28 Mart 2024 Perşembe

Sevincini Bulmak

Sevincini Bulmak, Metin Yazarlığı ve Yalnız Yaşamak

Mustafa Kutlu bu kitabıyla yine unutmak istemeyeceğim bir esere imza atmış. Kimse de önermedi bu sefer, resmen kendim buldum bu kitabı. Zaten sevincini bulmak biraz da böyle bir şey. Tavsiyelerle, reçetelerle bulunabilecek bir şey değil gibime geliyor.


Mustafa Kutlu’nun tüm kitaplarını okumaya karar verdikten sonra bunu biraz zamana yaymam gerektiğini anlamıştım. Öyle bir anda bir yazarın bütün kitaplarını okumak mümkün değil benim için. Hem belki zamanla bazı kitapları karşıma çıkar, biri bir kitabını önerir ya da başka bir şey vesile olur. Çünkü böyle karşılaşmaların kitaba farklı bir anlam kattığına inanıyorum. Hani şunu mutlaka oku da sonra üzerine konuşalım diyen arkadaşlarınız vardır ya, işte o zaman o kitap bir başka okunur. Şimdi benim de Mustafa Kutlu’nun adı geçince özellikle okudunuz mu diye soracağım bir kitabı daha çıktı karşıma. Özellikle böyle bir şey aramıyordum ama buldum bir şekilde.

Ben yine İstanbul’un kıyısında köşesinde kalmış, kalabalıktan ziyade tenha diyebileceğimiz bir kütüphaneye girdiğimde raflara göz atarken mutlaka arada bazı kitapları alıp kapağını açıyorum. Çünkü bazılarında hemen kapağın arkasında ödünç alma çizelgesi gibi bir şey var ve daha önce hangi yıllarda kaç kere kitap alınmış görebiliyorsunuz. Bazılarında bu çizelge bomboş oluyor ve bunu sanki hüzünlü bir tablo gibi seyre dalıyorum. Bunu hisseden sadece ben olamam derken bu kitapta yazarımızın şöyle bir tespitini buldum ve tabii ki paylaşmazsam olmaz:

“Kapağı açılmayan bir kitap bana hep dokunmuştur. Diri diri mezara konulmuş sanki.”

Yazılmış ama okunmamış bir sayfa, söylenmiş ama duyulmamış bir sözcük, süslenmiş ama fark edilmemiş bir kadın. Bunlar başlı başına hüzünlü şeyler olmakla birlikte işin içine okunmamak girince keder bir kat daha artıyor sanki. Halbuki yazmak kendi başına ne kadar rahatlatıcı bir eylem. İnsan okunmak için mi yazar sorusuna hiç düşünmeden “evet” diyemiyorum ben mesela. Şu an zaten biraz kafam karışık ama yazmakla ilgili de kafam hep karışık olmuştur zaten. Kendimi hiçbir zaman yazar olarak tanımlamadım ama çok iyi yazan arkadaşlarım sayesinde yazar gibi hissettiğim zamanlar oldu.

Yazar olmak için kitap çıkartmış olmak yeterli mi yoksa o kitabın çok satması mı gerekiyor? Ya da çok okunmak mı? Metin yazarlığı diye bir meslek var mesela ki benim için kâbus gibi bir şey bu. Gerçi bu işi yapan bir arkadaşım da olmuştu. İşi fazla ciddiye almayıp sırf para kazanmak için yapınca eğlenceli bile olabiliyordu. Sen ne yapıyorsun burada sanki, bu da bir metin yazarlığı diyecek olursanız o konuda size katılamayacağım. Ben kendimi daha çok yazın insanı olarak görüyorum. Bunu da geçen gün bir yerde duydum da hoşuma gitti. İlk fırsatta konuyu buraya getirip kendime yakıştırmak istedim. Zaten ben yazı da çok severim, kelimenin her anlamıyla yazın insanıyım diyebilirim.

Unutmadan bu metin yazarlarının hemen hemen bütün talk showlarda çalıştığı, bizim orada ne kadar hazır cevap diye hayran olduğumuz bir sunucunun arkasında dört-beş kişilik yazar ekibinin olduğunu öğrenince çok şaşırmıştım. İşin büyüsü bozulmuştu benim için. Benzer şekilde bugün de televizyona çıkan spikerlerden tutun da siyasilere kadar hepsinin konuşma metinleri arka planda profesyoneller tarafından yazılıyor. İnsanlar da “Ne güzel konuşuyor!” diye dinliyor. Kitapların kapağı açılmayınca ne yapsın o yazarlar, nasıl ödesinler faturalarını, kiralarını? Ya size bir şeyler satacaklar ya da sizi kandıracaklar. Ben de seçim arafesinde hiç sevmediğim konulara girmiş oldum ama inanın kitabımızla alâkalı. Beyaz Show vardı eskiden, konu o değil ama olsun, o da bizim bir kardeşimizdir:

“Efendim bir vakitler rahmetli bir sanatçımız, ‘Beyaz Show’a katılmıştı. Beyaz ona şimdi hatırlamıyorum bir soru sordu. Rahmetli hemen cevap vermezdi, biraz düşünürdü. Sessizlik. Beyaz düşünüyorsun Baba dedi. Sanatçı ona ‘evet’ deyince; Beyaz espriyi patlattı: ‘Düşünüyorum öyleyse varım; değil mi hocam’ deyince, sanatçı ‘elbette’ cevabını verdi. Beyaz bunun üzerine; ‘Ama Babacım bu söz ünlü filozof Descartes’a aittir değil mi’ diye güya taşı gediğine koyduğunda Baba o koyun bakışlı güzel gülüşü ile ‘Zararı yok Beyaz, adam lafı benden almış, alsın, o da bizim bir kardeşimizdir.’ demesin mi? Yıkıldık yani. O gün bu gündür bizim takım arasında, ‘Olsun, o da bizim bir kardeşimizdir’ lafı söylenir.”

Yazarımız hayatın içinden örnekleri bulmak konusunda her zaman çok başarılı. Bu kitap da fazlasıyla hayatın içinden. Dergah Yayınları tarafından 2018 yılında yayınlanmış ve kitapta da belirtildiği gibi yazarımız eserinin adını Prof. Dr. Ayhan Yücel’in aynı adlı deneme kitabından almış. Hayallerindeki insanı bulmak, ona âşık olmak hatta evlenmek. Bütün bunlar bu dünyada sevincini bulmak için yeterli değil çünkü bulduğunu sandığın anda her şey anlamını yitirir sanki. Sahip olduktan sonra hepsi değerini kaybeder, günden güne uyumsuzluklar daha çok rahatsız eder ama ben onu değiştiririm gibi bir sanrıya kapılır insan.

En son neyi iyi yönde değiştirebildik acaba? Değiştirmek derken başkasından da bahsetmiyorum yanlış anlaşılmasın. Ben o kadar hayalperest değilim merak etmeyin. Kendi hayatımızda bile bir şeyleri değiştirmek bu kadar zorken nasıl oluyor da insan bir başkasını değiştirebileceğini düşünebiliyor? Yalnız yaşamanın da gereksiz abartıldığını düşünüyorum bazen ama insan bu kadar çok yanılınca da alıp başını gitmek istiyor gerçekten. O konuda hak veriyorum kitabımızın kahramanı Suna öğretmenimize. İnsan işte o zaman yalnız, yaşamak istiyor çünkü elinizden daha fazlası gelmiyor.

“Birlikte yaşamayı reddedip ferdî hayatı seçenler özgür olduklarını sanıyorlardı. Böylece zokayı yuttular, sermayenin ve tüketim ekonomisine esir düştüler.”

Kitabı okudukça yer yer heyecanlanıyorsunuz, yer yer seviniyorsunuz ama hep bu işin sonu nereye varacak diye düşünüyorsunuz. Çünkü her ne kadar kabul etmek istemesem de farklı dünyaların insanı diye bir şey var galiba. Ya da bazı çiçekler bazı topraklarda yetişmiyor mu desem ne desem bilemiyorum ama şunu çok iyi biliyorum: Görüntüye aldanmamak lazım. Çünkü hayatımın en mutlu anını düşündüğümde gözyaşlarımı nasıl tutamadığımı çok iyi hatırlıyorum. Dışarıdan görenler kötü bir haber aldığımı bile zannetmiş olabilirlerdi ama o gün anlamıştım, gerçek mutluluk gözyaşlarıyla geliyordu. Tıpkı yazarımızın dediği gibi:

“Mutluluk gözyaşları, sevincini bulmanın alâmeti.”

O yüzden mutlu olmak için yüzünüze gülenlerle değil, beraber ağlayabildiklerinizle daha fazla vakit geçirin derim ben. Ayrıca yıllar önce bir yazı yazmıştım: İnsanın alıp başını uzaylara gidesi geliyor, diye. Ama gitmek çözüm değil ki bunun da farkında olmak lazım. 24 saat çok uzun bir süre ve insanlardan uzaklaştıkça bu süre daha da artıyor sanki. Uzay zaman bükülüyor mu artık ne oluyor bilmiyorum ama hayat tek başına yaşanamayacak kadar zor. Bilerek mi yapıyorlar emin değilim ama hiçbir şeyi tek kişilik üretmediklerini özellikle yemek konusunda ispatlayabilirim. Özellikle benim gibi fazla ekmek yemeyen biriyseniz bir ekmek bile ikinci günden sonra küflenmeye başlıyor.

Semt pazarına zaten ancak kapanmaya yakın yetişebilirsiniz ve hiçbir şeyi bir kilodan fazla alamazsınız yoksa onlar da bozulmaya başlar. Bir yerden sonra kendiniz için çay bile demlemez olursunuz. Sallama çaylar daha mantıklı gelmeye başlar. Sonra evde sürekli bir tadilat işi çıkar. Bir şeyler bozulup durur ve evde başka kimse olmadığı için mecburen siz halletmek zorunda kalırsınız. Halletmek derken, iyi bir usta bulmak, saatlerce onu beklemek, geldiğinde onu dinlemek de ciddi bir iştir. Bunlar hep küçük ama biriktikçe insana ağır gelen yüklerdir. Ama hayat bu, insan öyleleriyle karşılaşıyor ki bunlar bile solda sıfır kalıyor.

Yazarımızın en sevdiğim yönlerinden biri de orijinal sonları, kapanışları. Özellikle Mavi Kuş’tan sonra bu sonlara daha fazla dikkat eder oldum. Her kitabında acaba bu sefer ne yapacak diye okuyorum. Böyle bir beklentiyle doğal olarak şaşırmamam lazım bu sonlara ama hayır, çoğunda zihnimde yeni bir pencere daha açmayı başarıyor yazar. Bu kitabın sonunda olaya biz okurlar da dahil oluyoruz hatta. Onu da paylaşmak istiyorum çünkü çok beğendim ben bu sonu, umarım kitabı okumamış olanlar için tat kaçırıcı olmaz.

Yazar: Artık bu kitaba devam etmenin bir anlamı kalmadı.
Okur: Olur mu efendim? Biz merakla, zevkle okuyor, sonu nereye varacak acaba diyorduk.
Yazar: Ama Suna Hoca istemiyor, yeter dedi.
Okur: Kahraman yazara baş kaldırdı diyorsun, saçmalık bu.
Yazar: Hayır. Bana nerede durmam gerektiğini ihtar ediyor. Uydur, uydur yaz. Bir yere kadar.
Suna: Arkadaşlar lütfen, daha önce de söyledim, tartışmayalım.
Yazar okura dönerek:
— Ayrılma zamanı geldi. Her işin olduğu gibi her kitabın bir sonu var.
— Hayır macera yarım kaldı. Olmaz.
— Gösteri devam etmeli diyorsun. Okur kardeş şunu bil ki okuduğun macera göz boyamak için kaleme alınmadı. Hepimiz aynı geminin içindeyiz. Sen, ben, Suna Hoca.
— Açıklama beni kesmedi. Galiba bu yüzden bir kitap ötekini doğuruyor. Yazarımız bir sonraki eserinde belki derine iner, işin sırrını açıklar.
Yazar: Bu sırrı ancak yaşayan bilir. Ben fukara-yı ümmetten biriyim. Nasıl böyle bir kitap yazabilirim?
Ayrılırken Suna Hoca:
— Benim için dua edin.
Yazar: Dua müşterek.
Okur: Dua müşterek, evet, çünkü dert müşterek.”

İşte böylece bitiyor bir hikâye daha. Şu an fark ettim, hiç Suna Hoca’nın Tanpınar okumalarından bahsetmemişim. Okurken o tespitlerden çok etkilenmiştim ama onları not almamışım demek ki. Zaten çok beğendim bu kitabı. Yazarımızın tüm kitaplarını bitirdikten sonra ikinciye okumayı düşündüğüm kitapları vardı, bu da onlardan biri oldu. Böyle bir sürü şey düşünüp kendimce hesap kitap yapıyorum ama bakalım ömrüm yetecek mi bunları okumaya. Bir de kendime yazın insanı dedim sanki çok bir şey yazmışım gibi ama benim işim daha çok düşünmek galiba. Düşün insanı mı deseydim acaba. Bak o da güzelmiş! O da çok anlamlı. İnsanları düşün der gibi de oluyor. Yazarlık kesmedi görüyor musunuz? Kendimi podcaster gibi de hissetmiyorum şu an ama ona da kalkıştım bir şekilde. İnsan ne çok şey istiyor. Ama insanlardan kolay kolay bir şey istemem ben. Soranlara bile “canının sağlığı” derdim eskiden. Uzun zamandır ben de dua istiyorum. Ve sadece bir kişi “dualar müşterek” diye yanıtlamıştı. Anlamamıştım o zaman. Şimdi anlıyorum. Sevincini bulmak, birinin duasında kendine yer bulmak mıdır, ne dersiniz?




21 Mart 2024 Perşembe

Rüzgârın Şarkısını Dinle

Rüzgârın Şarkısını Dinle, Gece Üçte Uyananlar ve Tavsiye Edilen Tüketim Tarihi

Uzun zamandır merak ettiğim Murakami’nin ilk kitabını bitirir bitirmez bir dörtlemenin başlangıcı olduğunu öğrendim. Sadece bu bile çok güzel bir sürpriz oldu benim için. Ufukta yeni bir “Murakami Maratonu” var gibi görünüyor.


Haruki Murakami’nin ilk romanını geç de olsa sonunda okudum ve korktuğum gibi bütün okuma listem değişti. Bazen böyle bir kitabı bitirince hemen o yazarın diğer kitapları da okumak istiyorum. Hatta abartıp bütün kitaplarını okumam lazım dediğim de oluyor. Bu duyulduğu kadar iyi bir şey değil çünkü bazen yazarın en iyi kitabıyla başlamış oluyorum ve ondan sonra diğer kitapları biraz hayal kırıklığı oluyor.

Eski bir hocam bir yazarın bütün kitaplarını okumaktansa çok fazla yazarın en iyi kitaplarını okumanın daha iyi olacağını söylemişti ve o zaman ikna olmuştum aslında. Ama Murakami’nin insan üzerinde böyle bir etkisi var. Bitirince eliniz başka bir Murakami kitabına gidiyor. Yoksa ben sırf adından dolayı çok merak ettiğim Sahilde Kafka’yı okumuştum ve o zaman da bütün hesap kitabım şaştı diyebilirim. Kısa sürede Sputnik Sevgilim ve İmkânsızın Şarkısı gibi yazarın en çok okunan kitaplarını bitirdim. Bu kitapları okurken insan sevip sevmediğini de hemen anlayamıyor. Bazı yerlerde mesela rahatsız olduğumu hatırlıyorum. Arada konu geçişlerine hayran olduğum da olmuştu ama genel olarak olayları sonuca bağlamıyor yazar, çok fazla şeyi okura bırakıyor.

Bu kitabın çevrilmesine yıllar sonra izin vermiş yazar. Başka kitaplarında da içine çok sinmediğini söylüyor. Kitabın sonunda Murakami’nin 2014 yılında kaleme aldığı “Mutfak masası kurmacamın doğuşu” başlığıyla benim için kitabın tamamından daha anlamlı olan bir sunuşu yer alıyor. Benim okuduğum Doğan Kitap tarafından 2018'de basılan 163 sayfalık bu kitabı Japonca aslından çeviren ise Ali Volkan Erdemir olmuş. Eskinden bunlara çok dikkat etmezdim ama Murakami çevirmenlik de yaptığı için özellikle baktım. Zaten çok değişik bir yazma tarzı var yazarın. Bu sade ve akıcı üsluba kavuşmak için çeşitli yöntemler denemiş ve sonunda önce İngilizce yazıp sonra o metin üzerinden ana dili olan Japoncaya birebir çeviri gibi değil de daha çok yeniden yazmak gibi bir tarz geliştirmiş. Dışarıdan bakınca hiç olmayacak bir şey gibi geliyor insana ama sonuç ortada.

Değişik bir düşünce tarzı var yazarın. Ben en çok bundan etkilenmiştim zaten. Koşmasaydım Yazamazdım’da da mesela yazar olmaya karar verdikten önce ne yapması gerektiğini düşünüyor. Yıllar boyunca her gün saatlerce oturup yazması gerektiğini anlayınca vücudunun bu kondisyona sahip olmadığını en azından yıllarca bunu sürdürecek kadar dinç olmadığını fark ediyor ve düzenli olarak koşmaya başlıyor. Bu kapsamlı ve farklı bakış açısı çok önemli. Ben de geçen ay Anna Karenina’yı okurken bunu daha iyi anladım. Bin yüz küsur sayfalık tek ciltlik baskısıydı ve bitireyim diye kas yaptım resmen. Okumak için bile sağlığın ne kadar önemli olduğunu bizzat görünce yazmak için çok daha fazlası gerektiğini ben de Murakami sayesinde anladım. Tabii ki onun gibi koşabileceğimi sanmıyorum ama en azından yürüyüşlere başladım. Bu sesli okumalar da bir nevi antrenman oluyor benim için. Çünkü sesimi istediğim gibi kullanamıyorum hâlâ. Bu da çok acayip çünkü bu yaşa kadar bunu da fark etmemiştim. Hani Matrix’te “Gözlerim yanıyor.” dediğinde Morpheus’un Neo’ya ikonik cevabı vardı ya, onun gibi bir şey sanki bu.




Rüzgârın Şarkısını Dinle’ye dönmemiz gerekirse, nereden başlayabileceğimi bilmiyorum açıkçası. Ondan böyle uzattım galiba. Beni bu kitabın yazılma hikâyesi daha çok etkiledi diyebilirim. En iyisi Murakami’nin kendi sözlerinden yola çıkalım. Kendisi yazar olmaya karar verdikten sonra her gece işten eve gelip mutfak masasında yazdığı bir tür “cüretkârlık eylemi” olarak tanımlıyor bu kitabı. Gunzo Edebiyat Dergisi tarafından “Yeni Yazarlar Ödülü” için finale çıkmasa, daha doğrusu onu seçmeseler sonsuza kadar yok olacaktı diyor çünkü elindeki tek kopyayı göndermiş ve reddedilen taslaklar geri gönderilmiyormuş. Ben de çok büyük olasılıkla başka bir roman yazmayacaktım, diyor. Peki hani o her yazara sorulan meşhur soru vardır ya, bütün bu hikâyeler nereden geliyor diye. İşte onun cevabını da bu kitapta veriyor:

“…insanın her tecrübesinden bir şeyler öğrendiği yönünden bakarsak, yaşlanmak o kadar da acı veren bir şey olamaz. Nihayetinde bu sadece bir genelleme tabii.
Yirmi yaşımdan itibaren bunu bir yaşam felsefesi olarak kabul ettim. Bu yüzden, defalarca sert darbeler aldım, defalarca kandırıldım, defalarca yanlış anlaşıldım, bununla birlikte bir sürü garip deneyim de yaşadım. Çeşit çeşit insan gelip bana hikâyesini anlattı, sanki anlata anlata üzerinden geçtikleri bir köprüydüm ben; sonra da çekip gittiler ve bir daha da geri dönmediler. (s.10)”

Az önce de bu kitap için bir tür cüretkârlık eylemi demişti ya orada çok fazla irdelemedim yoksa o konuda da çok doluyum. Bıraksalar saatlerce anlatırım. Ama gece yarısı üç-dört gibi uyanıp bir şeyler yemem lazım. Dolayısıyla özellikle bugünlerde yazarın şu cümlelerine birebir katılıyorum diyemem ama ne demek istediğini anlayabiliyorum:

Eğer sanat ve edebiyat arıyorsanız, antik Yunanların yazdıklarını okuyabilirsiniz. Gerçek sanatı doğurmak için, kölelik sistemi olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Antik Yunanlar da böyle düşünüyorlardı; köleleri tarlalarını ekip biçerken, yemeklerini hazırlayıp gemilerinde kürek çekerken şehirliler Akdeniz güneşinin altında kendilerini şiire verip matematikle uğraşıyorlardı. Onlar için sanat, böyle bir şeydi.
Gece yarısı saat üçte uyanıp buzdolaplarını karıştıran türde insanlar, ancak bu kadarını yazabilirler.
Ve ben de onlardan biriyim. (s.13)”

Buradan sonra artık kendinizi kitabın akışına kaptırıyorsunuz. Yazarın müzikle olan bağını diğer kitaplarında çok daha fazla görüyorsunuz ama burada da bunların sinyallerini vermiş. Bir bölüm mesela bir radyo programının açılışıyla başlıyor. Okurken anlayamamıştım başta ne oluyor diye. Sonra niye böyle bir şey yazdı acaba diye düşünmeye başladım. Çünkü yazarın bazı kapıları özellikle açık bırakma huyunu biliyorum ya diğer kitaplarından. Kitabın sonunu merak ederken hikâyeden kopuyordum neredeyse ama neyse ki şu cümleye denk geldim:

“Ancak hiçbir şey eskisi gibi değildi; sürekli sağa sola kayıp görüntüyü bozan şeffaf kopya kâğıdıyla çoğaltılmış gibiydi her şey ve öncekinden geri dönülmeyecek biçimde farklıydı. (s.133)”

Bilmiyorum siz beğendiniz mi ama beni çok etkilemişti bu benzetme. Kuşkusuz o sayfaya kadar okuduklarımın etkisi de vardır ama ben de böyle hissediyorum bazen. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Her şeyin üzerinde görünmeyen bir son kullanma tarihi var sanki. Son kullanma deyince de antipatik geldi şimdi. Tavsiye edilen tüketim tarihi mi desek acaba. İngilizcede “best before” diyorlar mesela. Kulağa iyi bir şeymiş gibi geliyor içinde best geçince. Bu da biraz bakış açısıyla ilgili gibi geldi bana. Aynı kavramı söylemek için ne kadar farklı kelimeler seçiyoruz. Eskiden şifahane derlermiş hastanelere. Talebe de öğrenciden daha çok şey anlatıyor bence. Ya da talep ediyor diyeyim de çıkayım şu konudan hızlıca.

Gelelim kitabın sonuna, özellikle radyoya gönderilen bir mektup var ki sizi alıp bambaşka yerlere götürüyor. Mektuplara zaafı olan benim gibi insanlar için kitabın neresinde olursa olsun bir mektup çıkarsa ortaya, bütün hikâyenin değişme potansiyeli vardır. İşte o mektup da bence bu kadar önemliydi bu kitap için. Böyle bir mektubu kaleme alabilmek, bir hastanın psikolojisini bu kadar iyi aktarabilmek, hem de bunu otuz yaşında, daha ilk romanında yapabilmek benim için bu kitabı özel bir yere koymak için yeter de artar bile.

O tarz bir radyo programı böyle bir mektubu canlı yayında okur mu? O mektubu kimin kız kardeşi gönderdi? Murakami böyle güzel sonlar yazmayı nereden öğrendi? Bu soruların cevabı duymak için belki de sadece dinlemelisiniz. Rüzgârın Şarkısını Dinle, bence bunun için kaleme alınmış. Bu sayede tüm dünyayı yeni bir yazarla tanıştırdığı için de yeri ayrıdır.

Mektubun tamamı çok uzun olur diye paylaşamıyorum ama ne zaman yataktan çıkacak gücü kendimde bulamadığım günlerin sayısı artar, işte o zaman bu kitabı alıp sırf o bölümü tekrar tekrar okumayı düşünüyorum. Özellikle şu satırları:

“Hastanemdeki odamın penceresinden liman görünüyor. Her gün yatağımdan kalkıp limana kadar yürüdüğümü, deniz kokusunu ciğerlerim dolana kadar içime çektiğimi hayal ediyorum. Bir kez olsun bunu başarabilirsem, dünyanın neden böyle olduğunun sırrına da erecekmişim gibi geliyor. Ve az da olsa olan biteni anlayabilirsem, tüm ömrümü bu yatakta geçirmeye de katlanabilirim sanıyorum. (s.140)”

 





14 Mart 2024 Perşembe

Zaman Makinesi

Zaman Makinesi, 5 Saniyede Her İşi Kolayca Yapıvermek ve Einstein

H. G. Wells’ten okuduğum ilk kitap bu oldu. Diğer eserlerini de çok merak ediyorum hâlâ ama doğru bir başlangıç yaptığımı hissettim bitirince. Lost’un 4 8 15 16 23 42 si gibi 802.701 sayısı da artık beni başka diyarlara götürecek.


Herbert George Wells Zaman Makinesi’ni 1895'te henüz 30 yaşındayken yazmış. Yetmemiş bir sene sonra da Doktor Moreau’nun Adası’nı yazmış ki bu iki kitabı bilmek için okumanıza gerek yok. O kadar popüler kitaplar. Yine birer sene arayla önce Görünmez Adam’ı sonra da benim filmini hatırladığım Dünyalar Savaşı’nı kaleme almış. Bunlar sadece bilimkurgu alanında yazdığı romanlar. Başka eserleri de var yazarın ama onları da saymaya kalkarsam yazma serüvenimi sonlandırıp zaman makinesi peşinde koşacağımdan korkuyorum.

Oldukça verimli bir yazar H.G. Wells, zaten Jules Verne ile birlikte bilimkurgunun da babası sayılıyorlar. Daha önce çocukken çocuk kitapları okumadım demiştim ama Jules Verne’i onlardan ayrı tutuyorum. En sevdiğim yazarlardan biriydi kendisi ve ileride bütün eserlerini tekrar okumak istiyorum.

Bu arada bu isimleri doğru telaffuz edip etmediğimden emin değilim. Eskiden olsa Arnold Schwarzenegger bile yazardım hiç korkmadan ama şimdi bir de bunu insan okuyacak diye düşünerek özellikle yabancı isimleri yazmamaya çalışıyorum. Bir de eskiden beridir kullandığım bir yöntem vardır yazarın ismini sürekli tekrarlamamak için. En başta bir kere söyleyip sonrasında hep yazar, yazarımız diye bahsedirim. Umarım bu kafanızı karıştırmaz.

Ben öyle çok fazla film seyreden birisi değilim Dünyalar Savaşı’nı çokça görmeme rağmen izlememiştim. Ama merak ediyordum. Şimdi onun yazarımızın kitabından uyarlandığını öğrenince hiç seyretmemeye karar verdim. Unutmadan bu kitap da daha önce üç kere beyaz perdeye taşınmış ama ben tabii ki onları da seyretmedim. Eskiden olsa bu kitabı bitirir bitirmez en azından son çekileni izlemeye çalışırdım ama açıkçası bunun pek bir faydasını görmedim. Harcadığım o süreyi daha iyi değerlendirebilirmişim gibi geliyor bana o yüzden hiç artık o film işlerine girmiyorum. Ama kitabı elimde gören bir arkadaşım ilk çekilmiş siyah beyaz versiyonunun daha iyi olduğu söyledi.

Bu kadar kısa bir kitabı bile evde bitiremeyip, yanında mı taşıyorsun diye düşünenler varsa ona da açıklık getireyim. Yine birçok kitapta olduğu gibi kütüphaneden ödünç almıştım. Son güne kadar da başlayamadım bir türlü. Biraz da kısalığına güvendiğim için nasılsa okurum diye düşünüyordum. Öyle de oldu gayet akıcı bir kitap zaten. İş Bankası Kültür Yayınlarının 15. baskısıydı benim okuduğum. Celâl Üster çevirmiş ama burada hemen bir uyarıda bulunayım kitabın konusu hakkında bilgisi olmayanlar için. Bu baskıda çevirmenin bir önsözü var. Bayağı da uzun ben okumasam mı acaba diye tereddüt ettim belki spoiler içerir diye. Başta da bilimkurgu tarihi falan diye giriyor diye başlamışken okuyayım dedim ama keşke en son okusaymışım. Bunu daha önce de bazı kitaplarda yaşamıştım. Önsöz diye başlık atıyorlar ama sonsözde bile yazılmayacak kadar ayrıntıyı veriyorlar kitapla ilgili. Burada da kitabın sonu dahil her tür bilgi veriliyor önsözde. Bazı önsözlerde de başka kitapların içeriğinden çok fazla bilgi verildiğine de denk gelmiştim. Dolayısıyla bu kitapla birlikte artık hiçbir şekilde önsözleri kitabı bitirmeden okumamaya karar verdim. Özellikle Zaman Makinesi için bence sizde öyle yapın yoksa kitabın bütün heyecanı kaçıyor. Kırk yılda bir çok önemli bir önsöze denk gelip keşke kitabı okumadan önce okusaymışım diyeceğiniz bir kitap çıkarsa da önsözden sonra kitabı tekrar okursunuz olur biter. Ben her zaman pratik ve kolay olan yolu tercih ederim ama bazen bu büyük bir hata olabiliyor. Kitapta benim de ilk aldığım not buna ilişkin olmuş. Bakın yazarımız “Her işi kolayca yapıvermek hatadır” derken bunu nasıl açıklıyor:

“Makinenin maketini gösteren ve konuyu Zaman Gezgini’nin sözleriyle açıklayan Filby olsa, ondan bu kadar kuşkulanmayabilirdik. Onun ortaya attığı gerekçeleri kavrayabilirdik: Çünkü Filby’yi bir domuz kasabı bile anlayabilir. Oysa Zaman Gezgini aklına eseni yapan biriydi, o nedenle ona güvenmiyorduk. Onun kadar zeki olmayan birine şan şöhret getirecek işler onun elinde birer hile gibi görünüyordu. Her işi kolayca yapıvermek hatadır.”




Yeni mezun arkadaşlar iş hayatına atıldıklarında bunu öğrenecekler ama illa öğrenmek için başınıza gelmesi gerekmez. Çoğu sektörde işin onda dokuzu reklam ve gösteriştir maalesef. Maalesef diyerek reklamcıları da karşıma almak istemem ama bu böyle. Bilmem anlatabildim mi? Geçen de şöyle bir şey duymuştum da hoşuma gitmişti. Hani bazen “Biliyorum ama anlatamıyorum.” deriz ya, kelimelere dökemeyiz düşüncelerimizi. Belki biraz sert olacak ama işte buna dair diyordu ki “Eğer anlatamıyorsan, bilmiyorsundur.” Bu kadar basit yani. Bazı şeyleri bildiğimizi zannediyoruz ya da öyle hissediyoruz ama bilmiyoruz aslında. En azından çoğu zaman sağlam bir temeli yok bildiğimizi sandığımız şeylerin. Einstein demişti galiba. “Bir şeyi beş yaşındaki bir çocuğun anlayabileceği şekilde anlatamıyorsan, o şeyi bilmiyorsundur” gibi bir meşhur bir söz vardı.

Einstein demişken, kitapta zamanın dördüncü boyut olduğundan söz ediyor kahramanımız Zaman Gezgini. Dikkatinizi çekmem gereken şey de bu kitabın yazıldığında Einstein’ın henüz bir çocuk olduğu. Yani fizik alanında onun teorileri, kuramları henüz yok ortada. Zaman Gezgini deyince de spoiler gibi hissetmeyin sakın. Adı en baştan beri bu şekilde geçiyor kitapta. Diğer karakterler de genelde meslekleriyle anılıyor. Bunu da çok sevdim ben. Rus romanlarındaki gibi bir karakterin üç-dört tane adı olunca kafam karışıyor benim. Basit ve net. Oldukça inandırıcı da demek isterdim ama şöyle bir tespiti var kahramanımızın ki katılmamak elde değil:

“Açıklamam çok basit ve bir o kadar da inandırıcıydı — bütün yanlış görüşler gibi!”

Sizin de hiç böyle düşündüğünüz oldu mu? Bir şey kusursuz gibi görünüyorsa, her şey mükemmelse muhtemelen orada size hiç söylenilmeyen ya da gözünüzden kaçan bir şey vardır. İçten içe “Bu kadar iyi olamaz” diye düşünürsünüz ve sonunda haklı çıkarsınız. Biraz önyargılardan da kurtulmak gerekiyor. Zaman Gezgini bir akşam yemeğinde bütün arkadaşlarını topluyor ve onlara önce icat ettiği makinenin maketi gösterip onların gözünün önünde onu yok ediyor. Tıpkı bir sihirbaz gibi. Olan biten misafirlerin bakış açısından bu şekilde ama o bu maketi geleceğe gönderdiğini söylüyor. Geleceğe gitmeyi oldukça basit bir şekilde bir noktadan başka bir noktaya hızla gitmek gibi düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Nasıl bir kurşun namludan çıktığında gözle görünmezse kendisinin de bu makineyi çalıştırıp geleceğe gittiğinde bu zamanda birden gözden kaybolacağını ama makineyi durdurduğunda yine aynı mekanda gelecekte makineyle birlikte belireceğini anlatmaya çalışıyor. Tabii ki kimseyi inandıramıyor ama sonra olaylar gelişiyor. Kısaca işi biraz abartıyor diyebilirim. Yani insan önce biraz deneme yapar, birkaç yıl falan gider en fazla değil mi? Ama yok, Zaman Gezgini ünvanını haketmek için yüzbinlerce yıl geleceğe gidiyor.





Peki bu kadar geleceğe gidince sizce nasıl bir dünyayla karşılaşır insan? Dünya hâlâ yerinde olur mu diye düşünesi geliyor insanın önce. Hadi önermeyi bozmayalım ve biraz beyin jimnastıği yapalım. Teknoloji ne durumda olur sizce? Artık ışınlanmayı falan bulmuş oluruz herhalde değil mi? En azından uçan arabalar vardır etrafta. Çevre gezegenlerde koloniler de kurulmuştur belki de. Ya da biz belki metrobüsle falan aya gideriz. Meşhur Geleceğe Dönüş filmi geldi aklıma, onu seyrettim merak etmeyin ama onda gidilen geleceği biz çoktan geride bıraktık ve sanki teknoloji o kadar da ilerlemedi gibi geliyor bana. Tamam şu an yapay zeka film falan çekiyor kendi kendine ama daha birkaç yıl önce bütün dünya ellerimizi nasıl yıkamamız gerektiğini seyrediyordu televizyonlarda. Maske takmayanların taş ve sopalarla dövüldüğü ülkeler vardı. Ben pek haber seyretmem ama görmüştüm böyle görüntüler. Siz de hatırlıyor musunuz? Yine çok uzattım ama demek istiyorum ki teknolojinin sürekli olarak ileriye doğru ilerleye gideceğini düşünmek büyük bir hata olabilir. Diyeceğim o ki, kahramanımız da bir yerden sonra öyle bir hale geliyor ki artık bütün umudunu yitirmek üzere. Hiç bilmediği bir dünyada sıkışmış kalmış vaziyette ama bakın ne diyor:

“İnsanın kafasını karıştıran bir sürü bilinmeyenin ortasında oturup durmak bir işe yaramaz. Sonunda bunu takıntı haline getirirsin.”

Oturup durmak deyince de şöyle bir fotoğraf görmüştüm. Artık bir markanın reklam panosu mu afişi mi yoksa internet ortamında oluşturulmuş caps gibi bir şey mi bilmiyorum ama şöyle bir şeydi: Büyük bir başlık ve altında dört farklı fotoğraf: Köpek balığı, aslan, timsah ve bir koltuk. Başlık da “Sizce hangisi daha tehlikeli?” gibi bir şeydi. Ben iki şık arasında kalınca genelde yanlışı seçerim ama böyle acayip sorularda iyiyimdir ve doğru cevap tabii ki koltuk. Çünkü insanın en büyük düşmanı hareketsizliktir. İnandırıcı gelmediyse size hemen kısa bir aramayla çeşitli kaynaklara ulaşabilir ve ihtiyacınız olan o ateşleyici güce hızlıca kavuşabilirsiniz. Ya da belki de şimdiden gaza geldiniz. O halde fazla zaman kaybetmeyin. Çünkü bunun da bir limiti var. Zaman Gezgini dostumuz da bunun farkında ve bize bu konuda da yol gösteriyor:

“İtiraf edeyim ki, cesaretimin kırılmasından korktuğum için elimi çabuk tutuyordum!”

Bu konuda saatlerce konuşabilirim fakat hiç etkili olmaz. O yüzden 5 saniye de size bir podcast önerebilirim. Mel Robbins, dünyaca ünlü kişisel gelişimci, yazar, gazeteci ve daha birçok şey. Ben biraz da İngilizce pratiği olsun diye dinliyorum onu ama kendisi bu 5 saniye konusunda uzman hatta kariyerini bunun üzerine inşa etmiş bile diyebilirim. Kitabını okumadım ama Ted konuşmasını seyretmiştim. Bu hafta da böyle İngilizce bir podcast önermiş olayım ve gelelim kitabın sonuna.

Ne ara sonuna geldik diye şaşırmazsınız umarım çünkü ben burada kitap özeti yapmıyorum. Kitabı hiç okumamış olanlarla yeni okumuş olanların farklı tatlar alabileceği ama kimsenin tadının kaçmayacağı bir sunum yapmaya çalışıyorum her seferinde. En büyük amacım da zamansız olabilmek. Yani bu bölümü yüzlerce yıl sonra da birisi kalkıp dinlese hiç yabancılık çekmesin istiyorum. Bunu ne kadar başarabiliyorum orası ayrı bir konu. En azından motivasyonum bu diyeyim şimdilik. Belki gelecekte başka bir hale de gelebilir bütün bu maceramız. Oturduğum yerden ahkam kesiyorum işte.

İşte demişken, eski iş yerim geldi aklıma. Her sabah hava henüz aydınlanmadan yüksekçe bir plazanın bodrum katına inerdik arabayla ve asansörle 5 kat çıkar, kötü bir ışıklandırmayla aydınlanan, penceresiz odama geçerdim çayımı aldıktan sonra. En son dönemimde böyleydi önceden yol manzaralı yerim de olmuştu. Açık ofis gibi arkadaşlarla iç içe çalıştığım da olmuştu ama bu son dönem gerçekten tam çok kötüydü. Güya gökyüzündeydik ama ışığı söndürsen karanlıktasın aslında. Sigara da içmiyorum ya, hava almaya da çıkamıyorum sürekli. Bir bahanem yok yani. Zaten iki dakika kaybolsan telefonlar çalmaya başlıyor. Tepende kameralar 7/24 izliyor. Böyle bir ortam, hiç haberin olmuyor dışarda güneş mi var, yağmur mu, kar mı? Bazen öğlen çıktığımda havayı görünce çok şaşırırdım. Kaç saat yağmur yağmış mesela ya da acayip güzel bir güneş var. O an çıkmasam hiç haberim bile olmayacak yani günün o halinden. O zamanlar düşünürdüm bu hayat böyle sürer mi diye. Sürmez demek, diyebilmek o kadar zor ki. Aksi gibi herkesin dilinde de bir sürdürülebilirlik var bu günlerde. Gerçi onlar akıllı-uslu insanlar. Güzel bir gelecek için diyorlar onu ama insan yine de emin olamıyor. Akla da fazla güvenmemek lazım bence. Çünkü yazarımızın şu cümleleri gerçek olmaya müsait gibi geliyor bana:

“İnsan zekâsı düşünün ne kadar kısa sürmüş olduğunu düşününce kederlendim. İnsanoğlu intihar etmişti. Kendine hedef olarak kararlılıkla rahatı ve kolayı, düstur olarak da güvenli ve istikrarlı dengeli bir toplumu seçmiş ve muradına ermişti — ama sonunda gele gele bu duruma gelmişti işte. “





7 Mart 2024 Perşembe

Koşmasaydım Yazamazdım

Koşmasaydım Yazamazdım, Okullarda Öğrenilemeyecek Gerçekler ve Koşmanın Felsefesi

Haruki Murakami'den okuduğum ilk kitap olan Koşmasaydım Yazamazdım'ın yeri bende hep ayrıdır. Artık koşmuyorum ama en azından yazmaya başladım ve bu kitabı okumasaydım belki de yazamazdım.


İlk defa yıllar önce okumuştum Haruki Murakami’nin bu kitabını. Düzenli olarak yazmaya başlayabilirim belki diye bir umutla başlamıştım kitaba. Tabii ki bir acayiplik olacaktı sonunda ve yazmak yerine sabahları koşmaya başlamıştım. Hatta bu garip durumdan bahsettiğimde bir arkadaşım “Bir gün bir kitap okudum ve adalelerim gelişti.” diyerek dalga geçmişti.




İnsan bazen yapmak istediklerini ertelemek için ondan başka her şeyi deniyor. Kendimizi hazır hissetmiyoruz başlamak için ya da hazır olmak diye bir şey yoktur belki de. Bilmiyorum. Yani böyle şeyleri hiç öğretmediler bize okullarda. Yazarımız Japonya’nın en popüler yazarlarından birisi ve bakın ne diyor:

Okullarda bizim öğrendiğimiz en önemli şey, en önemli şeylerin okullarda öğrenilemeyeceği gerçeğidir.”

Ben bu kitaptan hiç beklemediğim şeyler öğrenmiştim. O yüzden çok sevmiştim. Biyografi okumayı zaten hep sevmişimdir. Ama bu kitap öyle otobiyografi gibi de değil, daha çok bir yolculuğun hikayesi gibi geldi bana. 22 yaşında evlenip 30'una kadar bar işleten bir adamın, o yaştan sonra bir yazar olmaya karar vermesi zaten başlı başına büyük bir hikaye. Bana Mimar Sinan’ın 40 yaşına kadar bir Yeniçeriyken 48 yaşında mimarbaşı olmasını hatırlattı.

Böyle yaşanmış hikayeleri okumayı, görmeyi, duymayı seviyorum. Yaş bir yerden sonra sadece farklı rakamların yan yana yazılmasından ibaret bir şey gibi geliyor insana ama yaşlanmak diye de bir şey var. Bakın Murakami bu konuda ne diyor:

“Her insan yaşamının bir noktasında vücut kapasitesinin zirvesinden inmeye başlar. Elbette bireysel farklılıklar olabilir, ama yüzücüler yirmili yaşlarının ilk yarısında, boksörler yirmili yaşlarının ikinci yarısında, beysbol oyuncuları ise otuzlu yaşlarının ortalarında gözle görülmeyen bir zirveye ulaştıktan sonra aşağı inişe geçerler. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Ben bir göz doktoruna, “Yaşlılıkta gözleri bozulmayan insan yok mu?” diye sorduğumda, sorumu çok komik bulmuş olacak ki, gülerek, “Ömrüm boyunca öyle bir insana rastlamadım” diye yanıtlamıştı. Bu da aynı durum işte. (Ne mutlu ki sanatçıların zirvesi, kişisine göre büyük farklılıklar gösterir. Sözgelimi Dostoyevski 60 yıllık yaşamının son yıllarında Ecinniler ve Karamazov Kardeşler gibi, taşıdıkları anlamlar açısından en önemli yapıtlarını kaleme almıştır. Domenico Scarlatti ise yaşamı boyunca klavyeli çalgılara yönelik 555 sonat çıkartmışsa da, bunların büyük kısmını 57- 62 yaşlan arasında yazmıştır.)”

Bunları okuduktan sonra, bu kitabı bitirmemek gibi bir ihtimal yoktu benim için. Zaten dünyada yapabildiğim spora yakın tek şey koşmak, seyredebildiğim de sadece futbol ki onu da bıraktıracaklar bana bu gidişle, az kaldı. Geç diyebileceğimiz bir yaştan sonra yazmaya başlayan, sonra bu yazma işinin de aslında tek başına pek sağlıklı olmadığını gören bir insan Murakami.

İçine sıkıştığı rutin hayattan kaçmaya çalışırken aslında daha dar bir çemberin içinde sıkışmaya başladığını anlıyor ve kaçmanın en kolay yolunu keşfediyor: Koşmak.

“Her gün koşmaya devam ettiğimi söylediğimde bunu hayranlıkla karşılayanlar oluyor. “Ne kadar da azimlisiniz” diyorlar; bazen birilerinin beni övmesi, elbette sevindirici. Aşağılanmaktan çok çok daha iyi. Fakat düşünüyorum da insan çok azimli diye, her şeyi yapabilir gibi bir durum olmasa gerek. Yaşadığımız dünya, o kadar basit bir yer değil. Dürüst olmak gerekirse, her gün koşmaya devam etmekle kişinin azimli olması ya da olmaması arasında da pek bir ilişki olmadığı kanısındayım. Benim bu şekilde 20 yıldan uzun bir süredir koşmayı sürdürebilmiş olmam, nihayetinde koşmanın karakterime uygun olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. En azından o kadar da sıkıntılı bir mesele değil, o yüzden olsa gerek. İnsanoğlu dediğimiz varlık, sevdiği şeyleri doğallıkla sürdürebilirken, sevmediği şeyleri süreklilik içinde yapamayacak bir doğaya sahiptir.”

Son cümlesine dikkat edin lütfen: “İnsanoğlu dediğimiz varlık, sevdiği şeyleri doğallıkla sürdürebilirken” diyor ya hani. Bir şeyi sürdürmek, ne kadar hayati bir eylem aslında. Yaşamak da zaten hayatı sürdürmek değil mi bir yandan? Ama biz sanki hiçbir şeyi sürdüremiyoruz gibi gelmiyor mu bazen? Yoksa sadece bana mı oluyor? İşte buradaki püf noktayı es geçmemek lazım: Sevdiği şeyler. Bence birçoğumuz yıllarca neyi sevip sevmediğimizi bile bilmiyoruz. Sadece hep genç kalmak istiyoruz. Oysa yaşamak, yaşlanmak demek değil midir aynı zamanda?

“Ölene kadar 18 yaşında kalmak için 18 yaşında ölmekten başka yol yoktur.”

“Ölene kadar 18 yaşında” diye bir bölüm var kitapta. Böyle bir şarkı da varmış hatta, ondan da bahsediyor. Sonra koştuğu yerlerden, katıldığı yarışlardan, maratonlardan da söz ediyor. İnsan bazen okurken yoruluyor, o acıyı da enerjiyi de hissediyorsunuz. Koşarken de bir süre sonra gerçekten farklı bir boyuta geçmiş gibi hissedebiliyorsunuz, onun gibi bir deneyim sanki.

Hep söylenegelen kadim bir bilgi vardır, önemli olan yolculuktur diye. Öte yandan belki de daha çok benimsenen winner diye tabir edilen bir kazanan olma, kazanmak için her yolu mübah görme durumu da var. Bence bu kazanma takıntısı, daha çok kazanamamaktan geliyor. Eğer uzun süre peş peşe kazanırsanız zaten kazanmanın o kadar da önemli bir şey olmadığını anlayabilirsiniz. Bu konuda yazarın görüşleri de bana uyduğu için belki de sevdim bu kitabı:

“Yanlış anlaşılmasın, elbette ben de yenilmekten hoşlanmam. Fakat nedendir bilmem, eskiden beri bir başkasına üstün gelmek ya da yenilmek pek umurumda olmadı. Bu özelliğim bir yetişkin olduktan sonra da değişmedi. Hangi konuda olursa olsun bir başkasını yenmeyi ya da ona karşı yenilmeyi kafama takmam. Daha ziyade aklım kendi koyduğum standartları sağlamaya odaklanır. Bu anlamda uzun mesafe koşmak benim düşünce tarzıma son derece uygun bir spor.”

Hayatta önemli olan da budur belki de. Kendi düşünce tarzımıza uygun işlerle meşgul olmak. Tabii bunun için önce düşünmemiz, hatta bolca düşünmemiz gerek. Tarz dediğimiz şey de zaten böyle oluşmaz mı? Kendimize özgü olmalı yaptıklarımız. Amacımız da dünden iyi olmak.

“Evet, ben elbette büyük bir koşucu değilim. Fakat bu hiç de önemli bir sorun değil. Dünkü kendimi biraz olsun geçebilmek; önemli olan işte bu. Uzun mesafe koşularında geçmem gereken bir rakip varsa, bu geçmişteki kendimden başka kimse olamaz çünkü.”

Yine de kaybetmek bazen çok ağır gelebiliyor insana. Özellikle kaybetmeye pek alışkın değilseniz. Kazandıktan sonra gelen yorgunlukla kaybedince gelen yorgunluk arasında kesinlikle çok büyük uçurum var. Oysa değişen sadece sonuç. Sonra boşa geçtiğini sandığımız zamanlar, halbuki insan kaybettiğinde daha çok şey öğreniyor. Ayrıca şunu da unutmamak lazım, hepimiz bir gün bir şeyleri kaybedeceğiz.

“En başlarda da söylediğim gibi yenilgiyi kabullenemeyen karakterde bir insan değilim ben. Bazı durumlarda yenilginin kaçınılmaz olduğunu da kabul ederim. Hiç kimse sonsuza kadar galip gelmeyi başaramaz. Ömür dediğimiz otobanda sürekli sol şeridi işgal ederek koşmaya devam edemezsiniz. Buna rağmen, aynı hatayı defalarca tekrarlamak da istemiyordum. Yaptığım hatadan ders çıkarıp, sonrasında önüme çıkacak yeni şansları en iyi şekilde kullanmak istiyordum.”



 

Benim gibi telefonla konuşurken bile yürüme ihtiyacı hissedenler ya da Yürümenin Felsefesi kitabını okumuş olanlar bilirler ki yürümek düşünmektir aslında, plan yapmaktır bir yandan, hayal kurmaktır. Koşmanın Felsefesi diye bir kitap da yazılacak olsa en güzel Murakami yazardı herhalde. Çünkü günde 100 kilometre koşabilmek için yolun yarısında ayakları şiştiğinden yanında taşıdığı bir numara büyük ayakkabılarını giymek zorunda kalan, tam maratondan sıkılıp triatlona yönelen çılgın bir macera tutkunu gibi yaşayan bir efsane olan 72 yaşındaki bu adam aynı zamanda romancı, kısa hikaye yazarı, çevirmen ve gazeteci.

Ben daha fazla kendi kendime sorular sormadan sizleri kitapta geçen şu soruyla baş başa bırakmak istiyorum:

“İnsanın aklındakiler, vücudun ölümüyle birlikte öylece, hiçbir şey olmamış gibi yok olup gidiyor mu acaba?”