Pinball 1973, Tüm Dünya’ya Açıklama Yapmak, Kitap Ayracının İşlevi ve Bir Oyun Olarak Hayat
Murakami Pinball 1973'ü sadece oyunseverler için yazmamış ama bence bütün oyun bağımlılarının okuması gerekiyor.
Pinball 1973, Haruki Murakami’nin yazdığı ikinci kitap olmakla kalmıyor, Fare Dörtlemesi olarak adlandırılan serinin de yani Rüzgârın Şarkısını Dinle’nin de devamı aynı zamanda. Sonrasında da Yaban Koyununun İzinde ve Dans Dans Dans geliyormuş. Onları henüz okumadım ama hesaplarıma göre onları da kısa sürede bitireceğim.
“Bilmediğim yerlerin hikâyelerini dinlemeye bayılırdım.”
Kitap bu cümleyle başlıyor. Benim için mekan zaman fark etmez, bana hikâye olsun yeter. Zaten Japonya benim için başlı başına bilmediğim bir yer ve tamamen sürprizlerle dolu. Dolayısıyla tıpkı bu cümleyi ben kurmuşum gibi merakla okumaya başladım ve birkaç saat içinde bitirdim kitabı. Yanında üç kupa da çay içmişim ki normalde okurken su dışında pek bir şey içmem ama kitapta o kadar çok kahve ve sigara içiliyordu ki benim de canım çekti ama kahve yapmaya da üşendim. Bilmediğim yerler deyince sizin aklınıza neresi geliyor hiçbir fikrim yok ama Satürn ya da Venüs değildir diye düşünüyorum. Oysa kahramanımızın o gezegenlerden bile hikâyeleri var. Nasıl yani, fantastik bir kitapla mı karşı karşıyayız diye şaşırmayın. Toplamda 25 bölüm olarak yazılmış kitabın sadece giriş kısmında yer alıyor bu fantastik öğeler. İyice kafanız karışmadan ben iyisi mi alıntıma geçeyim:
“Venüs bulutlarla çevrili sıcak bir gezegenmiş. Sıcak ve nemden ötürü üzerinde yaşayanların çoğu genç yaşta ölürmüş. Orada otuz yıl yaşayan efsane olurmuş. Ve Venüslülerin yürekleri yaşadıkları sürece sevgiyle dolar taşarmış. Venüslülerin hepsi birbirlerini istisnasız severmiş. Kimseye nefret duymaz, kimseyi kıskanmaz ve küçük görmezlermiş. Kötü söz de söylemezlermiş. Ne cinayet varmış ne de kavga. Sadece sevgi ve şefkat hüküm sürermiş orada.
‘Bugün biri ölse onun için üzülmeyiz’ dedi Venüs’lü, sessiz adam. ‘Çünkü yaşadığımız sürece severiz biz. Sonradan pişman olmamak için.’ (s.23)”
Bizim kültürümüzde de ölünün arkasından ağlamak gerekir derler mesela. Tabii ateş düştüğü yeri yakar her zaman ama kendini paralarcasına yas tutmak kesinlikle tasvip edilmez. Ama kimse bunun nasıl olabileceğini, ne yapmamız gerektiğini söylemez. Sonradan pişman olmamak için yaşadığımız sürece sevmemiz gerektiğini neden bu yaşta bir Murakami romanından öğreniyorum? Yolda yürüyen, koşuşturan insanları durdurup yüzlerine bu gerçeği haykıran birilerinin olması gerekmiyor mu? Belki de vardır öyle insanlar ama hazır olmadıkça onları da gözümüz görmüyor maalesef.
Çok eski bir video vardı o geldi şimdi aklıma. Dört, beş kişilik bir grup çocuk ve birinin elinde kocaman bir top var. Sonra ekranda bir yazı çıkıyor. Sizden topu birbirlerine kaç defa attıklarını sayıp sayamayacağınızı soruyor. Toplamda kaç pas var yani? Öyle çok hızlı da atmıyorlar birbirlerine yani o konuda da endişelenmeye gerek yok. Gayet kolay görünüyor ve topa yeterince odaklanırsanız sayıyı tamı tamına tutturmuş oluyorsunuz. Ama videonun sonunda bir soru daha soruluyor. “Gorili gördünüz mü?” diye. Siz de benim gibi şaşırıp ne gorili diyecek olursanız olay şu: Tam o paslaşmaların orta yerinde kocaman bir goril kostümlü adam ekranın bir ucundan girip yavaş yavaş diğer ucundan çıkıyor. Hatta ortaya gelince de saçma sapan hareketler yapıp dans ediyordu. Eğer sadece topa odaklanırsanız benim gibi goril falan görmüyorsunuz kesinlikle. Benim gibi şüpheciyseniz tekrar başa sarıp o gorilin görünüp görünmediğini kontrol ediyorsunuz hemen. Sonra gülüp geçiyorsunuz gerçek olduğunu anlayınca ama bu öyle gülünüp geçilecek bir şey değil aslında. Korkunç bir şey ve hemen hemen bütün oyunlar, bu tarz etkilere sahip.
Lisedeyken her sene son çıkan futbol menajerlik oyununu alır saatlerce oynardım. İstediğin kadar iyi oyna, her sene yenisini alıp en baştan başlardım. Oyun hakkında konuşabildiğim üç beş arkadaşımla aramızda kararlaştırdığımız bir anlaşmaydı sanki bu. İlk aylar yeni oyunu kötülerdin, eskisi daha iyi derdin ama sonra yenisine alışırdın. Sanal bir dünyada kendi kendine bir krallık inşa ederdin ve gözün etraftaki başka hiçbir şeyi görmezdi. Ben muhtemelen o yüzden iyi bir üniversite kazanamadım. Bir keresinde oyunun başındayken deprem olmuştu. Gündüz vaktiydi. Maç içinde değil de transfer dönemindeydim. Bu sayede hemen oyunu kaydettim ve evden çıkmak için kaydın tamamlanmasını bekledim. O kadar da olur mu demeyin çünkü bunlar hiç abartısız yaşandı. Hatta yanımda bir arkadaşım da vardı o zaman ve inanamamıştı benim bu saçma hareketime. Hâlâ aklımıza geldikçe anlatır, güleriz birbirimize ama her zaman böyle komik şeyler de yaşanmadı.
Aklıma geldikçe pişman olduğum anılarım da var. Her akşam babam çayımı getirir ve benim oyunda ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışırdı. Maçtayken denk gelirse beraber seyrederdik çünkü zaten o oyunda gerçek anlamda oynamak diye bir şey yok. Siz de oturup seyrediyorsunuz oynayan futbolcuları. Aslında anlardım babam benimle konuşmak istiyor, bir şeyler anlatmak istiyor ama hayır. Benim gözüm oyundaki toptan başka bir şeyi görmezdi. Biraz seyrettikten sonra sessizce giderdi. Utanıyorum bunları anlatırken ama biliyorum ki benim yaptığım hataları yapanlar hâlâ var bir yerlerde. Öyle veya böyle bir şekilde hepimiz benzer yanlışları yapıyoruz sanırım. Ben daha fazla kendimden bahsetmeyip kitabın arka kapağında da yer alan şu cümlelerle sizleri baş başa bırakayım. Pinball makinesi araştırma raporu ‘Bonus Işığı’nın girişinde yazıyormuş bunlar:
“Bir pinball makinesinden hiçbir şey kazanamayız. Sayıya dönüştürülmüş gurur dışında. Öte yandan kaybedecekleriniz gerçekten de çok fazladır.
Siz pinball makinesinin başında tükenmeye devam ederken bir başkası Proust okuyor olabilir. Bir diğeri açık hava sinemasında kız arkadaşıyla İz Peşinde filmini izlerken arabasında onunla oynaşıyor olabilir. İşte bu adamlar belki de dönemlerinin dikkat çeken yazarları ya da mutlu kocaları olacak kişilerdir.”
Şu an bu yazıyı yazarken maNga’nın Cevapsız Sorular’ını dinliyorum. Denk geldi özellikle seçmemiştim o yüzden yazıyorum zaten. Japon kültüründe de bu oyunların, mangaların, animelerin ve daha adını bilmediğim birçok şeyin yeri çok büyük. Japon marka telefonların özellikle su geçirmezliğe önem vermesinin nedeni onların duştayken bile telefonlarından ayrılamamalarıymış diye okumuştum bir yerde. Bakın yazarımız bu oyunun gelişiminin temellerini neye bağlıyor:
“Pinball makinesinin gelişimi ile Hitler’in ilerleyişi benzerlik gösterir. Bu benzerliğe rağmen dönemin balonu olarak birlikte var olmuş, varlıklarından ziyade evrim hızları mitsel bir aura yaratmıştır. Bu evrim üç çarkla desteklenmiştir; teknoloji, kapitalizm ve temel insan arzuları.
İnsanlar, bu kilden yapılma bebeği andıran basit pinball makinesine hızla türlü türlü fonksiyonlar eklemeye devam ettiler. Biri ‘Işık da olsun!’ derken bir diğeri ‘Elektriği de olsun!’ diye bağırdı, bir başkası ‘Fırlatıcı da olsun!’ diye haykırdı. Böylece makinenin içi ışıkla aydınlanırken elektirikli mıknatıs gücüyle toplar fırlatıldı, iki fırlatıcıyla bu toplar geri itildi.
Skor, oyuncunun yeteneğini ondalık sistemdeki sayılarla hesaplarken, makineyi fazla sarsınca faul ışığı devreye girdi. Daha sonrasındaysa ‘ardışıklık’ denilen fiziksel kavram oluştu ve bonus ışığı, ekstra top hakkı, replay gibi çeşitli ekoller doğdu. Artık bu aşamada pinball makinesi büyüleyici bir güce kavuşmuştu. (s.25)”
Teknoloji, kapitalizm ve temel insan arzuları…İyi gibi görünen, daha doğrusu iyi olabilecek bir şeyin yanına yine son derece doğal bir kavramı koyun. İkisinin ortasına kapitalizm gelince ortaya nasıl büyük bir canavar çıkıyor, kendi gözlerinizle görün. Ben de şimdi çok tehlikeli bir formül vermiş gibi hissettim kendimi ama maalesef bu formülü bizi oyuna getirenler çok iyi biliyor. Dolayısıyla bizim de bilmemizde bir sakınca yok diye düşünüyorum.
Benim okuduğum kitap Doğan Kitap tarafından Kasım 2020'de basılan 142 sayfalık ilk baskısıydı ve Japonca aslından çeviren yine Ali Volkan Erdemir’di. İlk kitapta bahsetmişmiydim şimdi hatırlamıyorum ama artık Fare’nin kahramanımızın arkadaşının lakabı olduğunu söylemem gerekiyor. Kitap boyunca da Fare diye bahsediyor ondan ve yazarın diğer kitaplarında da gördüğümüz gibi ana hikâyenin yanında ilerleyen ikinci bir hikâye gibi bazı bölümlerde de onun hayatını okuyoruz. Hemen örnek vermem gerekir diye bunu bahane edip şu cümleleri paylaşmak istiyorum:
“Fare için zamanın sürekliliği üç yıl önce yitmeye başlamıştı. Üniversiteden ayrıldığı yıldı.
Fare’nin üniversiteden ayrılmak için birkaç nedeni vardı. Bu nedenler karman çorman birbirine dolanıp hararet yapınca kafasının sigortası atmıştı. Nedenlerden bazıları geride kalmış, bazıları fırlayıp ötelere savrulmuş, bazıları da ölmüştü.
Üniversiteyi bırakma nedenini hiç açıklamamıştı. Açıklaması beş saat sürebilirdi. Dahası, birine açıklasa bir başkası da dinlemek isteyecekti. Böylece tüm dünyaya açıklama yapmak durumunda kalacaktı. Bunu düşünmek bile Fare’yi bunaltmıştı.
‘Orta bahçenin çimlerinin biçilme şekli hoşuma gitmedi’ derdi bir açıklama yapmaktan kaçamayacağı zamanlarda. O böyle dediği için üniversitenin orta bahçesindeki çimlere bakmaya giden bir kız bile olmuştu. O kadar da kötü değil, demişti o kız. Biraz yaprak dökülmüş, hepsi o kadar… Zevk meselesi, diye cevaplamıştı Fare.
‘Birbirimizi sevemedik. Üniversiteyle ben’ demişti bir keresinde de keyfi yerindeyken. Sonrada sessizliğe gömüştü.
Üç yıl önceydi bu.
Zamanın akışıyla her şey geçip gitti. İnanılmaz bir hızla. Bir zamanlar içinde canlı halde var olan hisler de hızlı bir şekilde soldu, anlamı olmayan eski düşlere dönüştü. (s.36)”
Ah be Fare, nasıl umursamaz gibi görünüp de her şeyi dert ediniyor kendisine. Bu ekstra bir efor istiyor ve çok daha zormuş gibi geliyor bana. Ben kendimde bu gücü bulamıyorum bazen. Bazen’i son anda ekledim. Sadece bulamıyorum deyip kestirip atmak istemedim. Bir de size şikayet etmek istemedim ve tek bir kelimeyle bütün anlam nasıl değişti görüyor musunuz? Bir anda nasıl çok güçlüymüş gibi oldum. Elimden şu an için bu geliyor ve sizi daha fazla sıkmak istemiyorum çünkü yazarımızın da dediği gibi şunun da farkındayım:
“Herkesin bir sürü sorunu vardı. Sorunlar gökten yağmur gibi yağıyor, bizlerse var gücümüzle onları toplayıp cebimize koyuyorduk. Bunu neden yapıyorduk, bugün de bilmiyorum. Belki de onları başka bir şeyle karıştırıyorduk. (s.49)”
Kesinlikle dertsiz tasasız, hiçbir şeyi kafaya takmadan yaşayalım demiyorum. Bizi biz yapan dertlerimizdir aslında. Bunun bilincinde olup daha önemli şeyleri dert edinmemiz gerekiyordur belki de.
Murakami yalnızlığı en iyi anlatan yazarlardan biri. Sürekli bu yönüyle övülüyor. Zira onların kültüründe yine yaygın olan harakiri gibi benim anlayamadığım, bana göre intihardan çok da farkı olmayan ve içinde gizli bir kibir barındırdığını düşündüğüm durumların etkisi vardır zannediyorum. Fark edilme ve görülme ihtiyacı ya da unutulma korkusu ne kadar güçlü bir duygu bunu şu cümlelerde daha iyi anlayabiliyoruz:
“Pencerenin camından yansıyan yüzümü seyrettim uzun uzun. Ateş yüzünden gözlerimin altı çökmüştü. Aman neyse. Saat beş buçuktu, bu saatlerde sakalım yüzümü hafif karanlık gösteriyordu artık. Olsun varsın. Gerçi benim yüzüm değildi bu. İşe giderken bindiğim trende karşımda oturan yirmi dört yaşındaki adamın yüzüydü. Benim yüzüm, benim kalbim, diğerleri için anlamı olmayan bir kabuktan başka bir şey değildi. Benim kalbimle bir başkasının kalbi birbirini yakalayamıyordu. Hey, diyordum. Hey, diyordu karşıdaki. Hepsi bu. Kimse el kaldırmıyor. Kimse bir daha başını çevirip bakmıyordu.
Eğer iki kulağıma iki yasemin çiçeği sokup iki elime yüzme paleti taksam bile en fazla birkaç kişi dönüp bakar bana. Hepsi bu. Üç adım attıktan sonra beni unuturlar. Gözleri bir şey görmez. Benim gözlerim de görmez. Bomboş olduğumu hissediyordum. Belki de bundan sonra hiç kimseye bir şey veremeyecektim. (s.63,64)”
Boş çuval ayakta durmaz, diye bir sözümüz vardır bizim. Ben de lisede hakkında bir kompozisyon yazana kadar duymamıştım bu sözü ama o zaman üzerine düşünmüştüm biraz. İnsan da boş olduğunda ayakta duramaz zannediyorum. İlk çelmeyi yediğinde düşer ve kalkamazsın. Bilmiyorum bunu mu anlatmak istemiş yazar ama bakın birkaç sayfa sonra şöyle bir yere denk geldim ve hemen araya ayracımı koyup sayfayı not aldım:
“Her gün bir diğerinin tekrarıydı. Araya bir ayraç koymazsan farkı anlaşılmıyordu. (s.70)”
Yıllar önce bozuk para taşımayı bırakmıştım. Çünkü hem işlevini yitirmişti hem de şangır şungur gereksiz ses çıkartıyor, beni rahatsız ediyordu. Cüzdanımda da kağıt paraları hep eskisinden yenisine göre sıralardım. Harcayacağım zaman önce en eskisini, en buruşuğunu elimden çıkartırdım. “İyi para kötü parayı kovar” derler ya o misal. Bankadan da ne zaman yeni basılmış gıcır gıcır bir kağıt para denk gelirse, onu da ayırır ve kitaplarda ayraç olarak kullanırdım. Kitabı bitirince de o parayla kendime bir kahve ısmarlardım, güzel olurdu. Artık öyle garip huylarım yok ama günlerin arasına ayraç koyma fikri hoşuma gitti görünce. Paylaşmak istedim.
Gelelim sadece kitabı okumuş olanların anlayabileceği o diyaloğa. Kitabın ortalarında kahramanımızın evine bir elektrikçi geliyor ve eski elektrik dağıtım panosunu yenisiyle değiştiriyor. Aksi gibi eskisini de almayı unutuyor ve bu evdekilere dert oluyor.
“‘Şu dağıtım panosunu konuşalım’ dedim, ‘aklımı kurcalayıp duruyor.’
İkisi birden başıyla onayladı.
‘Neden ölmek üzere acaba?’
‘Birçok şeyi içine atmış olduğundandır, eminim.’
‘Şişip patladı.’
Sol elimde kahve kupası, sağ elimde sigara, düşündüm bir süre.
‘Ne yapmalıyız peki?’
Yüzüme bakıp bilmiyoruz anlamında başlarını salladılar. ‘Yapacak bir şey Yok.’
‘Toprağa gömelim.’
‘Hiç kan zehirlenmesi yaşamış kedi gördün mü?’
‘Hayır’ dedim.
‘Vücudunun her yerinde katı topaklar oluşur. Uzun zaman alır bu. En sonunda da kalbi durur.’
Bir iç çektim. ‘Ölmesini istemiyorum.’
‘Ne hissettiğini biliyorum’ dedi biri. ‘Ama senin yükün de çok ağır olmalı.’ Bunu sanki, bu kış yeterince kar yağmadı, kaymaya gitmekten vazgeçmelisin, dermişçesine gerçekten dümdüz bir tonda söylemişti. Bunun üzerine bir kupa kahve daha içtim. (s.73)”
Bazen insanlar o kadar önemli şeyleri öyle bir önemsizmiş gibi söylüyorlar ki, insan kulaklarına inanamıyor. İnsan duyduklarından zehirlenirmiş zaten. Sonuçta görmek istemeyeceğimiz şeye karşı kendimizi savunabiliriz. Kafanı çevirirsin diğer tarafa olur biter. Ya da göz kapağı denen bir şey var, değil mi? Ama kulaklarımızı kapatamayız. Gürültü engelleyici kulaklıklar bile yeterince iş görmez. Ne yaparsanız yapın duymayı engellemek zordur. Üstelik ağzı olan da konuşur derler ya, gariptir ki en çok sesi çıkanlar en az bilenlerdir. Bölüm bölüm yazılmış demiştim ya bu kitap, işte onüçüncü bölüm de şu paragrafla başlıyor:
“Bir gün gelir ve yüreğimizi bir şey ele geçirir. Bunu yapan herhangi bir şey olabilir; hatta küçük bir şey de olabilir. Bir gülün tomurcuğu, kaybettiğimiz bir şapka, çocukken sevdiğimiz bir kazak, eski bir Gene Pitney plağı… Artık gidecek bir yeri kalmamış mütevazı şeylerin listesi. O şeyi iki üç gün yüreğimizde hissederiz, sonra eski yerine döner… Karanlığa. Yüreklerimizde hep bir kuyu vardır. Ve o kuyunun üzerinde kuşlar uçar. (s.89)”
Buraya kadar bütün bunların pinball ile ne alakası var diye düşünmüştüm bende. Kitap bitti bitecek hâlâ konuya giremedik gibi gelmişti. Geçenlerde de başka bir kitapta herkesin bir özel yeteneği vardır demiştim ya, “Benim hiçbir özel yeteneğim yok!” diye bir geri dönüş aldım. Yazılarıma da bazen çok güzel yorumlar geliyor, onları mutlaka okuyorum ama youtube ve podcastten gelebilecek yorumlardan çekiniyorum açıkçası. Haftada bir gün yarım saat içinde bakıp bütün bu yazma, yükleme ve paylaşmanın yanında yorum okumayı da ne kadar yetiştirebileceğimden emin değilim ama cevapları da bazen böyle bir başka kitaptan bulabilme şansım var sanırım:
“‘İyi misindir pinball oynamakta?’
‘Eskiden iyiydim. Kendimle gururlandığım tek şeydi.’
‘Benim övündüğüm hiçbir şeyim yok.’
‘O halde kaybedecek bir şeyin de yok.’ (s.116)”
İyi bir cevap oldu mu emin değilim ama merak etmeyin, son bir alıntım daha var. Öncesinde J’nin Rüzgârın Şarkısını Dinle de geçen kahramanımız ve Fare’nin sık sık içmeye gittiği mekanın barmeni olduğunu söylemem gerekiyor sanırım. İlk kitapta bahsetmemişim muhtemelen çünkü orada hakkında fazla bilgi de verilmiyordu. Bu kitapta biraz onu da tanıyoruz. Tabii bunda Fare’nin oraya artık yalnız başına gitmesinin de payı büyük. Japonların genetik olarak alkole toleransının az olduğunu ve çok kolay sarhoş olduğunu söylemişti bir Japon arkadaşım. Sigara konusunda da neredeyse bizim kadar çok içen varmış orada. İnsan dışarıdan bakınca yakıştıramıyor ama onlar çok uzun saatler boyunca çok ağır çalıştığı için iş sonrasında kendilerini bu şekilde avutuyorlarmış. Zaten Murakami’nin kurgu kitapları genel olarak çocuklara uygun sayılmaz.
“J’yle konuştuktan sonra yoğun bir melankoliye kapılmıştı. Bedenini zor da olsa bir arada tutan bilinç akışları, birdenbire farklı yönlere hareket etmeye başlamıştı sanki. Nereye kadar giderse bu akışlar yeniden bir noktada birleşirdi, Fare bunu bilmiyordu. Her halükârda engin denize dökülecek karanlık dereciklerdi bu akışlar. Bir daha karşılaşmayacaklardı belki. Yirmi beş yıllık hayatının anlamı sadece buydu belki. Peki neden, diye sordu kendi kendine Fare. Bilmiyorum. Bu iyi bir soru ama cevabını veremiyorum. İyi soruların hiçbir zaman cevabı olmaz. (s.137)”
Her doğru her yerde söylenmez derler ya onun gibi bazı cümleleri de kurabilmek için yaşanmışlık gerekiyor. En azından okur üzerinde daha etkili olabilmesi için. Farklı versiyonlarını duyduğum şöyle bir çocuk yakarışı var: Yedi sekiz yaşlarındaki bir çocuk “Ömrümde böyle şey görmedim!” diye çok tatlı bir tepki veriyormuş şaşırdığı her şeye. Biri de kalkıp bana “Yirmi beş yıllık hayatımda…” gibi bir giriş yapsa “Ah be güzel kardeşim, sen daha neler göreceksin şu hayatta” diye geçer içimden. Akıl yaşta değildir elbette ama ne yaşamış olursak olalım, sadece tek bir kişi olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.
Unutmadan, Football Manager gibi oyunlarda “save-load yapma” gibi bir tabir vardır. Maçı oynamadan önce kaydedersin ve kaybedersen önceki kaydettiğin yerden yeniden oynarsın. Bir çeşit hile yapmaktır yani bu ve ben buna kesinlikle yeltenmezdim oynarken. Hatta oyun hata verir de eski bir tarihten devam etmem gerekirse bile kendimi çok kötü hissederdim. Çünkü gerçek hayatta böyle bir şansınız yoktur ve bu oyunun bütün gerçekçiliğini zedeler. Hayatta “yeniden oyna” diye bir şey yoktur. Hani Cem Yılmaz’ın Arog filminde de atılan golü “replay” yapıp tekrarını izlediklerinde “E bu da gol!” diyordu ya Zafer Algöz, bunlar sadece komedi filmlerinde olur. Hayat bir oyun olsaydı bile tek bir canla oynadığımız ve kaydedip geriye dönemediğimiz şakası olmayan bir oyun olurdu.