25 Temmuz 2024 Perşembe

Yedinci Gün

 

Yedinci Gün, Ofis Hayatı, Bütün Geçmişin Sığdığı Sessizlik ve Ölüm Dediğin Nedir ki Gülüm?

Orhan Hançerlioğlu ismini bu kitapla tanışana kadar duymamıştım. Neyse ki okuma grubum sayesinde bu kitapla yollarımız kesişti.



Remzi Kitabevi tarafından basılan Yedinci Gün tahmin edebileceğiniz gibi tam yedi bölümden oluşuyor ve her bölüm Tevrat’ın Tekvin Bölümü’nden alıntılarla başlıyor. Mesela birinci bölüm şöyle başlıyor:

“Başlangıçta Allah gökleri ve yeri yarattı. Ve yer ıssız ve boştu. Ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı. Ve Allahın ruhu sularda yüzüyordu. Ve Allah dedi: Işık olsun ve ışık oldu. Ve Allah ışığı karanlıktan ayırdı. Ve akşam oldu ve sabah oldu, birinci gün.” TEVRAT, TEKVİN BÖLÜMÜ 1–5

Bu ilk bölümdeki Tevrat alıntısı, dünyanın 6 günde yaratılması ve ardından 7. gün dinlenilmesi ile başlar. Burada da bir insan, bir karakterimiz var: ana karakterimiz Ömer. Onun yeni bir insan oluşu, onun yolculuğu tam anlamıyla bir karakterin yolculuğu diyebiliriz aslında buna. Baş karakterimiz tıpkı yazarımız gibi, yazar Orhan Hançerlioğlu da devletin çeşitli kademelerinde çalışmış, birçok ilçede kaymakamlık yapmış, hukuk mezunu zaten kendisi. Tiyatro Genel Müdürlüğünde çalışmış, o zamanlar bu geçişler de daha kolay olduğundan, daha sonra şiirle ve edebiyatla uğraşmış. Çok fazla eseri var; romanları, hikayeleri kadar fikir kitapları, düşünce kitapları da var. Sözlükler yazmış kendisi. Bu konuda çok gelişmiş ve bu kitap da MEB’in 100 Temel Eserinde yer alıyor, o açıdan da ayrıca bir önemi var.

Şimdi böyle deyince de baş karakterimiz devletin çeşitli kademelerinde yer almış ve genel müdürlüğe yükselmiş, ve başında sadece hesap vermesi gereken tek bir pozisyon var: müsteşar. Ancak kitap şu cümleyle başlıyor:

“Ve Ömer, Müsteşar’ın suratını üç yumrukla darmadağın etti.”

Yani Dövüş Kulübü gibi, yerli bir Dövüş Kulübü kitabı gibi bir şey. Buradan bu cümleyle nasıl bir hikaye başlar? Bu cümleden sonra hikayenin devamı nasıl olur, nasıl gelişir? Kolay değil buradan devam etmek, hayata devam etmek tabii ki. Ne olacak? Yazarımız da çözümü bunda bulmuş: bir kaçış ama aslında kendinden kaçış. Ömer’in hangi ilde olduğu söylenmiyor, sanırım Eskişehir miydi, Ankara mıydı, geçmiyor. Sanki İstanbul’a dönüyor ama İstanbul’da okumuş zamanında. İstanbul’a dönmesinin de aslında hiçbir mantığı yok. Tamamen bilinçaltının verdiği bir kararla bir bilet alıyor ve yola çıkıyor. Bununla ilgili de şöyle bir alıntım var:

“İnsan pekâlâ, memleketin her yerinde ölebilirdi.”(s.9)

Yani ölmeyi kafaya koymuş aslında. Kahramanımız silahını da alıyor yanına. Evde huzursuz bir evliliği var, iki tane çocuğu var ama onlara da bir babalık duygusu hissetmiyor, sanki umurlarında değil. Açıkçası bu duruma karşılıklı diyebiliriz; çocuklar da pek onu önemsemiyor, eşi zaten ciddiye bile almıyor kendisini. Gerçi bunları da satır aralarından çıkartıyoruz. Sadece bir iki cümle var, çok yanlı bir bakış açısı olur sadece onları dikkate alınca. Ama sadece onları dikkate almak da ne kadar doğru olur bilmiyorum. Yolculuk yaparken de ara ara geri dönüşler yaşanıyor, bu yumruğu neden attığına dair. Onunla da ilgili bir alıntım var:

“Gözlerinin önünde bir şeyler uçuşmuş, kulakları hiçbir gürültü duymaz olmuştu. Ayağa kalkıp Müsteşar’ın yüzüne doğru eğilmiş, bir titreme nöbeti içinde:
‘Benimle böyle konuşulmaz…’ demişti.
Müsteşar:
‘Sen kim oluyorsun ki?…’ diye bağırmıştı, ‘kim oluyorsun ki seninle böyle konuşulmasın?…’”(s.12)

Bu sorudan sonra, yumruğu artık hak etmiş mi? Şiddete karşıyız tabii. Kitap biraz o açıdan, o memuriyetin, memurluk hayatının, aslında iş hayatının, bu beyaz yakayı da bunun içine sokabiliriz, düzenini eleştiriyor. Yazarımız kesinlikle birçok şehirde, birçok yerde çalışıp mutlaka görmüştür bu tarz insanları diye düşündüm ben okurken. Belki kendisi hissetmiştir, belki diğer çalışma arkadaşlarını da gözlemlemiştir. Özellikle de kötü bir üstünüz varsa, bu tarz emir-komuta zincirinin sağlam olduğu ofis, zaten ofis hayatı çok askeriyeden de bir farklı değil. İlk Amerika’da oluşmuş sanırım bu beyaz yaka ast üst durumları. Yanlış hatırlamıyorsam “officer” zaten subay demek İngilizcede ve daha önce iş hayatında bu işte genel müdürler, müdürler, müdür yardımcıları, o çeşitli kademeler o askeri yedek gibi, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi bir rütbeli yokmuş. Daha çok şu an, işte modern şirketlerdeki o açık ofis, herkesin birbiriyle yatay, herkesin birbiriyle konuşabildiği, fikir alışverişinde bulunabildiği, o hiyerarşinin çok fazla olmadığı, hissedilmediği en azından durumlar, daha önce iş hayatında daha çok varmış ve asker kökenli birisi bu iş hayatına girdiğinde demiş ki: “Bu böyle olmaz. Siz bu işi bilmiyorsunuz, ben size öğreteyim, göstereyim.” İşte her birimi çeşitli birimlere ayırmış önce, sonra her birimin başına bir yetkili, sonra o yetkililerden sorumlu bir yönetici, o yöneticiler derken böyle böyle şu an günümüzdeki sistemi kurmuş. Ve “ofis” kelimesi de oradan türetilmiş diye okumuştum. Ben eskiden böyle çok kurgu dışı kitaplar da okuyordum, hala okuyorum. Aslında onlar hakkında da yazardım eskiden. Onlar hakkında da çok iyi yazılarım vardı aslında. Şu son 3 sene içinde, ancak podcaste başladıktan sonra bir türlü fırsat olmadı. Kurgu dışı kitaplar, zaten hikayeler, romanlar çok birikti. Ama ilk fırsatta, bu tarz kişisel gelişim diyemeyeceğim, aslında çok daha kapsamlı sosyolojik, psikolojik kitaplar hakkında, kitaplarla ilgili bölümlerim gelecek diye umut ediyorum. O zaman en azından bu ofis örneği gibi, içi boş ya da nasıl diyeyim, havada kalmaz örneklerim diye umuyorum.

“Kim bilir, belki de bu gök yolculuğu onu amacına ulaştırır, tabancasını kullanmaya zaman bırakmazdı. Uçak, bu kocaman gök boşluğunda, toprağa asla erişemeden düşebilirdi. Ya da uçsuz bucaksız göğün içinde hiç bitmeyen bir yolculuğu sonsuzluğa doğru sürdürebilirdi. Yarım kalmış, bir türlü bütünlenemeyen bir şiir, bir sanatçının ömrü boyunca tüketemediği bir düşünce, sonuna erişilemeyen bir sevgi gibi… İyi ruhlar, bıkıp usanmadan, sonsuzluğa kadar bu şiirin, bu düşüncenin, bu sevginin çevresinde dolaşabilirdi. Bir renk, bir ışık yağmuru içinde, asla bitip tükenmeden…
Ama uçakta daha uzun yıllar toprağın üstünde bulunmak, bir şeyler yapmak, bir şeylere ulaşmak isteyen insanlar vardı. Uçak, onları aldatmamalıydı.”(s.13)

Bunlar Ömer’in düşünceleri hala, henüz uçaktayken İstanbul’a doğru yol alırken, uçağın düşmesini istiyor. Yani bir an için intihar etmektense böyle ölsem daha güzel olur gibisinden. Ama tabii diğer insanları da düşünmüyor, yani şu an düşmesine razı gibi bir psikolojisi de var orada. Bu da ayrı bir soru işareti karakter hakkında. Sadece çoluğunu çocuğunu bırakmış, onları umursamıyor değil; hayattan vazgeçmiş aslında. Burada bunu daha iyi görebiliyoruz. “Uzun yıllar toprağın üstünde bulunmak isteyen insanlar” diyor mesela. Yaşamak isteyenleri, yaşama sevinci derler ya, işte o gittiği an gerçekten çok tehlikeli bir hal alıyor insan. İnsanlık gözünüzde bitiyor çünkü artık hiçbir şeyin bir önemi yok, hiçbir şeyin bir değeri yok. Patlamaya hazır bir bomba gibi ölümü de sorguluyor karakterimiz ve onunla ilgili de şöyle bir cümlesi var:

“Ya bir son, ya bir aralık, ya da bir başlangıçtı ölüm…”(s.18)

 



 

Böyle “ya ya” diyerek bütün seçenekleri sayarlar ya, ben de çok “ya şöyle ya şöyle ya da şöyle” demek lazım en azından. Çünkü o ikiye ayrılan seçenekler bir illüzyondur aslında. “Çay mı içersiniz, kahve mi?” mesela bu tuzak sorulardan biri. Halbuki seçenekler çok daha fazladır, asla bitmez. Gerçi bunun bu alıntıyla çok bir alakası yokmuş ama işte doğaçlama yapınca da böyle olabiliyor. Ya bir son, ya bir aralık ya da bir başlangıçta ölüm diyor zaten. Ölüm sonrası hayata, ahiret inancına sahipseniz intihar sizin için bir seçenek olmaktan çıkıyor, çıkması gerekiyor en azından. Ben de o yüzden hiçbir zaman intihara yönelen, yönlendiren kitapları sevmem, o tarz yazılar yazmamaya çalışırım. Hayatın yaşamaya değer olduğuna inanırım. O yüzden karamsar kitapları aslında çok sevmiyorum, böyle çok bana göre değil. Ben daha çok yaşama sevinci veren, eğlenceli, maceralı, sürükleyici kitapları seviyorum. Bir yandan da bir şeyler öğrenebildiğim, okurken bana bir şeyler kattığını hissettiğim kitapları. Yıllar önce de mesela “Yeraltından Notlar”ı okuduğumda onun hakkında bir yazı yazmakta çok zorlanmıştım ve o kitapta, o yazıda daha doğrusu “The Fall” filminden bahsetmiştim. Bu “Düşüş” diye çevrilmişti sanırım. Muhteşem bir film, küçük bir kız çocuğu ve başrolde aslında bir dublör var, intihar etmek isteyen. Şimdi burada film hakkında da fazla spoiler vermeyeyim. Eğer izlemeyenler varsa tavsiye edip geçeyim ve devam edeyim.

“Ömer, bir an, ölüme midesinde birkaç gram çayla gidip gitmemek arasındaki ayrılığı düşündü.”(s.19)

Hala düşünüyor fark ettiyseniz ve sürekli intihar etmemek için bahaneler buluyor gibi bir şey çünkü bu ciddi bir karar, öyle basit bir şey değil ve aslında içten içe de insan yaşamak ister. Mesela ben bu satırları okuyunca aklıma bir şey gelmişti. Bir komedyen YouTube’da bir video yüklemişti, bir dizi miydi, mini dizi pilotu muydu, Deniz Göktaş’tı galiba, çok hatırlamıyorum ama avcuna bir kutu dolusu hapı dolduruyor ve yutacak, intihar edecek ama haplar yere dökülüyor ve tozlandığı için onları yutmaktan vazgeçiyor. Güya intihar edecek yani. Ama işte insan böyledir. O, çok da gerçekçi bir sahne gibi gelmişti bana. Yani olmayacak şey değil. Sonra intihar mektubu da mesela aynı şekilde insanı intihar etmekten vazgeçirebilecek kadar zordur yazması. Düşün ya da onu yazarken de vazgeçebilir insan. Çünkü yazmak bir terapidir aslında, insan yazarken kendini iyi hisseder. Ekseriyetle böyledir, herkes için geçerli olmayabilir ama neyse. İşte Ömer İstanbul’a vardığında, artık onun için paranın da bir önemi olmadığından önce hesabındaki paraları çekmeyi düşünüyor. İstanbul’a vardığında Sirkeci’de tam böyle sanat filmi otellerinden birine yerleşiyor. Zeki Demirkubuz filmlerindeki o karanlık otellerden birine yerleşiyor ve o gün intihar etmek istemiyor artık. Paranın da onun için bir önemi olmadığından önce hesabındaki paraları çekmek istiyor. Bunun için bankaya gidiyor ve işte olmayacak iş orada oluyor: bir rastlantı, orada çocukluk aşkı, ilkokul aşkı Gönül’e rastlıyor. Gönül, bir bankada gişe memuru olmuş. Kendisi ne yapacağını şaşırıyor, ilk başta parayı çekip çekmemekte tereddüt ediyor. Beni tanıdı mı tanımadı mı bu konuda da şüpheli ama Gönül onu tanıdığını söylüyor. Gazetelere, Ömer’in kayıp olduğuna dair bir ilan vermişler ama hiç o yumruktan söz edilmiyor. Bankadan çıkıp parayı alıyor, Gönül ona yardımcı oluyor. Onu tanıdığı için parayı çekmesine izin veriyor bir şekilde, yoksa normal şartlarda belli başlı yazışmalar yapılması gerekiyormuş. Kendi bulunduğu banka şubesi ile ilgili öyle. Başka şubeden hemen pat diye para çekilmiyor ya, günümüzde de onun gibi bir şey. Ama çıkıyor ve bankayı arıyor bu sefer. Çünkü intihar etmeden önce Gönül’le konuşmak istiyor, en son. Son bir o yarım kalan defteri kapatmak istiyor gibi bir şey aslında ama ne istediği de belli değil yani, sadece konuşmak istiyor. Ve kitapta burası çok güzel betimlenmiş. Hemen onunla ilgili alıntımı okuyayım ben:

“Durdu. Bölmenin bütün havasını içine çeken derin bir nefes aldı. Yürek çarpıntısını bastırmaya çalışarak, bir solukta:
‘Ben, Ömer…’ dedi.
Uzun bir sessizlik oldu. Bu sessizliğin içine, belki de, bütün bir geçmiş sığıyordu. Neden sonra, telefonun kulaklığında, bölmenin bunaltıcı sıcaklığına karşı, soğuk, üşüten bir ses dalgalandı:
‘Evet?’
Ömer, olanca gücünü yitirmiş gibi kekeledi:
‘Beni… tanımadın mı?…’
Üşüten ses duraksadı. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı. Çekingenliğini belirterek yavaşça:
‘Tanıdım…’ dedi.”(s.42,43)

Ama sonrasında birden dünyanın en iyi insanına dönüşüyor. Hiçbir şekilde sorgulamıyor Ömer’i. “Sen neredeydin? Neden hiç haber vermedin? Ya da şu an nasıl işte terk ettin karını çocuklarını? Ne yapacaksın? Ne zaman döneceksin onlara dönecek misin?” Bunları sorgulamadan kabul ediyor Ömer’i. Tabii bunun öncesinde Ömer de kaldığı oteli değiştiriyor, başka farklı bir yere gidiyor, oraya davet ediyor başta Gönül’ü. Çünkü ilk bulunduğu otele zaten davet edecek gibi değil. Yeni gittiği otelde de Kir Hanım’dı sanki. Onu not almamışım ben buraya ama kitap için önemli bir karakter. Ömer için diyeyim en azından. Ya işte Kurtlar Vadisi’nde de mesela Ömer Baba olur ya böyle, onun gibi. Kitaptaki bilge karakterimiz, yol gösteren, doğruları söyleyen, yazarın düşüncelerini aktaran belki de. Onunla ilgili şöyle bir alıntım var:

“Küçük bir çocuk gibi hıçkırdı Ömer:
‘Yalnızım…’ dedi, ‘çok yalnızım…’
‘Eh, bizim anamız babamız mı var? Herkes yalnızdır şu dünya üstünde… Anası babası, çoluğu çocuğu olanlar bile yalnızdır. İnsan yalnız yaratılmış nasılsa… Yalnızca sürükleyecek ömürün…’
‘Değer mi ki?’
‘Değse ne olacak?… Gelmek senin elinde miydi de gitmek elinde olsun?… Marifet ölmekte değil, yaşamakta.’”(s.46,47)

İşte tam olarak benim de karakterimize söylemek isteyeceğim cümleler bunlar. Neyse ki kitapta o bilge karakterimiz Kiraz Hanım, Ömer Baba diyesim geliyor ana karakterin de adı Ömer olunca. Kurtlar Vadisi’nde de Polat’ın babası vardı, Ömer Baba. O da oradaki bilge karakterdi, hep böyle doğruları söyleyen, yol gösteren. Bu arada bu beylik sözleri okuyunca aklıma değişik ve komik bir anı geldi, bir arkadaşımın başından geçmiş. Söyleyeyim size: Yapmayın böyle başkalarının sözünü kendi sözünüzmüş gibi. Bir öğretmen arkadaşım ve nişanlısı mıydı, erkek arkadaşı mıydı, şimdi tam hatırlamıyorum. Ona şey diyor, bunu işte bizim arkadaş anlatıyor: “Bizimki de işte çok güzel sözleri var. Bana bir gün şey dedi, mesela: ‘Ölüm, ölüm dediğin nedir ki, gülüm? Ben senin için yaşamayı göze almışım.’” Bunu duyunca tabii ben en azından renk vermedim ama sonradan, yani olabilir, insan dizilerde, filmlerde gördüğü güzel sözleri sevdiklerine söyleyebilir ama tamamen kendi sözünüzmüş gibi işte benim aklıma geldi, sana özel bunu söylüyorum şeklinde yapmamak lazım. Çünkü o zaman karşı taraf bunu öğrenirse ters tepebilir. İşte bizim de o arkadaşa, sanki kendi sözüydü gibi söylemiş. Bizim o arkadaş da hiç Kurtlar Vadisi seyreden bir tip değil, dolayısıyla bilmiyor, onun o dizide geçtiğini ve kendisine özel söylendiğini sanmış. Bunu da bir ortamda dile getirdiğinde tabii hemen bozmuşlar, demişler: “Böyle böyle, bu dizide geçen bir söz.” O zaman çok morali bozulmuş öğrendiğinde bunu anlatırdı bize. İşte o yüzden size de ders olsun, böyle filmlerde sizlerde gördüğünüz, duyduğunuz güzel sözleri kaynak göstermeden alıntılarken iki kere düşünün. Ama kitaplardan sanki yapabilirsiniz çünkü tespiti daha zor olur. Gerçi bir kitaptan yapılsa bu alıntı, sanki o kadar antipatik gelmezdi gibime geldi. Şimdi çok da emin değilim, çok da karar veremedim buna. Şimdi yine rahatsız edebilir, evet, biraz amiyane bir tabirle olacak ama bu nasıl sattığına bağlı. Nasıl söylediğini, çok böyle işte böbürlenerek söylersen olmaz tabii ki ama bir samimi bir şekilde yapılan bir iltifat her zaman yerini bulur diyerek kapatayım bu saçma sapan konuyu, yoksa sonu gelmeyecek.


İşte Ömer, Gönül de onu kabul edince yeni bir hayata başlıyor. Bu kendine yeni bir karakter oluşturuyor, saçma sapan işlerle uğraşıyor, hayatını yeniden kazanmaya çalışıyor, sıfırdan yeni bir iş bulmaya çalışıyor. Girişimleri güldürecek sizi, farklı şeyler deniyor. Kitabın sonlarına doğru o silahını satıp intihar etmeyi düşündüğü silahı elinden çıkartıp daktilo alıyor ve bir arzu halcisi olmaya karar veriyor. O dönem Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikaye kitabını da anımsattı burası bana, oradaki karakterleri. Bu kitap da aslında film olabilirmiş mi yani, MEB’in 100 Temel Eseri’ne nasıl girdiyse, çekilirse filmi de olur tabii ki. Bu arada kitabın en can alıcı bölümlerinden biri yine okurken insana biraz masalsı bir rastlantı gibi geliyor ama bir yandan da güzeldi oraları okumak. Ömer’in ve Gönül’ün birbirlerine yazdığı mektupları görüyor, Gönül hep saklamış o zamana kadar. Bir de onların hep en can alıcılarını çıkartıyor, okuyor evde. Daha misafirken ben oraları not almamışım, kitabın son cümlesini not almışım sadece.

“Ve Ömer, sokağa ilk adımını atar atmaz, derin derin, bir taze ekmeği koklar gibi toprağı kokladı.”(s.88)

diyor ve bitiyor. Burada hikaye bütün bölümler ve Ömer şeklinde başlıyor. Bu arada böyle gereksiz bir ayrıntı da vereyim size, benim dikkatimi çekmişti. Sanki söylenecek çok fazla şey varmış ama hiçbir şey aklıma gelmiyormuş gibi hissediyorum şu an. Ama şu an için aklımda kalanlar bu kadar. Bir roman olarak geçiyor ama bence daha çok novella, bir kısa hikaye gibi. 80–90 sayfalık çeşitli baskıları var, alırsanız da bir günde bir oturuşta rahatlıkla bitirebilirsiniz diye düşünüyorum.

NOTBu yazı, ilk olarak yukarıdaki videoda yayınlanmış podcast bölümümün otomatik olarak oluşturulan altyazısının yapay zeka yardımıyla metne çevrilmiş halini içerir. Tabii biraz düzenleme yaptım ama yine de gözümden kaçan hatalar olabilir. Eğer bir mahsuru yoksa yaşadığım zaman darlığından ötürü bundan sonra kitaplarla ilgili yazılarımı bu şekilde metne bağlı kalmadan doğaçlama konuşmalarımdan uyarlamayı düşünüyorum. Dolayısıyla biraz gecikebilir ama bölümleri yine zamanında, her Perşembe saat 19.00'da yayınlamaya çalışacağım. Hatta bu konuda kendimi biraz geliştirebilirsem haftada iki gün yapmaya da başlayabilirim. Ancak eğer yazılar okunacak gibi değilse ya da sizi rahatsız ettiyse, hiç çekinmeden yazabilirsiniz. Çünkü benim de içime sinmedi aslında. Yol yakınken vazgeçebilirim bu sevdadan.

Eğer bu platforma hâlâ üye değilseniz buradan ücretsiz üye olabilir,
her gün yazılan yüzlerce yazıdan notlar alabilir ve beğendiğiniz yazıları listeleyebilirsiniz. Hatta isterseniz siz de yazmaya başlayabilirsiniz.

01.10.2020 tarihinden beri burada her hafta yeni bir yazı yazıyorum ve artık biraz dinlenmek adına bu artık yılın özel günü olan 29 Şubat’tan itibaren yeni bir podcast yayınlamaya başladım. Youtube dahil bütün podcast platformlarından Hesap Kitap ismiyle de bana ulaşabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder