24 Mart 2025 Pazartesi

Sıradışı Bir Ödül Töreni

 

Sıradışı Bir Ödül Töreni, Gerçek Nezaket, Eğlencenin Sonrası ve Okuldan Kaçıp Pikniğe Gitme Hikâyem

Mustafa Kutlu'nun sıradışı bir hikâye kitabıyla karşınızdayım: Sıradışı Bir Ödül Töreni. Bu renkli kapaklı, havai fişeklerle bezeli 153 sayfalık bu kitabı başladığım gibi bitirdim. Benim okuduğum kitap Dergâh Yayınları'nın Eylül 2013 tarihli 3. baskısıydı. Tam da Sencer Olgun'un Beyaz ve Kara kitabını bitirdikten sonra okumuştum bu kitabı. Sencer Olgun'la olan, o biraz imza günü niteliği de taşıyan toplantımızdan sonra okumuştum bu kitabı ve tevafuk oldu işte o da bahsetmişti aslında bizim bu okuma grubumuzun daha resmi bir hale gelmesi hatta keşfettiğimiz, beğendiğimiz yazarlara böyle bir ödül gibi bir şey verseniz ne güzel olmaz mı, demişti. Öyle bir fikir sunmuştu bize. Ve ben de hemen ondan sonra, bu kitap da elimdeydi yani aslında ama bunu da bir işaret olarak görerek hemen başladım ve tek seferde de bitirdim. Mustafa Kutlu oldukça akıcı bir şekilde çok şey anlatmış sadece 153 sayfada. Ve dört alıntım var, olay örgüsünden bahsedip bahsetmemek konusunda biraz kararsızım.



20 Mart 2025 Perşembe

Mahur Beste

 

Mahur Beste, İstediği Gibi Bir Hayat Yaşayamamak, Çekingenlik Suçu ve Gösteriş Oranı

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Mahur Beste'sini sonunda okuma grubum sayesinde okuyabildim. Tanpınar benim hep okumaya korktuğum bir yazar olmuştur. Neden bilmiyorum. Galiba onun ilk okuduğum kitabı da Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ydü ve hayran olmuştum bitirir bitirmez. Hatta inanamamıştım böyle bir kitabın bizim ülkemizde yazılmış olduğuna. Kendi düşüncelerime de çok yakın bulmuştum orada yazılanları. Sonra ne oldu araya hangi kitaplar girdi hiç hatırlamıyorum ama çok uzun bir ara vermiştim Tanpınar okumaya. Aradan yıllar geçtikten sonra Abdullah Efendinin Rüyaları'nı okumuştum ve yine çok etkilenmiştim. Ama işte şu an nereden baksam yine üzerinden birkaç yıl geçmiştir ve ben yine çok merak ettiğim Huzur kitabını okumayadım hâlâ. İşte hayat biraz da böyle bir şey. Karşıma Mahur Beste'yi çıkardı.




17 Mart 2025 Pazartesi

Beyaz ve Kara

 

Beyaz ve Kara, Geçmişe Rağmen Yaşamak, İmtihana Girmeyi Reddetmek ve 18 Mart’ta Derse Gitme Hikâyem

Sencer Olgun’un yazdığı Beyaz ve Kara romanından bahsedeceğim bugün sizlere. Ve biraz da bu kitapla ve yazarla tanışma hikâyemden. Daha önce bu podcasti haftada bire indirmekle ilgili böyle bir şey söylemiştim çünkü vakit bulamadığımdan, bana ağır geldiğinden dem vurmuştum. Hiç yedekte bölümüm kalmamasından bahsetmiştim ama öyle bir insanla tanıştım ki, bütün bunların aslında bahane olduğunu, eğer istersem çok daha fazlasını bile yapabileceğimi düşünmeye başladım.



464 sayfadan oluşan bu kitap hem içeriğiyle hem de daha sonra yazarın hayatıyla ilgili öğrendiğim şeylerle bana çok büyük bir ilham verdi diyebilirim. Bir yandan da kendimi yani ne kadar şanslı hissettim. Zamanında ben babamın arkadaşlarına böyle çok hayret ederdim. En çok imrendiğim şeyiydi yani hatta. Nasıl bu kadar donanımlı insanlarla tanışmış? Nasıl bu kadar dost biriktirmiş? Çünkü o kadar alakasız yerlerden o kadar önemli isimler tanırdı ki babam. Bunu zaten en çok telefon rehberinden o isimleri tek tek kaydederken fark etmiştim. Aaa şu ismi de tanıyordu, aaa evet bu da babamın arkadaşıydı diye şaşırdığım, hayret ettiğim, insan nasıl bu kadar önemli isimlerle tanışır? Ama şimdi zaman geçtikçe, ben de böyle ufacık seçimlerle, küçücük adımlarla hayatımda ne kadar farklı kapılar açtığımı, bu sayede ne kadar önemli insanlarla tanıştığımı fark ediyorum. İşte hayat böyle bir şey. Çünkü normal şartlarda ben Sencer Bey’i nasıl tanıyabilirim diye düşünüyorum, nasıl, nerede karşıma çıkardı, onunla oturup böyle saatlerce hangi ortamda sohbet edebilirdim? Kurgulayamıyorum. Yazmakla da o kadar uğraşmama rağmen, bir senaryo da oluşmuyor aklımda. Ama bu podcast vesilesiyle nasıl Sezgin Bey beni kendi okuma grubuna davet ettiyse, bu okuma grubunda da geçen ay ki kitabımız Beyaz ve Kara oldu. Ve Sezgin Bey bize sunduğu oylamasında yazarımızın kitabının yanına parantez içinde “Misafirimiz olabilir” gibi bir ibare bırakmıştı. Tabii ki hepimiz çok büyük bir heyecanla hemen o şıkka yöneldik. Diğer kitapları şu an ben hatırlamıyorum bile. Ama o kitap Kuş Köprü kitabıydı. Daha sonra bir oylama daha yapıp bu kitabı da Beyaz ve Kara olarak değiştirmiştik. Bu sayede benim yazarımızın ilk okuduğum kitabı Beyaz ve Kara oldu ve uzun zaman sonra ilk imzalattığım kitap aynı zamanda. Hemen künyeden bahsedeyim yoksa bu muhabbetin sonu gelmeyecek.

Tam on dokuz bölümden oluşuyor kitap ve Çıra Kültür Yayınlarının Eylül 2023 tarihli ilk baskısından okudum ben. Yazarımız o kadar çok şey sığdırmış ki hayatına sadece onu dinlemek bile sizin elinizdeki bütün bahaneleri alıyor, götürüyor. Ben işte zaman zaman dile getiriyorum, bir kitap yazma hayalim var. Yazmak istiyorum, yayımlamak istiyorum ama bir yandan da tabii iş güç, vakit darlığı, hiç alakasız bir meslekte çalışıyor olmam hali hazırda gibi gibi sayısız nedenler sıralayabilirim, sayabilirim. Ama işte bir de böyle insanlar var. Benim bir arkadaşım derdi yine “Hayata diğer insanlara ilham verebilmek için gelmiş, yaşamış insanlar vardır.” diye bir tanımı vardı. Bu tanımla da benim aklıma ilk gelen Mimar Sinan mesela, onun hayatı hep bana çok ilham vermiştir. Sadece kırk yaşından sonra yaptıklarını bile saymaya kalksanız sizin elinizden bütün bahanelerinizi alır yani, öyle bir insan, öyle bir hayat yaşamış. Ve maalesef onun hayatıyla ilgili araştırma yapmaya kalktığınızda da kendisi hakkında yazılan Türkçe çok az eser olduğunu, İngilizce ve Almanca dillerinde çok daha fazla şey yazıldığını -yabancıların ondan daha fazla istifade ettiğini- göreceksiniz, görüyorsunuz. Bu insanı üzen, yaralayan bir durum. Yani nasıl olabilir? Ama bu da bir bahane değil, şu an elinizde ben bu dilleri öğrenemiyorum, öğrenemedim bu yaşıma kadar demek gibi hiçbir bahaneniz yok. Şu anki teknolojiyle sadece kendi çabalarınızla bile aslında öğrenebilirsiniz bu dilleri ve çoktan benim de çözmem, öğrenmem en azından okuyabilecek seviyede kendimi geliştirmem lazımdı. Neyse umarım bir gün o da olur ki böyle tarihi, önemli şahsiyetleri öğreniriz. Öğrenmeden bu dünyadan göçersek yazık olur çünkü. Bu topraklarda yaşayıp da bu isimleri bu insanları bilmemek ayıp yani bir yandan. Aynı onun gibi işte Fatih Sultan Mehmet, onunla ilgili mesela şu an çok heyecanlıyım. Ondan bahsetsem mi? Yazarımızın diğer kitaplarından?

Kuş Köprü’den biraz bahsedeyim ben, okumadım ama yani onu da çok merak ediyorum. İki tane üniversite çağındaki gencin hikâyesiymiş. Ama yok yok şimdi bu kitabında büyüsünü bozmayalım. Onu okuduktan sonra bahsedeyim. Çünkü onu da en kısa sürede okumayı planlıyorum. Bütün okuma planım yine değişti yani. Böyle bazen bir kitapla karşılaşırsınız ve o sizi bambaşka kitaplara götürür. Çünkü yazarımız aynı zamanda bir öğretmen ve babamla da aynı üniversiteden Erzurum Atütürk Üniversitesinden 1992 yılında mezun olmuş babamdan tabii çok daha sonra- birçok devlet okulunda öğretmenlik yapmış ve ders kitaplarının içeriğinden rahatsız olarak (haliyle) çünkü bizim dönemimizde de çoktu öyle kitaplar maalesef. Yazarımızın kendi deyimiyle söyleyecek olursak “Ders kitaplarının kolaydan zora doğru giden bir yöntemde yazılması gerekiyor.” Çocukların onları daha iyi anlayabilmesi için, o kitaplardan soğumaması, onları okuyabilmesi için yani sadece tek amaç sınav, sınavdan geçebilmek ve belli sayfaları belli yerleri ezberlemek olmamalı. Ve bundan rahatsızlık duyup ders kitapları yazmaya çalışmak… İşte bahsettiğim o ilham verici hikâye aslında buradan başlıyor. Bu hiç, hiç kolay bir şey değil. Bunu sadece nasıl yapabildiğini düşünmek bile insanı hayrete düşürüyor. Öğretmenlik gibi zor ve yoğun, sizin neredeyse bütün hayatınızı, bütün zamanınızı isteyen bir meslekte bunu yaparken bir yandan da ders kitapları yazarlığı yapabilmek…

Aynı zamanda yazarımızın büyük hayalleri: oyunculuk yapma hayali. Bunun için yine daha sonradan yani öğretmenliğinden sonra radyo ve televizyon programcılığı bölümünü bitirmesi, çeşitli televizyon kanallarında sunuculuk ve bazı gazetelerde köşe yazarlığı yapması ve öğretmenlikten kendi isteğiyle emekli olduktan sonra o çocukluk hayali olan oyunculuğu da yapması. Çeşitli dizilerde roller alması. Lafa gelince hepimizin hayalleri var, hepimiz hayaller kuruyoruz ama işte hayal sadece aklından geçirmek değil, onun peşinde neler yaptığınız, onu hayata geçirebilmek için ne fedakârlıklarda bulunduğunuz.

Bu kitabı da zaten daha okumaya başlarken onu anlıyorsunuz, onu hissediyorsunuz: Yazar, dertli bir insan aslında, yazmak zaten bir şeyler anlatma isteği biraz o dertten kaynaklanıyor. Yazarımızın özellikle öğretmenlik yaptığı yıllarda Mardin’de başından geçenler. Bir gün bir koşu esnasında gelmiş bu kitabın fikri aklına. Yine benim çok sevdiğim Haruki Murakami’nin Koşmasaydım Yazamazdım kitabı da orada aklıma gelmedi değil. Koşmak bazen insanda böyle etkiler de yapabiliyor. Zaten sporla da iç içe bir hayatı var yazarımızın. Ben nasıl işte Mimar Sinan, Barış Manço hayranıysam; bendeki ama şey, daha çok bugünkü tabirle takip etmek, takipçilik. Hakkında bir şey bulursam, görürsem okumam, dinlemem. Ama yazarımız büyük bir Cüneyt Arkın hayranı aynı zamanda. Onun filmleriyle büyüyüp onu örnek almış. O yüzden de sporla içli dışlı. Çok önemli işte böyle insanlar! Topluma mâlolmuş dünya yıldızı diyebileceğimiz kalibredeki insanlardan rol model almak, sizin tüm hayatınızı şekillendirebiliyor.

Beyaz ve Kara aslında beyaz perdeye taşınabilecek hatta dizi olabilecek, çok rahat böyle sezonlarca oturup seyredebileceğiniz macera dolu bir dizi olabilirmiş yani olabilir de hatta. Hâlâ o içeriğe sahip. Bilmiyorum ileride belki gerçekleşir bu ama bir yandan da insan tedirgin de oluyor, içeriği o zaman çok fazla değişecek ve belki bu kadar, kitap kadar güzel olmayacak diye. Bu zaten okurların hep en büyük korkulu rüyasıdır. Biz genelde çok kabullenemeyiz ve kitabı daha güzeldi deriz bu tarz yapımları seyrederken. Öyle bir risk de var yani ama ben yine çok uzattım yavaş yavaş kitaba geçeyim çünkü çok uzun da alıntılarım var.

Kitap hakkında çok olay örgüsünden bahsetmeyeceğim. Özellikle sonundan! Kendimi zor tutuyorum çok etkileyici bir finali var. Ve okurken sürekli kendime şaşırdığım, o kadar çok tarihi bilgi var ki, bir tarih kitabı da okuyormuş gibi hissediyorsunuz ve ben gerçek hayatta gazete bile okumam, okuyamam. Tarih kitaplarıyla hep bir mesafem olmuştur. Tarihi romanları da yani çok fazla okuyabilen biri değilim ama bu kitabı işte iki günde bitirdim. Dört yüz sayfaya yakın bir bölümünü bir günde zaten bitirdim, elimden bırakamadım kitabı. Çünkü o tarihi gerçeklerin de çoğunu maalesef bilmiyorum, bilmiyordum. Bize öğretmediler bunları. Özel bir ilginiz yoksa kolay kolay öğrenemeyeceğiniz, her yerde bulamayacağınız bilgilerle başlıyor ve öyle de devam ediyor neredeyse sonuna kadar.

Daha önce anlatmış olmam lazım ama yine bence yeri gelmişken söyleyeyim. Bizim üniversitede siyasi tarih dersindeydi yanlış hatırlamıyorsam, hocamızın o derse giriş yaparken yaptığı o etkileyici konuşma hiç aklımdan çıkmaz benim. Tam kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama şöyle bir şey demişti: “Bugüne kadar öğrendiğiniz bütün tarih dersini unutun, çünkü hepsi yanlış!” On küsur sene tarih eğitimi alıyorsun ve tam mezun olacağın sene, üniversiteyi bitireceğin zaman hocan kalkıp böyle bir şey söylüyor, söyleyebiliyor. Bu nasıl bir eğitim sistemidir? İşte demek ki ben o zamana kadar demek ki böyle idealist insanlarla karşılaşmamışım. O zaman düzelt bunu değil mi? En azından bu yönde bir adım atman gerekir. O ders kitaplarını yazabilmek, yazmak için, değiştirmen için uğraşman didinmen lazım . Ya da böyle gençlerin daha çok ilgisini çekebilmek için, daha okunabilir hale getirebilmek için böyle romanlar yazmak gerekiyor belki de. Zaten bizim zamanımızda hiç yakın tarih de anlatılmıyordu. Hiç müfredatta yoktu. Galiba onlar da sonradan konulmuş. Körfez savaşı falan, bunlar böyle bir iki cümleyle geçiştirilen çok büyük olaylar. Tarihe damgasını vurmuş, dünyayı şekillendirmiş, hâlâ günümüzde izlerini barındıran tarihi gerçeklikler. Bunlarla başlıyoruz kitaba. Ve okurken biraz benim gibi “Ben şu an ne okuyorum?” diye sorabilirsiniz kendinize. Kitap böyle tarihi gerçeklerle başlıyor. Körfez savaşından başlıyor ve kırk-elli sene süren, neredeyse günümüze kadar gelen bir yolculuk. Ve bu yolculakta aslında iki kardeşin hikâyesini okuyoruz: Beyaz ve Kara. Ve onların babasının -Şervan’ın- o etkileyici hikâyesiyle başlıyor. Mesela orada ilk yol ayrımına ben de geldim. Şervan komutanın bir ölümü var, bir ölüm anı var. Hiçbir filmde orada o ölemez diyorsunuz. Bu da biraz erken bir spoiler olacak ama kitabın başlarında zaten geçiyor. Merak etmeyin devamından tat kaçıracak bilgi vermemeye çalışacağım. Ama o sahne önemliydi yani burası. Okurken gözümde de canlandırıyorum ve orada devam etmeden önce bir oturuşumu düzelttim ve merak ettim yani. Çünkü normal şartlarda orada o adamın ölmesi gerekiyor. Oradan öyle arbedeyle, kafa atarak kurtulamazsın. Elin kolun bağlı bir vaziyette seni esir etmişlerken bir kavgayla gürültüyle çıkılacak bir ortam değil ve tabii ki orada ölüyor karakterimiz ve aslında hikâye buradan başlıyor. Bütün temeller burada atılıyor ve Beyaz, dünyaya Hasan Hüseyin olarak gelen, bu isimle gelen ama daha sonra birçok farklı isim almak zorunda kalan ve Beyaz kod adıyla kariyer(!) yapan… Kariyer diyorum şu an, biraz da işte uyuşturucu baronu gibi bir şeye dönüyor hadi bunu da söylemiş olayım. Hayat yani ve okurken şey diyemiyorsunuz, ben hayatta böyle bir şey yapmam.

Ben bunu işte yazarımıza da söylemiştim. Ben uyuşturucunun yakınından geçmeyi, geçtim yani uyuşturucuyu ben ağrı kesici falan bile kullanmaya karşıyımdır yani, benim artık başımın çatlaması lazım ancak öyle. Ama kitabı okurken zaman zaman Beyaz’a hak veriyorsunuz, o yaşadıkları, o düştüğü durumlar. Hayat onu oraya getiriyor. Arkadaş çevresi, tanıdıkları… Bunların ne kadar önemli olduğunu görüyorsunuz. Mesela daha okulda, bir yazılıya giriyor. Evet o zaten ilk alıntım. Hemen onunla başlayayım yoksa bu alıntılarımı paylaşamadan sabaha kadar yazacağım:

“Okulda birinci döneminin ilk yazılı sınavı din dersinden yapılmıştı. Öğretmenin sorduğu sorulardan biri şuydu:
‘Ailemize, vatanımıza ve bizi yoktan var eden Allah’a karşı vazifelerimizi yazınız.’
Hasan Hüseyin’in bu soruya verdiği cevabı ise çok ilginçti: ‘Vatana sahip çıkmak için önce devlet sahibi olmak lazım. Devleti olmayanın vatanı da olmaz! Devlet sahibi olmak için de örgütlenip savaşmak gerek. Allah’a gelince; onu da yaratan başka bir Tanrı’ya ihtiyaç olacağından ben hiçbir yaratıcıya inanmıyorum ve evrenin kendi kendine oluşup geliştiğini düşünüyorum.”(s.55)

Bu cevabı görünce hoca da şoka uğruyor ve ailesine hatta, annesine de söylüyor bu durumu ama kadının da elinden ne gelir? Çünkü çocuk bir yaşa kadar anneyi babayı takip eder, gözler ondan her şeyi kaydeder aslında. Bu da işte bana biraz mecburiyetten gibi de geliyor. Çünkü daha dışarıya, diğer dünyalara ulaşamadığı için mecburen belki de anneyi babayı takip ediyor. Hayatı ondan öğreniyor. Birebir kopyalıyor yani neredeyse. Ama yaptıklarından! Söylediklerinden değil. İşte hareket, her şey icraattır bu hayatta. Ve sonra ne zaman ki işte yürümeye başlıyor, farklı insanlar görüyor yeni çevreler ediyor, o zaman da anne babanın neredeyse hiçbir dediğini yapmayan her şeyin önüne arkadaşlarını koyan… O yüzden arkadaş çevresi çok önemli. İnsanın o küçük yaşlarda edindiği arkadaşlar tüm hayatını şekillendiriyor, yön veriyor diyebilirim. Ben asla şöyle yapmazdım, böyle yapmazdım ya da şöyle bir insan olmazdım demek, bir arkadaşa bakar yani! Sadece tek bir karizmatik ve etkileyici birisi eğer temeliniz çok sağlam değilse, o anne babadan aldığınız ahlâk, karakter, maneviyat çok güçlü değilse çok kolay yani insanın ayağının kayması. Ve bunu geç de olsa fark ediyor Hasan Hüseyin ama dediğim gibi gerçekten biraz geç fark ediyor. Başına gelmeyen kalmıyor.

Ve bu Hasan Hüseyin karşımıza ilerleyen sayfalarda Beyaz olarak çıkıyor. Hayatında hiçbir manevi yön olmadan, hiçbir kutsalı olmadan neredeyse sırf babasını intikamını almak, alabilmek için girdiği tehlikeli, yanlış diyebileceğimiz bir yola giriyor. Ve o yola girdikten sonra çıkmak hiç kolay değil. Hatta hiç zarar almadan, zarar vermeden çıkmak mümkün değil. Ve kendisi de bunu çok acı bir şekilde fark ettiğinde kandırıldığını, düştüğü tuzağı kendi gözleriyle de görüyor. O açıdan da aslında biraz da şanslı. Çünkü bunları hiç bilmeyedebilirdi. Bütün hayatını o inandığı yolda heba da edebilirdi çok daha büyük zararlar alıp dünyanın başına bir bela da olabilirdi yani.

Ama bu yanlışı gördükten sonra sıfırdan yeni bir hayata başlamak da mümkün değil açıkçası. İstediğin kadar adını da değiştirsen, yeni bir kimlik de alsan… Orada mesela kitapta bir yol ayrımına daha geliyoruz. Yani buradan sonra toz pembe bir hikâye mi çıkacak ortaya yoksa gerçekçilikten kopmayıp -bu kadar tarihi bilgi vermişken çünkü o gerçekçiliği de insan arıyor romanda- devam mı edecek? Kopacak mı kopmayacak mı ve kopmuyor. Size en azından o kadarını söyleyebilirim. Ve o karanlık geçmişinin bir benzerini, yani onun hayatı karşısında tabii ki kıyas kabul etmez ama Maria’yla karşılaşıyor, onun hikâyesiyle. Hemen o alıntıma geçeyim:

“-Nasıl, beğendiniz mi hikâyemi? Benim de geçmişim pek parlak değilmiş gördüğünüz gibi.
Düşüncelere dalan Cemil, elindeki sigaranın bittiğini bile fark edemedi.
Maria gülerek,
-Dikkat edin, eliniz yanacak, diye onu uyardı.
Cemil kendi hâline gülerken göz göze geldiler. Bakışları birbirlerine çok şey anlatıyordu, yüreklerinde beliren aşk ateşi için küçük bir kıvılcım yeterdi, ilk hamle Cemil’den geldi, samimi bir gülümseme takınarak,
-Karanlık dünyama hoş geldiniz, deyip elini uzattı.
Maria, yıldız gibi parlayan gözbebeklerini Cemil’e dikerek kendisine uzatılan eli tuttu.
-Geçmişinize küsüp geleceğinizi karartmak akıl işi değil! Sizin de mutlu olmaya hakkınız var.”(s.217,218)

Evet, yine kitabın ana teması, kitaptan çıkarabileceğimiz en büyük derslerden biri burada Maria’nın ağzından çıkıyor. Geçmişe küsüp geleceği karartmak yapılmaması gereken bir şey hayatta. Ne olursan ol, gel diyor yani Mevlana. Hayatta hiçbir zaman umut tükenmez. Son nefesi verene kadar hep bir şans vardır. Ama bunun için de işte bu inanca biraz sahip olmak gerekiyor, bu düşünceye. Çünkü bu olmazsa, hayat o kadar zor ki bazen. İnsan yaşadıklarıyla, karşılaştıklarıyla kesinlikle yani pişman olacağınız şeyler yapacaksınız, yapabilirsiniz ve içinizde bu inanç olmayınca sonunuz maalesef Maria’nın ağabeyi gibi olabilir: Anton. Şimdiki alıntım onun sonundan bahsediyor:

“Yaşadıklarını ya da yaşayacaklarını hazmedemediği için kalbine tutuğu silahıyla yüreğini paramparça etse de Anton’un yüzü hâlâ bir çocuk gibi masumdu. Sırt üstü düştüğü yerde cesedi tüm oda boşluğunu kaplamış ve üzerindeki siyah tişörtü kana boyanmıştı. Sağ elinde silahı dururken sol elinde küçük bir not vardı, alelacele yazdığı notta şunlar yazılıydı: ‘Korkakça teslim olmaktansa bir kahraman gibi ölmeyi tercih ederim. Beni affedin anneciğim!”(s.256,257)

Diyerek kararan bir hayat ve bir kahraman gibi öldüğünü zannetmesi. Gerçek kahramanlığın ne olduğunu da kitapta tarihi bilgilerin arasında, satır aralarında okuyorsunuz zaten. Bu Anton’un yaptığının kaçmaktan bir farkı yok. İntihar zaten benim asla kabullenemediğin, en böyle hassas olduğum konuların başında geliyor. Ama böyle kararan çok hayat da var. İşte onları ne yapacağız? Nasıl kurtarabiliriz? Çocukların bu bataklığa düşmemesini, kanmamasını nasıl sağlayabiliriz? Çok, çok zor. O kadar aslında hepimizin büyük misyonları, görevleri var ki şu hayatta. Asla bitmeyen bir mücadele yani. Kendi başıma yaşıyorum, kimseye bir zararım yok tavrı -kimseye bir faydan da olmuyor işte o zaman- yapabildiğin kadarıyla yapman, en azından elimden geleni yaptım diyebilmen için. İşte yazarlar yazacak, oyuncular oynayacak, ressamlar çizecek, anlatacak. Picasso nasıl Guernica’yla savaş karşıtlığını anlattıysa… Sanatçılara işte çok büyük iş düşüyor burada. Bize de bu sanatçılara destek vermek, çocukları kurtarmak için mesela şu an şimdiki alıntımda… Benim çocukluğum altı yaşına kadar Eyüp’te geçmişti. Eyüp’te oturuyorduk o zamanlar ve ben bu anektodu bilmiyordum. Çok utandım da bir yandan okurken. Ama bunu bize anlatmamaları da orada büyüklerin, o kadar yani bizim komşularımız falan da vardı. Bunu bilmiyor olabilir misin? Sanmıyorum yani biliyorlardır muhtemelen ama işte karşılarına çocukları alıp anlatan o eski ihtiyarlar da yok maalesef günümüzde. Ama neyseki böyle kitaplardan öğreniyoruz:

“Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri İstanbul’un fethi için sefere katılıp burada vefat edince sahabiler düşman tecavüzlerine karşı muhafaza amacıyla mübarek zatın kabrini gizlemişler. bu hadiseyi bilen Fatih Sultan Mehmed, fetihten sonra kabrin bulunması için araştırma yapılmasını istemiş ancak bir türlü bulunamayınca Fatih, Akşemseddin’e müracaat ederek ‘Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini nasıl bulabiliriz?’ diye sormuş. Akşemseddin Hazretleri birkaç dakika murakabeye vararak mübarek ve şanlı sahabinin kabrinin yerin olarak burayı göstermiş ve akabine buraya bir sopa diktirmiş. Fakat Fatih, gönlünün tamamen mutmain olması için geceleyin sopanın yerini değiştirmiş. Sabahleyin belirlenen yeri kazmak üzere gelindiğinde Akşemseddin Hazretleri tekrar murakabeye varmış ve talabesi Fatih’in şaşkınca bakışları arasında, ‘Sultanım! İşaretimizin yeri değiştirilmiş!’ deyip sopayı eski yerine diktirmiş. Artık Sultan’ın gönlünde hiçbir şüphe kırıntısı kalmayarak gösterilen yer kazılmaya başlanmış. Biraz kazıldıktan sonra Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin mezar tazı ortaya çıkmış, Akşemseddin Hazretleri’nin kerameti bu şeklide tahakkuk etmiş. Sultan Fatih’in emri üzerine kabir tamamen ortaya çıkarılarak üzerine bir türbe, yanına da bir câmi ve medrese inşa edilmiş. İşte gördüğünüz türbe ve cami o zamandan kalma.”(307)

Diye kitabın ortalarında geçiyor bu bölüm. Cemil ne kadar ateist de olsa özellikle Maria’yla karşılaştıktan sonra hayatı farklı bir yönde de gelişiyor. Onunla böyle ziyaretlere çıkıyorlar, çeşitli tartışmalara giriyorlar. Onu da hatta aldım. Biraz burası uzun ama yine paylaşmazsam eksik kalacak diyebileceğim bir bölüm:

“-Cennet ve cehennemin olduğuna dair delilin var mı?
-En önemli delil; insanoğlunun yaratılmış olmasıdır. İnsanlar imtihan için yaratıldıklarına göre imtihan sonrası kimileri ödüle kimileri cezaya layık görülecektir. İşte bunun için cennet ve cehennem vardır. Sence bu dünyadaki kanunlar tüm suçluları adaletle yargılayabiliyor mu? Daha da önemlisi adaletin yakalayamadığı suçlulara ne demeli? Bu suçlar onların yanında kâr mı kalmalı? Dünyadaki kimileri Tanrı korkusundan kimileri de kanunlardan çekindiği için suça teşebbüs etmiyor. Bir de ahiret inancının olmadığını ar saydığımızda dünyanın ne hâle gelebileceğini düşünebiliyor musun?
Cemil suskundu, hayret gözlerle sevgilisine bakıyordu. Maria ise söylediklerinden emin bir şekilde sözlerini sürdürdü.
-Senin sorumluluktan kaçman; birçok konyuu bilen bir öğrencinin imtihan zamanı öğretmenine, ‘Ben sizi reddediyorum, sınavınıza da girmek istemiyorum.’ deyip sınava katılmamasına ve doğal olarak da o imtihandan sıfır almasına benziyor. Siz ateistler maalesef; Tanrı’nın yarattığı ruh ve bedenle yaşıyor, O’nun verdiği nimetlerden yararlanıyor sonra da ‘Biz Tanrı’ya inanmıyoruz!’ deyip bu dünyadaki sorumluluklarınızdan kaçıyorsunuz!” Oh ne güzel, insan olarak en mükemmel bir şekilde yaratılacaksınız, tüm kâinat sizin emrinize sunulacak ve bu dünyada her konuda yetkiniz olacak ama sorumluluğunuz olmayacak! Bunu hiçbir mantıkla açıklayamazsınız çünkü en başta bu felsefenin kendisi mantığa aykırı!
Cemil alaycı bir gülüşten sonra,
-Peki, Tanrı’nın varlığını nasıl açıklayacaksın, diye sorud.
Maria, yanında oturan Cemil’e dikkatlice baktı.
-Akıl sahibi birisi olarak Tanrı’ya inanmadığını söylüyorsun, bu doğru mu?
-Evet, öyle söylüyorum.
Cemil’deki bu delilsiz ve inatçı düşünceyi kökünden çürütmek isteyen Maria bu kez felsefi açıklamlara başvurdu.
-Felsefede ‘zorunlu varlık kavramı’ diye bir yaklaşım biçimi var. Buna göre bir şey ya kendiliğinden vardır ya da başkaları aracılığıyla var olmuştur. Tanrı’nın yok olduğunu kabul ettiğimizde o zaman algıladığımız her şeyi bir başkasının eseri olarak kabul etmemiz gerekecek. Senin üzerinden örnek vercek olursak; sen annenden doğdun, annen annesinden doğdu, o da annesinden doğru diyerek bunu sonsuza kadar uzatabiliriz. Bu sence ne kadar mantıklı? Haydi, bitki ve hayvanların da bu şekilde üreme yoluya çoğuldıklarını söyleyelim. Canlıların ve doğal unsunların dışında kalan her şey birer insan eseri olduğuna göre, içinde yaşadığımız bu dünyayı, diğer gezegenleri, milyonlarca yıldız ve galaksileri nasıl açıklayacağız? O zaman bunlar da aynen canlılar gibi silsile yoluyla mı oldu diyeceğiz? Milyonlarca bilim insanı şu küçük dünyanın bile sırlarını çözmekte aciz kalırken akıl ve mantık sahibi olmayan dünyamızın, diğer gezegenlerin, yıldız ve galaksilerin kısacası tüm evrenin kendi kendine var olması ya da silsile yoluyla çoğalması ne kadar mümkün? Bence ‘kendiliğinden var olan varlıklar ve bir de başkası aracılğıyla ortaya çıkan varlıklar’ şeklindeki bir yaklaşımı benimsemek akla ve mantığa daha uygun. Bu durumda varlığı kendinden olan varlık Tanrı; varlığı başkası aracılığılya olanlar ise canlı ve cansızların tümüdür.
Cemil’in iri gözlerinde yenilgi vardı, biraz durakladı ardından gülerek,
-Ben hâlimden memnunum aşkım, deyip elindeki kâğıt helvasını ısırdı sonra da konuyu değiştirmeye çalıştı.”(s.323)

Evet buradaki o kağıt helva, bana peygamber efendimiz zamanında da insanların kendi helvadan yaptıkları putları aç kalınca yemelerini hatırlatmıştı. Bilmiyorum yazarımız da bunu düşünerek mi yazdı burayı. Aslında Cemil burada ikna oldu yani, anladı. İçine o şüphe düştü. Artık oradan sonra o da araştırmaya, kendini sorgulamaya başlıyor. Ve ilerleyen sayfalarda “Anlaşılan iyi bir kitap kurdusun…” diyor Maria’ya ama Maria Cemil’e yine cevabı yapıştırıyor:

“-O tabire pek katılmıyorum çünkü ben kitabı sırf tüketmek için okumuyorum; Eğitimci Yazar Ahmet Maraşlı’nın okumayı sevdirmeyle ilgili kitabında bahsettiği kadarıyla ben kitapları ‘bal arısı’ gibi okuyorum.
Az çok kitap okuma alışkanlığına sahip Cemil, bal arısı gibi okumak ifadesini ilk kez duyuyordu.
-Ne demek bal arısı gibi okumak?
-Önce arılaırn her çiçeğe konmayıp bal özü alacak çiçeği bulmak için seçici olduğu gibi ben de kitap kosunuda seçici davranıyorum ve ona göre kitap tercihinde bulunuyorum. Aldığım kitapları ise düşünerek, analiz ve sentezler yaparak, faydalı bilgileri not edip hayatıma geçirerek okumaya çalışıyorum. Annenizden aldığım kitaplar da bu türdendi. Onlardan İslam diniyle ilgili çok şey öğrendim, sana da tavsiye ederim.”(s.330)

Yani buraya kadar da aslında Maria bir Hristiyan. Yani sanki Müslümanmış gibi gelse de söyledikleri ama onun da içinde şüpheler var. Ve Beyaz annesine kavuştuktan sonra hatta -farkında olmadan kardeşine de- diyeyim ve oralara daha fazla girmeyeyim. Ama buradan sonra yani Cemil’in, ben en iyisi Beyaz diyeyim ona diğer isimlerini de saymayayım şimdi size daha fazla spoiler olmasın. Ya da söyleyeyim ya, kendimi tutamayacağım, Maria da Meryem oluyor Beyaz sayesinde.

“Bir çılgınlık yapalım mı?” diyerek başladıkları çok maceralı güzel bir gün vardı. Ben de bunu anlatmış mıydım şimdi hatırlamıyorum. Benim babamla o büyük camilerden birinde ilk cemaatle akşam namazına denk geldiğim -beraber daha önce öğleni, ikindiyi kıldığımız olurdu ama akşam olmamıştı hiç- ve ilk defa hocanın benim ezberlediğim o duaları okuması… Çok da büyük bir camiiydi şimdi hangisiydi hatırlamıyorum ama Eyüp Camii olabilir yani. Ve ezberlediğim duaları ben tabii başka hiç kimseden duymamışım. Onları bizim ailemizin içinde, sadece bizim bildiğimiz şeyler zannediyorum o çocuk aklımla ve onu camii de o hocanın ağzından duyup çok etkilenmiştim yani o an. Neredeyse namazı bozacaktım o derece şaşkınlık yaşamıştım. O insanın ilk kıldığı namaz gerçekten bilmiyorum bence çok… O da bir dönüm noktası yani hayatta. Bu kitapta da böyle bir dönüm noktasına geliyorlar. Ve ilginç bir şekilde daha az önce kağıt helvasını ısırıp konuyu değiştirmeye çalışan Beyaz’ın teklifiyle gerçekleşiyor bu. Çünkü o içine kurdu saldı, şüphe tohumunu.

Ve kitapları da artık benim de kullanacağım bir tabir olacak bu, bal arısı gibi okumak gerekiyor. Ben burada biraz, her okuduğum kitaptan ne çıkarabilirsem ben de belki biraz bal arısı gibi bana ne kaldıysa paylaşmaya çalışıyorum ama o işte özellikle kitapçılara, kütüphanelere girdiğimde bazen hiç fark etmeden saatlerin geçmiş olduğunu anlayabiliyorum. O doğru kitabı seçmeye çalışmak zor da bir şey. Ama işin belki de önemli bir kısmı da bu: Okumak kadar doğru kitabı da okumak. Şimdi mesela daha önce de söylemiştim ben Ahmet Maraşlı’nın Zekâdan Dehaya kitabını okuyacağım diye ama biraz kurgu dışı da bir kitap olduğu için bir türlü başlayamadım. Yazarımızın da mesela yine Arayış romanı da var bende ama o da böyle okunmayı bekliyor yani büyük bir sabırla. Bana katlanıyor diyebilirim. Çünkü bal arısı olmak kolay değil. Kitap kurdu gibi okursunuz belki önünüze her çıkanı ama seçicilik… Arıların da ben hayranıyımdır, arılar, karıncalar çok sevdiğim hayvanlardır diyeyim ve muhtemel üç finalden bahsedeyim mi kitabın sonundan?

Orası da benim biraz üçüncü yol ayrımım oldu kitapta. Biraz böyle o Kurtlar Vadisi’nin efsane doksan yedi bölümü vardır ya onun finalindeki mahkeme sahnesi gibi… Böyle bitmemesi lazım, bu kadar kolay değil bu işler diye geçirdim içimden. İnşallah böyle bitmez dedim yani çok da az sayfa kalmıştı, on beş, yirmi sayfa falan. Ve evet, dediğim gibi, bunu bir arkadaşımdan daha duydum toplantımızda. O da söyledi böyle bitmemesi iyi oldu diye. Çünkü o zaman da yine gerçekçiliğe bir darbe vurulacaktı, bence. Ve öyle bitmedi ama bu sefer de kendi istediğim sondan pişmanlık duydum. Bu kadar da acıklı… Zaten kitap boyunca o kadar çok yerde gözleriniz doluyor ki! Ben mesela şu an fark ettim hiç oraları paylaşmamışım sizle çünkü ben daha çok olumlu şeyler çıkarmaya çalışıyorum. Kitaptan da çok böyle hüzünlü anılar aklımda kalmasın istiyorum. Yoksa o karakterlerin, Beyaz’la Kara’nın o karşılaşmaları, anneleriyle karşılaşmaları… Oraları yazsam burada yine ağlayacağım. O yüzden de belki paylaşmadım onları ama yani o istediğim final de karşıma çıkmasına rağmen kendimi suçlu gibi hissettim. Çok hüzünlü oldu. Keşke olmasa mıydı derken bir ters köşe daha. Ve bunun ipuçlarının da aslında kitabın başından beri veriliyor olması, çok güzeldi yani o ayrıntılar belki gözünüzden kaçar ama bunları tabii ki yazarımız ustaca serpiştirmiş, eklemiş kitabın içine. Ve sonunda da karşımıza çıkıyor.

Kısaca Beyaz ve Kara böyle bir kitap diyeceğim, nasıl kısaca (!). O yüzden yine klasikleştiği üzere bir çılgınlık yapıp da bu yazıyı buraya kadar okuyabildiyseniz çok teşekkür ediyorum sizlere. Vakit ayırdınız. Bu kadar yazdım ama ben neredeyse kitaptaki o tarihi olaylardan hiç bahsetmedim. Bunu da nasıl başardım bilmiyorum. İran-Irak savaşından -biraz o başta yoğun olarak geçtiği için- ama sonrasında o pkk’nın kuruluş süreci, fetö’nün yapılanması, 15 Temmuz tabii ki, gezi olayları hatta. Rahip Brunson ki ben oraları da hiç o dönemde takip etmediğim için bilmiyordum özellikle o tarz olayları. Fenerbahçe’nin bile o 3 Temmuz süreci geçiyor kitapta, bahsediliyor. Ve oralar aslında hepimizin hayatında nasıl derin izler bırakan, yaşadığımız, üzerinden o kadar zaman geçtiği için belki gerçek olmayacak kadar efsaneleşen hikâyeler, belki tazeleme ihtiyacı duyduğumuz, unutulmaması gereken yaşanmışlıklar…

Japonya’da mesela çok sık verdiğim bir örnek, öğrencileri her sene Hiroşima’ya, Nagazaki’ye götürürlermiş daha ilkokul çağlarındayken ve “Eğer okumazsanız, derslerinize çalışmazsanız sonunuz böyle olur!” gibi gösterirlermiş, anlatırlarmış o atom bombalarının anlatılma sürecini. Ondan sonra tabii ki bu insanlar dünyanın, teknolojinin bu kadar çok gelişmesine katkı sağlıyor, en çalışkan milletlerinden biri haline geliyor. Biz neden çocuklarımızı her sene Çanakkale’ye götürmüyoruz? Bu ziyaretleri yapmıyoruz, diye geçerdi benim de içimden. Ben biraz o açıdan şanslı bir insan olarak Çanakkale’de üniversite okuma imkanım oldu ama orada bile mesela dört sene, beş sene okuyup o şehitliğe gitmeyen insanlar vardı. Hatta çoğunluktaydı maalesef. 18 Mart’ta biz derse gittiğimizde hocamız kızmıştı bize: “Bugün sizin burada ne işiniz var? Anzaklılar bile taa Yeni Zelanda’dan geliyorlar, kendi mezarlarını ziyaret ediyorlar, siz nasıl bugün bu derse gelirsiniz? Bu ders o kadar önemli değil!” diye bize kızmıştı, fırça atmıştı. Bir ders vermişti aslında.

Ben de bir sonraki sene 18 Mart’ta dedim ki “Hadi gidelim!” Arkadaşları böyle ikna etmiştim. Sonra askerdeyken de gitmiştik. Şimdi de işte 15 Temmuz’la ilgili mesela bir metrobüs durağında, hemen yine karşıya geçerken de var, böyle orada yürürken hızlıca Fatiha okuyup geçiyoruz ama yani bunları unutmamak lazım. Özellikle böyle romanları, dolu dolu yazılmış, tarihi gerçeklerle bezeli romanları gençlere okutmak, onlarla tanıştırmak lazım en azından… Diye çok hızlı bir şekilde oralardan da bahsetmeden geçmeyelim yoksa yine eksik kalacak gibi hissediyorum. Yazarımıza ve onunla tanışmama vesile olan okuma grubuma da buradan tekrar teşekkür ediyorum.

13 Mart 2025 Perşembe

Harry Potter ve Ölüm Yadigârları

 

Harry Potter ve Ölüm Yadigârları, Hikâyelerin Gücü, Eksik Olanı İstemek ve Terk Edilmiş Çocuklar

J.K. Rowling'in Harry Potter ve Ölüm Yadigârları, Harry Potter serisinin son kitabıyla karşınızdayım. Sonunda bitirebildim yani bu kitabı. Dune serisi gibi hepsini peş peşe okumadığım için araya başka kitaplar da sığdırmaya çalıştığımdan olacak sanırım, çok uzun sürdü bu seriyi bitirmem. Bir de tabii işlerin yoğunluğu. Ama yani çok şükür sonunda bitti. Ve ben bu son kitabı da Sevin Okyay ve Kutlukhan Kutlu'nun çevirdiği, Ekim 2019'da basılan 21. baskısından okudum, yine Yapı Kredi Kültür Yayınları'ndan çıkan. Ve tam 36 bölüm ve 690 sayfa bu kitap. Tabii ki bu kitabı bitirmekle de kalmadım, sonra bütün filmlerini, hatta ardından hızımı da alamadım iki tane de farklı -belgesel mi diyeyim- çok belgesel gibi de değil ama iki farklı yapım daha yapmışlar işte Harry Hogwarts'dan ayrıldığında, terk ettiğinde mi denir? Bir de yirminci yılına özel oyuncuların işte yıllar sonra tekrar bir araya gelmesi... Onlar da çok güzeldi. Ya filmin başarısı da gerçekten kitapla yarışacak ölçüde. Hatta belki de geçmiştir kimilerine göre. Ve evet, hemen baştan, bizim Severus'tan da özür dilememiz gerekecek sanırım. Gerçekten yazar bizi de ters köşe yaptı yani. Ben geçen kitapta anlayamamışım onu. Yok, bu kadarını beklemiyordum. Hatta bence bu kitap Harry Potter'dan çok Severus'un da hikâyesi. Tüm bu seri, yani başrolde neredeyse Snape varmış. Haberimiz yokmuş. Güzeldi yaa. Yani gerçekten finali de ayrı bir güzeldi. 




10 Mart 2025 Pazartesi

Birinci Tekil Şahıs

 

Birinci Tekil Şahıs, Yaşlıların Yaşını Bilememek, Hangi Yılda Olduğunu Unutmak ve EYT'lilerin Suçu Ne?

Haruki Murakami'nin sekiz farklı kısa hikâyesinden oluşan Birinci Tekil Şahıs kitabını Doğan Yayınlarının Nisan 2023 tarihli 7. baskısından okudum. İçindeki hikâyelerin adları şu şekilde:

Taştan Yastık, Krema, Charli Parker Bossa Nova Çalıyor, With the Beatles, Yakult Swallows Şiir Seçkisi, Karnaval, Şinagavalı Maymunun İtirafı ve son olarak da kitaba ismini veren Birinci Tekil Şahıs.



6 Mart 2025 Perşembe

Harry Potter ve Melez Prens

 

Harry Potter ve Melez Prens, Herkesin Hata Yapması ve Büyük Bir Haksızlık: Haksızları Bağışlamanın Daha Kolay Olması

J.K. Rowling, serinin altıncı kitabına Harry Potter ve Melez Prens adını vermiş. Son bölümlere kadar kim olduğunu çözemediğimiz Melez Prens otuz bölümden ve 594 sayfadan oluşan kitabın en büyük gizemlerinden biri diyebilirim. Ancak bu kitap benim hüzünle hatırlayacağım bir kitap olacak çünkü finalinde bu kadar hayal kırıklığına uğrayacağımı tahmin etmemiştim. Özellikle bir önceki kitapta, o saçma sapan bakanlar ve atanan öğretmenler yeterince sinirimizi bozmuşken, bu kitapta yeni bir bakan gelmesine rağmen bizi tek başına çileden çıkarabilen Snape'e de buradan "Senin derdin ne be adam!" demek istiyorum.




3 Mart 2025 Pazartesi

Bir Kardeş Cinayeti

 

Bir Kardeş Cinayeti, İnsanlarla Çalışmanın Zorluğu, Gülmenin Ayıp Hali ve Tahammülsüzlük

Franz Kafka'nın Bir Kardeş Cinayeti kitabını Kırmızı Kedi Yayınevinin Temmuz 2020 tarihli yedinci basımını kütüphanede her zamanki koltuğumda oturup bir Pazar günü klasiği olarak bitirdim. Esen Tezel'in çevirdiği kitap tam seksen altı sayfaydı ve on üç farklı kısa hikâyeden oluşuyordu. Ben tabii ki bunu hiç bilmeden ve içeriğine bakma ihtiyacı bile hissetmeden, Kafka'nın yazdığı ve okumadığım bir kitap olduğu için gönül rahatlığıyla aldım ve bir-iki saat içinde bitiririm umuduyla başladım okumaya.