Peki kitabın bu güzel başlığı nereden geliyor diye merak ediyorsanız benim gibi, yazarımız hemen açıklamadan önce J.Swift’in Gulliver’in Seyahatleri’nden bir alıntıyı paylaşıyor:
“…İşte, demin söylemek istediğim gibi, bu iki yüce kuvvet otuz altı aydır inatçı bir savaşa girmiştir; sebebi de şu: herkesin de teslim ettiği gibi, yumurtayı yemeden önce, geniş ucundan kırmak, eskiden beri kabul edilmiş bir usuldü; fakat şimdiki İmparatorumuzun dedesi, daha çocukken, yumurtasını eski âdete göre geniş ucundan kırarken, nasılsa parmağını kesmiş. Bunun üzerine babası imparator bir ferman çıkararak, bütün tebaasına yumurtalarını sivri uçtan kırmalarını emretmiş; bu emre aykırı davrananlar ağır cezalara çarpılacakmış. Halk buna o kadar kızmış ki, tarihçilerimizin yazdıklarına göre, bu yüzden altı kere isyan çıkmış; bir imparator canından, bir imparator da tahtından olmuş. Bu dahili karışıklıklar Blefuscu hükümdarları tarafından mütemadiyen körükleniyor, yatışınca da, suçlular hep Blefuscu’ya kaçıyor, oraya sığınıyorlarmış. Hesabedildiğine göre, muhtelif zamanlarda, on bir bin kişi, yumurtalarını sivri uçtan kırmaya katlanmaktansa ölüme razı olmuşlar. Bu anlaşmazlığa dair sürü sürü ciltler doldurulmuş, fakat geniş uçluların kitapları yasak edilmiş ve hiçbir memuriyete alınmamaları kanuna bağlanmıştı…”
Ben bu kitabı çocukken okumuştum, Gulliver’in Seyahatleri ve şu an yani hiç bunları hatırlamadım, kim bilir nasıl bir versiyonunu okudum. O büyük klasiklerin kısaltılmış versiyonlarını okumak bilmiyorum iyi bir şey miydi? Bir daha da okuyamıyorum işte böyle olunca. Don Kişot’u falan da öyle okumuştum. Hatta geçenlerde o birinci sezonun finalini yaptığım Monte Cristo Kontu’nun öyle bir versiyonu bile değil, direkt çizgi romanını okumuştum.
Şimdi bu kitap deneme olunca, biraz öncesinde böyle ben de kendimden örnekler vermek istiyorum, hayatımdan. Deneme deyince hep aklıma gelen Montaigne’in o denemeleri. Yine ilkokulda hocamız bize deneme türünü anlatacakken işte “Hiç daha önce okuyan var mı?” gibi bir şey sormuştu, ben de hemen Montaigne’in o denemelerinden bahsetmiştim daha hoca söylemeden. Şaşırmıştı. O da “Okudun mu gerçekten?” gibi böyle sorguya çekmişti beni.
İşte okuduğuma dair o zaman birkaç şey söylediğimde bana bir bakış açısı değişmişti yani o günden sonra. Yine farklı bir okuldaydım çünkü muhtemelen daha kendimi ispatlamıştım mı diyeyim? Çalışkan bir öğrenci olarak görüyordum yani o okulda ilk zamanlar. Zaten hiçbir zaman aslında çalışkan, çok sürekli bütün ödevleri yapan, ders çalışan bir öğrenci olmadığım için ama denemeleri okumuştum yani Montaigne’in ve kim bilir ne anlamıştım yani o yaşta. Yine böyle kısaltılmış bir versiyonunu okumuştum. Sonradan, son 4 sene içinde tekrar okudum ve o çok acayipti. Montaigne biraz belki de o yüzden, ben bu türü ilk gördüğümde zaten büyülenmiştim. O türün o mantığı beni çok etkilemişti. Bir insanın hayata dair her şeyi yazabileceği, hiçbir şekilde sınırlanmaması inanılmaz bir tür. Yani insan çünkü çocukken şey zannediyor: Sürekli böyle kitapsa eğer bu ya bir romandır ya bir hikayedir, öyküdür. Halbuki deneme de yazabilir insan.
Zaten bence benim bu işte konuşmalar deneme türüne giriyor aslında. Burada podcast diye yayınlıyoruz ama bunu yazıya döksen deneme olacak. Kitap eleştirisi gibi düşünmüyorum hiçbir zaman çünkü kendimden bahsediyorum aslında, kendi görüşlerimden ve dediğim gibi çok severim ben bu türü. Mustafa Kutlu’nun da birkaç tane kaldı galiba okumadığım hikayesi. Ondan sonra hep denemeleri var. Onları da böyle araya sıkıştırmıştım. Onun denemelerini de mesela okumayı seviyorum. Montaigne’i de severdim.
Şimdi bu işte bir çelişki gibi görünüyor. Yani nasıl bütün bunların hepsini seviyorsun? Hepsini benimsiyorum, hepsini anlayabiliyorum demek değil ama okumayı seviyorum. Bir yandan da dediğim gibi büyülü bir tür bence. Her insanın böyle kendi fikirlerini yazabilmesi, yazabilecek olması, anlatabiliyor olması bence çok kıymetli, çok değerli. Her insan çünkü ayrı bir dünya, her kalp ayrı bir dünya. Ben biraz buna inanıyorum, her insandan alabileceğimiz, keşfedebileceğimiz… Çocuklardan… Ben çocuklardan çok şey öğrenirim. Küçücük çocuk dersin belki sonra görürsün ama bence onların o bakış açısı çok önemli.
Bir yandan da şöyle de hissediyor insan: Yani sen kimsin? Ben bu podcaste başlamadan önce de bu işin kralları var, bu işin işte en iyileri var. Benim de çok dinlemekten keyif aldığım Barış Özcan mesela YouTube’da, bence Türkiye’deki bir numaralı podcasti de yine aynı şekilde ve muhteşem içerikler yapıyor. Çok eğlenceli, dinlemesi de. Şimdi yine kısa bir dönem Serdar Kuzuloğlu “Zihnimin Kıvrımları” diye gelip podcaste işte “Gelirsem en iyisini yaparım” gibisinden bir fragman gibi göstermişti kendini. Ama sonra da hakikaten kendi “Haddini Aşan Yaşam Rehberi” diye böyle ismi de çok güzel olan, daha önce bahsetmiş olmam lazım, podcaste düzenli şu an içerik de üretiyor.
Sonra işte mesela yine burada söyleyemediğim, geçen işte bir yorum gelmişti YouTube’da, ona yazmıştım. Tabii ki ilk bölümünden beri takip ettiğim, ya bizim podcast camiasının piri belki diyebileceğimiz, Ortamlarda Satılacak Birgi, her konuyu böyle en ince ayrıntısına kadar çok güzel, çok samimi bir şekilde anlatan. Oradaki Merve’yi de mesela ilk bölümünden beri dediğim gibi takip ediyorum ama son birkaç aydır böyle dinleyememeye de başladım, güncelde değilim yani. Haftada böyle ikiyken gene yakalayabiliyordum ama 3 bölüme falan çıktı, o da çok uzun yapıyor. Yani tabii ki onları yoksa dinlemeye çalışıyorum.
Bahsetmeme sebebim şeye benziyor yani, burada : Zaten bunları biliyorsunuzdur, bunları kalkıp da benim söylememin çok bir anlamı yok. Amatör bir futbolcunun “Ya bir futbolcu keşfettim: Messi, Ronaldo” falan diye bir örnek vermesine benziyor bu.
Ve şey diyecektim aslında “Evet sen kimsin yani, bunlar dururken insanlar kalkıp seni mi dinleyecek?” Ama işte dediğim gibi bazı kitapları mesela bakıyorum, ne YouTube’da var ne başka bir yerde var, bari ben hazır okumuşken bahsedeyim, paylaşayım diye düşünüyorum. Bazen de bazıları da var yani daha güzelini, zaten geçen kitap için de demiş olmam lazım, “Ben okurum da çok daha güzel bahsetmişler, önce onu dinleyin” diye.
Bir yandan da bizde bu işte deneme türü zaten çok anlaşılmaması, o “Sen kimsin?” sorusunu biraz yanlış anlamaktan kaynaklanıyor bence. Bu çünkü bizde kavgadan önceki son sorudur yani, ondan sonra zaten işte küfürler gelir, yumruklar gelir, kötü bir şeydir. Çünkü senin artık varlığını, benliğini sorguluyor. Ama bir yandan da işte bu, o eski Yunan tapınaklarında Apollon muydu, şeyini de unuttum, Yunancası, Latincesi “Memento Mori” diye isim geliyor ama yok o “Ölümü hatırla” demekti galiba. Benzer şeyler işte “Kendini bil”, kadim bir söyleyiş zaten. “Kendini bilen Rabbini bilir” gibi bizim kültürümüzde de zaten olan kendini bilmek önemli.
O yüzden bence deneme türü de önemli ve bunun daha iyisini yapanlar var diye sen… Ya her şeyin daha iyisini yapanlar var, öyle bakacak olursan o zaman bu hayatı da yaşamayalım. Yani daha iyi yaşayanlar var ama sen yaşamak zorundasın bu dünyaya geldiysen. Ben intihar konusunda biraz öyle düşünürüm, bu intihar… İntihara karşıyım, şiddet için de şey derim “Şiddete şiddetle karşıyım” diye.
Ama işte geçen mesela Virginia Woolf’un günlüğünü okurken, “Bir Yazarın Günlüğü” kitabını okurken daha doğrusu, muhtemelen bu kitaptan önce paylaşacağım, daha önce okudum çünkü onu da yine büyülenmiştim, etkilenmiştim ama İngiliz feminist, çoğu görüşleri çok bana uymayan bir yazar. Yani “Bunu niye okuyorsun?” der görse beni tanıyanlar, bilenler, eşim dostum diyebileceğim insanlar yadırgayan. Sırf böyle zaten benim nasıl diyeyim öyle bir çevrem de var işte “Niye bunları okuyorsun ya?” diyecek.
Onları da anlıyorum şimdi. Bazı kitaplar gerçekten tehlikeli, sakıncalı olabilir ama ben onun o anlatım tarzını seviyorum mesela, sevdim. Yani en azından Virginia Woolf’un o emeğini, çabasını, yazmaya gönül vermesini sevdim. Kitaplarını sevip sevmeyeceğimi de çok bilmiyorum, belki de beğenmeyeceğim ama en azından onun o çileli yazma sürecini görünce beni etkiledi diyebilirim.
Neyse bu önümüz zaten çok uzun olacak, dediğim gibi çok fazla alıntım ve bu alıntılardan aklıma gelen değişik hikayelerim var. Yeri geldikçe anlatırım, anlatmaya çalışırım. Umarım unutmam. Bu bölümlerde de hep böyle oluyor, bazen “Şunu anlatırım” diye başladığım bölümü en son düzenlemesini yaparken fark ediyorum yani hiç onu anlatmamışım. Kaydı bitirdiğimde aklıma geliyor çoğu zaman, “Aa” diyorum “şunu anlatmadık, bu kaldı.” Belki de aslında onu anlatmak için açmıştım. Böyle şeyler de olabiliyor, onları da muhtemelen bir sonraki kitapta, başka bir kitapta yeri gelince anlatacağım.
Ben şimdi yazarımızın bu kitabın girişinde yaptığı açıklamayı, açıklamanın o kısa girişini paylaşmak istiyorum çünkü önemli burası:
“Bu kitabın ilk baskısı 1987 yılında yapıldı. O tarihten bu yana tam 20 yıl geçti. Kitapta yer alan metinlerin yazıldığı tarihte dünya Sovyetler Birliği ve Komünist Çin’in temsil ettiği Doğu bloku ile Avrupa ve ABD’nin temsil ettiği Batı bloku olarak ikiye ayrılmış farz ediliyor ve bu iki blok arasında bir soğuk savaşın var bulunduğu düşünülüyordu.”
Ben o dönemleri zaten yaşamadığım için öyle ancak okuyarak, işte filmlerden, işlerden görüyoruz. Ama benim çocukluğumda da yani iki ayrı güç çatışması, çoğu kitapta da zaten yansıtılır, yansıtıldı o iki arada kalmışlık. Türkiye’nin zaten bir yandan kaderidir Batı ve Doğu arasında kalma. Sonradan da işte artık Sovyet Rusya’nın yıkılmasından sonra tek kutuplu, globalleşen, Amerika merkezli dünya iyi bir şeymiş gibi… Mesela onun da anlatıldığı, böyle çok Amerikancı, liberal diye kendini tanıtan hocalarım da olmuştu benim. Ama görüyoruz ki yani o da şu an, yani o dünyayı da yaşıyoruz bu da çok matah bir şey olmadı da ortada. Hemen ben yine kitabın en başlarından aldığım kısa bir alıntıyla başlayayım yavaş yavaş.
“İlk birkaç yaşlarına kadar çocuğun eşyaya canlıymış gibi muamele ettiği bilinmektedir. Oyuncak bebekler onlar için canlı bir yaratıktır. Onlarla konuşurlar, dertleşirler, onlara kızarlar. Büyüklerin kendilerine yaptığı muameleyi onlar da oyuncak bebeklerine yapar.”(s.21)
Aslında bunun sonrasını almam gerekirdi ama çok uzundu, orayı çok böyle sayfalarca yine okumam gerekecekti. Doğru olanın belki de bu olduğundan bahsediyordu yazarımız. Çünkü zaten işte biz de öyle bir zihniyetle yetiştirildik. Yani aslında bütün bitkilerin canlı olduğu da çocukken bize öğretilirdi mesela, söylenirdi. Bir ağaca kötü davranamazsın yani. Mesela ona o işte isim kazımak, ağaca zarar vermek… Aynı şekilde nesnelere bile, eşyaya bile. Bunları ben bu anlatılan bir sonraki alıntıdan sonra söyleyeyim çünkü alakalı gibi.
“Tabiat, Batı insanı için üzerinde hakimiyet kuracağı, boyunduruk geçirebileceği, onu istediği gibi sömürebileceği bir ‘şey’ durumundadır. Gene Batı âleminde, halen şikayet konusu edilen çevre kirlenmesi, bu kültür anlayışının tabiata reva gördüğü muamelenin eseridir. Her ne kadar ‘çevreciler’ diye anılan dar bir zümre, çevrenin korunması için tedbir alınmasını zorunlu görüyorsa da, aynı kültürün bir parçasını teşkil eden bu insanların öngördüğü tedbirler nihayet eğreti olmak zorunda kalıyor. Hayvanları sevme dernekleri kurarak onları korumayı düşünmek bir takım fantezi heveslerin, hatta vahşeti maskelemenin ötesine geçemeyeceği bellidir.
İslâm’ın, her şeyin ‘mahluk’ (Allah’ın yaratığı) olduğu yolundaki öngörüsü ise, tabiata ve çevreye, Müslümanların ister istemez Allah’ın rızası doğrultusunda muamele etmesine yol açacaktır. Bu perspektiften bakınca, insan, tabiatı hiç bir zaman sömürülecek bir ‘şey’ diye görmeyecektir. Bu iki bakış tarzının pratikteki tezahürleri kolayca müşahede edilebilir.”(s.23)
İşte ben bunu nasıl söyleyeceğimi, söyleyip söylememek konusunda tedirgindim yani. Ama şöyle de bir görüş var bizde, şöyle de bir inançla yetiştirildikleri… Allah’ı Zikreder Allah’ın yarattığı her şey, o yüzden zaten hiçbir şeye bir nefret, bir işkence yapılmaması, zarar verilmemesi… İşte “Yaratılanı severiz yaradandan ötürü”, bunu anlatır yani aslında. Ama bu işte şimdi çok kolay açıklanabilecek bir şey değil, çok söylenebilecek her yerde. “Bilmek ve Bilmemek” diye bir başlık var mesela. Bence bu başlık altında yazılanların bilinmesi gerekiyor kesinlikle:
“Nitekim bilenlerle bilmeyenlerin bir olamayacağı, yalnız aynı inancı taşıyan insanlar arasındaki mertebeyi işaret etmiyor. Yani yalnız Müslümanlar arasındaki mevcut bilgi farkından çıkan yalınkat bir sonucun ifadesi değildir bu hüküm. Bunun yanında, belki bundan da önemli bir başka sonuç daha var bu cümlenin içinde. O da, Müslüman’la kâfir arasındaki farktır.
Bu ikinci fark, genellikle gözden uzak tutulmaktadır. Bunun da sebebi sanırım ‘bilme’nin muhtevasına verilen değişik anlamlardan doğmaktadır. Eğer bilme sadece fizik, pozitif, denenebilir bir vakıa olarak tanımlanıyorsa, bu anlamda bilenle bilmeyen arasındaki fark, dağarcıktaki malzeme farkının ağırlığından ibaret olacak demektir. Oysa bizim gördüğümüz sadece bir nicelik farkı değildir, hatta burada, nicelik farkını ihmal etmemiz gerekir. Önemli olan, bilenle bilmeyen arasındaki nitelik farkıdır. Bu bakımdan, dağarcıktaki malzemeye ilişkin bilgi yükünün ağırlığı ne kadar fazla olursa olsun, onun niteliği değişmez.
Kâfir, Müslüman’ın bildiğini bilemez. Fizik bilgi bakımından değil, fizik bilgiyi, yani meselâ İslâm’ın ve imanın şartlarını veya mesela İslâm fıkhını bütün ayrıntılarıyla öğrenebilirler. Biz bunu demiyoruz. Bu tür bilmeyi bilme saydığımız anda, kâfir olarak İslâm hakkında bilgi edinmiş kimsenin de Müslüman’ın bildiğini bilebileceğini kabul etmemiz gerekir. Oysa kâfirin, Müslüman’ın bildiğini bilmediği durumu farklı bir gerçekliği işaret ediyor. Gerçekten bilseydiler, bilebilseydiler kaçınılmaz olarak bu bilginin getireceği sonuçları da kabul ederlerdi, hatta bir anlamda bu sonuçlara katlanırlardı, demek gerekiyor. Oysa durumun böyle olmadığı açık saçık belli.
Demek ki bilme, bir şeyi öğrenmekten, onun hakkında malûmat edinmekten daha fazla bir anlam ifade ediyor. Bilme bakımında, Müslüman’ın kâfire üstünlüğü burada odaklaşır. Çünkü kâfirin bildiklerinden, Müslüman’ın bildiğini, kâfir hiçbir zaman bilemeyecektir. Meğer ki ahirette çıplak hakikatle yüz yüze gelsin.
Müslüman’ın bilmesini kâfirinkinden farklı kılan nedir öyleyse? Bu fark, Müslüman’ı, bildiğine aynı zamanda kalbiyle iştirak etmesi, yani bildiğini yaşaması halidir.
Nitekim bilenlerle bilmeyenlerin bir olmayacağı yalnız aynı inancı taşıyan insanlar arasındaki mertebeyi işaret etmiyor. Yani yalnız Müslümanlar arasındaki mevcut bilgi farkından çıkan yalın kat bir sonucun ifadesi değildir. Bu hüküm bunun yanında belki bundan da önemli bir başka sonuç daha var. Bu cümlenin içinde o da Müslümanla kafir arasındaki farktır bu ikinci fark genellikle gözden uzak tutulmaktadır. Bunun da sebebi sanırım bilmenin muhtevasına verilen değişik anlamlardan doğmaktadır. Oysa bizim gördüğümüz sadece bir nicelik farkı değildir. Hatta burada nicelik farkını ihmal etmemiz gerekir. Önemli olan bilenle bilmeyen arasındaki nitelik farkıdır. Bu bakımdan dağarcıktaki malzemeye ilişkin bilgi yükünün ağırlığı ne kadar fazla olursa olsun onun niteliği değişmez. Kafir Müslümanın bildiğini bilemez, fizik bilgi bakımından değil fizik bilgiyi. Yani mesela İslam’ın ve imanın şartlarını veya mesela İslam’ın fıkhını bütün ayrıntılarıyla öğrenebilir. Biz bunu demiyoruz, bu tür bilmeyi bilme saydığımız anda kafir olarak İslam hakkında bilgi edinmiş kimsenin de Müslümanın bildiğini bilebileceği kabul etmemiz gerekir. Oysa kafirin Müslümanın bildiğini bilmediği durumu farklı bir gerçeğe işaret ediyor. Gerçekten bilselerdi, bilebilseydin kaçınılmaz olarak bu bilginin getireceği sonuçları da kabul ederlerdi. Hatta bir anlamda bu sonuçlara katlanırlardı demek gerekiyor. Oysa durumun böyle olmadığı açık saçık belli. Demek ki bilme bir şeyi öğrenmekten, onun hakkında malumat edinmekten daha fazla bir anlam ifade ediyor bilme bakımından. Müslümanın kafire üstünlüğü burada odaklaşma, bildiğini kafir hiçbir zaman bilemeyecek. Meğer ki ahirette çıplak hakikatle yüz yüze gelsin. Müslümanın bilmesini kafirinkinden farklı kılan nedir? Öyleyse bu fark müslümanı bildiğine aynı zamanda kalbiyle iştirak etmesi, yani bildiğini yaşaması halidir. Evet, şimdi yavaş yavaş böyle kitabın o iki farklı kutba mercek tuttuğu yere geliyoruz, yani kafir ve Müslüman bildiğini yaşamak, bildiğini yaşama hali, bilmenin aslında ne kadar farklı anlamlara geldiği, bilmenin biraz bildiğini yaşamayı da gerektirdiği.”(s.39,40)
İşte ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol, demiş Mevlana. Bir şeyi bilmek yetmiyor. Şimdi burada işte bu müslümanları, kafirleri duyunca belki kapatacak olan çok insan da olabilir ya. Benzer şekilde, mesela bu ikinci sezonun benim o ilk açılışı biraz da böyle sevinçle yaptığım ama sonrasında bana farklı duygular da hissettiren Dune serisinde mesela, kesinlikle çok sakıncalı da bir kitap okurken tedirgin de olmuştum. Mesela biliyorum ki birçok insan da, özellikle benim çevremden, o serideki kitapların sırf adını görünce bile kapatıp atacak, yani dislike basacak, hiç dinlemeyecek insanlar da var.
Mesela ben 6 yaşında başlamıştım birinci sınıfa ve bizim sınıfta Allah demek yasaktı. “Tanrı” diyeceksiniz diyordu hoca, bunu bir de zorluyordu ve işte açıklama olarak da şey diyordu o zaman. O çocuk aklıyla mantıklı da gelmişti işte: “Allah Türkçe bilmiyor mu? Allah’ın Türkçesi ‘Tanrı’dır. E, biz Türkiye’de yaşıyoruz, Türkçe konuşuyoruz, o zaman ‘Tanrı’ dememiz lazım.” Biz de bunu hep tam tersi şekil öğrenmiş o yaşa kadar, yani evde de hiçbir şekilde “Tanrı” denmez, hep “Allah” denir.
Kafalar biraz böyle karıştı. Sınıfta da, işte kendimi zorla “Tanrı” demektense hiç dememeye başladım ben de. Böyle olunca, seni bir şeye zorladıklarında hiç Allah’ın adını anmamaya başlıyorsun. Halbuki işte her işe Besmeleyle başlaman lazım, içinden söylüyorsun bu sefer. Zaten birinci sınıf benim okul hayatımın en zor yılıydı. Böyle bayağı tembel bir öğrencilik hayatı yaşayacaktım eğer o okulda devam etseydim. Hayatım kayacak yani belki, çünkü okumaktan bile soğumuştum ki benim okula başlama amacım bir an evvel şu okuma yazmayı bir öğrenelimdi.
İlk işte birinci sınıf öğretmenim beni sevmezdi zaten, onu başka bir yerde de söylemiştim. Çünkü çocukken bile fark ediyorsun sevilmediğini. Belki sırf adım yüzünden böyle bir ikinci sınıf bir muamele gördüğünü, bir haksızlığa uğradığını ve o bütün diğer derslerini de etkiliyor. İşte ben hiçbir şeyin temelini alamadım birinci sınıfta, gittim ikinci sınıfta farklı bir okula. Orada da o içimdeki merak hala varmış, matematiğe olan ilgim de mesela ikinci sınıfta başlamamıştı. Hoca böyle sınav gibi değil de, bu işte kesirli sayıları öğretiyor, o basit kesirleri falan öğretmişti hemen ilk başta. Ben ama eve gidince, ders bitince şeyi de merak etmiştim ya, şimdi adı üstünde, yani basit hakikaten, işte pay küçük olunca problem yok ama acaba pay büyük olursa nasıl olacak diye kendim böyle daha ikinci sınıfta düşünmüştüm. Eve gidince, işte o kitabın ileriki yerlerini karıştırmıştım falan, kendi kendime çözmeye çalışmıştım.
Öbür gün de böyle hocanın sınav yapacağı tuttu, hemen o o zamana kadarki şeylerden ama böyle tam sınav da değil, tahtaya beş tane soru yazdı, deftere yazdık o beş soruyu, beşini çözersen beş verecek, sözlüden mi verecek artık öyle bir şey, tam böyle yazılı kağıdı değil. Yani herkes tek tek defterini götürüyor ona göre. Hatta böyle işte dersin son 10–15 dakikasına doğru sınıfın en çalışkanları böyle hep götürmüştü hocaya ama yok, beşinci soruyu yapamamışsınız, onu da çözün öyle gelin diye geri göndermişti onları. Sınıfta da hep böyle konuşuluyor işte, beşi nasıl yapacağız, beşinciyi yaptınız mı falan. Ben de şöyle bir göz ucuyla bakmıştım beşinci soruya: “A” dedim, “tamam ben onu yaparım”, çünkü öncesinden çalışmıştım, etmiştim kendim nasıl yapılacağını biliyorum.
Yani ama işte bende o temel olmadığı için o ilk dört soruda zorlanıyorum, yavaş yavaş yapıyorum. Neyse bir şekilde bitirdim. Ben de kalktım götürdüm hocaya defterimi. Baktı şöyle bir bana, deftere baktı, tekrar bana baktı: “Sen mi çözdün bunu?” dedi. “Evet” dedim. İnanamadı, yani hoca aldı oraya bir başka bir şeyler daha yazdı: “Al bunu da çöz bakalım” falan, hemen orada onu da yapmaya çalıştım, yaptım sonra. Kocaman böyle defteri tam sayfayı kaplayacak kadar bir yıldız attı, imza attı bir şey attı böyle o kırmızı bir kalemi vardı, ödevleri imzaladığı, işaretlediği. “Aferin” dedi, “Beş, sen” dedi, “gel burada benim öğretmen masasında otur” zaten dersinde bitmesine 5–10 dakika var, çünkü geri dönersem biliyor. Herkes bakacak defterimden, onlar da yapacak falan. Diğerleri de yine çözmeye çalışsın bakalım, başka beş sorunun beşini de yapabilen çıkacak mı, dedi ve bütün sınıf böyle hayret içinde: “A, işte nasıl yaptı, nereden yaptı?” O zamana kadar çünkü böyle silik bir öğrenciyim, hiç sesim çıkmıyor, hiçbir şeye parmak kaldırmıyorum, etmiyorum. Çünkü okuldan, yani o birinci sınıfın verdiği travmayla bıkmışım. Yani artık daha ilk ilk seneden bir an evvel ya okuma yazmayı da artık öğrenmişim, öğretmenle işim yok kafasındayım. Yani ben kendimi okurum zaten, alacağımı aldım gibi düşünüyorum.
Sonra işte o matematiğin ne kadar zevkli, ne kadar eğlenceli, mantıklı bir şey olduğunu o hocanın yaptığı keşfetmeyle anlamıştım ve ondan sonra da hep böyle matematikte sınıfın en iyisi olmuştum. Ve matematiğin zaten öyle bir güzel yönü var, diğer dersler gibi değil. Çalışmana gerek yok, bir şey ezberleme gerek yok sonradan. Gerçi formüller giriyor işin içine ama çok ileride oluyor onlar, giriş seviye matematik. Yani en azından herkesin aslında yapabileceği, düzgün bir şekilde, doğru şekilde anlatırsan mantığını kavradıktan sonra çözebileceği şeyler. Ve matematik biraz bizde de böyle bilimin, fenin temsilcisi olduğu için beni kitap okurken gören herkes -babam hariç- “işte niye okuyorsun, matematik çöz” gibi bir öğüt verirlerdi.
Bende tam tersi, yani matematik çözebildiği soruyu tekrar tekrar çözmenin, benzer soruları çözmenin ne anlamı var, onu biliyorsun zaten. Hayatımda böyle bir soru bankası bitirdiğimi çok hatırlamıyorum. Yani o yüzden de sınavlarda hep şey hissi olur bende: “A, ben bu soruyu çözebiliyordum!” Gel çöz ama hadi işte, yok, çünkü işte onun pratiğini yapmamışım, çok uğraşmam gerekiyordu falan çözebilmek için. Ama işte o ikinci sınıftaki öğretmenimiz bana matematiği sevdirmişti. Yani buradan bilime girmişken, uzunca bir alıntıyla devam edelim. Russell’dan bahsediyor, Bernard Russell, o da ateistmiş sanırım. Onun böyle bir alaycı bir tavrıyla eleştirdiği bir örneğin üzerinden şöyle gidiyor:
“Russell’ın iddiaları aslında birçok bakımdan tartışılabilir. En basitinden, bilimcinin kullanmak zorunda bulunduğu teleskop ile mistik’in kullanmak zorunda bulunduğu ‘oruç’ birer araç sayılması bakımından, Russell’ın belirtmek istediği gibi, farklı da değildir. Teleskopu kullanmasını, teleskopla neyi gözleyeceğini bilmeyen birinin düşeceği yanlışlık, oruçla nereye varacağını bilemeyen birinin düşeceği yanlışlıktan daha az vahim değildir. Fakat Russell, nedense, herkesin teleskopu yerinde kullanacağını farz ediyor da, mistik’in kendi alanında kullandığı araçların yanlış algılara yol açacağını ileri sürüyor. Oysa yanlış yerlerde kullanılan araçlar yanlış sonuçlar verecektir. İster mistisizm alanında, ister bilim alanında olsun mikroskop kullanacağımız yerde teleskop kullansanız, ne görürsünüz? Üstelik mikroskobun bir tabibe gösterip anlattığı şeyle sıradan birine gösterdiği şey birbirinden ne kadar farklıdır. Bir röntgen bilmine bakan tabiple fotoğrafçı aynı şeyleri mi görür?
Fakat mesele bunlar değil. Hıristiyan Batı dünyasında dinî yaşantı ile mistik yaşantı birbirine karıştırılıyor. Daha doğrusu bu ikisi özdeşleştirilerek bir yere varılmak isteniyor. Böylece, gerçeklere ulaşmak hususunda bilimsel tecrübelerin bize nesnel şeyleri ilettiği, oysa mistik tecrübeyi yaşayanların bütünüyle bireysel ve öznel şeyleri ilettiği, böylece güvenilir olamayacakları vurgulanmak isteniyor. Fakat bir yoganın marifetlerinin yahut bir keşişin tasarruflarının da çoğu zaman objektif olarak gözlenebilirliği unutuluyor.”(s.47,48)
Mesela bunu biraz ben de şakayla karışık söylerdim. Yoga, pilates kesinlikle çok faydalıdır. İşte eğer namaz kılmıyorsan mutlaka yapmanız lazım gibi bir şey söylerdim arkadaşlara. Öyle dost meclisinde, herkese söylenecek bir şey değil tabii ki. Tam tersi, işte yoga yapan birine de “İşte yoga yapacağına namaz kıl” demek de bence herkese söylenebilecek bir şey değil. O da çünkü hem ters tepebilir hem yanlış anlaşılır orada yapmak istediğin şey. Ve ben yoganın hakikaten faydalı olduğunu da hiç yapmamama rağmen, gerek nefes tekniklerini gerek o çeşitli pozisyonların faydalı olduğunu da düşünüyorum. Ama bunun faydalı, marifetlerinin olabileceğini Rasim Özdenören’in bir kitabından okuyacağımı hiç aklıma gelmezdi. O yüzden de işte seviyorum yazarı. Bu denemeleri çok farklı bir bakış açısı sunabiliyor. Bunu da bir cami cemaatine söylesen de anlamaz aynı şekilde.
Mesela Celal Şengör’ü, o da bir ateist olduğu için onu kesinlikle işte dinlememek gerektiğini, dinlersen dinden çıkabileceğini söyleyen insanlar da var. Ama ondan şöyle bir şey ben duymuştum. Kendi anlatıyordu. Tam birebir böyle değil ama profesör bir kadın arkadaşı varmış, onun evini ziyarete gittiğinde bir gün kapıyı geç açmış. Belli işte hazırlanıyor. Diyor ki kapıyı açtığında da işte böyle başörtüsüyle falan açmış. Şaşırmış, Celal Hoca. Normalde başı açık olan bir kadınmış. İşte “Namaz kılıyordum” demiş ki “Bu bir bilim insanı” diyor. Yani o da tabii şaşırmış. “O zaman namaz, yani ne alaka? Sen niye namaz kılıyorsun?” gibisinden. Kadın da gayet içten bir şekilde demiş ki: “Beni rahatlatıyor.” “Ha o zaman tamam” demiş.
Mesela Celal Hoca’nın bile bir saygısı var. “O zaman tamam” demiş. Yani kabullenmiş. Onun o tavrı hoşuma gitmişti ondan dinleyince. Burada da şimdi ya hiç bilmeden etmeden işte “Yoga boştur, saçmalıktır” diyerek kötülerse olmaz. “O batının güzel yanlarını alalım” derler ya. İşte bak mesela bize de onu böyle hep, gerek okullarda gerek kitaplarda, dizilerde, filmlerde hep öyle öğrettiler, öyle öğretmeye, zihnimize kazımaya çalıştılar. Onun da çok mümkün olmayacağını ya da nasıl olabileceğini bu kitapta çok güzel anlatıyor yazar. Onunla ilgili de böyle çok değişik alıntılarım olacak ama öncesinde bu uzun bölüm var:
“Batı uygarlığının üç dayanak noktası var: Roma hukuku, Yunan felsefesi ve Hıristiyanlık. Roma hukukunda insanlar kesin olarak ikiye ayrılmıştır: Köleler ve vatandaşlar. Bu hukukta köle, insan yerine konmaz, eşyadır. Eşya gibi alınır, satılır, hiçbir şeye sahip olma hakkı yoktur. Köle, hakkın süjesi değil, objesidir. Kölenin bir efendisi, yani sahibi vardır. Bu efendi kölenin üzerinde mutlak bir tasarruf hakkına sahiptir. Onu ister satar, ister yaşatır, ister öldürür. Bir efendinin serveti ve şerefi sahip olduğu kölenin sayısıyla ölçülür. Köle tıpkı eşya gibi babanın mirası arasında çocuklara intikal eder, toprakla birlikte, toprağın tamamlayıcı parçası veya teferruatı arasında üçüncü kişilere satılır. Kölenin kazancı efendiye aittir. Bu, toprak mahsulünün toprağın sahibine ait olması gibi/kadar doğal sayılır.
Roma vatandaşlar hukukuna gelince: Bu gün Batı hukununun temeli olan bu hukukta da, görünüşünün tersine, insanın fazla bir değeri olduğu söylenemez. Bu hukukta iktisat teorisindeki homo economicus (iktisadî insan) tipine denk, bir ‘hukukî insan’ tipi yaratılmıştır sanki. Bu insan ta baştan beri iyi niyetten yoksundur, sözleşmelerine bağlı kalmaz, düşündüğü tek şey menfaatleridir, bu insan, hilekârlık yapmasına engel olacak hiçbir mânevî-ahlâkî değer taşımaz; bu insan faziletsizdir. İşte bütün Roma hukuku âdeta bu insanı disiplin altına almak, onun kötü niyetinden doğabilecek mazarratları önlemek için düzenlenmiş bir sistemdir. Basit bir alım satım akdinin türlü türlü törenlere bağlı kılınması boşuna değil, bu ‘insan’a olan güvensizlik yüzündendir. Türlü türlü hukukî işlemlerle, çeşitli teminatlarla hep bu insanın kanunların boşluğundan yararlanması önlenmek istenir. Roma hukukunun, dolayısıyla Batı hukukunun temelini oluşturan faraziye insanın, hiçbir insanî duyguya sahip bulunmadığı ve onun mücerret bir kötü insan sayılması esasına dayanır. Hukukun teoride yarattığı bu insan tipi realiteye de yansımıştır. Kanunun müeyyidesi ağırlaştıkça insanlarda kaçamak noktaları arama duygusu artmış, bu da yeni müeyyideleri gerektirmiş, böylece bu durum bir fasid daireye dönüşerek devletle insan arasında oynanan bir hırsız-polis oyunu hâlinde bugüne kadar gelmiştir. Batı hukukunun realitedeki insan üzerindeki olumsuz etkisi, kanunlara içten olması gereken saygı duygusu yerine, müeyyideyle zorlanan bir itaat duygusunun yerleştirilmiş olmasıdır. Yani Batı hukuku özünde, cevherinde insana hitap eden, onu derinden kavrayan, yakalayan, insanda kanunlara kendilinden doğan bir saygı duygusu uyandıracak bir mahiyet ve kabiliyet taşımaz. Bu hukuk erdemli insana değil yukarıda vasıflarını belirttiğimiz ‘hukukî insan’a hitap eder. Bu hukukta insan, insan değil, insan görünüşünde ama, insanî değerlerden soyunmuş apayrı, bambaşka bir yaratıktır. Bir insan negatifidir.
Yunan felsefesinde de, Roma hukukunda olduğu gibi kesin bir köle ve vatandaş ayrımı vardır. Yalnız burada Yunan felsefesi derken, Yunanlılara özgü bir dünya görüşünün sonucu olarak çok tanrıcılık, bu çok tanrıcılığın doğurduğu kapalı bir site anlayışı ve bu siteden ilhamını alan Yunan filozoflarının devlet hakkında meydana getirdiği doktrinleri göz önünde tutuyoruz. Eski Yunan çok tanrıcıdır. Çeşitli sitelerin kendine mahsus tanrıları vardır. Belli bir tanrı çevresinde toplanan insanlar, çeşitli toplumsal faktörlerin de etkisiyle, bir site meydana getirmişlerdir. Bu site dışarıya kapalıdır. Çünkü Yunan anlayışına göre sitenin seçtiği tanrı yalnız o siteye aittir. Yalnız o sitenin insanlarını korur; sitede yaşayan insan o siteden değilse bu korumadan yoksun sayılır; sitenin yabancısı olan bir kimsenin orada yaşaması imkânsızdır. Bu çeşit bir tanrı anlayışı öylesine bir taassuba götürülmüştür ki, iki site savaşa tutuşunca, bu sitelerin tanrıları arasında da savaşın başladığına inanılırdı. Bu anlayış, insanların birbirlerine yaklaşmasını önlüyor, sitelerin tek bir devlet çatısı altında birleşmelerine meydan vermiyordu.
Böyle bir dünya görüşünden evrensel bir insan anlayışına, gerçek insan sevgisine ulaşmak elbette mümkün olmayacaktı. Bu anlayış, yüzyıllaraca sonra olsa olsa bir ‘hümanizma’ hayali doğurabilirdi. Nitekim böyle oldu. Rönesans’ın öncüsü sayılan ilk hümanist filozofların evrensel bir dünya devleti üzerine ileri sürdükleri düşüncelerin altında yatan başat niyet, kendi devlet birliklerini sağlamanın yanında, bütün bir insanlığı, bu devlete (Roma’ya) bağlamak; merkezi, idarecisi, efendisi Romalı olmak üzere diğer bütün insanları bu devletin, bu sözde evrensel devletin kölesi yapmaktan ibaretti. Yunan’ın dünya görüşü, ki kendisini bile tek devlet hâline getirmeye yetmemiştir, ilhamını kendisine biraz da Hıristiyanlık bulaştırarak bu görüşten alan hümanizmaya dönüşüyor. Bir yandan yığın yığın insanı köleleştirirken öte yandan sınırlı bir zümreyi efendiler katına yükseltmek gayesi peşinde koşan hümanizmaya…
Hıristiyanlığa gelince: Hıristiyanlık hayalî bir insan tipi çıkarmıştır. İnsanlara boyuna sevgi ve merhamet telkininde bulunmasına rağmen, bunu gerçekleştirebilecek bir ortam kuramamamış, bünyesinde sağlam bir toplumsal yapı kurabilecek unsurlardan ve imkânlardan yoksun bulunmuştur. Ancak Hıristiyanlık derken anladığımız şey, Hz. İsa yoluyla gelen hak din İsevilik değil, Avrupalının ne yapıp edip bozmayı başardığı, menşei ilâhi olmayıp insana dayanan, uydurma kitapları, düzmece tanrısıyla insanı kâh putlaştıran, kâh Allah’ın oğlu yapan günümüz Batı dünyasının dinidir. İşte bu din sevgi ve merhametten örülmüş bir insan yaratma isteğini boyuna ileri sürmesine rağmen, bünyesinde bütün insanlığı kurtaracak bir mesaj taşıması bir yana, kendi bağlıları arasındaki mücadeleleri bile önleyememiştir. Bu din, kendi içinde bir ruhani sınıf, dinin bağlılarından ayrı bir imtiyazlı sınıf teşkil etmiştir. Yâni aynı dine bağlı olanlar, aynı tanrıya secde etmesi gereken insanlar arasında, doğal olarak var olması gereken eşitlik, misyonerlerin bütün iddialarına rağmen, bu dinde maya tutturamamıştır. Üstelik bu ruhani sınıf devlet otoritesini de rahatsız etmekten, onu da kuşkulandırmaktan geri kalmıyordu. Hıristiyanlık ilk olarak çıktığı zaman Roma imparatorluğu bu dinin mensuplarını baskı altında tutamayacak kadar zayıf değildi. Ama bir kaç yüzyıl sonra Papa güçlendi. Papayla krallar arasındaki mücadeleler sonunda ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrının hakkı Tanrıya’ formülüyle çözümlendi.
Bu formül, din otoritesi ile devlet otoritesi arasındaki akdi ifade eder. Yâni artık din devletin, devlet de dinin işlerine karışmayacaktır. Bu uzlaşmanın adına lâiklik dendi. Aslında bu akit, ruhban sınıfın Hıristiyanlıktan verdiği tavizden doğuruyordu.
Öte yandan sevgi ve merhamet deniyordu ama bizzat dinin mensupları arasında bile eşitlik yoktu; eşitliğin olmadığı yerde din kardeşliğinin, adaletin, faraza Hıristiyanlık bir devlet kurabilseydi, orada siyasî hürriyetlerin sözü olabilir miydi? Batıda tanrı tanımaz filozoflar çıkmışsa, bu belki biraz da Hıristiyanlığa bağlanarak açıklanabilir. O kadar ki, aslında Hıristiyanlığa inanabilen filozoflara şaşmalıyız, diye düşünmek bile mümkün. Çünkü Batılı bir filozof eğer tanrıtanımaz ise, eğer dini reddediyor, dinin öngörülerine inanmıyorsa, din olarak yalnız Hıristiyanlığı göz önünde bulundurduğundandır. Hıristiyanlığın birleştirici, barış ve adaleti gerçekleştirici bir rol oynayacak yerde, boyuna mücadeleleri körükleyici bir unsur olarak karşısınas çıktığını gördüğündendir. Bir din reformuna ihtiyaç duyulması da bu yüzdendir. Çünkü artık bir yerde Hıristiyanlık Kiliseden ibaret kalmıştı. Karışıklık ve savaşların doğmasına sebep olan, halkı istismar eden, sömüren Kilise.. Reformcular işte bu Kiliseyi orta yerden çıkarmak istiyordu. Meseleye bu yandan bakınca Avrupa’da lâikliğin tantanayla savunuluşunu anlaşılablilir bir olay kabul etmek gerekir. Böylece Avrupalı, Hıristiyanlığın doğurduğu bu zaruret karşısında farkına varmadan ikinci bir işi daha yapmış bulunuyordu: insanlar, dünya işlerini düzenlerken, artık dinin öngörülerinden bütünüyle âzâde olarak, haram ve helâl sınırlarını hesaba katmadan hareket edebilecekler ve bu yüzden Allah’a karşı sorumluluk duygusu taşımayacaklardı. Ne var ki, Batı felsefesi, kaybettirilen bu sorumluluk duygusunu profan bir muhtevada da olsa ona yeniden kazandırmanın çabasına girecektir. Nitekim günümüz felsefe akımlarının önde gelen meselerinden biridir bu konu.
İslâmiyet’e gelince: İslâm, ferdî ve içtimaî düzenin mihrakına insanı oturtur. Değerler hiyerarşisinin en üst noktasına insan yerleştirilmiştir. İslâm’da insanların birbirine üstün olmadığı kesin bir dille ifade edilmiştir. Irk, renk ve milliyet ayrımını tanımaz İslâm. İslâm düzeninde ne Arap’ın Acem’e, ne Acem’in Arap’a üstünlüğü vardır, çünkü bütün insalar Adem’den, Âdem ise topraktandır. İnsanın değeri şu veya bu renkten, şu veya bu ırk veya milletten olmasıyla ölçülemez; insanın değeri takvası ile ölçülür. İnsan Allah’a yaklaştığı ölçüde üstün sayılır. Bu ölçü aynı zamanda insanların birbirilerine üstünlük taslamalarını da önler:
Üstünlük, Allah’a ve Peyvamber sözüne itaatten başka bir şeye nispet edilmez. İnsan olmanın, üstün insan olmanın ölçüsü mümin olmaktır. İnsanları birbirinden ayıran ölçü de budur. İslâm, Müslümanlar arasında eşitlik kurmuştur. Ancak dirilerle ölüler, âlimlerle cahiller, bilenlerle (mümin) bilmeyenler (kâfir) bir sayılmazlar.
İslâmiyet, Hıristiyanlık gibi yalnız ferdî plânda kalan bir din değildir. Aynı zamanda içtimaî düzeni de sağlar. İslâm, doğuşuyla beraber kendi devletini kurmuştur. Bir yandan devlet otoritesi sağlanmışken öte yandan ferde bu otorite karşısında haklar tanınmıştır. İslâm devleti Allah’a ve Peygamber’e (Kuran’a ve Sünnet’e) uymak zorundadır.
Fert de bu devlete itaatle mükelleftir. Devletin başındakiler Allah’ın ve O’nun Peygamberinin yolundan ayrılırsa fert için de devlete itaat lâzım gelmez. İslâmiyet bu noktada ferde isyan hakkı tanımıştır. Doğru yoldan ayrılanları, Müslüman’ın kılıcıyla doğrultması hem hakkı, hem ödevidir.
İslâmiyet’te kölelik kurumsal bir olay değildir, fakat harp esirliğinin sonucudur. Kölelik, Yunan ve Roma’da olduğu gibi, İslâmiyet’te toplumsal bir müessese, doğal bir hâl olarak karşılanmaz ve kabul edilmez. Köle, hürriyetini satın alabildiği gibi, köle azat etmek teşvik edilmiştir. Köleye işkence ve eziyet etmek şöyle dursun, onu azat etmek için her türlü kolaylık ve fırsat sağlanmıştır.
İslâm’ın kölelik hakkında getirdiği esaslar o güne kadar hiçbir dinde, hiçbir düşüncede bulunmayan bir yeniliktir. Köle sahibinin yapacağı azat etme işleminden başka, azat edilinceye kadar yapılacak işlemler de göstermiştir: köle aile fertlerinden ayrı bir muamele görmez. Ailenin yediğinden köle de yer, giydiğini köle de giyer. Köle âdeta vesayet altında bulunan bir insan gibidir.
Bunlardan başka İslâm, savaşta esir edilenlerin öldürülmelerini veya onlara işkence edilmesini yasak etmiştir. İslâmiyet’ten önce ve sonra, Avrupa’da bu konuda tam bir vahşet hâkimdi, bu gün de aynı durum sürmektedir. Uluslar arasında bu konuda yapılan antlaşmalar kâğıt üzerinde kalmaktan başka bir işe yaramamıştır.
İslâm hukuku, Roma hukukundan farklı olarak insana güven esası üzerine kurulmuştur. Bunun çarpıcı örneği, kanunu bilmemenin mazeret sayılmasıdır. Öte yandan ahde vefa (verilen sözde durma) bu hukukun genel bir prensibidir. Bu prensip, insana verilen değerin ve ona güvenmenin işareti olarak karşılanmalıdır. Bu hukukun temelinde ‘iyi niyet’ yatar. Bunların sonucu, insanın kendini doğal bir hukuk ortamı içinde bulmasıdır. Hukuk, Roma’da, dolayısıyla Batıda olduğu gibi insanın dışında ve onu tehdit edici bir kurum değil, derunî olarak iştirak edilen bir olaydır. Hukukla insan iç içedir. Roma hukukunda güvensizlik insanın bizatihi şahsına karşıdır. Halbuki İslâm’da Müslüman’ın, müminin şahsı güvensizlikten arınmış, insan, güvenilen ve güven veren şerefli bir varlık sayılmıştır.”(s.54–61)
Evet, beş altı sayfa neredeyse. Yani Dune içinde mesela diyorlardı sürekli, onun kitap incelemelerini yapan arkadaşlar, “Dinler Tarihi okumanız, bilmeniz gerekir” diye. Burada da çok kısa bir özeti geçilmiş, Roma hukukunun, Yunan felsefesinin. Zaten o Dune’da da mesela Atreides’ler Yunan’dı ve nasıl o Roma’da olduğu gibi bütün insanları aslında bir köle haline getirme durumları, tiranı. Frank Herbert acaba bunları bilerek mi yazmıştı? Mutlaka, kesin o da bunları okumuştur yani. O Atreides’lerin Yunan olması tesadüf değil. Ve bu güvenle ilgili, o benim de hep hukuk derslerinden gördüğüm kanunu bilmemenin mazeret sayılmaması. Aslında masum olan insana durumu. İşte onun alternatifi nasıl olabilir? Nasıl olacak? O zaman insanlar hep kanunda açık aramaz mı? Herkes “Ben bilmiyordum” der, çıkar işin içinden gibi geliyor. Ama işte onun inceliklerini mesela bu kitapta çok güzel anlatıyor yazar. Neden öyle olması gerektiği, nasıl öyle olabileceğini. Bir de burada aslında bir çoğumuzun duymuş olabileceği ve bilim insanlarının da işte Milgram deneyleri ya da bir o hapishanesi vardı adını unuttum şimdi. Sonra o Nazilerin sorgulanması esnasında fark edilen, onların aslında kötü bir şey yaptıklarının bilincinde olmaması durumunu anlatan böyle bir alıntı var burada:
“Hz. Ömer’den, cehalet dönemine ait hayatında en çok güldüğü ve en çok üzüldüğü birer olay anlatması istenince; güldüğü olayın, seyahate çıkarlarken helvadan put yaptıklarını, fakat yolda acıkınca putlarını yediklerini; üzüldüğü durumunsa, kızını gömmek üzere toprağı kazarken, kızının ‘babacığım, üstün kirleniyor’ diyerek elbisesinin tozunu silkelemeye çalışması olayını anlatır. Şimdi, Hz. Ömer’in İslâm’a girince zekasında birdenbire bir değişiklik mi oldu ki, anlattığı iki olayın gerçekten komik ve gerçekten trajik olduğunu, cehalet dönemindeyken fark edememişti? Hayır, değişiklik, onun zekâsında değildi. Onun, hadiseye baktığı düzlem değişmişti. Farz-ı muhal, Hz. Ömer Müslüman olmasaydı da, hadiseye küfür zihniyeti içinden bakmaya devam etseydi, bu iki olayda fark edilen inceliği (gülünç ve acıklı yanı) görmesi mümkün olur muydu?
Put yapıp sonra da onu yemek veya kızını toprağa gömmek olaylarındaki yanlışlık, bu işlerin yapılmasını öngören zihniyetin mantığıyla açıklanamaz. Eğer mücerret akıl yoluyla olaya yaklaşırsak, buna ait gerekçelerin mevcut olduğunu, aslında bu gerekçelere dayanılarak bu fiillerin işlendiğini görürüz. Yani bu fiiller, o zihniyete düşen gerekçelerle işleniyordu. Yoksa salt komiklik olsun diye veya vahşetin tadını çıkarmak için değil…
Küfür mantığı içinde kalarak küfrün yanlışını görmek ve göstermek imkân dışıdır… Çünkü o fiiller kendi düzlemlerindeki mantığın isterlerine ve gerekçelerine göre bir temellendirmeye sahiptir. Yanlışlık, ancak o dairenin dışına çıkarak görülebilir.”(s.68,69)
Çok ağır da bir örnek buradaki de. İnsan zaten okurken şok oluyor yani. Ne diyeceğimi bilemiyorum ve ne kadar tehlikeli, yanlışın içindeyken o yanlışı görememe durumu. Ya bir de ben bunları böyle uzun uzun yazıyorum ama bunlar biraz böyle kendinizin okuması gereken, her böyle noktadan virgülden sonra durup düşünmeniz gereken cümleler, denemeler. Biraz da böyle, o yüzden acaba bu denemeleri paylaşmasam diye de düşünüyorum. Bilemiyorum. En iyisi ben bir sonraki anlatıma geçeyim:
“Amerika Birleşik Devletlerinde, 1920'li yılların başlarında getirilen içki yasağı, içki içilmesini önleyememiş, fakat bir takım örgütlerin bu yasaktan yararlanarak ceplerini şişirmesine yaramıştır. Yasak kaldırılınca içki iyice yaygınlaşmıştır.
Batının problemi mevcut temel dizge içinde çözümlenebilecek gibi görünmemektedir. Temelinde tabiatı tahribe yönelmiş bir uygarlıkta, bazı alanların etrafını çitle çevirip orayı milli park diye ilân ederek tabiratı seviyormuş pozuna bürünmesi, aynı mantığın getirdiği bir başka paradoks sayılmalıdır.”(s.73)
Tam da bundan ben de bir yerde bahsetmiştim sanki. Bu Amerika’daki içki yasağı sonrası, günümüzdeki işte filmlerde dizilerde gördüğümüz o Adsız Alkolikler gruplarının, o terapi gruplarının oluşacak kadar bir alkolizme düşmeleri nedeni olarak o içki yasağı gösteriyormuş. Mesela bana çok ilginç gelmişti. Daha yine işte geçenlerde de okuduğum Hermann Hesse’nin Ağaçlar kitabı, tabiat, o doğa, doğa sevgisi ne kadar güzel, ne kadar önemli bir şeyken, işte kurduğumuz uygarlık, sanayi, kapitalizm, daha çok para, daha çok kâr elde etme isteği, daha çok kazanma seni onun doğayı tahribe getiriyor derken… Tam da ardından kapitalizmle ilgili bir alıntım da var:
“Şimdi kimse sokağa pijamayla çıkmıyor, çünkü gülünç düşeceğini, kınanacağını biliyor. Örtünmekse, ikisinde de örtünmek.. ama hayır, örtünmenin değil, fakat giyim kuşamın zorunluluğu ön alıyor. Kim koyuyor bu kuralı? Tekstil tüccarı ya da imalatçısıyla moda örgütleri, değil mi?
Sermayedarın daha çok kâr elde edebilmek uğruna kadın işçi çalıştırmak istemesi, tekstil tüccarının daha çok mal satabilmek için pijamanın yatarken giyilmesi gerektiğine bizi inandırmış bulunması, kökende, kapitalist dizge ile bağlantılıdır. Ama halen gözümüzde dine dayanarak bazı şeyleri açıklamam ‘bilim dışı’ sayıldığından, bizler yüksek bilim adamlarının söylediklerine boyun eğmek zorunda sayılıyoruz. Mevcut dizgeyi hazırlayanlar ve onu meşrulaştıranlar onlardır.”(s.79)
Ben bunu ilk bu podcastte paylaştığım kitapların birinde de bahsetmiştim, Göğü Delen Adam’dı sanırım. Ütüye gıcık olduğumdan ama tam geçenlerde de işte “Ortamlarda Satılacak Bilgi”de o Japonların ütüye ne kadar önem verdiği, işte ütünün o kırışıkları gidermenin aslında hayatı düzene soktuğu gibi böyle değişik… O podcast’in sunucusu Merve de mesela çok ütüyü severmiş, her şeyini böyle ütülermiş falan. Oradan da çok zıt olduğumuzu keşfettim. Ama o öğrendiklerim de hoşuma gitti aslında. O da güzel, değişik bir bakış açısı. Ama ben bu giyinme konusunda biraz yazarımız tarafındayım. Yani bence hiçbir önemi yok ne giydiğinin, modanın. Zaten o da sürekli dönüp dolaşıyor, başa geliyor, başa sarıyor. Yani temiz olsun, üzerini örtsün yeter. Eskiymiş, kırışıkmış, yamalıymış… Gerçi yamalı artık hiç belki de kalmadı ama… Yollara yama yapıyoruz sadece. Ve günümüzün o sentetik kumaşları iki üç yıkama sonrası şekli şemali değişen gömlekler, tişörtler neredeyse bir daha giyilmeyecek konuma geliyorlar. Yani bu kullan-at kültürü çok tehlikeli, çok yanlış. Ama çarkın içinde sürekli yenisini almak zorundasın gibi bir şey. Orada da mesela ortamlarda satılacak bilgi… Merve’ye katılıyorum. O da mesela bir ayakkabı alır 5–6 sene giyermiş. “İyisinden alırım, uzun süre kullanırım” diyor. Bence de doğru olan, mantıklı olan o. Sürekli kullan-atla tabiata aslında zarar veriyorsun. Bu ünlü markalar bazen o araştırmaları paylaşıyorlar işte: “Bir pamuklu tişört için bilmem kaç ton su harcanıyor” gibisinden böyle değişik araştırmalar. E o zaman yani niye demezler mi adama? “niye bu kadar bu seri üretim, hazır giyim sektörü kendini kaybediyor?” 52 sezonu varmış bazı markaların. Her hafta yani, değişen bir sezon. Her hafta yeni bir şey alacaksın. Bunları da işte biraz o Hazreti Ömer örneğinde olduğu gibi, aslında o çemberin içindeyken anlayamıyoruz. Dışına çıktığımızda ne kadar saçma olduğunu belki anlayacağız ya da bilincine varacağız diyeyim. Ve bir sonraki alıntıya geçeyim. Burası da çok güzel:
“Bir şeyi bilmekle o şeyin bilincine varmanın farkını kavramak tefekkür için belki de ilk adımdır. İnsan bilmediği bir şeyin bilincine varabilir mi? Denebilir ki, insan ilkin bir şey öğrenir, sonra bildikleri üzerinde düşünmeye başlar, en sonra da bütün bu bildiklerinin künhüne vakıf olur. Yanî o şeyin bilincine ulaşır. Bu düşünme tarzı yanlış değildir.
Ama bir şeyin bilincine varmak, her zaman bu yoldan olmayabilir. Başka bir deyişle insanın bilincinde olduğu bir husus hakkında mutlaka önceden bilgi sahibi olması beklenmemeli. Veya şöyle söyleyelim: İnsan bir şey hakkında çok şeyler bilebilir, bildiği şeylerin künhüne vakıftır, fakat bu durumda mutlaka bildiği şeylerin bilincinde olmayabilir.
Şimdi söylediğimizi belli bir insan teki üzerinde somutlaştırmaya çalışırsak şöyle bir tabloyla karşılaşmamız mümkündür: Bir şeyin bilincinde olmadan o şey hakkında tüm ayrıntılarına kadar bilgi edinmiş kimse, bu bilgisiyle neye hizmet ettiğini şaşırabilir. Belki de bir ayrıntı üzerinde bütün ömrünü harcayabilir. Ama o şeyin bilincinde olan, o şeye uzak bir perspektiften bakmasını becerebilen, o şeyi avucunun içindeymiş gibi görme marifetine ulaşabilen kimsenin bütün ömrünü belli bir ayrıntı üzerinde harcaması düşünülemez. Meğer ki ayrıntı dediğimiz şey bir başına üzerinde düşünmeye değer sayılsın.”(s.95)
Yine okuması zor, anlaması daha da zor olan ama bilmekle bilincine varmanın farkını bence güzel açıklayan bir bölümdü burası. Bir de yazar böyle kitabın ortalarından sonra sanırım gazetelerde bazı yazarların eleştirilerine, cevap veriyor demeyeyim de onlar üzerine konuşuyor. Bazı bu genel geçer, bizde de işte mesela hep öyle öğretilirdi, öyle anlatılırdı. İşte “Amerika keşfedildiği esnada Osmanlı ne iş yapıyordu?” ya da işte “Sanayi devriminde biz neden geri kaldık?”, “Matbaa neden bize geç geldi?” gibi sorular, eleştiriler… Bunların haklı olan serzenişleri de var bence ama hiç arkasında bilmediğimiz böyle değişik durumlar da olabiliyor. Sadece eleştirmek için eleştirmek değil de biraz da anlayabilmek için tarihe bakmamız gerektiğini ben de nasıl ifade edebileceğimi bilmiyordum. Bunu bu kitaptan sonra biraz anladım. Hemen orayı paylaşayım şimdi sizlere:
“Osmanlı ‘kafası’ acaba gerçekten bir Rousseau ya da bir Voltaire çıkartabilir miydi? 19. yüzyıl Osmanlısında bir Baudelaire, bir Rimbaoud çıkabilir miydi? Buna karşılık 16. yüzyılda bir Mimar Sinan’ın çıkabilmesi için hangi koşullar bir araya gelmişti? Ve bu koşulların bir araya gelme şansı Süleymaniye ya da Selimiye gibi yapıların inşasına mı yöneltilmeliydi?
Tarihle ilgili olgular üzerinde düşünürken olup bitmiş olguların ve olayların şöyle olsaydı böyle olurdu, biçiminde değerlendirilemeyeceği kanısındayım. Bu, teyzem erkek olsaydı dayım olurdu demenin bir çeşididir ve olsa olsa bir zihin idmanı olarak işe yarayabilir.
O halde olmuş bitmiş olguları, öyle olmasaydı da böyle olsaydı biçimindeki temennilerle değerlendirebilmenin, tarihi yorumlayabilme açısından (bir zihin idmanı yapmanın dışında) fazlaca bir anlamı yok. Bunun yerine, o olguları ortaya çıkartan etkenlerin üzerinde durmalı. Tarihin anlamlı yorumu da ancak bu yoldan yapılabilir ve yapılmalıdır, diye düşünüyoruz.
Üçüncü Mustafa zamanında Osmanlı ülkesinde niçin bir Rousseau çıkmadı diye esef etmek, günümüz Türkiye’sinde niçin bir Sartre çıkmıyor diye hayıflanmaktan daha anlamlı değil, belki daha anlamsız. Çünkü, Üçüncü Mustafa döneminin insanı hiç olmazsa Batılı gibi düşünmeye özenmiyordu, bu günse Batılı gibi düşünmeye özenmemizin üzerinden nerdeyse 150 yıl geçmiş. Üstelik, Osmanlılar Batılıların nasıl düşündüğünü bilme ihtiyacını da duymamıştı. (Gerçi yukarda sözünü ettiğimiz türden yazarlar için bütün mesele bu meraksızlıktan kaynaklanmakta, nitekim Amerika’ya da orada olup bitenleri merak etmediğimiz için gitmedik ve felaket de buradan doğdu. Sanki Avrupa’dan Amerika’ya giden maceraperestler, altın arayıcıları, serseriler bir takım yüce bilimsel meraklarının tatmini için yola çıktılar!)
Sözü şurada bağlayalım: Osmanlı dönemi değerlendirilirken niçin Rousseau çıkmadı sorusu yerine, niçin Patrona Halil çıktı sorusunu önümüze koymalıyız. Böylece, belki Rousseau ve bezzerleri gibi adamların niçin çıkmadığı sorusunun cevabı da alınır. Bu da bazılarımızın aşağılık kompleksinden sıyrılmasına yol açar.
Batılı düşünce dizgesi ile Doğulu veya Müslümanca düşünce dizgesi arasındaki en temeldeki farklılıklar üzerinde kafa yormadan sallapati sorularla meselenin üstesinden gelebileceğimize inanmıyorum.
Tabiata ana, bacı muamelesi yapan Amerikalı Kızılderili insanla aynı tabiata fahişe muamelesi yapan Amerikalı beyaz adam arasındaki zihniyet farkını göz önüne getirmek, Osmanlı ülkesinde niçin bir Rousseau çıkmadığı sorusu için de bir ipucu olabilir.
Not: Osmanlıyı savunmak ya da ona karşı çıkmakla onu anlamaya çalışmak da birbirinden farklıdır.”(s.164,165)
Buradaki o Kızılderililerin tabiata ana gibi yaklaşmasının, Amerikalı beyaz adamın da işte o fahişe gibi muamele etmesi, yine onların bir yazarının yaptığı bir yakıştırmayı, onun üzerinden burada ilerlemiş. Burada da bizim o gazetedeki yazarın eleştirisi: İşte “3. Mustafa hangi sadrazamın kellesini nereye gömeceğini düşünürken işte batıda Rousseau gibi Voltaire gibi filozoflar çıkmıştı” demiş. Bu şekil bir eleştirinin üzerine… Kitabı okumak lazım aslında. Bu böyle kısa kısa alıntılarla çok anlaşılacak bir kitap değil. Ama o Kızılderililerin mesela bir ceylanı vurup da başında beklemeleri, ona saygı göstermeleri, hatta konuşmaları, işte “Seni vurdum ama ailem aç, onlara yemek götürmem lazım” diye konuşması o hayvanla… Bunu ilk öğrendiğimde ben etkilenmiştim, bayağı hoşuma gitmişti. Ya bir böyle avlanmak var, bir cani gibi hayvanları katlederek… Zaten Amerika’nın o Kızılderililere yaptıkları, yani bir başka vahşet örneği. İşte onunla ilgili de çok acayip kitaplar var, okumak lazım, eğer mideniz kaldırırsa.
Ve şimdi biraz makinelerle ilgili bir bölüm başlıyor. Orada yine benim ara ara düşündüğüm, aklıma gelen değişik bir durum… Ben bunu hatta bir komedyenden de duymuştum önce. Ondan mı bahsedeyim, önce bu durumu okuyayım onu düşünüyorum şu an. Yabancı bir komedyen yani bir stand-up’ında şey diyordu: İşte karşıdan karşıya geçecek bu yaya geçidinden, çok kendinden emin bir şekilde geçen o ülkelerin insanları… Bizim ülkemizde böyle değildir diyordu. Yani o… O adam da bir göçmenmiydi artık. Meksikalı mıydı, Hindistanlı mıydı çok emin değilim. Bir ara ben böyle çok yabancı stand-up’çılar da seyrediyordum. “Ne yapıyorsun sen? İşte karşıya geçerken ezileceksin, öleceksin” falan diye söylediğimizde, diyor işte bu Avrupalı ‘Ama yol benim’ der” diyor mesela. “Böyle bir cevap verir” diyor sana. Ama ben de “Araba da onun!” diye bir cevap veririm diyor. Yani yol senin olabilir ama bizde de yani yeşilde bile karşıya geçmek tehlikeli olabilir. Bir bakman lazım tekrar yola. Ve bakın yazarımız ne diyor:
“Otomobil, girdiği ülkeye kendi çevresinde oluşan yeni bir kültürü de taşımıştır. Trafik kuralları demetinin ortaya çıkmasından tutunuz, topluca binilen otomobillerde (otobüs, dolmuş gibi) oturma biçimine, beliren yeni görgü kurallarına kadar, geçen yüzyıl insanının bilmediği tavır ve davranış biçimleri meydana gelmiştir. Gerçi bunların hepsi bütün ülkelerde birörnek oluşmamıştır. Bazı durumlarda görülen tavır ve davranış farkları, ilk bakışta önemsiz de görünce, gerçekte başlı başına bir zihniyet farkını da belirlemektedir. Meselâ otomobilin icat edildiği ülkelerde (ABD gibi), herhangi bir objektif trafik kuralına uymak söz konusu olmadığı takdirde, nezaket gereği olarak otomobil yaya olana yol verir. Türkiye’deyse bu kural tersine işler ve yayalar otomobile yol verir. İşin doğrusu, otomobilin, yayaya yol vermesidir. Bizde de bu hususta Amerikan usulünün yerleşmesi beklenmekteydi. Çünkü mesela hayvan üzerinde olanın yaya yürüyene selam vermesi şeklinde olan İslâmî âdâb pekâlâ burada da uygulanabilirdi. Böyleyken bizde bu konudaki Amerikan usulü niçin yaygınlık kazanmamıştır. Şu tahminleri yapabiliriz:
a) Makineye duyulan gizli, bilinç altı bir tevahhuş hissi, makineden çekinme insiyakı,
b) Otomobilin mekanik biçimde işlediği bilindiğinden, o durmadığı takdirde altında kalma korkusu,
c) Kendi kendine çalışan bu ‘harika’ya karşı duyulan mücerret bir saygı duygusu.
İlk iki tahmin içinde, otomobil bizim kendi icadımız olmadığından, insanların, onu tasarruf edememe gizli endişesi de aranabilir. Burada, dikkat edilsin ki, otomobil, ayrıca sürücüsünden soyutlanmış olarak düşünülmektedir. Yani otomobile yol veren insanımız, aynı zamanda onun sürücüsüne de yol vermeyi düşünmemekte, mücerret halde otomobile yol verdiğini farz etmektedir. Aynı ruh halinin bir de sürücü tarafından görünüşü var. Yaya olanın söz konusu ruh halini tanıyan sürücü de geçiş hakkının kendinde olduğunu farz ederek yoldan çekilmesi için yayalara klakson çalmaktadır. Halbuki menşe ülkede yayaya klakson çalmak densizlik sayılır.
Bu basit nüansı şunun için anıyoruz: Makine kendisi olarak dünyanın her yerinde aynı olduğu halde, farklı kültür ortamlarında, farklı biçimde algılanmaktadır. Otomobilin icat edildiği ülkede insan onu tasarruf ederken, bizde makine insana hakim oluyor ve makine insanı tasarruf ediyor. Makinenin bu farklı algılanış tarzı, dolayısıyla makine çevresinde farklı bir kültürün de oluşmasına yol açıyor.
Başka bir husus da şudur: Makine, kendi objektif varlığını dünyanın hiç bir yerinde değiştirmediği halde, onun programlanması değişik kültür çevrelerinde değişik biçimlerde oluşmaktadır. Eğer makine bu kültüre aynı zamanda kendi programı ile geliyorsa veya girdiği ülkede o makineye yerli bir program tatbik ettirilmiyorsa o takdirde makinenin kendi menşe ülkesinin kültürünü de yedeğinde getirmesine müsaade ediliyor demektir. Bu ikinci durumun örneği sinemadır. Sinemanın diğer ülkelere yayılması esnasında hemen hiç bir ülke aynı zamanda onun programını da yedeğinde getirmesine karşı koymamıştır. Böylece sinema yoluyla menşe ülkenin kültürünün dünyanın her tarafında hızla yayılması, yerleşmesi, benimsenmesi mümkün olmuştur.”(s.170,171)
Bu kadar basit bir yerden bu kadar işte ayrıntılı bir çıkarım yapabiliyor. Böyle bir düşünce tarzı bu… Arabaların insanlara korna çalması, bizde zaten bu korna çalmak Hindistan’da falan da çok yaygınmış galiba. Korna sesinden artık durulmuyor mu hakikaten? İnsana alınmaz yani. Korna, yola çıkan işte hayvanı falan korkutmak, yoldan çekilmesini sağlamak için icat edilmiş bir şey. Biz iletişim için bile kullanıyoruz. Selam vermek için… Arabayla da böyle tanıdığım birinin üstüne sürerek onu korkutup öyle bir şaka yapma… Mesleki hayvan şakası diyordu buna Cem Yılmaz galiba. Hakikaten bize yani bu makineler bize gelişip farklı oluyor. Yani burada algılanışı insanların… Mesela “çekin ödensin” diye yazdığımız çeklerin Türkiye’de bu gelecek vadelerde bir adeta bir kredi oluşturmak için kullanılması, vadeli şekilde kullanılması… Ve bu karşılıksız çıkma durumları… Ya bir Japon mesela bunu algılayamıyor. Çok iyi Türkçe de biliyor ama işte “karşılıksız çek” ne demek onda? Çünkü o kavram yok. Israrla diyor ki adam: “Bankada para yoksa niye o zaman yazıyorsun ya?” Gel de bunu anlat işte… Yani adama hâlâ işte söylüyorsun: “Böyle böyle işte karşılıksız çıkabilir. İşte o parayı alamayabilirsiniz.” “Hesabına neden yazsın?” Masum, kendi kurallarına, kaidelerine bağlı hayat görüşü algılayamıyor işte. Bakalım bizde bu yapay zeka nasıl kullanılacak acaba? Neler yaptıracağız ona? İnsan korkuyor… Böyle olunca da ve şu bakış açısı da bence önemli. Ben hiç böyle düşünmemiştim daha önce. Bir şeyi senin üretip kullanmana, senin keşfedip kullanmana, senin icat edip kullanman da onu dışarıdan alıp kullanman arasında da fark var. Var yani. Gerçekten sen işte bir tarım ülkesi olmayla, kendine yetmeye övünürsün de… Kendini tamamen buna adarsan, tırlara meyvelerinin, sebzelerinin, işte buğdayların, dağların… Ülke sınırından ihraç edilip karşılığında küçücük bir çip aldığını görür ve bunalıma girersin derdi bizim bir hocamız. Öyle oluyor işte. Şu anda da… Sonra hatta bu Rusya’dan gelmişti bir ara. Bizim domatesleri mi, turunçgilleri mi, bir şeyleri beğenmemişlerdi. Bunlar işte sağlıksız, hormonlu falan deyip geri göndermişti. Bize de yine sevinmiştik: “Biz yiyeceğiz diye… Bize zararlı değil tabii ki!” O Çernobil döneminde de bizim bakanlar çıkmış, işte “Bizim çayımıza bir şey olmaz” deyip içmişler. Sonra da trajik olaylar… Gerçekten hâlâ da yaşıyoruz işte bunları. Yine iyi yaşıyoruz aslında. Ve kitapta okurken, benim de sanki birebir gözümde canlanan bir olay var. Yazarımızın başından geçen onu paylaşmak istiyorum.
“Vaktiyle Amerika’da tesadüfen bir arada bulunduğumuz bir ‘arkadaş’ vardı. Siyasal Bilgiler’i bitirmiş, bir bakanlıkta çalışırken Amerika’ya gönderilmiş biri. Aradan bunca yıl geçmesine rağmen, beraberce bulunduğumuz bir toplantıda, bu adamla bir Amerikalının yaptığı konuşmayı unutamadım. Amerikalı ile yeni tanışmıştık. Adam o arkadaşa sordu:
-Nerelisiniz?
-Avrupalıyım, dedi arkadaşımız biraz kibirlenerek.
-Avrupa’nın hangi ülkesinden demek istiyorum. İtalya? İspanya?
Arkadaş biraz gevelediyse de sonunda söyledi:
-Türkiye.
-Türkiye bir Avrupa ülkesi mi oluyor?
Arkadaş, Amerikalının cehlini görünce kendine güvenen bir insan tavrıyla:
-Elbette, dedi, Türkiye’nin bir parçası Avrupa topraklarındadır, Trakya Avrupa’nın bir parçasıdır.
-Oh, bunu bilmiyordum, dedi Amerikalı.
-Evet, Trakya Avrupa’dır. Sonra posta ücretleriyle ilgili olarak yapılan uluslararası anlaşmalarda da Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olduğu resmen kabul edilmiştir.
Amerikalı:
-İlginç, dedi gayri ihtiyari.
Arkadaş devam etti:
-Futbol karşılaşmalarında da Avrupalı sayılıyoruz biz. Biliyorsunuz, Avrupa ülkeleri arasında yapılan yarışmalara Avrupalı olmayan ülkeler katılamiyor. Biz bu maçlara dahil ediliyoruz. Demek ki, Avrupalı olduğumuz kabul ediliyor.
Amerikalı şaşırmıştı:
-Afedersiniz, dedi, neyi ispat etmek istiyorsunuz siz?
Cevap ilginç:
-Avrupalı olduğumu.
-İyi ama, ne çıkar bundan? Avrupalı veya Asyalı, ne fark eder?
-Biz bir devrim yaptık, bir Avrupa ülkesi olduk.
-Oh anlıyorum, dedi Amerikalı, ama üzgünüm hiç siyaset bilmem ben. Amerikalılar siyaset bilmez. Ama Avrupalılar siyasetle çok ilgileniyor. Şeyy … ‘Hobi’lerinizi sorabilir miyim bay Avrupalı… Üzgünüm isminizi tekrarlar mısınız?
Arkadaş:
-My name is Omar (Adım Ömer), dedi.
Birbirini anlamış iki insan tavrıyla tatlı tatlı gülümseyerek yeniden tokalaştılar.
Yukarıdaki konuşma fantezimin ürünü değil. Aynıyla vaki. Avrupalı Ömer’i yıllardır göremiyorum. Belki mastır’ını da tamamlamış, şimdi bir yerde yüksek bir memur olarak çalışmalarını sürdürüyordur.”(s.177,178)
Diye anlatmış, biraz böyle bir Sait Faik hikayesi tadı da var, havası da var. Ben bir de şeyi merak ettim: Acaba Ömer Bey futbolu nasıl söyledi? “Futbol” diye mi söyledi? Öyle söylediysen de, çünkü o anlamayacak; Amerikalı, Amerikan futbolu zannedecek. Soccer demen lazım.
Yani onların o özgüvenine de işte hayranım. Adam alıp bir sporu, başına kendi ülkesinin adını koyup yeni bir spor çıkarabiliyor ortaya. Yeni bir branş, hiçbir kural tanımıyor, her şey için kendi tarzını ortaya koyuyor. Ve bir yandan da işte, ne önemi var? Avrupalı olsan ne olacak, Asyalı olsan ne olacak ki?
O verdiği örnekte yine futbol… Bizim ülkemizde spor deyince sadece aklımıza futbol geldiği için, maalesef ben de çok süren ayrı sayılmam bu konuda. İsrail de mesela Avrupa’da sayılıyor futbola göre. Ya, futbol çok acayip. Futbolda çok daha başka şeyler dönüyor. Futbol sadece futbol değil. Neyse, geçelim.
Biz geçenlerde okudum, Virginia Woolf’tan zaten biraz bahsetmiştim. Onun günlüğünde de geçiyordu hayvanat bahçeleri. Burası da bana onu biraz hatırlattı.
“Yıllar önce İstanbul’a bir İngiliz romancısı, Hayvanat Bahçesi isimli romanın yazarı Angus Wilson gelmişti. Edebiyat Fakültesinin salonunda bir konferans verdi idi. Romancı Türkiye’de tanınan bir isim değildi. Mamamif konferansı dinlemeye gittik. Yazarın iki saat süren sıkıcı konuşmasından tek şey hatırlıyorum. Şöyle başlamıştı konuşmasına:
-İstanbul’a adımımı attığım gün, bu şehrin hayvanat bahçesini gezmek istediğimi söyledim, fakat bu güzelim şehirde bir hayvanat bahçesi yokmuş.
O zaman (1960'lı yılların başları) İngilizlerin ağzından Türkiye’nin en büyük şehrinin bir hayvanat bahçesinden mahrum bulunduğunu işitince mahcup olmuştuk. Konferansı izleyen İngiliz edebiyatı profesörleri, öğretim üyeleri sanırım yüzleri kızararak dinlemişler ve kadar geri bir ülke olduğumuzu bu vesile ile bir kez daha kabul etmişlerdi.
Hayvanat bahçesi, Batı uygarlığının göstergelerinden biri diye kabul edilirken, bizim gözümüzde vahşeti simgelemektedir. Batı adamı için Afrika’da maymun avlamakla, adam avcılığı yapmak arasında fazlaca bir fark olmasa gerek. Derisi siyah olanlar Amerika’da bu gün bile insandan sayılmıyor.”(s.180)
Maalesef işte, o Black Lives Matter hareketi vardı bir ara. Çok böyle 100 sene, 200 sene önce değil, benim hatırladığım bir şeydi. Yani bu birkaç sene öncesi olması lazım. Çünkü yine bir siyahi vatandaşı polis öldürmüş müydü, boğmuş muydu? Boğazına bastırıp nefes almasını engelleyip… Yani bir beyazın hayatta yapamayacağı bir şeyi sırf deri renginden dolayı yapmıştı. Ve sonra artık bardağı taşıran son damla gibi bir şey olmuştu.
Bu hayvanat bahçeleri aslında vardı benim çocukluğumda da. Hatta çok severim ben Barış Manço’yu, onun bir şarkısı da vardır, “Ayı” diye. Orada da biraz bahseder. Ama biz de yani o zaman bunun bilincinde değildik, bunun böyle bir vahşet olduğunu çocuk aklıyla zaten anlamıyorsun. Ama işte eskidendi…
Burada biraz bence yazar fazla yüklenmiş. İşte Virginia Woolf ilham almak için hayvanat bahçelerine falan gidermiş Londra’da. Orada işte gördüğü hayvanları falan da anlatıyor hatta bazen günlüğünde. Ama o sirkler, hayvanat bahçeleri kötü tabii ki. Yani kabul etmemek, kesinlikle karşı çıkmak gerek. İşte, bütün yaratılanlara Allah’ın yarattığı bir mahluk olarak baktığın zaman zaten her şeye saygı içinde oluyor insan. Olması gerekiyor, hiçbir canlıya eziyet etmemesi gerektiğini ancak o zaman bilebiliyor.
Bir de herkesin işte ölümlü olduğu… Bununla ilgili şöyle bir alıntım var, içinde de bir alıntı var:
“Ronald D. Laing’in bir yazısı var: Ölüm Yaklaşırken.
Ölüme karşı duyulan soğuk ilgisizlik çarpıcı bir örnekle dile getiriliyor bu yazıda. Ölüme karşı olan ilgisizlik, kuşkusuz, ölen insan açısından değil, ölen insanın çevresi, çevresinde yaşayan başka insanlar bakımından söyleniyor. Yoksa insan olarak kimsenin kendi ölümüne ilgisiz kalacağı söylenemez.
Andığım yazıda geçen örnek şu: ‘Bir pazar gecesi saat dokuzda cerrah iki hastasının durumunu kontrol etmek için koğuşa girdi. Danışman bir cerrahın koğuşta olması için beklenmedik bir zaman. Televizyon açıktı ve yandaki yatakta bir adam ölmek üzereydi. Nefes alışı oldukça hırıltılı ve zahmetliydi. Onun acı verici son nefes alışlarını bastırmak ve yalnızca programı duymak için televizyonun sesi yükseltildi. Cerrah aniden soğukkanlılığını yitirdi. Televizyonu kapattı ve acı acı haykırdı: Hiç kimsenin ölüme saygısı kalmadı mı?’
Denebilir ki, cerrahın bu acı uyarısı ölüme, ölmeye, ölüye karşı profesyonel bir bağışıklık kazanmış kimselere yöneltilmiştir. Bizse bu uyarının bundan daha fazla bir anlam taşıdığına inanıyoruz. Günümüz dünyasında ölüm neredeyse mekanik bir anlam kazanmıştır, insanlar doğarlar ve nasıl doğuyorlarsa öylece de ölürler. Ama gerçekten böyle mi? Bu kadar basit ve yalınkat mı? Evet hayatımızı yalnızca mekanik bir olgu diye düşünmüyorsak, bu hayatın bir parçası, mütemmimi diye kabul edeceğimiz ölümü sırf mekanik bir olgu düzeyine nasıl indirgeyebiliriz? Hatta insanın, hayat üzerine düşünmesi, aynı azmanda ölüm üzerine düşünmeyi de içermiyor mu?
Bugünün dünyasında ölüme karşı sadece bir tevahhuş (dehşete kapılma) hissi kalmıştır. Onun anlamını düşünmeye karşı olan ilgiyse belki de bu tevahhuş hissi yüzünden zayıflamıştır. Belki de tevahhuş yüzünden insan ‘ölüm düşüncesini’ bilincinin dışına atma çabasındadır.
Dediğimiz durum, yani ölüme karşı bu soğuk ilgisizlik daha çok bireysel ölümler çevresinde odaklaşıyor. Yirmi yıl arayla iki dünya savaşı geçirmiş, insanların topluca ölmelerine tanık olmuş insanlık, toplu öldürmelere (yani savaşa) karşı vaziyet alır görünürken, onun savaşa karşı duyduğu tevahhuş hissi kendisini bireysel ölümlere karşı duyarsız bırakmıştır.
Burada, Camus’nün Yabancı’sını hatırlayalım. M. Meursault, anasınnı cenazesi başında son derece vurdumduymaz kalır. Bu, ölümün getirdiği sarsıntıdan doğan acının doruk noktasına ulaştıktan sonra yaşanan bir tür hissizleşme hali değildir. Doğrudan doğruya ölüme karşı ilgisizliktir, ölüm olayına duyulan ilgisizliktir. Çünkü M. Meursault, aslında hayata olan ilgisini kaybetmiştir. Ölüme değil, hayata yabancılaşmıştır.”(s.212)
Evet, işte Yabancı. Yani hiç de sevmem o kitabı. Çok zor okumuştum, bana da biraz yabancı kalmıştı. Ama derin de bir roman tabii ki. O ölüme karşı ilgisizlik, tamamen sıradan, artık saygısızlık gibi bir his, görmezden gelme…
Başlığı aslında bu açıdan çok başarılı, gerçekten kelimenin tam anlamıyla Yabancı. Hemen bundan sonra yine Camus’nün bir başka eserinden söz açılıyor: Sisifos Söyleni’nden:. Çünkü bir yandan da onu anlatıyor, hep aynı şeyler, hep aynı… İnsanın çaresizliği.
“Camus, istediği kadar bu yolda insanları yüreklendirmeye çalışsın, insan neticede bunların ‘boş şeyler’, ‘saçma şeyler’ olduğunu hissetmekte gecikmeyecektir.
Burada ‘öte dünyasız’ yaşayan insanın açmazına işaret edilmelidir. Ahirete ayarlanmadan sürdürülen her hayatın, önünde sonunda kendisini kısır bir başarı mihengine vurmak zorunda kalacağını vurgulamak istiyorum. Başarı diye tanımlanan olgu, aslında insanı oyalamaya yönelmiş aptal bir avuntudan başka ne olabilir?
Hıristiyanlık mı? Hıristiyanlık Roma’dan ve Grek’ten çok yaralar almıştır, kendi kendisi değildir artık (yani baştan beri kendi kendisi olmaktan çıkarılmıştır). Onun öte dünya vaadi insanlara fanteziden öte bir anlamı ifade etmiyor. Kilise daima mağlûptur. Galip gibi göründüğü yerde bile…
İnsanın değerini başarıyla ölçen kafa yapısının temeldeki boşluğu, insanı ‘kul’ olarak ele almayışında ortaya çıkar. Böyle olunca insan, bu dünyaya atılmış sürgün olarak görülecektir. Bu anlayışa göre hayat kendi başına değerli bir olgu sayılamayacağından, onu değerli kılabilecek bir ölçüye ihityacımız olacaktır, bu da, kısır ve sonuçsuz bir ‘başarı’ olabilecektir. Fakat insan sonuna kadar tahammül edebilir mi böyle bir aldatmacaya? İntihar ne güne duruyor? Nitekim ‘eğitici intihar’ların varlığından söz açan da Camus değil mi?”(s.224)
Diye bitirmiş buradaki bölümü yazarımız. Maalesef Virginia Woolf da intihal ediyordu, bunu da bayağı andım. Çünkü Mrs. Dalloway’i de okudum. Neyse, şimdi ondan da bahsetmeyeceğim, onun bölümünü daha hazırlayamadım çünkü. Ama intihar, onun zaten çok sık işlediği bir tema.
Tıpkı Zyg gibi, o da intihar ediyor. Yine Cündü galiba, “Tek insanın sorması gereken soru: Bugün intihar edecek miyim, etmeyecek miyim?” gibi bir sözü vardı sanki. İşte, mesela yine dinlediğim bir başka podcast olan — bunu da daha önce bahsetmiştim — Genel Sesler podcasti… Onun böyle psikolojik, eğitimsel bölümlerini aslında çok seviyorum. Ama hayatın anlamıyla ilgili mesela, onunla hiçbir şekilde aynı fikirde değilim. O da hayatın bir anlamı olmadığını söylüyor mesela, ona inandığını söylüyor en azından.
Yani vardır ya, öyle dünyaya atıldık, kendi başımıza bırakıldık gibi bir görüş… İşte, öyle olunca bir anlam olmuyor. Yani bence de eğer öyle bir şeye inanırsanız… Ve o zaman da tek bağlanabileceği şey, hep kovalayacağınız yeni bir hedef oluyor. Öte dünyasız olunca, işte… Bir hesap verileceğine, bütün yaptıklarından hesaba çekileceğine inancı olmayınca yaşamak nasıl bir şey, onu da çok tasavvur edemiyorum açıkçası.
Zor olmalı. Ve Virginia Woolf demişken, şimdiki sıradaki alıntıyı görünce hatırladım. Onun da bir arkadaşı, aslında bir başka yazar, Aldous Huxley. Onun da Cesur Yeni Dünyasını çok önce okumuştum. Aslında tekrar okumak lazım. Acayip bir kitaptı. Çünkü 1984 ile birlikte, hatta peş peşe okumak lazım onları. Çünkü George Orwell de Huxley’in öğrencisiydi yanlış hatırlamıyorsam. Birkaç tane daha böyle yazarla falan bayağı arkadaş.
Yani, aynı dönemin insanları olmasının dışında, James ile mesela aynı dönemde yaşamışlar ama böyle yazar arkadaşları da var, iktisatçı arkadaşları da var. İşte, Keynes mesela… Sürekli birbirlerinin evlerine gittikleri, komşu gibi oldukları bir ortam. Eğer o günlüklerden yanlış anlamadıysam… Neyse, şimdi o bölümde bunları unutmuştum işte galiba.
Bahsedemeyiz o yüzden de. Biraz önemli, o yüzden kronolojik sırayla hep yayınlamaya çalışıyorum. Çünkü biraz, o Picasso’nun “30 yıl artı 2 dakika” demesi gibi… Kitapları da bazen işte, “iki günde okudum, üç günde okudum” diye bahsediyorum ama aslında o “30 yıl artı iki gün.” Ve her bahsettiğim kitap hakkında, daha önce okuduğum şeyler üzerinden de çıkarımlar yaptığım için, düşünceler aklıma geliyor. Aynı anılarım gibi… Oralardan da “Aa, bak,” diyorum, “Şu yazar da şöyle demişti, bu hikâyede de böyle geçmişti.”
Bence doğal bir şey zaten, denemenin biraz özü de bu. Denemenin olayı bu. Yani aslında Montaigne de sürekli böyle kitaplardan, şeylerden alıntılarla başlardı. O yüzden ben çok sevmiştim o kitabı da. Şimdi geçelim Aldous Huxley ile ilgili olan anımıza.
“İngiliz yazarı Huxley, makine ile zamanın ilişkisine değiniyor ve diyor ki: ‘Sanayileşme ile kentleşme tüm bu düzeni değiştirmiştir. Kentliler güneşin gökyüzündeki günlük devinimini fark etmeden, ayla yıldızları hiç görmeden yaşayabilirler. Bizim Samanyolu’muz Broadway ile Piccadilly’dir; takım yıldızlarımız ise neon tüpleri içinde belirlenir. Mevsim değişimleri bile kentleri pek az etkiler. Yapma bir evrenin, doğa dünyasından büyük ölçüde ayrılmış bir evrenin kişileridir onlar …/… Yeni bir bilinçlenme içindeyiz, ancak eski bilincimize mal olmuştur bu bilinçleniş.’
Bu sözler, elbet Batı insanı için geçerlidir. Yani makine insanın doğadan ilişkisini kesebilmektedir Batıda. Doğrusu, kesmiştir de. Ama Müslüman, en canhıraş bir makine düzeninde bile doğayla ilişkisini kaybetmez. Çünkü o daima vakitlerini ayla güneşle tayin etmek durumundadır.”(s.225)
Demiş yazarımız bununla ilgili. Mesela bunu da ben bir Cuma sohbetinde hocadan duymuşum. Camide bir Alman… O bizim duvar takvimleri olur ya, böyle beş vakit namazın işte saatlerinin yazdığı. Artık gerçi hep telefonlarda insanlar programlardan takip ettiği için onlarda çok kalmadı, ama işte o kağıdı görmüş. Zamanında çok eski bir dönem. Her birinde ayrı ayrı saatler, güneş yazıyor. Akşam, aradakiler de bilmiyor. Sormuş, yani bu nedir demiş. İşte Müslümanlar günü beşe ayırır, hayatlarını ona göre yaşarlar diye. Orada hoca anlatmış, bir tebliğ yapmış yani bir anlamda. Ve bundan çok etkilenmiş şu Alman: “Günü planlı, programlı yaşamak açısından çok önemli, çok kıymetli gerçekte.” Hemen ardından çok da güzel bir… Bununla ilgili de size anlatacağım güzel bir hikâyem var aslında. Değil yani, birkaç ay önce ve yine… Evet, eski bölümlerden ve sırayla dinleyenlerin varsa, yine Almanya’dan gelen 2 yaşındaki yeğenimden bahsedeceğim. Ya, babam bize böyle hep aşılamıştır bu bayrak-vatan sevgisini. Kutsal gibi bir şeydir yani bizim için. Evde yani ona göre tasarlanmıştır hep. Bizim salondaki saatte bile saniyesinde… Şu anda da tam karşımda: bir ucunda Türk bayrağı var, diğer ucunda da Filistin bayrağı. Arkada da böyle Kudüs… Çok böyle siyasi bir saat yani. Evdeki saatimiz bile biraz böyle. Ama bir bizde yani sülalede, hem baba tarafında hem anne tarafında böyle çok uçlarda insanlar yoktur. İki uçta da çeşitli görüşlerde olanlar var tabii. Ama böyle gurbet elde yaşayanlar da var. Ve bu arada şunu da ben belirteyim: Benim bu kesimden hiçbir akrabamın, arkadaşımın, iş arkadaşımın, eski bir iş arkadaşımın ya da bir okul arkadaşımın (liseden ya da üniversiteden) haberi yok. Sadece ilk başladığım zaman… Bu biraz işte podcast kursuna gittiğimi de söylemiştim. Hem onun grubuna, hem orada atmışken birkaç böyle kitapla ilgili olabilecek gruplara… Böyle böyle, “Ben bir podcast’e başladım, benden duyun” diye atmıştım. Ve şöyle düşünmüştüm: Bu gruplar işte her biri 10 kişiden fazla… Onlar da öyle 2–3 kitapla ilgili, kitap seven insanların bulunduğu gruplara paylaşsa… Var bir, Bahçeli hesabıyla 40 yapar. Bütün Türkiye beni dinleyecek mi gibi bir… Çok değişik bir şey bu. Şimdi işte 2 yaşındaki yeğenimden bahsedeceğim. Şimdiden de buradan ona selam da göndereyim. Çünkü belki bir 15–20 sene sonra dinleyebilir gibime geliyor. Yani şu an, şimdi bunların internette kalabileceğini düşünüyor insan. Kaybolmayacak varsayıyor. En azından bir şeyi… İşte yazıları da böyle yayınlamak, bir kitap çıkarmak da eminim böyledir. O hep orada durduğu için, herkes her an alıp okuyabileceği, açıp dinleyebileceği için… Yani sanki bütün insanlara sesleniyormuş gibi hissediyorsunuz. Halbuki şu an kendi kendime konuşuyorum. Kim dinleyecek? Kim bu dakikaya kadar gelebilecek? Hiçbir fikrim yok. Belki hiç kimse, dinlemeyecek bile. Ama bir yandan da o dinleyebilme potansiyeli ilginç bir durum. Ve işte benim o yeğenim 2 yaşında, henüz konuşamıyor. Türkçe neredeyse hiç konuşmuyor. Birkaç böyle arada Almanca kelime çıkıyor ağzından. Ve bizim salona ilk geldiğinde… O zamana kadar da böyle eve ilk geldiği zamanlar biraz çekingen, yani etrafı tanımaya çalışıyor, bize bile çok yaklaşmıyor. Ama işte o salondaki o saati gördüğü anda, elini böyle öpüp duvara öpücük gönderdi gibi bir şey yaptı ve “Türk bayrağı” dedi. Böyle mutlu, gözlerini kırparak gülen bir şekilde. Biz anlamadık ilk başta ne olduğunu. Bizim işte… Çünkü o evin doğal hali olunca insan kendi… Bu arada saatteki bayrağı fark etmiyorsun yani. Ya da o küçücük çocuğun duyduğu özlemi… Duymadığını şunu da biliyorum aslında: Bu çocuğa öyle… Yani en azından bize olduğu kadar bir milli bilinç, bir bayrak-vatan sevgisi öğretilmedi. Yani zaten Alman kreşlerine gidiyor, oradan da bahsetmiştim. Ama içinde böyle o bayrak sevgisi var. Onu anlayınca işte bizim de gözümüz dolmuştu, duygulanmıştık yani. Gurbet diye işte boşuna demiyorlar. O yabancı memlekette yaşamak, 2 yaşındaki çocuğun bile psikolojisini etkiliyor. Neyse, biz uzatmadan anımıza geçelim.
“Bir çok insanın kafasında artık vatan, dostluk, hasret, sadakat gibi kavramların yeri bulunmamaktadır. Bu ve benzer kavramlar teknolojinin süratine uyarak yaşayan Batı kültürü insanında, özellikle yeni nesillerde, bilinmeyen şeylerdir. Yahut da çok başka kılıklara bürünmüşlerdir. İnsanın bu eski, evrensel duygularının yeni neslin kafasında yer tutabilmesinin ortamı kalkmıştır. Daha doğumundan başlayarak yer değiştirmek zorunda kalan ve bütün hayatını yer değiştirerek geçiren bir insan için acaba hangi mekân onun gözünde ‘vatan’ olmaya lâyık bir yer tutacak? Hangi mekân için ‘sıla-i rahm’ hasreti beslenecek?
Bütün bu eski, evrensel duygular, Türkiye gibi ‘geleneksel değer yargıları’nı bir ölçüde devam ettiren ülkelerin insanları için bile artık yadırganacak kavramlar olmaya başlamıştır.
Leyla ile Mecnun’u, Kerem ile Aslı’yı, Tahir ile Zühre’yi, Ferhat ile Şirin’i artık bütün incelikleriyle kavrayabileceğimiz bir kültür ortamından çok uzaklarda bulunuyoruz. Onları anlamasak ne çıkar, diye sorulabilir. Ne kaybederiz, denilebilir. Böylece bir sorunun, kaybettiği şeyin ne olduğunun farkında bulunmayan birileri tarafından sorulabileceğini hatırlamak yeter.”(s.228)
Diye çok sert bir şekilde bitirmiş yazarımız. Yani böyle bir soru olur mu gerçekten? Ama işte dediğim gibi, o bizzat başımdan geçen anıyı anlatarak bu yeni nesillerde bilinmeyen şeyler dediğim kavramların aslında bilindiğini söylemek istedim. Ama şu da bir gerçek, bilinmesine şaşırdık maalesef. Ve bundan sonra artık son bir alıntımı, o da biraz kapanış mahiyeti. O yüzden tamamını almak istedim o kitabın. İşte son bölümünde yazarlardan bahsettiği, yazarların görüşlerinden bahsettiği 6 bölüm var demiştim içindekileri okurken. İşte son olarak bahsettiği yazar da Kafka ve onu da okurken aslında korktum biraz. Böyle, acaba dedim, Kafka’dan da kötü mü bahsedecek şimdi? Onun hikâyelerini ben çok severim çünkü. Neyse ki yazarımız hak verdi.
“Franz Kafka, Gustav Janouch ile konuşurken: ‘Kişi komşusunu tanımazsa daha kolay ezer. Vicdan azabı duyulmaz. Bunun için kimse bilmez Yahudilerin tarihini’ der.
Janouch itiraz eder: ‘Doğru değil, ilkokulun birinci sınıfında bile, kutsal kitap tarihi, dolayısıyla Yahudi tarihinden bir bölüm öğretilir.’
Fakat Kafka acı acı gülümseyerek: ‘Öyle, Yahudi tarihine masal süsü verilir, daha sonra da insanlar bunu çocuklarıyla birlikte unutuş uçurumuna atarlar’ diye cevap verir.
Kafka’nın söylediklerinin taşıdığı doğruluk payına kim itiraz edebilir? Günlük hayatımızın pek çok teferruatı arasında bu tür şeylerle karşılaşıyor ve tanımadıklarımıza tanıdıklarımızdan daha farklı bir muamelede bulunmuyor muyuz? Bu muamele tarzımız sadece bizdeki adalet duygusunun eksikliği veya iyi teşekkül etmemişliği ile izah edilebilir mi?
Yüzünü hiç görmediğimiz, tanımadığımız insanlar hakkında karar verirken daha bir duygusuz davrandığımız gerçek değil mi? Tanımadığımız kimseler hakkında verdiğimiz kararlar çoğu zaman bizi ırgalamaz. Çünkü o kimsenin de bir ağzı, bir burnu, gözleri, işiten kulakları, çarpan bir kalbi bulunduğunu aklımıza getirmeyiz. O kimsenin de bir aile çevresi bulunabileceğini düşünmeyiz bile. Kısacası o kişiyi etiyle, canıyla, kelimeler yapan ağzıyla karşımızda görmedikçe, bizim için onun anlamlı bir kişiliği yoktur; bir nesne olarak muamele ederiz ona. Bir nesne, o kadar.
Çocukluğumuzda kafamıza doldurulan binbir çeşit yalan yanlış bilgilere ben Rusları adamdan başka bir şey olarak düşünürdüm. Ancak Rus romanlarını okuduktan sonra onların da bizim gibi insanlar olduğunu kabul edebildim. Aynı şekilde, Amerikalılar hakkında da müspet tasarımlarım yoktu.
Amerikalılar bize bir takım soğuk naneler diye belletilmişti. Fakat karşılaştığım ilk Amerikalı bu fikrimin yanlışlığını ispat etmekte gecikmedi. Aradığım bir adresi bulmam hususunda bana elinden gelen yardımı yaptı. Oysa daha önce, bu gibi durumlarda Amerikalıların yardım sevmez, ağaç gibi varlıklar olarak davrandıkları öğretilmişti bize.
Bütün bu söylediklerimiz daha önce Batı uygarlığı hakkında burada yazdıklarımızla çelişiyor mu? O fikirde değilim. Çelişmenin söz konusu olabilmesi için Batı uygarlığı genelinde düşündüğümüz şeylerle, burada kişi özelinde ele aldığımız düşünce arasında bir telif imkânı bulunmamak gerekir. Kaldı ki, her iki konuyu burada birbirinden ayrı düzlemlerde ele alıyorum.
Fakat mesele bu değil. Ben, asıl Kafka’nın: ‘Kişi komşusunu tanımazsa onu daha kolay ezer’ sözündeki doğruluk payını bir başka alana uyarlamak istiyorum, o da Müslümanların konumu.
Bu gün dünyanın Müslümanları tanımaktan kaçındığına inanıyorum. Türkiye basınında Müslüman denilince çalı sakallı, korkunç gözlü, eli sopalı bir takım iptidaî mahlûklar resmedildiğine yıllarca hepimiz tanık olmuşuzdur. Dünya basınında da öyle değil mi? Basında yer alan Müslüman resimleri gözleri nefret dolu, ağzı salyalı, kin kusan mahlûklar halinde gösteriliyor.
Kafka’nın Yahudiler hakkındaki iddiası Müslümanlar için de doğrudur. İslâm dışı dünya, Müslümanları katletmekten vicdan azabı duymamak için onu tanımaya yanaşmıyor. İslâm’ı ve onun tarihini öğrenmeyi reddediyor.”(s.232–234)
Bununla ilgili de mesela Black Mirror dizisinin bir bölümü vardı. Bir bölümü olduğunu söylemem zaten çok bir şey ifade etmeyecek. Çünkü o dizinin her bölümü ayrı bir film gibi, birbirinden bağımsız. aslında bir tema var, teknoloji teması gibi bir şey ama neyse işte orada yine gelecekte geçiyor güya ve insanlar böyle başka insanları öldürüyorlar, katlediyorlar. Ama o insanları böyle insan olarak görmüyorlar. Üç boyutlu VR gözlükler gibi bir şey takıyorlar ve o şekilde baktıklarında dünyaya o insanları farklı, yüzleri bulanık mı görünüyordu ve sansürlü mü görünüyor, bir değişik görünüyordu. O zaman da rahat rahat öldürüyorlardı onları. Çünkü insan olarak görmüyorlar, onlar insan değiller. Ama ne zaman ki bir tanesi o yanlışlıkla mı çıkıyordu gözünden, o zaman bir bakıyordu ki onlar da aynı normal insan, kendilerinden hiçbir farkı yok. Ve aslında orada bir oyun gibi hissettikleri durum ne kadar vahşice bir gerçeklik. Bu komşunu tanımamanın hangi bölümü hiç bilmiyorum zaten. Black Mirror’ı seyretmişsinizdir yani en azından duymuşsunuzdur. Bu bölümü de seyredebilirsiniz, manası çok derin. Yani bunu da Kemal Sunal’ın bir filminden hatırlıyorum, bir hapishanede bir koğuş ağasının boynuna böyle biraz daha yanlışlıkla mı yapıyordu ne yapıyordu, tespihi sallıyordu da adamın tam boynundan geçiyordu böyle kolye gibi. O koğuştaki insanlardan bir tanesi de galeyana getirmek için, “Oooo, manası çok derin” diyordu. Yani manası çok derin gerçekten. Ve bizde de işte İnek Şabanlar, Ramazanlar, Recep, bak Recep İvedik, sonra Memnan vardı, Avrupa Yakası’nda mıydı yok şey Hayat Bilgisi, lise dizisi, Avrupa Yakası’nda şey vardı Gaffur, bak hep böyle isimlere dikkat ettiyseniz İslami, Recep, Şaban, Ramazan ama nasıl böyle dalga geçilen, kötü gösterilen. Bizde de aynı şey geçerli yıllarca Yeşilçam’da işte hocalar. Maalesef bazılarının gerçek halini de görüyoruz. İşte o Müge Anlı’lara, bir şeylere çıkıyorlar galiba. Ben takip etmiyorum pek gerçi ama neyse işte burada zaten bir denemede biz yazdık adeta. Kaç saat sürecek bunun okunması? Her bölüm bir öncekini aratıyor, durduramıyoruz, durmuyorlardı, sürekli konuşuyordu kendi kendine diyecekler belki benim için. Burada bitirelim artık gerçekten tadında bırakalım. Ama daha çok okumadığım denemesi var Rasim Özdenören’in. Ama bunlar böyle işte bir roman olmadığı için bir anda böyle bütün kitaplarını okumak mümkün değil. Önce bunu bir hazmedeceğiz. Bir bakalım anlamaya çalışacağız neleri anladık, neler kaldı bize, neleri uygulayabileceğiz. Çünkü bilmekle bilincinde olmak farklı şeyler diyerek bitirelim.