanı yakaladığımızda gerçekleşen hareketler var ki bence onlar da çok önemli. En basitinden şunu aklınızdan çıkarmayın bence:

“İnsanlar yalan söylerken yakalandıklarını hissettiklerinde tüm vücutlarını aniden, otomatik olarak ve kontrol edilemez bir şekilde geri çekerler.”(s.98)

Sürekli kıpırdanmak ya da hareketsiz kalmak yalanın işareti olabildiği gibi başı geriye atmak da bir yalan işaretiymiş. Bunlarla ilgili kitapta birçok fotoğraf da var. Özellikle O. J. Simpson’ın çok fazla fotoğrafı var. Ünlülerden de örnekler veriyor yazar sürekli. Hatta bazen sanki bir magazin programının yayın akışını okuyormuş gibi hissettim. Gerçi bunlar daha çok Amerika’dan örneklerdi. Ama tabii ben yine bana bu kadar hitap etmeyen acayip bilgilerinin arasından dikkatimi çeken bir cümle bulup çekip çıkardım sizin için:

“Vicdanı olan bir insan, yalan söylerken yakalandığında ya da hoşuna gitmeyen bir gerçekle karşılaştığında, genellikle otomatik olarak başını öne eğer. Bu, sıklıkla pişmanlığın ve utancın bir işaretidir. Tiger Woods, eşini aldattığı için ‘özür’ dilemek üzere 2010 yılında bir basın toplantısı düzenlediğinde, neredeyse tüm toplantı boyunca başını öne eğmişti.”(s.105)

Örnek yine magazin kokuyor, ben Tiger Woods’un sadece golfçü olarak biliyorum. Golf sporcusu, golf bireyi, artık her ne deniyorsa onlara. Herhalde aramızda onun büyük hayranı olan yoktur ve beni bu sözlerim yüzünden eleştirmez. Gerçi kötü bir şey demedim ama işte bu hayranların ne yapacağı belli olmuyor. Ah şu politik doğruculuk, geçen bölümlerin birinde de bilim adamları deyip durmuşum. Ama bize öyle öğrettiler çocukken, şimdi bir anda değiştiremiyor ki insan. Bir de kötü niyetle söylemiyorum ki bunu, yani kadınlar bilimde ilerleyemez ya da bilim insanları genellikle erkektir gibi bir şey söyleme niyetim yok. Bir de yazarken bunları daha çok fark edebiliyorum ama böyle konuşurken olmuyormuş, onu anladım. Neyse şu soruyu sorarak döneyim kitaba. Sözler ve beden dili uyumsuz olduğunda, hangisine bakmak gerekir?

Bunu sorunca da başımdan geçen o saçma olay geldi aklıma. Hani şu yeni metrolardan biri var ya, Kirazlı’dan kalkan. M7 mi, 8 mi rakamını bilmiyorum ama yeni derken eski havaalanından geçene kıyasla diyorum. Son yapılan metrolardan biri değil tabii ama yine de yeni yani bana göre. Neyse onla üç-dört durak gitmem gerekiyordu. Uzun zamandır da binmemişim, ineceğim yer dışındaki durakları hiç bilmiyorum. Neyse ki anons sistemi çalışıyor, kadının sesine odaklandım yol boyunca. Kulaklığım da takılı tabii her zamanki gibi. Kim bilir ne dinliyorum, kafam da orada bir yandan. Sonra bir baktım kadın benim ineceğim durağın adını söylüyor. “Allah Allah” diyorum, çok erken geldik sanki, metrodaki o ekrana bakıyorum, bambaşka bir durağın adı yazıyor. Hemen kapının üstündeki durakların listesine bakıyorum, inmem gereken duraktan bir sonrası. İyice afallıyorum ve nihayet kapıdan dışarıya, duvarda yazan durak ismine bakmak aklıma geliyor ve inmem gereken istasyondan bir önceki durakta olduğumu anlıyorum. Ama kafam karışıyor bir an için, “Ulan hangisi doğru acaba?” diye soruyorum kendi kendime. Gerçekten bunu düşündüm o an çünkü anonsun yanlış olduğu durumlara denk gelmiştim daha önce ama o zaman da ekran ya anonsla aynı olurdu ya da doğruyu gösterirdi. Şimdi biri bir sonraki durağı söyleyip, öbürü bir önceki durağı gösterince, kapının dışında duvarda yazanın da yanlış olabileceği gibi salakça bir düşünce geldi aklıma. İnsanın böyle kafası karışabiliyor bazen ama sorduğum soruya dönecek olursam, cevabı içgüdüsel olarak biliyorsunuz bence. Tabii ki sözler ve beden dili uyumsuzsa beden diline güveniyoruz. Çünkü yazarın deyimiyle, vücut genelde yalan söylemez.

Bana göre en ilgi çekici başlıklardan biri de “Kandırmanın Hazzı — belli belirsiz, kısa süreli, uygunsuz gülümseme”ydi. Yalancıların karşı tarafı kandırdığını hissettiğinde yaşadığı ve bir mikro ifade denebilecek kadar kısa süreli bir mutluluk yaşaması durumu, bana çok ilginç gelmişti. Yalancının bizi kandırdığı yetmiyor bir de buna seviniyor diye düşünüp sinir olmuştum. Ama bu bize yalanı yakalama konusunda yardımcı olacaksa, o zaman kızmak yerine belki biz de sevinmeliyiz.

Bu arada yazarın bu başlık altında verdiği örnek bence bu duruma pek uymuyordu. Ayrıca bu ünlü ismi daha önce bir bölümde de söylemiştim ama yazmanın çok zor olduğundan bahsetmiştim. Terminatör’ün hatrına bizim nesil sever zannediyorum bu adamı ama o da bir hayal kırıklığına neden oldu bende. Çünkü yazarın verdiği örnek şöyle:

“Bir insan üzgün, ciddi ya da mutsuz olması gereken bir anda birdenbire gülümserse, buna ‘kandırmanın hazzı’ denir. Bu insan aslında, mutluluk söz konusu bağlama uygun düşmese de mutlu olduğunu dışa vurmaktadır. Bir ünlünün yaşadığı ‘kandırmanın hazzı’na ilişkin belki de en rahatsız edici örnek, Arnold Schwarzenegger’ın 60 Minutes programında verdiği röportajda, aldattığı eşi Maria Shriver ve hizmetçisinden olan gayrı meşru oğlu hakkında konuştuğu sırada yaşanmıştır.
Röportaj sırasında muhabir Leslie Stahl Arnold’un üzerine giderek, ‘Kitabınızda, filmde oynayan aktristle ilişki yaşadığınızı yazdınız. Maria’yı aldattınız,’ demişti. Arnold bunun karşılığında pişmanlık duyacağı ya da ciddi bir yüz ifadesi takınacağı yerde başını sallayarak kendini beğenmiş bir şekilde gülümsemişti.”(s.166)

Ben bunu hiç bilmiyordum, zaten genel olarak kitapta bahsedilen örneklerin çoğunu hiç duymamıştım daha önce ama okurken bu görüntü geldi gözümün önüne. Yani ne bileyim, Arnold, hep aynı mimiklerle ve tuhaf aksanınla o kadar film çekmişsin, yetmemiş bir de vali falan olmuşsun, düştüğün şu hallere bak. Bir de bunu kendi kitabında yazmış! O da apayrı bir olay. Ama daha fazla eleştirmeyeceğim onu çünkü biliyorum, aramızda onun hayranları var. Ben bildiğiniz gibi daha çok Rocky’ciyimdir. Onun adını söylemesi de yazması kadar zor olduğu için bana göre en iyi filminin adını söylüyorum sadece. Tabii ki ilk filmi. Hatta yeni bir dizi de yapmıştı kendisi, ben de merak edip seyretmiştim hemen. Tulsa King miydi neydi. Güzeldi aslında, niyeyse tutmadı ilk sezonda final yaptılar hemen.

Neyse gelelim sese. Tiz ses, pes ses, fazla alçak ses, fazla yüksek ses, yavaş yavaş alçalan ses… Bunlar hep yalan işaretleriymiş. Göz, burun ve çene hareketleri için de bunun gibi neredeyse her durum için hep yalan işareti demiş yazar. Daha doğrusu her iki uç durum da yalan belirtisiymiş. O yüzden oralardan pek bir alıntım yok. Her şeyin fazlası zarar derler ya, o misal bir hareket aşırıya kaçıyorsa orada yalan olması muhtemel. Bence şu satırları unutmasak iyi olur çünkü hepsinin özeti niteliğinde:

“Vücudumuz ne zaman yalan söylediğimizi bilir ve bu nedenle yalanı fiziksel olarak durdurmaya çalışır. Yalan söylerken nefes alışverişlerimizdeki değişimler, kelimelerin ağzımızdan rahatça çıkmasını engeller. Buna ek olarak, konuşurken boğazımızdaki kaslarımız kasılarak hava basıncında eksikliğe neden olur. Bu nedenle, birisi konuşurken cümlelerinin bitmesine yakın kelimeleri duymakta zorlanıyorsanız, ‘yuttuğu’ kelimelerin bir şey hakkında yalan söylediğinin bir göstergesi olabileceğini unutmayın.”(s.180–181)

Okurken şu cümleleri de benim için yazmış gibi hissettim. Ben böyle sürekli pozitif olan insanların varlığına inanmak istiyorum ve çevremde her zaman böyle enerjisi yüksek insanlara ihtiyaç duyarım ama bakın yazarımız bizi nasıl uyarıyor:

“Hiç kimse sürekli iyi, mutlu ve neşeli olamaz. Bu nedenle sürekli böyle olan biriyle karşılaşırsanız, kaçın. Elinizden geldiği kadar hızlı ve uzağa kaçın. Bu tarz insanlar genellikle oldukça pasif-agresiftir ve içlerinde büyük bir öfke barındırırlar. Onların şeker gibi kronik tatlı sesi, derinlerde gerçekte nasıl hissettiklerini saklayan bir maskedir. Genelde sinsidirler ve tatlı ses tonlarıyla başkalarından bilgi toplayıp bu bilgiyi onların aleyhinde ya da kendi çıkarları için kullanırlar. Bu anlamda, onlar bütün yalancılar arasında en manipülatif olanlardır.”(s.187)

Vay be, aslında bunu da hayat bize öğretiyor yediğimiz kazıklarla ama burada biraz da tatlı bir ses tonuyla konuşan insanlardan bahsediliyor. O güzel ses tonunda bir samimiyetsizlik varsa zaten bunu bilinçaltında bile olsa seziyorsunuz ve o zaman için evet, katılıyorum yazara. Ama yine de biraz ağır olmuş bu sözler.

Bir de şu hızlı ve telaşlı konuşanlar var. Gençler oluyor genelde, rap yapar gibi konuşuyorlar resmen. İnsan dinlemeye çalışırken yoruluyor. Onlar için de şöyle bir bölüm var kitapta:

“Bu tarz insanların hayatlarında genelde arka arkaya krizler meydana gelir ve onları çözmek için sizin yardımınıza ihtiyaçları vardır. Sesleri neşeli ve ikna edici bir tonda çıktığı için, kolayca onların yalanlarına kanarsınız; ne de olsa yardım etmek istersiniz.”(s.188)

Yazarın genel olarak her zaman ve herkese karşı unutmamamız gereken şu nasihatini de paylaşmak istiyorum:

“İlginin merkezinde olmak, her şeyi ve herkesi kontrol etmek isteyen bu insanların ya hiç ya da çok az sınırları vardır. Önce kendinizi düşünün, çünkü onlar sizi düşünmezler.”(s.189)

Sınırlar, diye çok güzel bir kitap vardı, şimdi o geldi aklıma. Hemen bunlardan sonra geliyoruz benim en sevmediğim insan tipine. Üstelik bu bölümleri böyle doğaçlama yapmaya başladığımda ben de istemeden bu tiplerin arasına dahil olduğumu ses kaydının montajını yaparken fark ettim. Resmen Ben Fero gibi, hece hece konuşmuşum. Benimkisi heyecandan ve aklıma gelenleri düzgün bir şekilde ifade edebilme çabasından kaynaklanıyor arkadaşlar. Yoksa yalan söylediğimden değil yani. Bana zaten normal hayatta da pat diye bir şey sorarsanız ne diyeceğimi bilemem, far görmüş tavşan gibi kalırım öyle. Biraz da bunu yenmek için böyle metne bağlı kalmadan konuşarak yapmak istedim bu bölümleri. Hem ilk bölümlerde sürekli gelen “okuduğun çok belli oluyor” eleştirisini dikkate almış olurum hem de belki alışırım rahat konuşmaya diye düşündüm. Bilmiyorum ne kadar iyileşti durum ama kötüye gitmiyordur zannediyorum. Neyse, ne diyorduk: Kısa ve kesik konuşanlar, evet.

“Fazla tane tane ya da kendinden fazla emin ve dalgalı bir üslupla konuşan insanlar, genelde katı, inatçı ve kendini beğenmiş olur. Boyun eğmek ve taviz vermek zor geldiği için, genellikle kendilerini durumun akışına bırakamazlar. Öğrencilerine nasihat veren, onlarla kısa, basit kelimelerle ve abartılı bir tavırla konuşan ilkokul öğretmenlerine benzerler. Başkalarını sindirmek ve kendilerini haklı çıkarmak için bu kısa ve kesik, ukala tonda konuşurlar.”(s.189)

Psikopat ve sosyopatlar bölümünde yakın geçmişte dizisi çekildiği için bildiğim Dahmer ve onun gibi daha birçok suçludan bahsediyor. Ben onu seyretmedim ve seyredeceğimi de düşünmüyorum. Pek hoşlanmam o tarz dizilerden diyeceğim ama Dexter ve Hannibal’ı onlardan ayrı tutuyorum. Onlar efsane derecesindedir benim için. Seyretmediyseniz öneririm. Hatta yıllar geçip iyice unutunca bir gün tekrar başlayabilirim o dizilere. O derece kaliteli yapımlar. Müzikleri de çok iyidir, hâlâ dinlerim bazılarını. Neyse işte o bölümden şöyle bir alıntım vardı onu diyecektim aslında, yine konu dağıldı:

“İnsanlar gerçekten ağlarken, bir anda gözyaşı döküp, hemen ardından nötr ya da mutlu bir ruh hâline geçmezler. Farklı bir duygunun yerleşmesi için bir duraklama ya da geçiş süresi gerekir. Psikopatların bu geçiş süresine ihtiyacı yoktur, çünkü saniyenin binde biri kadar kısa bir sürede ağlamaktan gülmeye geçiş yapabilirler; bu da aldatmanın başka bir göstergesidir.”(s.229)

Dexter’ı ve Hannibal’ı o kadar övdükten sonra şu satırları okumak da kötü hissettirdi şimdi. Korkunç bir durum bu aslında ve bu tarz kişilerle sadece muhatap olma düşüncesi bile insanı tedirgin etmeye yeter bence. Biraz fazla bilgi vermiş olabilirim bu kitaptan ve belki sıkıcı olmuştur bu yüzden. Ama inanın anlattıklarım devede kulak bile değil. Bence bulun ve okuyun bu kitabı. Sadece 243 sayfa ve biraz vaktiniz varsa bir günde bitirebilirsiniz. Yazarın verdiği bilgiler kesinlikle çok önemli ve kitap şu cümlelerle ve şu güzel temenniyle bitiyor:

“Bir insanın dost mu düşman mı olduğunu anlamak için gerekli bütün araçlar artık elinizde. Dışarı çıkın ve onları akıllı bir şekilde kullanın. Bir daha da kimsenin yalanlarının kurbanı olmayın!”(s.234)

Beden dili ve yalanla ilgili birkaç kitabım daha var okumayı planladığım. Bitirmeden önce buradan beni bu kitaplarla tanıştıran Yavuz Hocamıza da çok teşekkür ediyorum. Ve haftaya yeni bir kitapla görüşmek dileğiyle diyorum.

Eğer hikâyelerimi okumak istiyorsanız buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yüzlerce yazıdan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz.

01.10.2020 tarihinden beri burada her hafta yeni bir yazı yazıyorum ve artık biraz dinlenmek adına bu artık yılın özel günü olan 29 Şubat’tan itibaren yeni bir podcast yayınlamaya başladım. Youtube dahil bütün podcast platformlarından Hesap Kitap ismiyle de bana ulaşabilirsiniz.





4 Temmuz 2024 Perşembe

Bir Köpeğin Araştırmaları

 

Bir Köpeğin Araştırmaları, Kuyruğundan Anlamak ve Euro 2024 Kurallarını Kim Üretiyor?

Franz Kafka’nın bu kitabını duymuştum daha önce ama gözüme çarpmamıştı hiçbir yerde. Geçen bir kitapta da bahsetmiştim ya hani Kafka krizim geldi diye, işte o günlerde gördüm bu kitabı. Benim elime geçen kitap Kırmızı Kedi Yayınları tarafından basılmış ve Mehmet H. Doğan tarafından çevrilmişti.



Hemen aldım ve okumaya başladım. 52 sayfadan oluşuyordu, başladığım gibi de bitirdim diyebilirim. Yine değişik, orijinal, farklı bir kitap. Kafka severler zaten okumuştur muhtemelen. Okumadıysanız da umarım bu bölümü dinledikten sonra okumak istersiniz. Şöyle bir alıntıyla başlıyorum hemen:

“Gençliğimdeki bir olayı hatırlıyorum şimdi; herkesin çocukluğunda mutlaka yaşamış olduğu o anlatılamayacak kadar mutlu heyecan anlarından birindeydim o zaman; bir eniktim henüz, her şey hoşuma giderdi, her şeyle ilgilenirdim; önderi olduğum, sesimi katmam gereken, koşup durmasam, kuyruk sallamasam belki de zavallı bir halde bir kenara atılacak olan birtakım büyük şeylerin geçtiğine inanırdım etrafımdan -olgunluk yıllarında kaybolan çocukça hayaller. Ama o zamanlar güçlüydüler, tamamen onların büyüsü altındaydım ve çok geçmeden sahiden de bir şey oldu: benim delice bekleyişlerimi sanki doğru çıkaran olağanüstü bir şey. O vakitlerden sonra birçok kez buna benzer çok şey, hatta daha da dikkate değer şeyler görmüş olduğum için bu olay pek olağanüstü değildi, ama o zaman, bir ilk izlenimin bütün gücüyle çarpmıştı beni: İzi hiç kaybolmayan ve ileriki davranışlarımızın birçoğunu etkileyen izlenimler olur hani. Kısacası, küçük bir köpek topluluğuyla karşılaştım, karşılaşmak da denmez buna, önümde beliriverdiler. Bu olayın öncesinde, büyük şeylerin önsezisi içinde bir süredir karanlıkta koşmaktaydım -her zaman böyle bir önsezim olduğundan, pekâlâ asılsız da olabilirdi bu.” (s.7,8)

Kitabın adı “Bir Köpeğin Araştırmaları” ve köpeğin ağzından okuyoruz, onun gözüyle görüyoruz her şeyi. Jack London’ın meşhur “Beyaz Diş”i gibi, ama tabii ki onun gibi bir kitap değil. Buradaki köpek çok daha insansı mı diyeyim, akıllı mı demek gerekir, da yanlış olur sanki ama farklı diyeyim en doğrusu. Biraz da kaçamak yoldan bu olur. Bu köpek sanatçılarla karşılaşıyor, sanatçılar dediğim diğer sokak köpekleri ve ondan sonra hayatı tamamen değişiyor. Söylediği gibi çok güzel çıkarımlar yapıyor. Bir köpek gözünden, aslında her şey hoşuma giderdi diyor ya orada mesela, orası benim hoşuma gitti gerçekten. Çocukların böyle görürsünüz, gerçi artık onların ellerinde de hep tabletler, telefonlar. Ama eskiden diyeyim, ben en azından böyle. Hiç olmayacak değişik şeylere farklı tepkiler verirler. Her yeni şey hoşlarına gider, gözlerini dört açarlar, bakarlar falan. Bu etkileyici bir görüntüdür. Keşke dersiniz o heyecan, o istek bizde de olsa. Nereye gitti bu merak, onu işte sorgulamak lazım. Böyle kitaplar belki o işe yararlar. Hikayemiz şöyle devam ediyor, şöyle bir alıntım var:

“…Sonra bir duraklama oldu, çünkü o kadar bitkin, bozguna uğramış ve güçten düşmüştü ki herkes, daha fazla dinleyemezdi; bir duraklama oldu ve ben, yedi küçük köpeği tekrar aynı hareketleri yaparken, sıçrarken gördüm; benden uzak durmalarına rağmen onlara bağırmak, beni aydınlatmaları için yalvarmak, ne yaptıklarını sormak istedim -küçük olduğum için herkese her şeyi sorabileceğimi sanıyordum- ama daha ağzımı açmamıştım, yedi köpeğe yeni yeni köpeksi yakınlık duymaya başlamıştım ki, müzik yeniden başladı, aklımı başımdan aldı, sanki onların bir kurbanı değil de müzisyenlerden biriymişim gibi beni de yuvarladı o dairelerin içine…”(s.10)

İşte az önce o tanıtmaya çalıştığım yedi köpeği çok güzel anlatıyor burada Kafka. Onların karşılarına çıkması ve “küçük olduğum için her şeyi sorabileceğim sanıyordum” demesi o işte küçüklüğün toyluğun, tecrübesizliği verdiği bir özgürlük de var aslında. Yani tecrübe her zaman iyi bir şey değil ya da yanlış tecrübe diyeyim. Sizin elinizi kolunuzu bağlayan, içinize korku salan da bir tecrübe var hayatta, öyle bir çeşit. Gerçi ona tecrübe denir mi, tecrübe mi denir ona farklı bir adı olsa gerek, şu an bulamadım doğru tanımı ama o küçüklerin o pervasızlığı var mı diyeyim biraz da fütursuz bir özgüven, lakin işe yarıyor. Herkese her şeyi sorabileceği düşünmek güzel bir özgürlük, onu sorabilmek de aynı zamanda. Burada da o küçük köpeğimiz bunu yaşamış ve şöyle devam ediyor:

“Daha önce de söylediğim gibi, bu küçük olayda fazla dikkate değer bir şey yok; uzun bir hayat boyunca, kendinizi diğer olaylardan yalıtıp bir ufaklığın gözüyle baktığınızda çok daha şaşırtıcı şeylerce karşılaşırsınız. Ayrıca, bir şeyi ve onunla ilgili daha birçok şeyi -o iğneli halk deyimiyle- ‘tamamen kuyruğundan anlamış’ da olabilirsiniz tabii, böylece, bunun yedi müzikçinin sabahın sessizliğinde müzik çalışmak için toplanmalarından başka bir şey olmadığı, bu arada gencecik bir köpeğin sürüden ayrılıp ortaya fırladığı, öbürlerinin onu korkutarak ya da yüce bir müzikle kovmaya çalıştıkları, ama ne yazık ki başaramadıkları söylenebilirdi.”(s.13)



 

Bu da olayın diğer bakış açısı ya da tarafsız bakış açısı da denilebilir. Diğer o yedi köpek tarafından nasıl algılandığı. Bizim az önce okuduğumuz o büyüleyici muhteşem atmosfer aslında gayet sıradan, basit bir olay da olabilir kimilerine göre. Burası da bana nedense Şebnem Ferah’ın o efsane şarkısı “Sigara”nın sözlerini hatırlattı, o nakaratını hatırlattı: “Sen kibritin o hiç yanmayan”. Buraya koyabilirsem onu koyayım mı acaba? Koysam mı böyle şarkıları, şeyleri de araya koyunca telif hakkı bakımından sıkıntı olur mu? On saniyeden kısa sürecektir gerçi ama yine de bilmiyorum. Ne alakası var peki bununla diyeceksiniz. Yani bilmiyorum, çünkü ben buradaki köpeği o işte kül olmuş o aşığa benzettim. Diğer o müzisyen, şarkı söyleyen, o havlayan köpekler ise bambaşka bir dünyada. Yani onlar o kibritin yanmayan ucundaki, o kafası rahat olan, o gamsız, aşık olunan tarafı temsil ediyor gibi geldi bana. Şöyle bir alıntıyla devam edeyim:

“Okul hayatım kısa sürdü, çünkü çok küçük yaşta anamın bakımından ayrıldım, çabucak bağımsızlığa alıştım, özgür bir hayat sürdüm, zamansız bağımsızlık ise sistemli öğrenmenin düşmanıdır.”(s.23)

Şimdi sanırım bu cümleyle neden Beyaz Diş’ten farklı olduğunu, kitabımızdaki köpeğin kurulan cümleye bakın: “Zamansız bağımsızlık, sistemli öğrenmenin düşmanıdır,” diyor bir filozofmuş gibi. Zaten bu benzer görüşler de günümüzde sık sık ortaya atılıyor. Bağımsızlık, bağımsızlığın aslında korkunç bir şey olduğu, gerçekten insanlar bağımsız olurlarsa ne yapacaklarını şaşıracaklar. O yüzden insanların çalışmak zorunda olduğu, sürekli bir meşgale, sürekli bir çarkın içinde dönmeleri, fare çarkı mı diyorlardı, fare kapanı mıydı, fare yarışı mı? Evet, bunları yazsam aslında çok güzel bağlayabilirim ama böyle olduğu gibi anlatmaya çalışınca gelmiyor aklıma hepsi. Bu yüzden diğer alıntıma geçiyorum:

“Doğru bilgi, uyulması gerekli kuralları verir ama onları şöyle ucundan ve kaba hatlarıyla da olsa yakalamak hiç de kolay değil; gerçekten yakalanabilseler de, gerçek güçlük yine de çözülmüş olmaz: Onları yerel koşullara uygulamak gerek -iş buraya gelince kimseden yardım bekleme, geçen her saat yeni görevler getirir beraberinde, her yeni toprak parçası kendine özgü sorunlar. Hiç kimse her şeyi ebediyen yoluna koyduğunu, bundan böyle hayatının kendiliğinden sürüp gideceğini ileri süremez: hatta, ihtiyaçlarım, kelimenin tam anlamıyla günbegün azalmasına rağmen, ben bile. Öyleyse bütün bu sonu gelmez çalışma hangi sona varmak için? Yalnızca her gün biraz daha derin sessizliğe gömülmek için sanki: bir daha hiç kimsenin hiçbir zaman kendini içinden çekip çıkaramayacağı derin bir sessizliğe.”(s.30,31)

Kafka’nın yine mesai saatlerinde yazdığını düşündüğüm, içten sıkılıp kaleme aldığını zannettiğim o cümleleri: “Benim bile ihtiyaçlarım günbegün azalmasına rağmen sürekli bu çalışmalarımın artması ve hiçbir zaman her şeyi yoluna koyamayacağım.” Bu da çok doğru, her zaman beklenmedik sürprizler. O ilaçlarda o prospektüste yazan yan etkiler gibi, her zaman hayatta da yan etkiler oluyor. Bütün bunlara bir önlem alamazsınız ve Kafka da bütün bunları bir köpeğin ağzından yazıyor. Acaba bize şey mi demek istiyor? Yani bunu artık hayvanlar bile görüyor, bunun farkında. Siz ne yapıyorsunuz? Gibi mi sorguluyor? Bu da şimdi geldi aklıma. Şimdi geldiyse demek ki böyle değildir diyerek devam ediyorum. Başka bir alıntıyla:

“Hem araştırmalarım da sekteye uğradı: Dinleniyorum, yoruluyorum, bir zamanlar heyecanla koştuğum yerlere şimdi isteksiz isteksiz seğirtiyorum; ‘Dünya bu yiyecekleri nereden üretiyor?’ sorusunu sormaya başladığım günleri düşünün. O zaman gerçekten halkın arasında yaşar, kalabalığın en koyu olduğu yerlere doğru kendime yol açar, çalışmalarımı herkesin bilmesini ve dinleyicim olmasını isterdim; dinleyicilerim, yaptıklarımdan önemliydi benim için; nasıl olursa olsun bir etki uyandıracağımı umardım ve tabii bu da çok heveslendirirdi beni; şimdi yapayalnızım, geçti artık o heves. “(s.35)

Köpeğimizin de kitapta sorduğu belli başlı sorulardan biri de bu: Dünya bu yiyecekleri nereden üretiyor? Bunu öğrenmeye çalışıyor aslında. Bir yandan araştırmalarım dediği, biraz bu sorunun cevabı niteliğinde ve bir zamanlar heyecanla koştuğum yerlere şimdi isteksiz isteksiz seyir diyorum. Bu cümle de benim çok hoşuma gitmişti. Hepimiz öyle, bir zamanlar büyük bir hevesle yaptığımız işleri, yaptığımız şeyleri, eylemleri her ne olursa bir yerden sonra, özellikle görev gibi olursa, o isteksizce yapmaya başlıyoruz. Canımız istemiyor onu yapmak. Bence bu soru, yani daha önemli. Dünyadaki bu yiyecekler nereden geliyor sorusundan ama sanki birbiriyle de bağlantılıymış gibi. Bu yiyecekler nereden üretiliyor yerine biz bu isteği nereden üretiyoruz gibi düşünebiliriz. Bu şekilde bir araştırma belki yapılabilir. Günümüzde ki yapıyordur kesinlikle bilim adamları şu an zaten. İşte bütün teknoloji nasıl daha çok sosyal medyada zaman geçiririz, nasıl daha çok dizi seyrederiz, film seyrederiz, futbol maçının başından kalkmayız gibi konularda araştırmalar yapıyorlar. Tıpkı bu köpek gibi, o bitmeyen isteğimizi sürekli hep diri tutmak. Her zaman yeni bir… İşte futboldan örnek vermem biraz ona benziyordu. Şu an mesela Avrupa Şampiyonası devam ediyor. Ben bu kaydı aldığımda, hatta dün çeyrek finale çıktık. Avusturya’yı yendik, çok güzel bir maçtı. Sonra ama işte yarı finale çıkacağız inşallah diye umut ediyorum. Hollanda’yı yenersek çeyrek finalde, yarı finalde de ya İtalya… İtalya nereden çıktı? İtalya çoktan elendi. Mesela bizim başımızda bir İtalyan hocamız var, Montella. Helal olsun, o da çok iyi iş çıkardı şu ana kadar. Ya İngiltere gelecek, ya İngiltere’nin rakibi kimdi? O da bir sürpriz yapan takım. İsviçre’yi sanırım. Eğer Hollanda’yı elerse, yarı finalde İngiltere ya da İsviçre’den biri. Çok güzel bir kura. Şansı demek istemiyorum ama güzel bir yol. Yani çıkılabilecek bir yol. Bunları da yenersek finalde muhtemelen Fransa. Almanya, ev sahibi Almanya’nın büyük bir avantajı olduğunu düşünüyorum ben ama belli de olmaz. Fransa da gelebilir ya da İspanya. İspanya gelirse de sürpriz olmaz. Onlar da çok formda ama Fransa’nın rakibinden çok ümitli değilim. Adını bile şu an hatırlamıyorum. Demek istediğim şey işte yani şu an işte Temmuz ayındayız. Yani normalde bütün ligler bitti ama dört senede bir olan bu turnuvalar. Bu bitiyor, iki sene sonra elemeleri olur. Elemeleri biter, Dünya Kupası, transfer dönemi. Yani bir futbol severin hiçbir boş anı yok. Sizi sürekli ekrana bağlıyorlar, sürekli. Haberlere kitlelerin afyonu diye işte boşuna denmiyor. Sürekli bu kurallar. İşte en iyi üçü diye bir şey çıktı bu turnuvada mesela. Grupta zaten dört tane takım var. Neredeyse üç tanesi çıkıyor. Bir şekilde hiç maç kazanamayan takımlar, üç beraberlikle gruptan çıkıyor. Çünkü amaç sizi sürekli oyunun içinde tutmak, sürekli o heyecanı canlı tutmak. Yani bir köpeğin araştırmaları değil bunlar ama emin olun bilim adamları bir yerlerde bunları araştırıyor. Bir tane daha uzun bir alıntım var, ona geçeyim:

“‘Kimsin sen?’ diye sordum. ‘Bir av köpeğiyim,’ diye cevap verdi. ‘Neden bırakmıyorsun burada yatayım?’ diye sorudm. ‘Beni rahatsız ediyorsun’ dedi. ‘Sen buradayken avlanamam ben.’ ‘Bir denesen,’ dedim, ‘belki de avlanabilirsin canım.’ ‘Hayır,’ dedi. ‘Üzgünüm, ama gitmelisin.’ ‘Bu gün de avlanmayıver!’ diye yalvardım. ‘Hayır,’ dedi, ‘avlanmam gerek.’ ‘Benim gitmem, seninse avlanman gerek,’ dedim, ‘hep gerekler, başka şey yok. Söyleyebilir misin bana neden bu meli’ler, malı’lar?’ ‘Hayır,’ diye cevap verdi, ‘ama söylenecek bir şey de yok ki, bunlar doğal, apaçık şeyler.’ ‘Öyle pek apaçık falan değil.’ dedim, ‘beni kovmak zorunda kaldığın için üzgünsün ama yine de yapıyorsun bunu.’ ‘Öyle,’ dedi. ‘Öyle,’ diye tekrarladım ben de, ‘ama cevap değil bu. Hangi fedakârlığı yapmak isterdin: Avlanmaktan mı yoksa beni kovmaktan mı vazgeçerdin?’ Hiç ikirciksiz, ‘Seni kovmaktan,’ dedi. ‘Tamam,’ dedim, ‘kendi kendinle çeliştiğini görmüyor musun?’ ‘Nasıl çelişiyormuşum kendi kendimle?’ diye cevap verdi. ‘Benim sevgili köpekçiğim, gerçekten nasıl olur da anlamazsın benim için zorunlu olduğunu bunun? EN besbelli, en apaçık olayı nasıl olur da anlamazsın?’”(s.48)



 

İşte bu diyaloğu çok beğenmiştim. Her ne kadar okurken biraz seslendirmeleri güzel yapamasam da Akın Altan bu konuda çok iyidir. Onu dinliyorum sürekli, hikayelerini. Onun sıkı bir takipçisiyim aslında ama tabii dinlemekle onun gibi olamıyorsunuz. Bu arada tıpkı onun gibi benim de bir arkadaşım YouTube’da kitap seslendirmeye, hikayeler okumaya başladı. KitabinSesi24 diye bir kanal ismi var. Daha henüz çok yolun başında olduğu için böyle benim gibi YouTube’dan sesli kitapları, sesli öyküleri de dinlemeyi sevenler varsa aramızda, mutlaka kanala bir göz atmasını tavsiye ederim. Aynı zamanda ne zamandır zaten bahsetmek istiyordum, sadece böyle denk gelmiyordu konuyla ilgili. Bir YouTube demişken, bir arkadaşım var, Azra Akbulut. kitapfilozoflari diye bir kanalı var. Instagram’da da yine aynı isimde. 197 tane videosu varmış, ben çoğunu seyrettim onların. Kendisi milli bir sporcumuz da aynı zamanda. İlham veren bir hayatı var, yani gerçekten sade. Sadece onun yaptıklarına bir baksanız kesinlikle size de ilham verecektir diyeyim ve kitabımızın son cümlesine geçeyim:

“Özgürlük! Şüphesiz, bugünkü olasılığı ile özgürlük, acınası bir şey. Ama özgürlük yine de, kazanılmış bir şey ne de olsa.”(s.52)

Demiş Kafka ve bitirmiş. Bence güzel, değişik, ufuk açan bir kitaptı benim açımdan. Ne kadar aktarabiliyorum ama en azından size çok güzel iki tane YouTube kanalı önermiş oldum diye kendimi avutuyorum. Bence o açıdan dolu dolu bir bölüm oldu. Yani her zaman podcast önerecek değilim. Arada böyle YouTube kanalları, filmler, diziler. Bu dönem pek dizi seyretmiyorum ama futbol maçlardan bile konuştum. Dünkü seyrettiğim o muhteşem maçın etkisi hala üzerimizde. Çünkü Merih’in golleri, Ronaldo vari sıçrayışı güzeldi. Yani o eksiklere rağmen tam bir takım oyunu. Mert’in son dakika kurtarışı. 0.96 gol beklentisi olan bir vuruşması da çok sağlam. Tam günümüzün ihtiyaçlarına yönelik bir kaleci oldu Mert. İnşallah Hollanda maçı da böyle güzel geçer. Çok riskli aslında bu yaptığım, farkındayım. Böyle güncel konulara girmemeye çalışıyorum ben ama girdik bir kere artık. Böyle ayda yılda bir doğaçlama yapınca o da oluyor ister istemez. O açıdan da kusuruma bakmayın. Öyle zamansız yayınlar diye çıtayı çok yükseğe koydum ama çok mümkün değil. Böyle bir metin olmadan konuşunca illaki güncel konulara da giriyor insan. Neyse bir kitabı daha bitirdik.